Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyâ-i kirâmın kalbinden *Feyz* gelir. Yâni onun kalbindeki *Nûr*, karşısında kim varsa, ona akar. Yâni onun kalbinden, bunun kalbine *Nûr* akar. 


İşte bu nûra, *Feyz* denir. O büyüklerin kalbine bu *Feyz* gelmiş. Peki nereden gelmiş? *Resûlullah* Efendimizin mübârek *Kalbi* nden gelmiş. 


Resûlullahın kalbindeki o *Feyz* ler, o *Nûr* lar ve *Mârifet* ler, bizim kalbimize de gelir inşallah. Bizim kalbimize de o feyz akarsa, muhakkak kalbimiz temizlenir. 


Bizim de kalbimizden *Dünyâ* muhabbeti çıkar. Kalbin temizlenmesi demek, *Dünyâ* sevgisinin o kalpden çıkması demekdir. 


Kâfirler, fâsıklar harâmlara dalmış. Müslümân *Harâm* işlemez kardeşim, ama kalbinde dünyâ muhabbeti olabilir. 


Kalbi temizlenince, dünyâ muhabbetinden de sıyrılır. *Harâm* lardan nasıl kurtulduysa, diğer bütün *Günâh* lardan da böyle kurtulur. Bir kimseye bu *Feyz* gelince, kalbi tertemiz olur. 

Bu Dünyâ yı, televizyon seyreder gibi görür. Yâni Hayâl gibi görür. Kalbinde Dünyâ ya yer kalmaz. 


Kalbine dünyâ yerleşmez. Ne büyük Ni’met karde-şim. Ne mutlu büyüklerin Feyzi ne kavuşanlara. İmâm-ı Şâfiî ne buyuruyor? 


A’reftü şerre lâ Lişşerri, ne demek bu? Yâni kötü şeyleri öğrendim, onları yapmamak için. Kendimi onlardan korumak için. 


Lüzûmsuz konuşanı, Gıybet edeni aranızda tutmayın kardeşim. Evvelâ Nasîhat edin, dinlemezse ayrılın ondan, görüşmeyin, onunla Arkadaşlık etmeyin. 


Allahü teâlâ, Sâlih müslümânlara üç husûsiyet vermişdir. Birincisi, onlar Cömert dirler. Allahın kullarına İnfak ederler, İhsân ederler, onları sevindirirler. 


İkincisi, onların kalbinde hiçbir mü’mine karşı, Kin ve Nefret yokdur. Yâni bütün müslümânları Sever ve muhabbet beslerler. 


Üçüncüsü de, onlar Emr-i mâruf yaparlar. Yâni insanlara İslâmiyeti öğretirler, Allahın dînini her tarafa yayarlar. En mühimi de budur efendim.

Geçim darlığından şikayetçi olmak

 Sevgili Peygamberimiz "aleyhissalatü vesselam" buyurdular ki;

*Kim geçim darlığından şikâyet ederek sabahlarsa, sanki Rabbini şikâyet etmiş olur.* (Hâlbuki sıkıntılar ve dilekler, yalnızca Allahü teâlâya arz olunur. Şikâyetler O’na yapılır. Bu da duâdan sayılır. Fakat, insanlara yapılan şikâyet, Allahü teâlânın taksiminden râzı olmadığına alâmettir.) *Kim dünyâ işleri için üzüntülü olarak sabahlarsa, Allahü teâlâya kızarak sabahlamış olur.* (Ya’nî dünyâ işlerine üzülen kimse, Allahü teâlâya kızar. Çünkü böyle kimse, Allahü teâlânın kazasından râzı değildir. O’ndan gelen belâ ve musibete sabredici değildir. Hâlbuki dünyâda olan herşey, Allahü teâlânın kazası ve kaderi iledir.) *Kim bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dîninin üçtebiri gider.* (Dinde insanlara malı için değil de, ilmi ve salâhı için hürmet etmek mu’teberdir. Mala kıymet veren, ilmi ve salâhı küçültmüş olur.

