Yâdigâr mektûblar 79.mektûb

 Erzincan'da askerlik yaparken talebesi olup, köyündeki eski ilkokul binasının Kur'ân-ı kerîm kursuna tahsis edilip edilemeyeceğini soran İzmirli Kenan Can'a cevaben 9.10.1967'de yazılmıştır.

Ve aleyküm selâm kardeşim.

Mektubunuza ve alâkanıza teşekkür ederim. Cenâb-ı Hak cümlemizi hayırlı teşebbüslerimizde muvaffak buyursun.

Kur'an kursu binası için düşünceniz güzel. Ancak Mearif Vekâleti ile Diyânet İşleri Başkanlığı, bütçesi tamamen ayrı birer teşkilât. Bunlar aynı vekâletin idaresinde olsaydı, belki bir çare düşünülebilirdi. Hâlihâzır durumda eski ilkokul binasının kurs yapılmasına müsaade etmeleri imkânsız gibidir.

Size yardım edememekten üzülüyoruz.

Selâm eder, duâlarınızı bekleriz.

H. Hilmi Işık 

Yâdigâr mektûblar 78.mektûb

 Enver Ören Bey'e [Napoli'ye] yazılan mektûb

26 Ramezân-ı Mübarek 1387 Perşembe [28.12.1967]

Selâmün aleyküm kıymetli yavrum Enver Bey

Bugün Cum'a ve Kadr gecesine dâhil oluyoruz. Bu iki en kıymetli gecenin ve önümüzdeki ıyd-ı fıtrın hepimiz hakkında ve bilcümle ehl-i imân hakkında hayırlı olmasını Cenâb-ı Hak'dan duâ ederim. Orada kalma müddetinizin temdîd edilmesine [uzatılmasına] üzüldüğünüzü yazıyorsunuz. El-hayrü fî mâ vakaa. [Vâki olan] Her şeyde hayır vardır. Orada bulunmanızın uzun olmasını, daha istifâde etmenizi arzu ediyoruz. Vaktinden evvel çağırsalar da çok üzülürdük. Lehülhamd öyle olmamış. Hakkınızda inşâ[allah] hayırlı olur. Ömürler çabuk geçiyor. Bugünleriniz size bir daha bulunmaz tatlı bir hâtıra olarak kalacakdır. Cenâb-ı Hak hepimize sıhhat ve âfiyet versin. Ömür olunca, vakitlerin nasıl geçdiği anlaşılamaz bile.

Lehülhamd hepimiz çok iyi ve rahatız. Vâlideniz hanımın sıhhati iyidir.

Halîfe-i rûy-i zemîn, imâmü'l-müslimîn Cennetmekân merhûm ve mağfûr sultan Abdülhamîd hân-ı sânî rahmetullahi aleyh hazretlerinin zevce-i mutahharaları [Behice] kadın hanım efendiye âcizâne selâm ve hürmet ederim. Bu mübârek günlerde müstecâb duâlarına biz fakirleri de idhâl buyurmalarını istirhâm eylerim. Onlardan bahseden satırlarınızı büyük bir zevk ve lezzetle okuyoruz. Bu dünyâda rü'yet-i âlileri ile müşerref olmaklığımız için duâ ediyorum. Yahyâ Efendi Dergâhı'nın hâlen imâmı talebelerimizdendir. Merhûm mahdumlarının isimlerini ve târih-i vefatlarını bildirirseniz gidip kabrini ziyâret etmek ve vâlidelerinin selâmlarını âcizâne rûh-i pür-fütuhlarına arz etmek istiyorum.

[Behice İkbal'in ağası] Muhterem Celâl Beyefendi'ye selâmlarımı ve âciz duâlarımı sunarım. O fedâkâr ve sâdık birâderimin duâ buyurmalarını çok ricâ ederim.

Din ve dünyâ selâmetinize âcizâne duâ ederim. Dâhilden dâhîle [hanımlar da] selâm, duâ ve hürmet ediyorlar.

