Bütün âlem, ya'nî mevcûdât, ma'dumâta [yokluklara] göre, bir zerrenin bir deniz yanındaki yeri gibidir. Mevcûdât mütenâhîdir [sonludur]. Madumât nihâyetsizdir.
Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî
Bütün âlem, ya'nî mevcûdât, ma'dumâta [yokluklara] göre, bir zerrenin bir deniz yanındaki yeri gibidir. Mevcûdât mütenâhîdir [sonludur]. Madumât nihâyetsizdir.
Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
İnsan, bu dünyâda yaşadığı müddetçe, ister istemez *(Günâhı)* artar efendim, ister istemez. Çünkü *(Kirli)* hava her tarafı sardı.
Eskiden *(İbâdet)* ler ayrıydı, *(Günâh)* lar ayrıydı, *(Küfr)* ler de ayrıydı. Eskiden helâl haram düşünülürdü, günah işlememeye çalışılırdı.
Buna dikkat edilirdi. Ama şimdi, *(Îmân)* ve *(Küfr)* düşünülüyor efendim. Eskiden günâha girmek *(Korku)* su vardı. Şimdiyse *(Kâfir)* olmak korkusu sardı ortalığı.
Çok tehlikeli efendim. Ama *(Çâre)* si belli. Nedir o? İyi *(Kimse)* lerle görüşeceğiz. Çünkü hadîs-i şerîfde; *(Kişinin dîni, arkadaşının dîni gibidir)* buyuruldu.
İslâm âlimleri, çok *(Kıymet)* li insanlardır kardeşim. Onlar Peygamber Efendimizin vârisleridir. *(El ulemâ-ü vereset-ül enbiyâ)* buyuruluyor.
*(Vâris)* olan âlim ise, hem bu *(İlim)* leri iyi bilecek, hem de *(Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye)* denilen Peygamberimizin vilâyetinden, *(Hisse)* si, yâni *(Payı)* olacak.
*(İslâmı)*, kalbimize analarımız, babalarımız yerleşdirdi. Onun için, onların *(Kulu)* ve *(Kölesi)* oluruz. *(Hazret-i Alî)* öyle söylüyor.
İnsan, kendisine bir *(Kelime)* öğretenin, *(Kulu)* yâni *(Kölesi)* olur. Onun için anamızın, babamızın, hocamızın, üzerimizde *(Hakkı)* olanların, kulu ve kölesiyiz kardeşim.
Allahü teâlâya kavuşduran *(Yol)*, Allahü teâlâya kavuşduran *(Kapı)*, Allahü teâlânın sevdiklerinin *(Sohbeti)* dir. Eshâb-ı kirâm, o kemâlâta nasıl kavuşdular?
Efendimizin *(Sohbeti)* ile. Evliyâ-yı kirâm da, Efendimizin *(Vâris)* leridir. Onlar, *(Vereset-ül enbiyâ)* dır.
Öyleyse Allahü teâlâya kavuşduran kapı, o büyüklerin *(Kapısı)* dır. Yâni onların *(Sohbeti)* dir. Biz *(Kapı)* diyoruz, ama kapıdan maksad ne ise, o anlaşılır.
Asıl maksad da *(Sohbet)* dir. Yâni onların sohbetleri, Allahü teâlâya kavuşduran *(Kapı)* dır, yâni *(Yol)* dur
Onun için ne buyuruyor hazret-i Mevlânâ. *(Bize gel, bize gel, nasıl olursan ol, bize gel. Bizim kapımız ümitsizlik kapısı değildir)* buyuruyor.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(Muhyiddîn-i Arabî)* hazretlerine; Bu makâma ne ile, nasıl kavuşdun? demişler. Cevâbında; *(Evliyâyı çok sevmekle)* buyurmuş.
Meselâ bir yerde, bir *(Evliyâ)* zâtın aleyhinde konuşuluyorsa, hemen o *(Velî)* yi müdâfaa edermiş.
Efendimiz aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *(Güzel ahlâkı tamâmlamak için geldim)*. Bir şeyin en iyisi veyâ en kötüsü söylenince, o şeyin *(Hepsi)* anlaşılır.
