Buhârâlı gönül sultanı Hâce Evliyâ-i Kebîr

Hâce Evliyâ-i Kebîr hazretleri, Buhârâlıdır. Hicrî yedinci asrın ortalarında vefât etmiş olup, kabri Buhârâ yakınlarında Hakrîz Hisârı’nda Ayyâr burcu yakınındadır... “YEMEĞİ BERABER YİYELİM”

Hâce Evliyâ, önceleri Buhârâlı bir âlimden ilim tahsil ediyordu. Bir gün, Buhârâ çarşısında nûr yüzlü bir zât gördü. Bu zâta gönlü meyletti. O zât çarşıdan bir miktar et alıp paket yaptırmıştı. Hâce Evliyâ, yanına yaklaşarak; “Efendim! Müsâade buyurursanız, bu paketi evinize kadar ben taşımak istiyorum” dedi. O da kabûl edip, berâberce evine kadar geldiler. Bu zât, Ehl-i sünnet âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri idi. O da bu genci gönülden kabûl eyleyip; “Bir saat sonra gelin, yemeği berâber yiyelim” buyurdu... Hâce Evliyâ oradan ayrıldıktan sonra, gönlünün önceki hocasının derslerinden soğumuş, yeni karşılaştığı bu nurlu zâta meyletmiş olduğunu hissetti... Bir saat sonra Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’nin huzûruna koştu. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî, bu sohbette onu oğulluğa kabûl etti... 

Hâce Evliyâ’nın önceki hocası, her ne kadar onu Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’nin sohbetlerinden vazgeçirmeye çalıştı ise de başaramadı ve bir gün o da hâline tövbe ederek Hâce Abdülhâlık hazretlerinin talebelerinden oldu.


“HERKESE MERHAMET ET!..”

Hâce Evliyâ-i Kebîr, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerinin huzûrunda, sohbet ve hizmetinde bulunmakla çok yüksek derecelere kavuştu. Onun, Ahmed Sıddîk’tan sonra ikinci halîfesi oldu. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî, Vasıyyetname risalesinde, manevî oğulları Hâce Evliyâ-i Kebîr’e buyurdu ki: 

“Sana vasiyet ederim ey oğul ki; her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol! İslâm âlimlerinin kitaplarını oku! Fıkıh ve hadîs öğren! Câhil tarikatçılardan sakın! Şöhret yapma! Şöhrette âfet vardır. Aslandan kaçar gibi câhillerden kaç! Bid’at sâhibi sapıklar ile ve dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme! Helâlden ye! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et! Kimseyi hakîr görme! Kimse ile münâkaşa, mücâdele etme! Kimseden bir şey isteme! Tasavvuf büyüklerine dil uzatma! Onları inkâr eden felâkete düşer. Mayan fıkıh, evin mescid olsun!..”

ON ŞEY SON NEFESDE ÎMÂNSIZ GİTMEĞE SEBEB OLUR

1-Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını öğrenmemek.


2-Îmânını ehl-i sünnet i’tikâdına göre düzeltmemek.


3-Dünyâ malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak.


4-İnsanlara, hayvanlara, kendine zulm, eziyyet etmek.


5-Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebeb olanlara şükr etmemek.


6-Îmânsız olmakdan korkmamak.


7-Beş vakt nemâzı vaktinde kılmamak.


8-Fâiz alıp-vermek.


9-Dînine bağlı olan müslimânları aşağı görmek. Bunlara gerici gibi şeyler söylemek.


10-Fuhş sözleri, yazıları ve resmleri; söylemek, yazmak ve yapmak.

(Namaz kitabı sahife 174)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birgün yine *Efendi* hazretlerine gitdiğimde, kapı kapalı idi. Kapıyı çaldım, açılmadı. Biraz bekledim, yine açılmayınca, kapının dışından, yüksek sesle şu beyti okudum:


*İnnilte yâ rîhessabâ, yevmen ilâ erdıl harem*. 

*Belliğ selâmî ravdaten, fîhennebiyyil muhterem*. 


Yâni ey sabâh rüzgârı, birgün yolun Haremeyne, yâni *Mekke* ve *Medîne* ye uğrarsa, oradaki *Ravda* ya benden selâm söyle. 


