Hicrî dörtyüz tarihinden sonra müctehidlik kesilmiştir

 Hicrî dörtyüz tarihinden sonra müctehidlik kesilmiştir. O zamandan sonra müctehid yoktur. O kadar ilme sâhib kimse yoktur. Müctehid, ictihâd edilecek mesâil hakkında olan bütün âyetleri, hadisleri, râvileri ile birlikte bir anda zihninde toplayıp, o anda ictihâd edecektir.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 227]

İslâm harfleri

 - İslâm harfleri, ilâhî harflerdir. Geçmiş suhuf ve kitablar hep İslâm harfleri ile idi.  Diğer harfler sonradan insanlar tarafından ihdâs edildi. İlk ihdâs edilen harfler, Mısır yazısı olan Hiyeroglif idi. İlâhî harfler, Arab harfleri değildir. Vaz'-ı ilâhîdir. Kelime-i tevhîd, Arab yazısı değildir. İslâm yazısıdır. Dünya yokken Cennetin her yerinde bu kelime yazılı idi. 124 bin Peygamber bu yazı ile yazdılar, okudular.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 226]

Mürted

 - Allahın şeraîtinin bir hükmünü ibtâl edenler mürteddir. Bunların hiçbir ibâdeti makbûl olmaz.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Yâdigâr mektûblar 65.mektûb

 Bu iki mektûb Kuleli'den Ali İhsan Göksaltık'a Arabî harflerle yazılmıştır.

Ve aleyküm selâm kıymetli Ali İhsân

Güzel yazılarınız ile süslenmiş olan kıymetli mektûbunuzu seve seve ve tekrar tekrar okudum. Saf kalbinizden, temiz rûhunuzdan çıkan cümlelerinizi okurken hem sevindim, hem de Cenâb-ı Hakka şükrler eyledim ve selâmetinize duâ eyledim. Cenâb-ı Hakkın hıfz ve himâyesinde olmanıza yine duâ etmekdeyim. Siz de her an Cenâb-ı Hakka şükr ediniz. Ne büyük ni'metdir ki Cenâb-ı Hak bu zulmet-i küfr ve tûfan-ı gaflet içinde sizleri nûr-ı îmân ile tenvîr eyledi [iman nuru ile aydınlattı]. Kendi muhabbeti ve sevdiklerinin muhabbeti ile kalbinizi nurlandırdı. Hele müsâid zemân ve fırsat ihsân eylemesi herkese nasîb olmayan ayrıca bir ni'metdir. Siz de bu ni'meti biliyor ve şükrüne gayret ediyorsunuz. Bu da diğer bir devletdir.

Melekleri, cins-i lâtîf-i nûrânî diye ta'rîf buyurmuşlardır. Nûr,cism değildir. Cismin sıfatı ve hâssasıdır. Meleklerin varlığını inkâr eden kâfir olur. Cism olduklarına inanmayan kâfir olmaz ise de ehl-i sünnetden ayrılmış olur. Lâtîf, görünmez demekdir. O halde cin ve melek lâtifdirler; fakat cin, zulmânîdir, melek nûrânîdir. Bu fark insan ile hayvan arasındaki fark gibidir. Melekler yemez, içmez; cinler yer içer ve çoğalır, melekler çoğalmaz.

Yemîn, Cenâb-ı Hakkın ismi ile ve sıfatlarının ismi ile olur. Bunlara delâlet etmek üzere şerî'atde kullanılan muayyen kelimeler ile olur. Sualinizdeki yemin olmaz.

Yensuru'dan unsur olur. Yadribü'den ıdrib olur. Eliflerin hareketi ikinci hece'nin harekesine tâbi' olmuşdur. Fesâhat böyle îcâb eder.

Hepinize selâm ve duâ eder duâlarınızı beklerim kardeşim. 

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin içli bir duası

 Allahü teâlâya ağlıyarak, sızlıyarak ve Ona sığınarak ve güvenerek yalvarıyorum ki, bu fakîri ve ona bağlı olanları, bid’at olan işleri yapmakdan korusun ve bid’atlerin güzel ve fâideli görünmelerine aldanmakdan muhâ-faza buyursun! Seçilmiş olanların, sevilenlerin efendisi, en üstünü hâtırı için bu düâyı kabûl eylesin!

[1.cild, 186. mektûb]

(İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh)


Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kimse, sırf âhiret niyetiyle, gecesini gündüzüne katıp çalışırsa, bu çalışmaların hepsi *İbâdet* olur efendim. 