Mualliminiz Hüseyn Hilmi Işık 


Kıymetli oğlumuz Enver Bey,

Karşılaşmış olduğumuz mübârek şeker bayramınızı candan tebrîk eder daha birçok hayırlı bayramlara sağlık, neş'e ve sevdikleriniz ile yetişmenizi Cenâb-ı Hakdan temenni ederim.

Dünyevî ve uhrevî bütün iyiliklerinize duâ eder, sizden duâlarınızı bekleriz.

Sîret Işık


Not: Enver Bey'in Napoli günlerinin tafsilatı için bkz. Ekrem Buğra Ekinci: Sultan Abdülhamid'in Son Zevcesi Behice Sultan'la Altı Ay, İstanbul 2017.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda cihâd etdikleri için. Dîn-i islâmı yaymak için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda cihâd için yürüdüler ve şehîd oldular. 


Bizim âbiler de hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah yolunda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç acı çekmezler. Daha doğrusu, öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu ibâdetdir. Âlim, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz Efendi hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. Bizim âbiler de bunu biliyorlar. O hâlde arkadaşlarımızın hepsi *Âlim*’dir kardeşim. Neden? 


Çünkü onlar da hakkı bâtıldan ayırıyorlar. Kim sevilir, kim sevilmez, bunu da iyi biliyorlar. O hâlde bütün arkadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. 


Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? İşte bunun için bizim arkadaşlar, *Bid’at* ehli olmazlar. *Müşrik* hiç olmazlar. 


Çünkü onların îmânları ve îtikâdları çok sağlam. Onların kalblerinde bu doğru *Îmân*, bu doğru *Îtikad* olduğu müddetçe, onlar dalâlete düşmezler. 


Günâhkâr olabilirler, ama dalâlete düşmezler. Öyleyse birbirimizin kıymetini bilelim. Hepimiz çok *Şanslı*’yız, çok *Bahtiyar’ız kardeşim. 


Mektûbâtda yazıyor ki: *Allahü teâlânın sevgili kulu olmanın ölçüsü, O’nun dînini, O’nun kullarına yaymakdır. Onlara islâmiyeti anlatmakdır*. 


Hattâ Mehmed Ma’sûm hazretlerinin bir mektûbu var. Orada da; *Sizin Allah indinde bu kadar makbûl olmanızın sebebi, orada fıkh bilgilerini yaymakdan dolayıdır*, diyor. 


Yoksa gösterdiğiniz hârikulâde hâller, kerâmetler değildir. Öyle yazıyor mektûbunda. Böyle şeylerle bizim de hiç ilgimiz ve alâkamız yok efendim. 


Böyle şeyleri düşünmek bile istemeyiz. Çünkü ihtiyâcımız yok. Zâten *Mûcize* ve *Kerâmet*, şüphesi olanlar, ihtiyâcı olanlar içindir. Bizim şüphemiz yok ki, elhamdülillah.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün dünyâda üç büyük Kerâmet var efendim. En büyük *Üç* kerâmet. Bunların dışında başka kerâmet aramaya gerek yok. Biri, bu büyükleri *Tanımak*. 


Bu, *Kerâmet*’dir efendim, herkese nasîb olmaz. Nitekim Peygamberimizi tanıyanlar, *Eshâb-ı kirâm* oldular, görenler değil. *Ebû Cehil* de gördü, *Ebû Leheb* de gördü, ama inanmadılar. 


Hattâ her görüşte, kinleri ve nefretleri artdı. Birincisi, onları *Tanımak*. İkincisi, onları *Sevmek*. İnsan tanıyabilir, ama sevemez. Sevmek çok mühim. Hubbu fillah, *Îmân*’ın şartıdır. 


Ümmeti arasında *Peygamber* neyse, talebeleri arasında *Hoca* da odur. Resûlullaha uydukları için. Üçüncüsü de, o *Büyükler*’in yolunda gitmek, başka yolda değil. İşte bu ni’mete kavuşanlar, yarın âhiretde kurtulurlar efendim. 