Ey yeryüzünü dolaşan melekler, yolunuz *Mekke* ve *Medîne*’ye uğrarsa, o *Resûle* benden *Selâm* söyleyin. 


*Efendi* hazretleri sesimi duymuş. *Şâkir Efendi*’ye kapıyı açdırdılar, içeri girdim. Bakdım, Efendi hazretleri kahvaltı ediyorlardı. Kahvaltıda *Yoğurt* da vardı. 

********

*Üd’ûnî, istecib leküm*. Yâni benden isteyiniz, veririm buyuruyor Allahü teâlâ. Ama istemesini bilmek lâzım. Evliyâ-i kirâmdan *Ebül Hasan-i Harkânî* hazretlerine sormuşlar. 


Yâ İmâm, Allahü teâlâ *(İsteyiniz veririm)* buyuruyor, ama istiyoruz vermiyor. 


Buyurmuş ki; İstemesini bilmiyorsunuz. Allahü teâlâ *Duâ* yı kabûl eder, ama hangi ağızdan çıkan duâyı kabûl eder? Duâmızın kabûl olması için ağzımıza *Hâkim* olacağız. 


Ağzımıza *Harâm* girmiyecek. Meselâ alkollü içkiler. Sonra başkasının hakkı. Yalanla, hîleyle, fâsid alış verişle kazanılan şeyler. Şerîate uygun olarak çalışıp kazanacağız. 


Sonra *Harâm* çıkmıyacak ağzımızdan. Gıybet, iftirâ, dedikodu, yalan. Bunlar da olmıyacak. 


İşte bu ikisine dikkat ederseniz, duâlarınız kabûl olur buyuruyor Peygamber Efendimiz. 

********

Allah, *Enver âbi*’den râzı olsun. Bütün bu işlerimiz, ictimâlarımız, hizmetlerimiz hep Enver âbi’nin sâyesinde oluyor. Onun sâyesinde bu *Sevâpları* kazanıyoruz. 


Allahü teâlâ bizim tarafımızdan ona bol bol *Mükâfat* versin. Ben *Enver âbi*’yi görünce kalbim ferahlıyor. Onu gördüm mü kalbim ferah. 


İki gün görmesem, *Mâtem* tutuyorum. Onu görmesem sıkıntı basıyor bana. Enver âbi’ye ne kadar *Hizmet* edersek, Allahü teâlâ da bizden o kadar *Râzı* olur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Nakşibendî büyükleri *Taş*’a teveccüh etseler, taş feyz alır kardeşim. İstîdâda bakmadan herkese *Feyz* verirler. Yalnız *Talep* şartdır. İstemek lâzım. Talep olmayınca feyz olmaz. 


*Mevlâna Hâlid* hazretleri Bağdat’dan Delhi’ye gelirken, yolda rüyâda, *Abdullah-ı Dehlevî* hazretlerini görüyor. 

Uyanınca bakıyor ki, kalbi *Zikr* ediyor. 


Delhi ye gelince, aynen rüyâda gördüğü gibi, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini görüyor. Ve yedi ayda *Mürşid-i kâmil* oluyor. 


Bir gün sohbet esnâsında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini sevenlerden bir *Kadın* ın vefât ettiği haberi geliyor. 


Abdullah-ı Dehlevî hazretleri bunu işitince, o hanımın kabrine teveccüh edip, sonra yanındakilere; *Kuvvetli ihtimâldir ki, bu yola bağlı olanlara kabir azâbı olmaz*, buyuruyor. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri de; *Bu büyüklerin Kuvvetli ihtimâl demeleri, Muhakkak demekdir*, buyururdu. 


Bir kadıncağız da, *Abdullah-ı Dehlevî* hazretlerine bağlanmak istermiş. Kocasıyla devâmlı haber gönderirmiş, kocası da söylemeyi unuturmuş. Derken kadın ölmüş. 


O ölünce, kocasının aklına gelmiş ve gidip hanımının bu arzûsunu Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine söylemiş. Ab-dullah-ı Dehlevî hazretleri de kabûl buyurmuşlar. 


O gece kadın, kocasının rüyâsına girip; *Çok şükür, murâdıma kavuşdum, beni kabûl etdiler*, demiş. Nakşibendî büyükleri böyledir kardeşim. 