*İbn-i Hacer-i Askalani Hazretleri*

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İlme* güvenilmez kardeşim. Nasıl güvenilsin ki, *Hâfıza* dan silinebilir. İnsan, *Evini* bile bulamaz. Biz böyle kimseleri gördük. İmâm-ı Gazâlî ve bu büyükler diyor ki: *Akla da güvenilmez*. 


*Akıl*, bir mürşid-i kâmil bulana kadar yardımcı olabilir. Ondan sonra akıl, düşünce, arzû olmaz. Peki ne olur? O *Mürşid-i kâmile* teslîmiyet olur. Edeb, *Söz Dinlemek* dir. 


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri, bir gün talebeleriyle evde oturuyormuş. Bir ara pencere dibinde bir *Hışırtı* olmuş. Biraz sonra sormuş talebelerinden çok *Sevdiği* biri. 


Herkes soramaz ki, utanır. İşte Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerinin sevdiği bir talebesi de soruyor; *Efendim, az önce pencerenin dibinde bir hışırtılar duyduk, ne oldu?* diyor.


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri cevap veriyor. Diyor ki: Cezâyir-i hâlidât’ın yâni *Kanarya* adalarının *Kutb’u*, yâni o yörenin evliyâlarının *Reîsi*, deniz kenarında talebeleriyle oturuyorlarmış.


Derken bir *Yağmur* başlamış, hem de bardakdan boşanırcasına. Fakat toprağa yağmıyor da, sâdece *Denize* yağıyor. O anda, o *Kutb’*un aklından bir şey geçmiş. İçinden demiş ki:


*Yâ Rabbî*, senin kulların, hem insanlar, hem de hayvanlar, *Afrika* çöllerinde susuzlukdan *Yanıyor* lar, *Kavruluyor* lar. Bu yağmuru bu denize yağdıracağına, o *Çöle* yağdırsaydın ya.


Böyle diyor, kalbinden böyle geçiyor. Allahü teâlânın işine *Îtiraz* oluyor bu tabii. *Büyükler* in işine karışılır mı? *Allah* ın işine hiç karışılmaz. O anda *Derece* sini kaybediyor. 


*Kutb* luk derecesinden aşağı düşüyor. Ama evliyâlığı hepden *Gitmiyor*. Allahü teâlâ yine *Seviyor* onu. Fakat derecesini az da olsa kaybedince; *Eyvâh, ben ne yapdım?* diyor. 


*Hatâ* etdiğini anlıyor. Oradan, *Buhâra* daki Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerine ilticâ ediyor. *İspanya* nerdeee, *Buhâra* nerde? Derecesini kaybetseydi, ilticâ edemezdi. 


Buhâra’ya nasıl gidicek? *Rûhu* gidiyor. Demek ki *Derece* si gene var. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri, talebesi ile oturmuş sohbet ediyorlarmış.


O anda o *Kutb* pencereye geliyor. Ve yalvarmaya başlıyor; *Yâ şeyh*, ben bir *Hatâ* etdim, derecemi kaybetdim. *Amân* bana *Şefâat* et de, Allah beni affetsin! diyor. 


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî, büyük *Evliyâ*. Hemen *Yalvarıyor* Allahü teâlâya. Allahü teâlâ da onu affediyor. Yine eski *Derece* sine kavuşuyor.

BAZI PEYGAMBERLERİN MESLEKLERİ

Âdem aleyhisselâm: İlk ziraat mühendisi ve çiftçiydi.


İdris aleyhisselâm: İğneyi ilk keşfeden, ona delik açan, iplik geçiren olduğundan, terzilerin, örücülerin piri sayılır.


Nuh aleyhisselâm: Marangozların, gemicilerin piriydi. Tufan’ı ile meşhurdur.


Hûd aleyhisselâm: Tüccar idi. Bütün tüccarların piri sayılır.


