Somuncu Baba

Âlim ve veli bir zattır. Asıl ismi Hamid’dir. "Somuncu Baba" lakabıyla meşhurdur. 1349’da Kayseri'de doğdu. Şam'a gidip ilim öğrendi. Orada pek çok velinin sohbetlerine katıldı. Manevi yol ile Bayezid-i Bistami'den feyz aldı. Tebriz yakınlarında Hâce Alâeddin-i Erdebili’den ilim öğrendi. Tasavvufta üstün derecelere kavuştu. Hâce Erdebili, bir gün Hamid-i veli'ye; "Artık öğrendiğin ilmi, insanlara öğretmek üzere Anadolu'ya git" buyurup, ona izin verdi. Hâce, onu talebeleriyle birlikte, "Şemseddin-i Tebrizi Makâmı" denilen yere kadar uğurladı. Sonra onu haset edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; "Hamid'in arkasından bakın. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu'da onun ilminden istifade ederler. Bakmazsa, onun ilminden hiç kimse istifade edemez" buyurdu. Oradakiler merakla Hamid'in arkasından bakmaya başladılar. Hamid-i veli, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Onu haset edenler, yanlışlıklarını anladılar.


Kayseri'de talebeleri, ondan feyz almaya başladı. Talebelerinden Şücâ-i Karamâni'ye; "Ankara'da Numan isminde bir müderris var. Onu buraya davet et" buyurdu. O da Ankara'ya gitti. Müderris Numan; "Bu davete icabet lazım" diyerek, beraberce Kayseri'ye geldiler. Bayram günü buluştukları için, hocası ona "Bayram" lakabını verdi. Müderris, sohbetlerini dinleyince, onun büyük bir âlim ve veli olduğunu anladı. Hocasından zâhiri ve bâtıni ilimleri öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler aldı. Hacı Bayram, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda yüksek derecelere kavuştu.


Somuncu Baba, Tebriz'e ve oradan da Anadolu'ya gelip, Bursa'ya yerleşti. Hacı Bayram-ı veli, sık sık Bursa'ya gelip onu ziyaret ederdi. Bursa'da ilmini kimseye söylemedi. Halk içinde Hak ile olmaya gayret etti. Bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmek pişirirdi. Somun satarak geçimini sağlardı. Halk, buna "Somuncu Baba" der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazdı. Fırını, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibadet ettiği bir odası vardı.


Yıldırım Bayezid han, Bursa'da Ulu Camiyi yaptırırken, çalışan işçilerin ekmek ihtiyacını Somuncu Baba temin etti. Caminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merasimi yapıldı. O gün başta Yıldırım Bayezid han, damadı Seyyid Emir Sultan, Molla Fenari, ulemadan pek çok kimse Ulu Camiyi doldurdu. Padişah, caminin açılış hutbesini okumak üzere Emir Sultan'a vazife verdi. O da "Sultanım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değil. Hutbeyi okumaya layık zât şudur" diyerek, Somuncu Baba'yı gösterdi.


Somuncu Baba, Padişahın emri üzerine minbere giderken Emir Sultan'ın yanına gelince; "Emir'im, niçin beni ele verdin?" dedi. O da; "Bu işe senden daha layık olanı yok" dedi. Bu konuşmaları dinleyen cemaat, Somuncu Baba'nın hutbesini merakla bekliyordu. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fatiha-i şerifenin tefsirinde anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu surenin tefsirini yapalım" buyurarak, Fatiha suresinin, yedi türlü tefsirini yaptı. Herkes şaşırıp kaldı. Molla Fenari hazretleri; "Somuncu Baba, önce bizim Fatiha suresindeki müşkülümüzü halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsir kâfidir" dedi.


Namazdan sonra bütün cemaat, Somuncu Baba'nın elini öpmek istedi. Onların bu arzusunu kıramayıp, kapıda durdu. Caminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben Somuncu Baba'nın elini öptüm." diyordu. Somuncu Baba, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı anda bulunarak herkese elini öptürmüştü. Molla Fenari'nin, ondan aldığı feyiz ile yazdığı tefsirini âlimler çok beğenmiş, muteber bir tefsir olduğunu söylemişlerdir.


Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine, bir sabah erkenden, birkaç talebe ile yola çıktı. Aksaray'a geldi. 1412’de, bir gün tanıdıkları ile helalleşti. İki rekat namaz kıldı. Uzun bir duadan sonra kelime-i şehadet getirerek vefat etti.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *Yedi-sekiz* yaşlarımdayken, mektep dağılacağı zaman, muallimler talebeye toplu olarak bir *Şey* söyletirlerdi. Bu, *Âdet*’di o zamanlar. Şunları söylerdik.


*Ve dahî kabirde suâl meleklerine cevâbım;* 

*Rabbim Allah, dînim islâm, kitâbım Kur’ân-ı azîmüşşân*. 


*Peygamberim hazret-i Muhammed Mustafâ aleyhisselâm*. 


*Îtikâdda mezhebim ehl-i sünnet vel cemâat. Amelde mezhebim İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe*. 


Bunu üç kerre söyler, sonra dağılırdık. Şimdikiler, *Şarkı türkü* söyletiyorlar çocuklara. O zamanki hocalarımız bize bunları söyletirdi. 


*Ne güzel*. Bize bunu öğreten hocamız *Tâhir Efendi* diye biriydi. Yetmiş seneden fazla oldu, hâlâ unutmuyorum. 


Kendisini *Görsem* belki tanımam, ama öğretdikleri hâlâ hâtırımda. Her hafta okunan *Hatim*’leri, Tâhir Efendinin *Rûh*’una da gönderiyorum. 

● ● ● 

*Evliyâ*’nın büyüklerinden *Ebül Hasan-i Harkânî* hazretleri, bir gün yolculuğa çıkacak olan talebelerine; 


*Yolda eşkıyâ ile karşılaşırsanız (Yâ Ebel Hasen!) diyerek beni çağırın!* diye tembîhte bulundu. Talebeler yola çıkıp, az sonra *Eşkıyâ* ile karşılaşdılar. 


Fakat hocalarının tembîhini unutup, Hemence; *Yâ Rabbî bizi kurtar!* diye yalvarmağa başladılar. Ama hepsi de *Soyuldu*’lar. 


Sabahleyin bir de bakdılar ki, içlerinden *Biri* soyulmamış. O soyulmıyan arkadaşlarına; *Sen ne yapdın da, eşkıyâlar seni görmedi?* diye sormuşlar. 


O da demiş ki, eşkıyâlar beni gördüler. Yalnız hocamız bize; *Yolda eşkıyâ ile karşılaşırsanız (Yâ Ebel Hasen!) diye beni çağırın!* demişdi ya, ben de öyle dedim. Onun için bana dokunmadılar. 


Soyulan arkadaşları şaşırmışlar. Geri dönüp *Hocaları*’na sormuşlar. Hocaları onlara buyurmuş ki:


Siz, *Allah*’dan yardım istediniz, ama *Hangi ağız*’la istediniz? *Harâm* giren ve *Harâm* çıkan ağızla yapılan *Duâ*’yı Allahü teâlâ kabûl etmez. 


Arkadaşınız, benden *Yardım* isteyince, ben onu *Duydum* ve arkadaşınız için *Duâ* etdim. Allahü teâlâ da benim duâmı *Kabûl* etdi ve o arkadaşınız öyle kurtuldu, buyurmuş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mürtedler, münâfıklar *Dedikodu* yaparlar. Mü’minler, sâlihler ise *Duâ* ederler. Aradaki farka bakın! Biz dedikodu yapmayız. Hattâ buna *Tenezzül* etmeyiz.


Rabbimizin *Harâm* etdiği şeye yanaşmayız. Biz, müslümânlara *Hayr duâ* ederiz. Bütün *İbâdullah*’ın, yâni Allahın kullarının *Hidâyet*’i için *Hayırduâ* ederiz. 


Eshâb-ı kirâmın *Köle*’leri bile, Tâbiînin en *Yükseği* olmuşdur. Abdullah ibni Ömer’in kölesi *Hazret-i Nâfî*, Tâbiînin en büyüklerindendir. Hepsi de öyledir. 


*Kur’ân-ı kerîm*’i Allah rızâsı için *Ezberliyen*’ler ve Allah rızâsı için *Okuyan*’lar, Allahü teâlânın *Evliyâ*’sıdır. Evliyâsıdır ne demek? 


Yâni Allahın *Dost*’larıdır. Onlara *Düşman*’lık eden kimse, Allahü teâlâya *Düşman*’lık etmiş olur. Hadîs-i şerîfdir bu. 