Ölüye diriye, kadına erkeğe, yaşlıya çocuğa, hepsine *Feyz* verirler. Hattâ yanlarında bulunmak da şart değildir. Uzakdan *Sevmek* yetişir. 


Hâlbuki *Çeştiyye* tarîkatına girmek için, mürşid-i kâmilin Elini tutarak intisâb etmek şartdır. Nakşibendîde ise, uzakdan bağlanıp *Sevmek* le de, intisâb etmiş olunur.

İmanın gitmesine sebep olan hâller

 Sual: İmanın gitmesine sebep olan söz ve hâller var mıdır, varsa nelerdir?

Cevap: Konu ile alakalı olarak Miftâh-ul-Cennet kitabında deniyor ki:

“İmanı olduğu hâlde, ileride imanının gitmesine sebep olan şeyler kırk kadardır:

1- Bidat sahibi yani itikadı bozuk olmak. 

2- Zayıf yani amelsiz iman. 

3- Dokuz uzvunu doğru yoldan çıkarmak. 

4- Büyük günah işlemeye devam etmek. 

5- Nimet-i islama şükrünü kesmek. 

6- İmansız gitmekten korkmamak. 

7- Zulmetmek. 

8- Sünnet üzere okunan ezanı dinlememek. 

9- Anaya babaya âsi olmak. Onların İslamiyete uygun, mübah olan emirlerini sert sözle reddetmek. 

10- Doğru olsa bile, çok yemin etmek. 

11- Namazda tadil-i erkanı terk etmek. Tadil-i erkan, hiç hareket etmeden 'sübhanallah' diyecek kadar durmaktır. 

12- Namazı ehemmiyetsiz sanıp, öğrenmesine ve çoluk çocuğuna öğretmeye ehemmiyet, önem vermemek. 

13- Şarap ve fazlası sarhoş eden her içkiyi, az da olsa, içmek. 

14- Müminlere eziyet etmek. 

15- Yalan yere evliyalık ve din bilgisi satmak. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeyip, kendini din adamı olarak tanıtmak. 

16- Günahını unutmak, küçük görmek. 

17- Kibirli olmak, yani kendisini beğenmek. 

18- Ucub, yani ilim ve amelim çoktur demek. 

19- Münafıklık, ikiyüzlülük.

20- Hased etmek, din kardeşini çekememek. 

21- Devletin ve üstadının İslamiyete muhalif olmayan sözünü yapmamak. 

22- Bir kimseyi tecrübe etmeden, iyi demek. 

23- Yalanda ısrar etmek. 

24- Ulemadan kaçmak, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamak. 

25- Bıyıklarını sünnet miktarından ziyade fazla uzatmak. 

26- Erkekler ipek giymek. 

27- Gıybet etmekte ısrar etmek. 

28- Kâfir de olsa, komşusuna eziyet etmek. 

29- Dünya umuru, işleri için, çok gadaba gelmek, sinirlenmek.

30- Faiz almak ve vermek. 

31- Öğünmek için elbisesinin kollarını ve eteklerini fazla uzatmak. 

32- Sihirbazlık, büyü yapmak. 

33- Salih olan mahrem akrabayı ziyareti terk etmek. 

34- Allahü teâlânın sevdiği kimseyi sevmemek ve İslamiyeti bozmak için uğraşanları sevmek. 

35- Mümin kardeşine üç günden fazla kin tutmak. 

36- Zinaya devam etmek. 

37- Livatada bulunup, tövbe etmemek. 

38- Ezanı fıkıh kitaplarının bildirdikleri vakitlerde ve sünnete uygun okumamak. 

39- Haram işleyeni görüp de, gücü yettiği hâlde, tatlı dil ile menetmemek.

40- Nasihat vermek hakkına sahip olduklarına nasihat etmemek.”