Salih aleyhisselâm: Sürülerle develer yetiştirirdi. Sütlerini hem içer, hem de satardı. Devesi meşhurdur.


İbrâhim aleyhisselâm: Kabeyi yeniden inşa edişiyle, Süleyman aleyhisselâm’a ve Mimar Sinan’a önderlik etmiştir. Çok zengindi.


Lût aleyhisselâm: Tarihçi idi. Seyyahların piridir.


İsmâil aleyhisselâm: Avcılık ile geçimini sağlardı. Avcıların piriydi. Kurban edilmek istendi. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur.


İshak aleyhisselâm: Çobandı. İbrâhim aleyhisselâmın oğludur.


Yâ’kub aleyhisselâm: Çobandı. Oğlu Yûsuf’dan ayrı kaldı.


Yûsuf aleyhisselâm: Köle olarak satıldı. Sabretti, sultan oldu. Saati ilk keşfetti. Bolluk zamanında mahsulleri depolayıp, kıtlık zamanında dağıttı.


Eyyûb aleyhisselâm: Ziraatcıydı. Sabrı ile meşhurdur.


Şu’ayb aleyhisselâm: Ziraatcıydı. Hatipti. Kendisine Hatibu’l-Enbiya denilmiştir.


Mûsâ aleyhisselâm: Çobanlık yapmıştır. Allahü teâlâ ile Tûr dağında konuştu.


Hârun aleyhisselâm: Vezirdi. Mûsâ aleyhisselâmın abisiydi.


Dâvud aleyhisselâm: Demiri işleyen, zırh yapan ve düzenli ordular kuran, Calut’un ordularını mağlup eden bir kumandandır.


Süleymân aleyhisselâm: Hükümdardı. Her hayvanın dilini bilirdi. Bakırı ilk işleyen odur. Dâvud aleyhisselâmın oğludur.


Yunus aleyhisselâm: Balık avlardı. Balıkçıların piriydi. Balık karnında 40 gün kaldı.


İlyas aleyhisselâm: Dokumacı ve iplikçilerin piriydi.


Elyesa’ aleyhisselâm: Mûsâ’nın dinini İsrâiloğullarına yaydı.


Zülkifl aleyhisselâm: Ekmek pişirirdi, fırıncıların piriydi.


Zekeriyyâ aleyhisselâm: Marangozdu. İbâdete son derece düşkün bir âbiddi.


Yahya aleyhisselâm: Temiz kalbli, son derece iffetliydi. Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğlu idi.


İsâ aleyhisselâm: Avcıydı. Av âleti ile geçimini temin ederdi. Avcıların piriydi. Aynı zamanda doktorların piridir.


Muhammed aleyhisselâm: Peygamberlerin sonuncusu ve her bakımdan en üstünüdür.


Türkiye Takvimi

Cenaze, nasıl yıkanır?

Teneşir etrafında, önce buhur otu yakılıp üç veya beş defa dolaştırılır.

Cenaze, örtülü olarak, tütsülenmiş teneşir üzerine, sırt üstü veya kolay olan şekilde yatırılır. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır. Çünkü, kadının kadınlar için avret yeri, erkeğin erkekler için olan avret yeri gibidir. Teneşire, kıbleye karşı yatırmak sünnettir.


Teneşir, göbeğe kadar yüksek ve az eğik olmalı. Su, pek sıcak olmamalı, tuzlu olmalı. Serin ve tuzlu su, çürümeyi geciktirir. Ölü, çocuk da olsa, önce abdest aldırılır. Fakat, ağzına, burnuna su verilmeyip, bez ile temizlenir. Ağzına su kaçarsa, çabuk çürümesine sebep olur. Önce yüzü yıkanır. Sonra, kolları yıkanıp, başı, kulakları ve ensesi mesh edilir ve ayakları yıkanır. Kâfurlu su ile, bu yoksa, yalnız su dökerek, başı ve sakalı, sabun ile yıkanır. Sonra sol yanına çevrilip, sağ yanına su dökülür.