Efendi hazretleri bir gün buyurdular ki: 


*Kabirdekiler, dünyâdakilerden haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım. Sevdiklerim yanlış bir iş yaparsa, haberim olur, üzülürüm*. 


Efendi böyle buyurdu. Demek ki âhirete gidenler, dünyâda olan yakınlarının hâllerini bilirler. 


Kardeşim ben yeni evlendiğim zaman, bir gün Efendi hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


*Hanımı üzersen, kayınpederini üzersen, kayınvâlideni üzersen, bil ki kabirde kemiklerim sızlar. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, üzülürüm*. 


*Kabirdekiler, dünyâdan haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım ve üzülürüm*, buyurdu. 


Az önce ne dedik? Kerâmetlerin en büyüğü *Üç* tânedir. Bu büyükleri *Tanımak*, onları *Sevmek* ve onlara *İtâat* etmek. 


Öyleyse, bizim arkadaşlarımız, birbirlerini gıybet ederlerse, birbirlerini çekemezlerse, birbirlerini üzerlerse, aralarına tefrika düşerse, ben de o zaman *Âhiret*’de olursam. 


Bütün bunlardan haberim olur ve *Üzülürüm*. Ama hizmet ederlerse, kitaplarımızı yayarlarsa, yine haberim olur ve çok *Sevinirim*.

Seyyîd Muhammed Efendi'nin İstikâmet risâlesinden bir bölüm

Hazret-i Şeyh’in (kaddesallahu teâlâ sirreh) mahdûm-ı kerîmi ve halîfe-i şerîflerinden [Allâme] sıfatlı Seyyîd Muhammed Emîn Efendi'nin (kuddise sirruh)  Nakşibendî yoluna dair yazdıkları [İstikâmet] risâlesinde buyuruyorlar ki;

“... O halde hevâ ve nefsin hazzına dâir olan ibâdetler böyle olursa, ibâdetlerin dışı ve belki şerîate muhâlif olup, sadece nefsin hevâ ve hevesine mübteni olup, diğer tarîkatlerde yapılmakta olan def çalmak, raks etmek, gazel okumak, ve tegannî etmek gibi işlerden ne fazîlet beklenebilir ve iyilik düşünülebilir? Âh, âh! Binlerle âh! Ve yazıklar olsun ki, şu bir nefis cevher olan Nakşibendî âlî tarîkatinin bir takım hâsılatsız ve sermâyesiz olan mensubları, Bu çirkin hareketleri ortaya koyup devam etmektedir. Şöyle ki, bazıları başlarına bir nikab (örtü) örtüp, yüzlerine perde [peçe] çekiyor. Bunun aslı ve ma'nâsı, şer'an ve aklen riyâ ve sümadan (gösteriş ve yapmacıklıktan) başka bir şey değildir. Bazıları da, Şeyh yolda yürürken, karşısında defler çalıp, yahud yüksek sesle gazel ve ilâhîler okuyup, bir taraftan şerîatin hilâfına, bir taraftan da gerçekten tarîkate aykırı iş yapıyorlar. Hattâ meşguliyet, susma, kendinde olmama ve nefsi sıkıştırma zamanları olan teveccüh ve hatimler esnâsında, şu gazellerin okunmasıyla, orada bulunanları zikir, fikir ve meşguliyetten alıp, nefislerinin istek ve hevâsını kuvvetlendirirler.

Sâir tarîklerde böyle meşrû' olmayan şeyleri işlemede, kendi şeyhlerini öne sürüp, biz onlara uyuyoruz, onları taklîd etmek bize gerektir, gibi sözler söyleyip bir ma'zeret ileri sürmek oluyorsa da, bu işlerin meşrû' olmamasıyla beraber Nakşibendî meşâyıh-ı kirâmı da bu gibi şeyleri şiddetle men' ve nehy ettikleri halde, böyle zâtların mensubu olanlarda şu fiillerin işlenmesinde asla özür ve behâne etmede tutunacakları hiçbir delil ve dal yoktur.