(İslâm Ahlâkı)

Tefsîr ve Tevil

Ebü'l-Meyâmin Mustafa Efendi "rahmetullahi aleyh" hazretleri yirmibeşinci Osmanlı Şeyhülislâmıdır, buyurdular ki;


Tefsîr, beyan etmek ve keşfetmek demektir. Bildirmek ve açıklamaktır. (Tevil), rücû' etmektir. Tefsîr, bir mana vermektir. Tevil, çeşitli manalar arasından birisini seçmektir. Kendi reyi, görüşü ile tefsîr, câiz değildir. Tefsîr, rivayet ile yapılır. Tevil, dirâyet ile yapılır. Hadis-i şerifte, (Kur'ân-ı kerimi, kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa dahi, hata etmiştir) buyuruldu.


Resûlullah Efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) gelen haberlere ve âlimlerin tefsîrlerine ve tefsîr ilminin üsûlüne bakmadan ve Kureyş lügatini bilmeden ve hakîkat ile mecâzı düşünmeden, mücmel, mufassal ve umûmî ve husûsî olanları birbirinden ayırmadan ve âyet-i kerimelerin indirilme sebeplerini ve nâsih, mensûh olduklarını araştırmadan verilen manayı, Allahü teâlânın kelâmı olarak söylemek doğru değildir.

MÜTEVAZI OLANI,CENABİ HÂK YÜKSELTİR

Ehl-i sünnet âlimleri çok büyüktür. Çok ilm sahibidir, çok faziletlidirler. Peki efendim, bu âlimler niye büyük? Efendim, bunlar o kadar mütevazi insanlardır ki, onlar mütevazi oldukça, Allah onları yükseltti. O halde âlim, ne kadar alçak gönüllü olursa, o kadar yükselir. Âlim kendini ne kadar iyi bilmeye kalkışırsa, Hak indinde ve insanların nazarında o kadar kaybetmiştir. Bir insan kendini ne kadar büyük görürse, kibirlenirse, ben bilirim diye başını kaldırırsa, çenesinin altından onu aşağı çekerler, Allah indinde ve insanların gözünde küçülür. Sadece kendisi, kendisini büyük görür. Bir insan ne kadar mütevazi olursa, başını ne kadar aşağı indirirse, kibirlenmezse, başının üzerinden onu yukarı asılırlar, kendisini sadece kendisi küçük görür, fakat o kişi Allah indinde ve insanların gözünde büyüktür, kıymetlidir. İnsanın çenesinin altında bir zincir vardır. Bir de burnunun üstünde vardır. O kimse kendini yukarı çekmeye çalışsa, kibirlense, çene altındaki zincir onu aşağı çeker. Herkesden aşağı olur. Bir kişi tevâzu sâhibi olsa, kendini aşağı görse, zincir onu yukarı kaldırır, yükseltir. Kibir her şeye, her iyiliğe engeldir, kimde varsa sahibini alçaltır, sevimsizleştirir. Tevazu çok kıymetlidir, kimde varsa sahibini yükseltir, onu herkes sever.  Efendi hazretleri çok mütevâzi’ idi. Va’z ederken yakınındakilere, yavaşça, “Ağzımdan yanlış kelime çıkarsa ikaz edin. Çünki ben ma’nâları düşünürüm, kelimeye kıymet vermem” buyururdu. Bunu tevazûdan söylerdi. Hiç yanlış bir kelime söyleyip, ikaz edildiği olmadı. Şimdikiler; ma’nâdan haberi yok, yaldızlı kelimelerle konuşmaya çalışıyor. Efendi hazretlerinin kelime hazinesi çok zengindi. Aynı ma’nâya gelen sekiz on kelime söylerdi. Birinden anlamayan diğerinden anlasın, ondan da anlamayan öbüründen anlasın diye.


Hüseyn Hilmî Işık Efendi (rahmetullahi aleyh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim kitaplar, tamâmen *İslâm âlimleri* nin yazılarıdır kardeşim. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgiler* dir.


İşte bizim kitaplar, hep o *Büyükler* in yazıları olduğu için, bütün dünyâ hayrân kalıyor. Elhamdülillah. 


Bütün bu hizmetler, hep *Efendi* hazretlerinin bereketi, Onun himmeti ile oluyor kardeşim. Bizimle hiç alâkası yok. *Men hademe hudime*. Hadîs-i şerîfdir bu. 


Mânâsı şöyle: *Men*, bir kimse, *Hademe*, hizmet etdi. Yâni bir kimse hizmet ederse, *Hudime*, hizmet olundu. Yâni ona hizmet olunur. 