*(İbâdet)* lerin en iyisi, *(Güzel ahlâk)* dır. Güzel ahlâk denilince, bütün *(İbâdet)* ler anlaşılır. Evâmiri yapmakla emrolunduk, *(Emr)* leri yapacağız.
Âyet-i kerîmede; *(Yalnız şirki affetmem)* buyuruluyor. Çok çeşidli *(Küfr)* vardır. Ama *(Şirk)* denince, bütün küfrler anlaşılır. Bu, bir edebiyat kâidesidir.
Efendi hazretleri, bizi *(Huzûr)* una kendisi çağırırdı. O çağırmasaydı biz gidemezdik. Bize, her *(Şeyi)* o öğretdi.
Tek maksadımız, islâmiyete *(Hizmet)* dir kardeşim. Bu iş, *(Sen-ben)* dâvâsı değildir. Asıl iş, *(Niyet)* de. Amellere verilecek karşılık, *(Niyete)* göredir.
İki kişi aynı *(Ameli)* işler, niyete göre amellerin *(Cezâ)* sı değişir. Burada cezâ demek, *(Karşılık)* demekdir.
Karşılığı, *(Niyete)* göre değişir. Bir safda iki *(Kişi)*, yan yana namaz kılar. Birinin niyeti *(Hâlis)* dir, ötekininse, hâlis niyetden haberi yok.
Onun ibâdetiyle, öbürünün ibâdeti arasında *(Dağ)* lar kadar *(Fark)* vardır. Ama görünüşde, ikisi de aynı.
Elhamdülillah, bütün *(Dünyâ)* ya, bütün *(Müslümân)* lara hizmet ediyoruz kardeşim, tek niyetimiz bu.
Bu *(Niyet)* oldukdan sonra Allahü teâlâ *(Yardım)* eder. Allahü teâlâ, bizleri o *(Büyük)* lerin şefâatinden mahrum eylemesin kardeşim.
-Duâ üç kısımdır:
Birincisi, acele duadır. Ya'nî dil ile olup, umûmiyetle hâsıl olmuyor.
İkincisi fiilî duadır. Tarlayı ekip buğday beklemek gibidir ki, yüzde doksanı müstecâbdır.
Üçüncüsü istidadî duadır. Çocuğun ana rahminde tamamlanıp ruhun gelmesine müsteid olması gibidir ki, hemen hemen kâmilen hâsıl olur.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
-Allahu teâlânın ilmi hakkında: Sular mürekkeb olsa, bütün bitkiler kalem olsa, bütün insanlar, cinler, melekler kâtib olsa, âlemin yaradılmasından inkırazına kadar yazsalar, Allahu teâlânın bildiklerini bitiremezler. Zirâ nihâyetsizdir.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
Sihir, bir şeyin hakîkatinden çıkarılmasıdır. Sihir edenin vefâtıyla hakîkî hâline döner. Mu'cize ise değişmez.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mevlânâ Celâleddin Rûmî (kuddise sirruh): "Mevlûd-i seâdet menkıbesi nerede okunursa, belâların gitmesine, kalkmasına sebeb olur" buyurmuştur.
-Râbıtaya ehil üç kişi olsaydı, bu fenâlıklar zuhûr etmezdi.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
Not: Bir suâle cevaben, itimad eden bize râbıta edebilir, buyurmuşlardır. [Menemen'de mevkuf iken, yanında bulunan Mustafa kaptan: " Efendi Hazretleri! Uyuyamıyorum; müsâde buyurursanız, size râbıta etmek istiyorum" diye arz edince, sukût ikrârdan gelir kaidesince, cevab vermediler. Eğer râzı olmasalardı, herkes bilir ki, katiyyen müsâde etmezdi].
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Allahü teâlâ, bize verdiği *(Ni’met)* ler karşısında, bizden ne istiyor? *(Tanınma)* yı istiyor, yâni kendisini tanımamızı istiyor. Onu tanımaya *(Mârifet)* denir.
Allahü teâlâ, yaratdığı mahlûkların içerisinde, yalnız *(İnsana)* bu mârifeti verdi. Yâni Allahü teâlâyı tanımak *(Ni’met)* ini verdi.