Su, teneşir tahtasına değen yerlerine kadar akıtılmalı, sonra, sağ yanına yatırılıp, sol tarafına, omuzdan ayağa kadar su dökülür. Sonra oturtulup, karnı hafifçe bastırılır. Bir şey çıkarsa, yıkanır, yani su döküp giderilir. Sonra sol yanına yatırıp, sağ yanı tekrar yıkanır, yani omuzdan ayağa kadar su dökülür. Böylece sünnete uygun, yani üç kere yıkanmış olur. İki yanı yıkanırken de, üç defa su dökülür.


Hasta, cünüp olarak vefat etmiş olsa da, bir defa yıkanır. Yıkandıktan sonra, abdesti bozan şeyler çıkarsa, tekrar yıkanmaz ve abdest aldırılmaz. Yalnız çıkan şeyler, su dökerek giderilir. Ölüyü yıkarken, niyet etmek sünnettir. Niyetsiz, temiz olur ise de, farz sakıt olmaz.


Yıkama yerine, yıkayıcılardan başkası girmez. Velisi girebilir. Yıkayanlar, emin kimse olmalı. Cenazede gördüğü iyi şeyleri söylemeli, kötü şeyleri söylememeli. Ölünün ayıbını açığa çıkarmamalıdır.


Zaruret yoksa, kokmaması için, morga koymak yerine, çabuk gömmeli, yolcu gelecek diye bekletmemeli. Canlıya eziyet veren şey, ölüye de verir. Bunun için, çok soğuk ve çok sıcak su ile yıkanmaz. Zemzem ile yıkamak, caiz değildir. Saçları dökülürse, kefeni içine konur. Çünkü, insanın her parçası muhteremdir, gömülür. Diri insandan düşen ve kesilen tırnakları, saçları ve dişleri de, gömmek sünnettir.


Yıkandıktan sonra, teneşir üzerinde, bez ile kurulanır. Saçları ve sakalı arasına kâfuri konur. Secde ettiği organlarına [alnına, burnuna, dizlerine, el, ayak parmaklarına], kâfuri serpilmiş pamuk konur.


Ölünün saçlarını taramak, saç, sakal, bıyık ve tırnaklarını kesmek, Hanefi mezhebinde caiz değildir. Ağız, burun ve kulak deliğine, gözlere pamuk koymak caizdir.


Su bulunmadığı zaman, teyemmüm yaptırılıp, namazı kılınır. Sonra su bulunursa, yıkanır. Fakat, namazı tekrar kılınmaz. Ölü yıkayacak kimsenin, önce gusletmesi müstehaptır. Cünübün ve özürlü kadının yıkaması, mekruhtur. Cenaze yıkanmış su, müstamel su olur. Necis olur. Bunun için, yıkayanların üstüne sıçramaması, peştamal sarınmaları gerekir. [Başka bir kavle göre ise, cenazenin üstünde necaset yoksa, necis olmaz.] Cenaze, yıkandıktan sonra temiz olur.

İnsan dünyada kimi seviyorsa ahirette de onunla beraber olacaktır

Bir hadîs-i şerîfde, (İnsan, dünyâda kimi seviyorsa, âhıretde onun yanında olacakdır) buyuruldu. Onun yolunda bulunmazsa, sevgisi sahîh olmaz. İnsan, dînine ve emânetine güvendiği sâlih kimselerle arkadaşlık etmelidir...


Yüksek rûhlar, sevdikleri rûhları yukarı çekerler. Alçak rûhlar da, aşağı çeker. İnsan, öldükden sonra, rûhunun nereye gideceğini, dünyâda sevdiklerinin hâlinden anlamalıdır. İnsan, başkasını tabî'at îcâbı veyâ akl îcâbı veyâ kendisine yapdığı iyilikler îcâbı veyâ Allahü teâlânın rızâsı için sever.