Bir kimse, bir müslümâna *Hizmet* ederse, muhakkak Allahü teâlâ da başkalarını ona hizmet etdirir. Onun için müslümânlara hizmet etmeyi *Ganîmet* bilmeli kardeşim. 


Birine bir bardak *Su* vermek yâhut bir *İşini* görmek, çok kıymetlidir. Muhakkak Allahü teâlâ onun mükâfatını dünyâda da, âhiretde de, ona bol bol verir. 


Dünyâda başkalarını, ona hizmet etdirir. Yâni başkaları da onun bir işini görür, bir ihtiyâcını giderir. *Âdet-i ilâhî* böyle. Hadîs-i şerîf bu. Cenâb-ı Hak bu hizmetleri bizlere nasîb ediyor.


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Âhir zamana doğru, öyle bir zaman gelecek ki, dînini, îmânını muhâfaza etmek, avcunda ateşi tutmak gibi olacak*.


Avuçda *Ateş* tutulur mu? Yanar insan. Avuçda ateş tutmak nasılsa; dînini, îmânını muhâfaza etmek de öyle olacak buyuruyor. Fitne, fesat zamânı. Onun için *Duâ* edeceğiz. 


*Allahümme Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten*. Yâni, Sen bize dünyâda iyilikler ver yâ Rabbî! *Ve fil âhireti haseneten*, âhiretde de iyilikler ver. 


*Ve kınâ azâbennâr*, sen bizi Cehennem ateşinden koru yâ Rabbî! Allahü teâlâ hepimize selâmet versin. Hâlimize şükredelim de, Allahü teâlâ, bu *Ni’meti* elimizden almasın. 


Rabbimize çok şükür, ni’metleri sonsuz. Evvelâ *Hayât* vermiş, sonra *Akıl* vermiş. Akıl vermeseydi hayvan gibi olurduk. Sonra, *Göz* vermiş, *Kulak* vermiş. *His uzuvları* vermiş. 


Eğer his uzuvlarını vermeseydi *Odun* gibi olurduk. İşitmez, görmez, söylemez bir insan! Yâni *Odun*. Eğer şükredilmezse, Allahü teâlâ bu ni’metleri alır kardeşim.

Şeyhülislâm Berdeî hazretleri

 Şeyhülislâm Berdeî hazretleri Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velîlerdendir. Osmanlı pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında Isparta Vâlisi Hızır Bey'in dâveti ile Horasan'dan Anadolu'ya gelmiş Eğirdir'de, Eğirdir Gölü'nün kenarında Mezâr-ı şerîf denilen yerde yerleşmiştir. Kabri oradadır. Buyurdu ki:


"Ölüm ânında üç çeşit söz söylenir: Bâzılarına, ey Allah'ın kulu, sana Allah'ın rızâsını ve Cennet'ini müjdelerim, denir. Bâzılarına, ey Allah'ın kulu, sana cezânı çektikten sonra Cennet'e gideceğini müjdelerim, denir. Bâzılarına da, ey Allah'ın düşmanı, sana Allahü teâlânın gazâbını ve Cehennem'ini bildiririm, denilir." "Müslümanın din husûsunda nasîhati gizlemesi, yapmaması helâl olmaz. Kim nasîhati yapmazsa, Müslümanlara hîle yapmış olur. Müslümanlara hîle yapan, dîne hîle yapmış olur. Dîne hîle yapan da, Allahü teâlâya, Resûlullah efendimize ve müminlere ihânet etmiş olur."


"Münâkaşaya oturmak, fayda kapılarını kapatır."


"Bid'at ehli olanlar, başlarını ve vücutlarını toprakta gizleyip, kuyruklarını açıkta tutan ve yaklaşanı sokan akrepler gibidirler. İnsanlar arasında gizlenmişlerdir, yanlarına yaklaşanı bid'ate düşürürler, bid'at yayarlar."