(Son Halkalar I,  sf.157-158)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Âhiretde herkes, kitaplarımızı dağıtan bu âbilere, bu arkadaşlara gıpta edecek. *Keşke, biz de bu ekibe dâhil olsaydık*, diyecekler. Neden? Çünkü bu kardeşlerimize *Cennet*’de çok büyük dereceler ihsân edilecek. 


Hocasından, bir dînî mesele öğrenmek için yola çıkan talebenin ayaklarının altına, melekler gelir, kanatlarını döşerler. Niçin? Şereflenmek için. 


Karadaki bütün *Hayvanlar*, yalnız kelebek türü bir milyondan fazla, havadaki bütün *Kuşlar* ve denizdeki bütün *Balıklar*, onun için duâ ve istiğfâr ederler. Bu, öğrenmek için gidene.


Ya öğretmeye giderse. Ya birine bir *Kitap* vermek için giderse, düşünün artık. Öğretmek için gitmek, emr-i mârufdur. *Emr-i mâruf* sevâbı yanında *Cihâd* sevâbı, deryâ’da damla bile değildir. 


Bu zamanda en iyi emr-i mâruf şekli, kitap vermekdir kardeşim. Birini sevindirmek mi istiyorsun? Ona, bir *Namaz Kitâbı* ver, o kadar. 


Bunu yapmak, hem *Cihad*’dır, hem de en güzel *Emr-i mâruf*’dur Bunu yapana, Allahü teâlâ, yüz şehîd sevâbı veriyor kardeşim. 


Bir genç, köyünden çıkıp mübârek bir zâta geliyor ve hizmet istiyor. Hoca Efendi; *Sana verecek bir iş yok*, dese de, o genç; Efendim, beni parçalasanız da gitmem buradan, ben size hizmete geldim, diyor. 


Allah Allaah! Hoca Efendi ne yapsın; *Al o zaman baltayı, git dağa, çalı çırpı topla, denk yap getir, birikdir, kışın yakar ısınırız*, diyor. 


Genç; *Emrin olur hocam*, diyor ve gidiyor dağa. Her sabah, hava buz gibi, yağmur, çamur dinlemiyor, soğukda karda kışta gidiyor, çalı çırpı topluyor, *Denk* yapıp getiriyor, biriktiriyor. 


Bir müddet sonra, kendi kendine; *Ben buraya hizmete geldim, ama şu denklerden başka bir faydam olmadı*, diye düşünerek, hocaya da sormadan köyüne geri dönüyor. Gitdiği gece bir *rüyâ* görüyor. 


Mahşerde hesâbı görülüyor. Günahları çok olduğu için melekler Cehenneme götürüyorlar. Tam ateşe atacaklar, o esnâda gökden bir sürü *Denk*’ler, patır patır yere düşüyor. Cehennemle o genç arasında *Perde* oluyor. 


Bir de bakıyor ki, kendi yapdığı, biriktirdiği  denkler. O anda uyanıyor. Tabii anlıyor hatâ ettiğini. *Eyvaah! Ben ne yapdım!* diyor. O gün dergâha geri dönüyor ve daha büyük bir aşkla, şevkle, denk yapmaya devam ediyor.

Allahü teâlâ refîkdir

 💠Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, 

(Allahü teâlâ refîkdir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiçbir şeye vermediğini, yumuşak davranana ihsân eder). 

Bu hadîs, İmâm-ı Müslimin “rahmetullahi aleyh” (Sahîh)inde vardır. 1/98

(Mektûbat-ı Rabbânî)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir arkadaşın evine gitmişdim. Otururken kütüphâneye bakdım. Bir sürü kitaplar vardı. Bizim kitaplarımız var, *Berekât* yayınevinin de var, *Bedir* yayınevinin kitapları da var. 