Dünyâda birbirini seven kimselerin rûhları birbirlerini cezb etdiği gibi, kıyâmetde de birbirlerini cezb ederler. Enes bin Mâlik "radıyallahü anh" diyor ki, müslimânları yukardaki hadîs-i şerîf sevindirdiği kadar, hiçbir şey sevindirmemişdir.


Kâfirleri seven onlarla birlikde Cehenneme gidecekdir. Sevgilisine tâbi' olmamak, insanın elinde değildir. Sevmenin en kuvvetli alâmeti, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekdir.


İslâm Ahlâkı

AHÎRET ŞEHİTLERİ YIKANIR VE KEFENLENİRLER

Boğularak, yanarak, garîb, kimsesiz olarak, dıvâr ve enkâz altında kalarak ölenler ve ishâlden, tâ’ûndan [sârî hastalıklardan], 

lohusalıkda, 

sar’a hastalığında, 

Cum’a gecesinde ve gününde, 

din bilgilerini öğrenmekde, öğretmekde ve yaymakda iken ölenler 

ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmûsunu saklarken ölenler, 

zulm ile habs olunup ölenler, 

Allah rızâsı için müezzinlik yaparken, 

islâmiyyete uygun ticâret yaparken, 

çoluk çocuğuna din bilgisi öğretirken ve ibâdet yapmaları için çalışırken vefât edenler, 

hergün yirmibeş kerre (Allahümme bârik lî filmevt ve fî-mâ ba’d-el-mevt) okuyanlar, 

Duhâ ya’nî kuşluk nemâzı kılanlar, 

her ay üç gün oruc tutanlar, 

yolculukda da vitr nemâzını terk etmiyenler, 

ölüm hastalığında, kırk kerre (Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü min-ez-zâlimîn) okuyanlar, 

her gece Yasîn okuyanlar, 

abdestli olarak yatanlar, 

devâmlı olarak mudârâ edenler [ya’nî dîni korumak için dünyâlık verenler], 

gıdâ maddeleri getirip ucuza satanlar, 

soğukda gusl abdesti alınca hastalanıp ölenler, 

her sabâh veyâ akşam devâmlı olarak üç kerre (E’ûzü billâhissemî’il’alîmi mineş-şeytânirracîm) ile (Haşr) sûresinin sonunu [Hüvallahüllezî..yi] okuyanlar (Âhıret şehîdi) olurlar. 


[Tâm şehîd yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen mikdârından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırı ile defn olunur. Cenâze nemâzı, Hanefîde kılınır. Şâfi’î mezhebinde kılınmaz. Âhıretde de şehîd sevâbına kavuşurlar. 

ÂHİRET ŞEHÎDLERİ İSE YIKANIR VE KEFENLENİRLER]

[Bu yazının temamı Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabının 998. Sahifesindedir.]

Nefsimi müdâfaa edecek değilim

Zamânın hükümdârı bir gün Zünnûn-i Mısrî hazretlerini, hakkındaki ithamların aslını öğrenmek için huzûruna çağırttı.


Hükümdârın yanına götürülürken yolda bir ihtiyarla karşılaştı. İhtiyar, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bakarak; "Şimdi seni hükümdârın yanına çıkartacaklar. Sakın ondan korkma, onu üstün görme, asıl korkulacak Allahü teâlâdır. Kendini haklı göstermeye çalışma. Yapılan ithamlar dışında isen, sana haksızlık yapılmışsa Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır." dedi.


Hükümdârın karşısına çıkarılınca, hükümdar; "Senin için zındıktır, doğru yoldan ayrıldı, kâfirdir, diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin?" diye sordu.


Zünnûn-i Mısrî hazretleri; "Ne söyleyeyim. Hayır, değilim desem, bana bu isnâdı yapmış olan müslümanları itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet, öyledir desem, yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan siz reyinize mürâcaat ediniz ve hükmünüzü buna göre veriniz. Ben nefsimden yana olup, onu müdâfaa edecek değilim." dedi.