Ama, *(Tanımak)* başkadır, *(Görmek)* başkadır. Peygamber Efendimizi herkes görüyordu. Ama çoğu tanımadılar. Tanımak *(Zor)* dur kardeşim. Tanıyanlar, *(Eshâb-ı kirâm)* oldu.
İkincisi, Allahü teâlâ, ihsân etdiği *(Ni’met)* lere karşılık olarak, bizden *(Teşekkür)* istiyor. Allahü teâlâya *(Nasıl)* teşekkür edilir? Beş vakit *(Namaz)* kılmakla.
Çünkü *(Zekât)*, malın varsa farzdır, *(Hac)*, şartları varsa, *(Oruç)* da kezâ öyle. Ama namazda, hiçbir *(Engel)* yok. Yâni kılmamak için bir *(Mâzeret)* yok.
Teyemmüm ederek kılar, *(Îmâ)* ile kılar, yatarak kılar, *(Hasta)* iken kılar, yâni hiçbir *(Engel)* olmadığı için, Allahü teâlâ teşekkürü, *(Namaz)* la başlatmışdır.
Namaz kılmıyanın hiçbir *(Teşekkür)* ü, Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmez. Hattâ *(Îmân)* ın alâmeti, *(Namaz)* dır. Başarının en büyük engeli de, insanın kendi *(Nefsi)* dir.
Bir arkadaşımız sordu: Efendim, Avrupalılar, Amerikalılar, hepsi *(Küfr)* içindeler. Buna rağmen çok da *(Başarı)* lılar? Bu, nasıl oluyor? dedi. Ben de ona dedim ki:
Kardeşim, siz, *(Başarı)* deyince, neyi kastediyorsunuz? Allahü teâlânın, sivrisineğin kanadı kadar *(Önem)* vermediği bu *(Dünyâ)* da yapılan işlere, başarı mı diyorsunuz?
Asıl *(Başarı)*, öldükden sonra *(İşe)* yarıyandır. Bu görünenlerin hepsi *(Hayâl)* dir, yâni *(Rüyâ)* dır. Öldükden sonra hiçbir işe yaramıyacakdır.
Bir kimse, dünyanın en *(Zengin)* i olsa, en meşhûru olsa, herkes ona *(Gıbta)* etse, ama öldükten sonra Cehenneme gidecekse, buna *(Başarı)* lı denir mi?
Kendisini *(Ateş)* de yanmaktan kurtaramıyan, hattâ sonsuz olarak *(Yanacak)* olan kimse, hiç *(Başarı)* lı olabilir mi? Asıl başarı, kendisini ateşte *(Yanmak)* tan kurtarandır kardeşim.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(Kitap)* okuyan kimse, o kitâbı yazan *(Zât’ı)* düşüneceği için ve onların kelâmı olduğu için, hep *(Râbıta)* hâlinde olur.
Onların *(Rûh’u)*, anıldığı yerde *(Hâzır)* olur. Her zaman hâzırdır denmez, böyle söylemek *(Küfr)* olur. O, Allaha *(Mahsûs)* dur. Evliyânın rûh’u, anıldığı zaman gelir.
Efendim, Evliyâlar, Büyükler, vefâtlarından sonra daha çok *(Feyz)* verirler. Ama alanlar, daha az alırlar. Onlar *(Çok)* verirler; alanlar *(Az)* alırlar. Yâni alma güçleri azalır.
Onun için *(Kabir)* lerden, hiçbir zaman, hayâtdaki gibi *(İstifâde)* edilemez. Çünkü, hayâtlarında olduğu gibi, memâtlarında da aynı *(Edebi)* gösterebilmek zordur.
Hâlbuki *(Feyz)*, ancak *(Edeb)* sâhibine gelir. Edebsize feyz gelmez. Vefâtlarından sonra kabirlerine gidildiğinde, aynı *(Edebi)* gösteremezler.
Akılları dağılır, fikirleri dağılır, başka *(Şey)* ler düşünürler. Hâlbuki *(Hayât)* da iken her şeyi unutup, sırf *(Ona)* bakdıkları, karşısında *(Edebli)* oldukları için, çok *(Feyz)* alırlar.