Neden? Çünkü o parayla hayr hasenât yapacak, hacca gidecek, zekât verecek, kurban kesecek. En mühimi de *Cihad* yapacak, *Emr-i mâruf* yapacak. 


Yâni bu parayla, âhirete müteallik hizmetleri yapacak, rızık için değil. Rızık mukadderdir, yâni takdîr olunmuşdur, o bellidir. 


Ne olursa olsun, o *Rızık* ona gelecek. Çünkü insan rızkını aradığı gibi, rızık da onu arar efendim. Mutlaka buluşurlar. 


Büyükler ne buyurmuş? *Dünyâ için çalış, dünyâda kalacağın kadar*. En fazla yüz sene, belki de yarın öleceksin, hiç belli olmaz. 


*Âhiretin için çalış, âhiretde kalacağın kadar*. Âhiret sonsuz, sonu yok. 


*Allahü teâlâya şükret, muhtaç olduğun kadar*. Muhtaç olmadığımız an yok ki. Her zerremizle ve her an O’na muhtâcız. 


Görmemiz, işitmemiz, hep Rabbimizin kudretiyle oluyor kardeşim. Kalbimizi O çalıştırıyor. İnsan vücûdunda otuz trilyon civarında *Hücre* var. Her hücrenin içerisinde koca bir *Uzay* var. 


Bir hücrenin içine video koyup çekmişler. İçindeki faaliyetleri, hareketleri gösteriyormuş. Hayrân kaldım. 


Peki kim yapıyor bütün bunları? Biz mi yapıyoruz? *Hâşâ, Allahü teâlâ yapıyor, O yaratıyor*. 


Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Sâliha bir hanım, Cennet ni’metinin tâ kendisidir*. Allahü teâlâ, Cennetden dünyâya hiçbir ni’metin aslını indirmemişdir.


Sâdece müslümân kadın hâriç. O, ni’metin *Aslı*’dır, *Gerçek Cennet ni’meti*’dir. Onun için sâliha bir hanım çok büyük ni’mettir. Allahü teâlâ hepimize, bu ni’meti nasîb etdi, olmıyana da nasîb etsin. 


Allahü teâlânın ihsân ettiği bu *Cennet nimeti*’nin kıymetini bilirsek, lâyıkı vechile Rabbimize şükredersek, bu ni’met elden çıkmaz, devâm eder. 


Kim de bu büyük ni’metin kıymetini bilmez, nefsî hareket edip onu üzerse, kırarsa, sonunda *pişmân* olur, *perîşân* olur. Büyükler; *Eden, kendine eder*, buyurmuşlar. İyilik eden de kendine eder, kötülük eden de.

Yâdigâr mektûblar 64.mektûb

Kuleli'den Güngör Özbilir'e Arabî harflerle yazılmıştır.

Cumartesi
Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Güngör

Mevâhib-i Ledünniye kitabını yeni yazı ile yazmak ve tab'edib gençlere sunmak çok iyi ve sevâb olur. Mehmed Efendi'nin buyurduğu gibi, bir şeyi katmamak lâzımdır. Bu kitabda çok na't [şiir] olduğu için gençler anlayamaz. Anlaşılması için her cümlesini sâdeleşdirmek, açmak lazımdır. Fakat bunu yaparken, ma'nâ değişmemesi için çok dikkat etmek icâb eder.

Bu iş kolay değildir. Bunu yaparken çok güç günlerin olacakdır. Fakat bunları yenebilir, başarabilirsen, [hazırlanmasının] senelerce süreceğini tahmin ediyorum. Ben Seâdet-i Ebediyye için müsveddelerimi yirmi seneden beri hazırladım ve talebemden bile çok yardım gördüm. Çok şeyleri, çok kimselere sordum. Sen de mübârek arkadaşlarına ricâ et! Suallerine yardım etsinler. Benim hiç vaktim yok. Yardım edemeyeceğim. Bu hayırlı işe başla. Cenâb-ı Hak yardım eder, inşa[allah] çok mükemmel bir şekilde meydana çıkar! En mühim tavsiyem acele etme! Yavaş yavaş ilerle!

Erzincan'dan çok memnunum. Mektebin güzel bir câmii var. Bir hâfız askeri İmam yapmışlar. Ezan okuyor. Onu hizmet eri aldım. Talebeden cemaate gelen günden güne artıyor. Mektebde husûsî yatak odası var. Cenâb-ı Hakka sonsuz şükrler olsun. Harbiye'deki kardeşlerime selâmlarımı ve Erzincan'daki rahatımı bildiriniz, ricâ ederim.