Bunun üzerine, hükümdâr biraz düşünüp; "Bu kimse yapılan iftirâlardan uzaktır." diyerek onu serbest bıraktı.

DÜNYÂ NEDİR?

Hasan-ı Basrî' hazretlerinin Ömer bin Abdülazîz'e yazdığı bir mektûb şöyledir:


“Şüphesiz ki dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî kalacak yer değildir. Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakîrliğe düşer. Dünyâ zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helak eder (öldürür). Dünyâda, yaralı olup da yarasını tedâvi ile uğraşan kimse gibi ol. Yaralı kimse yarasının azmasından korkarak perhiz yapar, daha şiddetli acıya düşmemek için çekdiği acıya sabreder. Tuzakları süsler altında gizlenmiş olan şu gaflet dünyâsından sakın. Ona dalma! Bitmeyen arzularla gönüller çeken sözlerle süslenmiş, nicelerini aldatıp, kendine meftun etmiştir. Süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona bakmakta, kalbler ona hayran, nefisler ona âşık, o ise âşıklarını helak ediyor. Yaşayanlar ölenlerden, sonrakiler öncekilerden ibret almıyor. Ârif olanlar bile bu husûsta dalgındır. Ona düşkün olan, ondan dünyalık elde eder. Fakat aşırı giden aldanır, âhırete gideceğini, dönüşünü unutur. Kalbi dünyâya dalar ve ayağı kayar. Sonra da büyük bir pişmanlığa ve derin bir hasrete düşer.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, kullarına ve bütün dünyaya, *Dîni* ni öğretmek için, bizi *Vâsıta*kılmış. Hepimizi yâni. 


Kimimiz *Paket* yaparız, kimimiz *Yazarız*, kimimiz *Satarız*, kimimiz postâneye götürürüz. Hepimiz *Hizmet* ediyoruz. 


Bu, ne büyük *Ni’met* dir efendim. Eshâb-ı kirâmın *Vazîfe* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *Yüksek* dir, niçin çok *Şerefli* dir? Çünkü hepsi de, islâmiyet yolunda çalışdılar. 


*İslâmı* yaymak için uğraşdılar. Canlarını *Fedâ* et-diler. Taa Mekke’den, Medîne’den kalkdılar. İstanbul’a geldiler. 


Meselâ *Hazret-i Hâlid*, yâni *Eyüp Sultân* hazretleri. Hepsi de, dîn-i islâm uğrunda canlarını *Fedâ* etdiler. Niçin? Allahın dînini *Yaymak* için. 


Biz de öyle çalışıyoruz Elhamdülillâh. Allahü teâlânın dînini *Yaymak* için uğraşıyoruz kardeşim. Allah da bize *Yardım* ediyor. 

● ● ● 

Birgün Süleymâniye câmiine namâza gitdim, hocalar toplanmışlar, *Müzik* çalışıyorlardı. Çıkarken, yaşlı bir kadıncağız geldi. *Mevlîd* okutacakmış. 


Kapıda bir çocuk vardı, ona hocayı sordu. O da; *Biraz bekle, ders yapıyorlar*, dedi. 


Ben dedim ki; *Anneciğim*, bunlar Beyoğlu ndan öğretmen getirmişler, *Müzik* çalışıyorlar, bunlara *Mevlîd* okutulmaz. Sizin mahallenizde tanıdık *Hâfız* yok mu? 


Kadıncağız *Var* dedi, çok memnun oldu. Allah râzı olsun deyip gitdi. 

● ● ● 

Hadîs-i şerîf var kardeşim. *Cömerd* in ikrâmını alın, yiyin, *Şifâ* olur. *Hasîs in verdiğini almayın, yemeyin, *Zehir* olur. *Cömert* lik, güzel bir *Huy*. 