Bir *(Kabr)* in başına gitdiğiniz zaman, *(Birleşik kaplar)* usûlü, eğer gelenin derecesi yüksekse, *(Kabir)* dekine *(Feyz)* verir. Eğer kabirdekinin derecesi yüksekse, *(Gelene)* feyz verir.
Mutlaka bir *(Akım)* olur, kanun böyledir. Bir büyük zâtın kabrine gitdiğimiz zaman, o *(Zât’ı)* kabir içinde düşünürsek, onu *(Aşağı)* da ve *(Hakîr)* görmüş oluruz.
Bunun için de *(İstifâde)* edemeyiz. İstifâde edebilmemiz için, o zâtı kabirde değil, *(Arş-âlâ)* da düşünmemiz lâzım, *(Feyz)*, Arş’dan gelecek. Çünkü *(Rûh)* Arş’dadır.
Yâni *(Cennet)* dedir. *(Kabir)* de değildir. Kabirdeki, *(Ceset)* dir. Ceset, çamurdan, toprakdan yapıldı, *(Toprak)* olmaya mahkûmdur. Peki, biz niye kabre gideriz?
*(Rûh)*, devâmlı sûretde içinde bulunduğu bedeni, yâni *(Cesedi)* tanıdığı için, yâni o cesetle *(İrtibâtı)* olduğu için, o irtibât vâsıtasıyla, biz o büyüklerin rûhlarından *(İstifâde)* ediyoruz.
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(Mü’min)* in alâmeti nedir? Efendimiz aleyhisselâm buna cevap veriyor; Mü’minin alâmeti, *(Güler yüzlü)* olmakdır, buyuruyor.
Peki, *(Münâfık)* olanın ve yetmişiki *(Bid’at)* fırkasından olanın alâmeti nedir? O da, *(Çatık kaşlı)* olmakdır.
Bir *(Evliyâ)* dan istifâde edilebilmesi ve ondan *(Feyz)* gelebilmesi için, iki *(Şart)* vardır kardeşim.
Birincisi, o evliyânın yolu, *(Sahîh)* ve *(Sağlam)* olmalı, yâni *(Silsile)* si, Peygamber aleyhisselâma kadar sağlam ve belli olmalıdır.
İkincisi, feyz almak istiyen kimse, o zâta tam *(Teslîm)* olmalı ve teslîm olduğu zâtda bir *(Kusûr)*, bir *(Eksik)* lik görmemelidir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Bu kâinatda yaratılan her şey *(İnsan)* için, yâni insana *(Fâide)* li olması için yaratılmışdır.
Ama insanoğlu, *(Kalbi)* ni, islâmiyetin beğenmediği, Rabbimizin sevmediği şeylere bağladığı *(Müddet)* çe ve bağladığı *(Miktar)* ca, Allahü teâlâdan uzaklaşır.
Kalbi kararır. Kalp *(Bozuk)* olursa, hocasında *(Kusûr)* ve *(Eksik)* lik görürse, ne olur? Yine o feyz gelir, ama bu sefer ters *(Te’sîr)* yapar, yâni onu *(Zehir)* ler.
Nasıl ki *(Şeker)*, şeker hastasına *(Zarar)* verirse, o feyz de, kalbi bozuk olan kimsede *(Zehir)* şekline döner. Nitekim, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde;
*(Kur'ân-ı kerîm, îmânı olanların îmânını artdırır, kâfirlerin de küfrünü artdırır)* buyurdu. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, *(Nûr)* dur.
Şâh-ı Nakşîbend hazretleri; *(Hocasını imtihân eden, mel'ûndur)* buyurdu. İnkâr eden, kavuşamaz. Ona gelen feyz, dahâ çok *(Sapıtma)* sına sebep olur.
İlk önce arkadaşlarını *(Tenkîd)* etmeğe başlar. Sonra *(Hizmet)* leri beğenmez olur. En sonunda *(Hocası)* nı ve bu *(Büyük)* leri beğenmez ve inkâr eder.