Din ve dünyâ seâdetinize âcizâne duâ ederim. Hepinizin duâlarınızı beklerim efendim. [1959]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün âbilere dedim ki: Bu yahûdîler, bir kelime için, koca bir kitap yazarlar. Meselâ bir siyah köpeğe *Arap* demek için, bir roman yazarlar, tiyatro yaparlar, filim çevirirler. 


Yâhut da, yine temiz gençleri aldatmak için, meselâ onlara *Allah* yerine *Allah baba* dedirtmek için, bir kitap yazarlar. 


Böylece bir *mürşid-i kâmil* görmiyen, dînini tam öğrenmiyen gençlerin îmânını çalarlar kardeşim. Bilmiyorlar çünkü. Doğrusunu bilseler, aldanmazlar. 


Meselâ sarıklı sakallı, *hoca* şeklindeki bir sanatçının yapdığı harekete, bir *kahkaha* atsa, mâzallah *Küfr’e* girer, îmânını kaybeder. 


Çünkü dînen *kutsal* olan şeylere saygısızlık, *Küfr’e* sebep olur. Onun için böylelerini seyretmek uygun değil kardeşim. 


Bu gün de bitdi. Bugün akşama kadar, kim bilir, kaç bin nefesimizi mevcutdan harcadık. Çünkü cenâb-ı Hak, insanları yaratmadan evvel, *iki* şeyi ezelde takdîr etdi, yazdı. 


Bir tânesi *Rızk*’ımız, ikincisi *Nefes*’lerimiz. Bunlar sayılı, belli. Ezelde takdîr edilmiş. Hattâ her rızkın üzerinde, kime âitse, onun *İsmi* yazılı efendim. 


Hiç kimse, kimsenin rızkını yiyemez. Ve hiç kimse, rızkını bitirmeden ölmez. Cenâb-ı Hakkın takdîri böyle. Allahü teâlânın işlerinde karışıklık olmaz. İnsanların işi karışıkdır. 


*Elâ bi zikrillahi tatmeinnül kulûb*, sadakallahül azîm. Yâni kalblerin ferahlaması, sıkıntının giderilmesi, ancak *cenâb-ı Hakkı* hâtırlamakla mümkündür. 


Eğer hâtırlıyamıyorsan, hâtırlıyan biriyle berâber ol, aynı şey. Yâhut da o zâtın *Kitâb*’ını oku, hâtırlatır sana. *Kabri*’ne git, *Rûhu*’na oku, hâtırlatır sana. 


Namaz kıl, Kur’ân-ı kerîm oku, hâtırlarsın. Çünkü *Zikr* kelimesi, hatırlamak demekdir kardeşim. Düşünün ki, Allahü teâlânın *İlmi* sonsuz, *Kudreti* de sonsuz.

Hazreti Ali efendimizin bir duası

Ey Rabbim; Senin benim Rabbim olman, bana övünç olarak yeter.

Ey Rabbim; Benim sana kul olmam, bana şeref olarak yeter.

Ey Rabbim;Sen tamda benim sevdiğim gibisin.

Öyleyse beni de, Senin sevdiğin gibi yap.

(Amin)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın ilmi sonsuz, kudreti de sonsuz. Böyle yüce bir Allah; *Filân kulumun rızkı bu kadardır*, diye takdîr etmiş. 


Hattâ o rızıkların üzerine, o kulun *İsmini* yazmış. Kazandığımız para ayrı. Ben, *Rızık*’dan bahsediyorum. Para, rızık değildir. Rızık ayrıdır, para ayrı. 


İnsan, parayı bir gâye için kazanır. O gâye de iki tânedir. Ya dünyâ *Saltanatı*, ya da âhiret *Seâdeti*. 


Eğer hiç âhireti düşünmeden, sâdece *dünyâ* için para kazanırsa, birşeye yaramaz. Ama *âhiret* niyetiyle, gecesini gündüzüne katıp çalışırsa, bu çalışmaların hepsi *İbâdet* olur. 


Abdulhakim Arvasi Efendi hazretleri bana buyurdular ki: *Sen doktor olma, eczâcı ol*. Eczâcı mektebi, imtihânsızdı. Tıbbiye ise imtihânlı ve zordu. 


Dedim ki: (Kabul etmezler efendim.) Efendi hazretleri; *Sen dilekçeni ver!* buyurdu. Gitdim, dilekçeyi verdim efendim. Bir hafta sonra cevap geldi, *Olmaz* diye. 


Götürdüm, Efendi hazretlerine verdim dilekçenin cevâbını. Dedim ki: *Efendim cevap geldi, olmaz diyorlar*. 