Mekkî Efendi de anlatırdı. Derdi ki: *Cömertlik*, Cennetde olan bir *Ağaç* dır. Bu ağacın kökü *Cennet* de, dalları ise dünyâdadır. 


Bu dallar, *Cömert leri kendilerine yapıştırır ve *Cennete* çekerler. Onlar istese de, istemese de, o dallara *Yapışır* lar. *Cimrilik* de bir *Ağaç* dır.


Onun da kökü *Cehennem* de, dalları dünyâdadır. Bu dallar da, *Cimri* leri kendine yapıştırır ve *Cehenneme* çeker, yine mıknatıs gibi. *Mekkî âbi* böyle anlatırdı efendim.

Mâlik bin Dînâr'a ders veren çocuk!

Mâlik bin Dînâr hazretleri, evliyânın büyüklerindendir. Künyesi Ebû Yahyâ, lakabı Zeynüddîn’dir. Benî Süleym kabîlesindendir. Basra’da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 748 (H.131) târihinde Basra’da vefât etti... HASAN-I BASRİ’YE TALEBE OLDU...

Mâlik bin Dînâr, gençliğinde mal mülk sâhibi bir zengin yiğitti. Hasan-ı Basrî hazretlerine talebe olunca, bütün mallarını ve parasını, fakir talebelere harcadı. Kalbinden Allahü teâlânın aşkından başka her şeyin sevgisini çıkardı. 

Bir gün kendisine; “Dünyâda en güzel kazanç nedir?” dediler. Cevap olarak; “Şu üç şey dünyâda en güzel kazançtır. 1) Allahü teâlânın sevgili kullarının sohbetinde bulunmak ve din kardeşleri ile sohbet etmek, 2) Geceleri teheccüd namazı kılmak ve doya doya Kur’ân-ı kerîm okumak, 3) Allahü teâlâyı hiç unutmayıp, O’nu zikretmek, anmak” buyurdu.

Yine bir gün; “Kimin gözü ve gönlü, şu fânî hayattan ebedî hayat için iyi bir ders almamış ise, onun kalbi perdeli ve ameli azdır” buyurdu...

Mâlik bin Dînâr hazretleri bir hâtırasını şöyle anlatır: 

“Bir gün toprakla oynayıp bâzan gülen bâzan ağlayan bir çocuğa rastladım. Önce çocuğa selâm vermek istedim. Fakat kibirden selâm vermedim. Hemen nefsime; ‘Ey nefis! Peygamber efendimiz büyüklere de küçüklere de selâm verirdi’ diyerek çocuğa selâm verdim. Çocuk; 

-Ve aleyküm selâm, ey Mâlik bin Dînâr! diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuğa; 

-Sen beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın? diye sordum. Çocuk; 

-Ruhlar âleminde benim rûhumla senin rûhun karşılaştı. Orada bizi Allahü teâlâ karşılaştırdı, dedi. Çocuğa; 

-Akıl ile nefs arasında ne fark var? diye sorunca, çocuk; 

-Nefsin seni selâmdan men etti. Aklın ise seni selâm vermeye teşvik etti, diye cevap verdi. 

-Sen neden toprakla oynuyorsun? diye sordum. Çocuk; 

-Topraktan yaratıldık, yine toprağa karışacağız, dedi. Ben yine; 

-Seni bâzan ağlarken, bâzan gülerken görüyorum. Sebebi nedir? diye sordum; 

-Rabbimin azâb edeceğini hatırladığım zaman ağlıyorum. Rahmetini hatırladığım zamansa tebessüm ediyorum, dedi. 

-Ey oğul! Senin hangi günâhın var ki ağlıyorsun? diye sorunca, çocuk; 

-Ey Mâlik! Böyle söyleme. Zîrâ ben, anam ateş yakarken, küçük odun olmadan, büyüklerin tutuşmadığını gördüm, diye cevap verdi... 

Bunları söyledikten sonra “Allah” diye feryad edip ruhunu oracıkta teslim etti.”