"Allahü teâlâ semâyı yedi kat yarattı. Her katta mahlûklar ve melekler yarattı. Bunlar O'na ibâdet ve itâat ederler. Birinci kat, yâni dünyâ semâsında bulunanların ibâdeti korku ve ümid üzere bulunmaktır. İkinci semâda bulunanların ibâdeti, muhabbet ve hüzün üzere bulunmaktır. Üçüncü semâda bulunanların ibâdeti, minnet ve hayâ üzere bulunmaktır. Dördüncü semâda bulunanların ibâdeti, şevk ve heybet üzere bulunmaktır. Beşinci semâda bulunanların ibâdeti, münâcaat ve iclâl, saygı üzere bulunmaktır. Altıncı semâda bulunanların ibâdeti, inâbet, tövbe ve tâzim, saygı gösterme üzere bulunmaktır. Yedinci semâda bulunanların ibâdeti ise, mürüvvet, cömertlik ve kurb, yakınlık üzere bulunmaktır."


"Tövbe iki çeşittir. Biri avâmın tövbesi, biri de seçilmişlerin tövbesidir. Avâmın tövbesi günâhlardan tövbedir. Seçilmişlerin tövbesi gafletten tövbedir. Avâm ile havâssın, seçilmişlerin tövbelerinde fark vardır. Avâm, günahlardan ve kötülüklerden tövbe eder. Havâs ise bunları zâten işlemez. Fakat onların tövbesi yanılmaktan, gaflete düşmekten ve yaptığı ibâdet ve tâatı sebebiyle kendini beğenme korkusundan tövbedir.

MUALLİM VE MÜELLİM

Rahmetli Seyyid Ahmet Arvasî’nin başından geçen hatıra: Ahmet Bey 60'lı yıllarda Ağrı'nın Molla Şemdin köyüne ilkokul öğretmeni olarak tayin edilir. Başta muhtar Ömer bey olmak üzere köyün ileri gelenleri kendisini karşılarlar. Kalacağı eve yerleştirirler. Her türlü ihtiyacı karşılanır. 

Fakat bir şey dikkatini çeker. Köylüler hitap ederken kelimenin üzerine basa basa "Müellim Bey!" derler. Ahmet Bey "muallim" kelimesini telaffuzda zorlandıkları için "Müellim" dediklerini düşünür. 

Kısa zamanda köylüyle kaynaşır. Köy odalarında ve evlerdeki sohbetlere katılır. Onlarla camiye gider. Düğünlerinde bulunur, bayramları kutlarlar. Köylüden kopuk öğretmen değil, onlardan biri haline gelir. Kendilerine tepeden bakmayan, onlarla oturup kalkan, sevinçlerini paylaşan, dertlerine ortak olan bu genç öğretmeni köylüler bağırlarına basarlar. 

İş bu noktaya gelince kendisine söz birliğiyle "Muallim bey" diye hitap etmeye başlarlar. Bu durum Ahmet Bey"in dikkatinden kaçmaz. Merakını gidermek için muhtara sorar. Muhtar Ömer günlerdir bu sorunun sorulmasını bekliyordur zaten. 

Ağır ağır konuşmaya başlar "Evet Muallim Bey! Sana Önceleri 'Müellim' dememizin önemli bir sebebi vardı: Bugüne kadar köyümüze gelen öğretmenler hep bizden uzak kaldılar. Bizim dünyamıza giremediler. Onların ayrı dünyaları vardı, bizimle ilgisi olmayan, Avrupa'dan ithal kimseler gibiydiler. İnanç ve yaşayışımıza ters hayat tarzları vardı Hatta değerlerimizle alay da ediyorlardı. Ne aramıza katılır ne de camimizin yolunu bilirlerdi. Hal böyle olunca bizler çok üzülürdük, müteellim olurduk. Bunun için onlara 'elem, sıkıntı veren' mânâsında 'müellim' diyorduk. 

Onlar bu kelimenin manâsını bilmedikleri için bu hitabımızı telâffuz hatası zannediyorlardı. İlk günler seni de onlardan zannettik. Bunun için 'Müellim' dedik. Sonra baktık ki; sen onlara benzemiyorsun, bizden birisin. Bunu anlayınca 'Müellim'i bırakıp 'muallim' demeye başladık.