Bir sürü yayınevlerinin kitaplarını sıralamış. Üzüldüm tabii. Hâlbuki bizim kitaplarımız, bir kütüphâneye yeter efendim. Hattâ yalnız *Tam İlmihâl* yeter. 


Çünkü onun içinde herşey var. Onu okuyan, içindekileri öğrenen, *Âlim* olur. Hele öğrendiği şeyleri yaparsa, *Evliyâ* olur. Sonra bu kitaplar bizim değil ki, ehl-i sünnet âlimlerinin.


Bizim kitaplar, bu yolu bilen, bu yolu tanıyan, seçilmiş büyük *Âlim* ve *Velîler*’in kitaplarından seçilmiş, alınmışdır. Başka kitâba lüzum yok ki.


Kardeşim, bu dünyâda ibâdetlerden maksad, kalbden *Küfr*’ü çıkarıp, dünyâ sevgisini çıkarıp, mal hırsını çıkarıp, onun yerine *Âhiret* sevgisini yerleşdirmekdir.


*Allah* sevgisini, *Evliyâ* sevgisini yerleşdirmekdir. Bunun da bir tek ilâcı var. Bunun ilâcı, ne namazdır, ne oruçdur, ne zekâtdır. Peki nedir? Bunun ilâcı ibâdet de değildir. 


Onun bir tek ilâcı var, o da, ancak bu *Allah adamları*’nı tanımak, sevmek ve itâat etmekdir. Üçü de çok mühim. O büyükleri seven, onların kalblerinden *Feyz* alır, kalbi temizlenir. 


Ancak, sâdece tanımak ve sevmek yetmez, *İtâat* da şart. Çünkü seven, sevdiğine itâat eder. Etmiyorsa, *sevmiyor* demekdir. 


*Silsile-i aliyye*’de bulunanlardan bir tânesi, hangisi olursa olsun, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretleri, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri gibi. 


Bunlardan birine *Âşık* olmalıdır. Onları sevmek için de, hayât hikâyelerini okumak lâzım. Onların hayât hikâyelerini okuyunca, onların *Sevgisi* insanın kalbine yerleşir. 


Onların sevgisi kalbe yerleşince de, *Dünyâ* sevgisi kalpden çıkar. Dünyâ sevgisi çıkdı mı, *Allah* sevgisi yâni muhabbetullah o kalbe yerleşir. 


Velhâsıl, dünyâ muhabbetinin kalbden çıkması için, bir *Mürşid-i kâmili* sevmek lâzım. Silsile-i aliyye büyüklerine muhabbet lâzım. Silsile-i aliyyeyi okuyan, muhakkak *Feyz* alır onlardan.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İmâm-ı Gazâlî* hazretleri çok büyük bir zâtdır. Çok büyük âlimdir. Kitaplarının sahîfelerini ömrüne bölmüşler, bir gününe *On sekiz* sahîfe düşmüş. 


Ama meselâ *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı, o asırdaki, yâni *Bin sene* önceki insanlara hitâben yazılmışdır. O insanların ihtiyâçlarına göre yazılmışdır. 


Bu günkü *Sapıklık*’lara karşı, bugünkü *Küfr*’e, bu günkü *Bid’at*’lere karşı değil kardeşim. Evet, *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı kıymetlidir, çok kıymetlidir, ama bu zamana göre değildir. 


Onu okumak, bizim kitâplarımızın okunmasına *Mâni* teşkîl etdiği için doğru değildir. Bizim kitapları okumadan onu okumak doğru değil kardeşim. Zamânı harcıyor çünkü. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz, bu kitaptan ve bunun gibi daha *Bin küsür* kıymetli kitaplardan, bu zamânın ihtiyâcı olan kısımları alıp, bizim kitaplara koyduk zâten. 


Yâni bizim kitaplar okununca, o kitaplar da okunmuş olur.