Abdulhakim Arvasi Efendi hazretleri güldü. *Şimdi git, bir daha dilekçe ver!* buyurdu. Çünkü önceki dilekçeyi verirken, nasılsa (olmaz) diyerek vermişdim. 


O zaman aklım başıma geldi. *Eyvâh, ben ne yapdım?* dedim, bu defâ Efendi hazretlerinin (rızâsını) düşünerek dilekçeyi verdim. İki günde; *Tamam, uygundur!* diye cevap geldi.


Bâzıları Efendi hazretlerine gelirlerdi, birşeyler sorarlardı. Efendi de onlara; *Tabii*, *uygun*, *hayhay*, derlerdi. Bâzen de; *Mübârek olsun*, derdi. 


Bir gün dedim ki: Efendim, herkese *uygun* diyorsunuz, *hayhay* diyorsunuz, *tamam* diyorsunuz. Hikmeti ne acabâ? 


Buyurdu ki: *O, zâten kararını vermiş, zâten yapacak o işi. Ben ne diyeyim ona? O kararını vermiş. Hayrlı olsun diyorum*. 


Nitekim Mektûbât’da İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Arzu etdiğiniz cevâbı almak için suâl sormayın. Orası tasdîk makâmı değildir*, buyuruyor.

Dâmat (Abdurrahman bin Muhammed hazretleri)

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Büyük islâm âlimlerinden *Dâmat* hazretlerinin adı, Abdurrahman bin Muhammed’dir. Efendim, bu mübârek zâta neden *Dâmat* diyorlar, size anlatayım: 


Bu mübârek zâtın anası babası vefât etmiş, kimsesi de yok. Edirnekapı’nın dışında iki odalı bir *bağ evi* varmış. Karlı fırtınalı bir kış gecesi, mum ışığında ders çalışırken kapısı çalınmış. 


*Hayrdır inşallah*, deyip, Besmeleyle kapıyı açmış. Bir de bakmış ki, kapıda genç *bir kız* duruyor. 


Bu kızcağız; Efendim, yolumu kaybetdim, evimizi bulamadım. Burada bir ışık gördüm, dışarısı çok soğuk, beni bu geceye mahsûs evinize misâfir alır mısınız, demiş. 


Genç talebe; *Peki*, demiş, içeri alıp yandaki odayı göstermiş. Kendisi yine *mum* ışığında ders çalışmaya devâm etmiş. Aradan biraz zaman geçmiş.


Genç kız; acabâ bu genç ne yapıyor? diye merak etmiş. Kapı aralığından bakmış ki, ders çalışıyor. Ancak ders çalışırken arada bir, elini *mum alevine* tutuyor, yanınca geri çekiyor.


Bu hâl, sabaha kadar devâm etmiş. Sabah olunca, kız çıkıp gitmiş. Eve gelince, ailesi; *Kızım, geceyi nerede geçirdin? Bütün gece seni aradık*, demişler. 


Kız da, Yolumu kaybetdim, şehre uzak bir yerde bir *ışık* gördüm, oraya sığındım. Bir genç, beni içeri aldı. Geceyi orda geçirdim, demiş. 


Babası; *Kızım, ne diyorsun sen, yalnız yaşıyan bir gencin evinde kalınır mı?* demiş, sinirlenmiş. 


Kız demiş ki: Baba korkma, benim yüzüme bile bakmadı. Beni öbür odaya aldı, sabaha kadar mum ışığında ders çalışdı. Arada bir, *mum alevinde* parmağını yakıyordu, demiş. 


Bu genç kız, *Vezîrin* kızıymış. Vezîr, iki asker gönderip, bu genç talebeyi makâmına getirtip; *Dün gece, benim kızım sizin eve misâfir olmuş öyle mi?* demiş. 


Genç, (Evet efendim, doğrudur) deyince; *Ders çalışırken arada bir, parmağını muma tutup yakmışsın, neden böyle yapdın?* demiş. 


O da; Efendim, ders çalışırken şeytan *vesvese* verdi. Ben de nefsime; Şeytana uyarsan, Cehennemde yanarsın. Şimdi parmağının acısına dayanamıyorsun, bütün vücûdun yanınca nasıl dayanacaksın, dedim. Kızınızın yüzüne bile bakmadım, demiş. 


Vezîr çok memnun olup; *Öyleyse benim dâmâdımsın, kızımı sana verdim*, demiş. Bu genç, daha sonra büyük bir âlim olmuş. Herkes *Dâmat* diye tanır bu zâtı.