HAZRETİ HÜSEYİN­’İN KIZLARI

 Pey­gam­be­ri­mi­zin sev­gi­li to­ru­nu Haz­ret-i Hü­se­yin, Ker­be­lâ’da şe­hit edi­lin­ce, hi­mâ­ye­siz ka­lan kız­la­rı Fâ­tı­ma 12, Sâ­ki­ne 11 ya­şın­da şa­kî­ler ta­ra­fın­dan Ana­do­lu’ya ka­çı­rı­lıp Bi­zans’a sa­tı­lır. O za­man­ki Tek­fur bu du­rum­dan is­ti­fâ­de et­mek is­ter ve on­la­rı râ­hi­be yap­mak için her tür­lü çâ­re­ye baş­vu­rur. 


Ön­ce çok iyi kar­şı­la­yıp, in­ci­ler, mer­can­lar, uşak­lar, ara­ba­lar, el­bi­se­ler... için­de bir mi­sâ­fir gi­bi ba­kar­lar. Kız­lar; “Bu ih­ti­şâ­mın bir be­de­li ol­ma­lı­dır.” di­ye dü­şü­nür­ler. Baş­ta ibâ­det­le­ri­ni ser­best­çe ya­par­lar.


So­nun­da Tek­fur ger­çek yü­zü­nü gös­te­rir. “Bi­zans­ta ya­şı­yor­su­nuz, bi­zim gi­bi ol­ma­lı­sı­nız!..” der. Ma­nas­tı­ra gön­der­mek is­ter fa­kat ka­bul et­mez­ler. Kız­la­rı süs­lü oda­la­rın­dan alıp iz­be deh­liz­le­re gön­de­rir. 


Çok sı­kın­tı çe­ker­ler. Ku­ru bir ek­mek ve bir maş­ra­ba su. Ko­ri­dor­lar­dan kah­ka­ha ve çığ­lık ses­le­ri ge­lir. Tek­fur on­la­ra 40 gün müh­let bi­çer, ya ma­nas­tı­ra ya­hut...


Kra­li­çe ara­ya gi­rin­ce, sert­lik­le de­ğil yu­mu­şak­lık­la hâl­let­mek için ken­di kız­la­rı 14 ya­şın­da­ki Ka­te­ri­na’yı, on­la­ra ar­ka­daş ola­rak gön­de­rir­ler. Mak­sat­la­rı ken­di din ve ya­şa­yış­la­rı­nı sev­dir­mek. Fâ­tı­ma ve Sâ­ki­ne mi­sâ­fir­le­ri­ni dost­ça kar­şı­lar­lar. 


Pren­ses bu iki kı­zı çok se­ver ve on­lar­dan çok et­ki­le­nir. Ha­yat­la­rı, ya­şa­yış­la­rı, ah­lâk­la­rı ve din­le­ri ile il­gi­li so­ru­lar so­rup bü­yük bir hay­ran­lık­la din­ler. On­la­rın bir­çok ke­râ­me­ti­ne şâ­hit olup Müs­lü­man olur. Ar­tık on­lar­dan hiç ay­rıl­maz. “Ne söy­lü­yor­sa­nız, ne ya­pı­yor­sa­nız doğ­ru­dur.” de­di­ği için kız­lar ona Sı­dı­ka is­mi­ni ve­rir­ler. 


Zin­dan­dan ha­ber so­ran an­ne ve ba­ba­sı­na; “Çok iyi gi­di­yor, şa­şır­ma­ya ha­zır olun!” der. Ama sa­yı­lı gün ça­buk ge­çer ve 40. gün ve­dâ­laş­ma vak­ti ge­lir. Sı­dı­ka; “Ne mut­lu si­ze, şe­hit ola­rak sev­dik­le­ri­ni­ze ka­vu­şa­cak­sı­nız. Ben ise...” der. 


Fâ­tı­ma bir ka­ğı­da Sı­dı­ka’nın Müs­lü­man ol­du­ğu­nu ya­zar ve el­le­ri­ni açıp baş­lar du­â­ya. Di­ğer­le­ri âmin der. Bi­raz son­ra üçü bir­den ve­fât eder­ler. Hep­si, İs­tan­bul’da Fatih-Kocamustafa’da Sümbül Sinan Efendi Camisi bahçesinde gö­mü­lü­dür­ler.

                                  

İr­fan Öz­fa­tu­ra   

TÜRKİYE GAZETESİ              

26.12.1998