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumakla geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


Efendi hazretlerinden herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı*’nı, *Kaynağı*’nı, *Vesîkası*’nı, *Senedi*’ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, aramakla geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu iyi, bu kötü. Bu doğru, bu yanlış. Bu sevilir, bu sevilmez.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. Dünyâ işlerinde de yanılmaz, âhiret işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti yayan kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize nasîb ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmayan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. Son nefesin ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


Ama mürşidi olanın hâli, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah mürşid-i kâmil gördük. Siz de gördünüz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her gün, her an, dünyânın her yerinde namaz kılınıyor ve o namaz kılanlar, bize *Selâm* ve *Duâ* ediyorlar. Şu anda biz burada otururken, uyurken, bize duâ ediyorlar. 


Aynı şekilde, biz de namâza duruyoruz, bütün eshâb-ı kirâma, bütün meleklere, bütün evliyâlara ve dünyâdaki bütün müslümânlara *Duâ* ediyoruz. 


Velhâsıl biz her an, binlerce milyonlarca müslümandan duâ alıyoruz. Yine her namazda biz de milyonlarca müslümana duâ ediyoruz. 


O büyüklerin kalb gözü açıkdır efendim. Onlar, *Kabir’de* olanları görüyorlar, *Mahşer’de* olanyarı görüyorlar, *Sırat* köprüsünü, *Mîzânı*, yâni terâziyi görüyorlar.


Hattâ *Cenneti* görüyorlar. *Cehennemi* görüyorlar. Çünkü âhiretde zaman yok. Zaman, bu dünyâda var, orada yok. 


Meselâ Peygamberimiz aleyhisselâm, *Mîrâc’da* hazret-i Osmânın, koşarak Cennete girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân henüz ölmedi, dünyâda yaşıyor. 


Orada zaman olmadığı için, hazret-i Osmânın *Rûh’unu* Cennete girerken gördü. Çünkü bu dünyâ bir *Hayâl*. Ne demek hayâl? Yâni aynadaki görüntü. Aslı olmasa, görüntü olur mu? Olmaz.


Dünyâ, asıl değil ki. Asıl olan, *Âhiret’dir*. Hazret-i Osmânın gerçek hayâtı, âhiretde. Burada zaman olduğu için ölümü bekliyor. Niçin? Öldükden sonra o gerçek hayâtda Cennete gitsin diye. 


Âhirette zaman yok. *Ezel* ve *Ebed*, orada bir *An*’dır. Mebde ve müntehâ, yâni baş ve son, milyarlarla sene, orada bir *An*’dır. Biz zamanlı yaratıldık. Zamanlı doğduk, büyüdük. 


Zamansızlık ne demek, aklımız ermez. Aklımız ermiyor bizim bu işe. İşte *Kalb gözü* açık olanlar, kıyâmeti de görüyor, Cenneti de görüyor, Cehennemde yananları da görüyor. 


Şimdiki islâm düşmanları geberiyorlar ya, geberip Cehenneme gidiyorlar ya, onların Cehennemde yandıklarını, *Kalb gözü *açık olanlar görür efendim. 


Nasıl görür? Kalblerinden âhirete bir *Pencere* açılır, o pencereden *Âhireti* görürler.

Peygamberin gayrisine Mustafa ismi verilmesi pek de muvâfık değildir

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) alemi [özel ismi] MUHAMMED, künyesi Ebûl-Kasım, lakabı MUSTAFA'dır.

Peygamberin gayrisine Mustafa ismi verilmesi pek de muvâfık değildir. Kelâm-ı evliyâda ve büyük mürşidler içerisinde Mustafa ismi verilmiş bir kimse görülmüyor. Hele künyesi olan Ebûl-Kasım ile isimlendirmek hiçbir zaman edeb dâiresi içinde bulunamaz.

Mustafa kelimesi, ma'nâ itibariyle -ki seçilmiş, arınmış demektir. Zât-ı ilâhî içinde kullanılamaz. 

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf,109]