Kur’ân-ı kerîmi Allahü teâlânın *Rızâ*’sını kazanmak için *Ezber*’liyenler ve Allah rızâsı için okuyan *Hâfız*’lar, Allahın *Dost*’larıdır. Bunlara *Düşman*’lık, Allahü teâlâya *Düşman*’lıkdır. 


Birbirimizi seveceğiz kardeşim. Ama anamızın, babamızın da *Kıymet*’ini bileceğiz. Kıymet bilmek nasıl olur? Onları *Üzmiyeceğiz*, *İncitmiyeceğiz*, gönüllerini alacağız.


*Duâ*’larını alacağız, *Rızâ*’larını alacağız. *Cennet, annelerin ayakları altındadır*, buyuruldu. Ananın, babanın evlâdına *Duâ*’sı, Peygamberin ümmetine *Duâ*’sı gibidir. 

  

*Harâm*’lardan sakınmak, *Farz*’ları yapmakdan daha *Mühim*’dir. En büyük harâmlardan biri de *Bid’at* ehliyle *Ahbâb*’lık etmekdir. 


*Kâfir*’lerle ve *Bid’at* ehliyle ahbâblık etmek, insanı *Felâket*’e sürükler kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Mazhar-ı Cân-ı Cânân* hazretlerinin 25.ci mektûbunda buyuruyor ki: 


İnsanların başına gelen her *Dert* ve *Belâ*, her *Musîbet*, her *Sıkıntı*, kötü amellerimizin karşılığıdır. Cezâ, karşılık demekdir. 


Yâni başımıza bir *Dert*, bir *Musîbet* geldiyse, muhakkak *Kötü* bir amel yapmışızdır. Bir *Günâh* işlemişizdir, onun karşılığıdır. 


Ne yapacağız peki? Hemen *Pişmân* olup, *Tövbe* edeceğiz, *Af* dileyeceğiz, *İstiğfâr* edeceğiz. İstiğfâr edince o kötülük gider. Demek ki en birinci ilâç, *İstiğfâr*’dır. 


*Estağfirullah el azîm el kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hû. El hayyel kayyûme ve etûbü ileyh*. 


Bunu okudun mu, yapdığın *Kabâhat* affolur. Kabâhat afvolunca da, o başına gelecek olan *Derd-ü belâ* artık gelmez, *Geri* gider. 


Bir gün Peygamber Efendimiz, Eshâbı ile oturmuş sohbet ederlerken; *Biraz sonra buraya çok kötü biri gelecek, onun zulmeti şimdiden gelmeye başladı*, buyurmuş. 


Biraz sonra *Biri* girmiş içeri. Efendimiz, onu gâyet *Güzel* karşılamışlar. *Güler yüz* göstermişler. Yanında *Gülmüş*’ler, *Neş’elenmiş*’ler. Biraz sonra bu kimse gitmiş. 


Hazret-i Ömer radıyallahü anh; Yâ Resûlallah! *Kötü biri gelecek* buyurmuşdunuz. Siz bu adamın yanında *Güldünüz, neş’elendiniz*. Yoksa bu adam, o bahsetdiğiniz *Kötü kişi* değil miydi? diye sormuş. 


Resûlullah Efendimiz de aleyhisselâm; *O kötü kişi bu idi*, buyurmuşlar ve böyle davranmasının sebebini şöyle *Îzah* etmişler:


Bunun yanında, birçok *Müslümân* kardeşlerimiz var. Ben o kişiye *Kötü* davransaydım, bana bir *Şey* yapamazdı. Fakat yanındaki müslümânlara *Eziyet* ederdi. 


Ona *Güler yüz* göstererek *Müdârâ* etdim, o da sevindi, memnun oldu. Böylelikle yanındaki müslümânlara *Eziyet* etmez artık, buyurmuşlar.

İsmin müsemmâya te’sîri çokdur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıyâmet* alâmetlerinin şimdi *Çoğu* çıkmış, her yere yayılmış. Bu alâmetlerden biri de, *Câhil*’ler çoğalacak, *Âlim*’ler azalacak. 


Câhiller, dinde *Söz sâhibi* olup, herkese *Yanlış Yol*’u gösterecekler. O hâlde müslümânlar *Uyanık* olmalı. Herkesin *Sözü*’ne güvenmemeli. 


Kime güvenmeli öyleyse? Sâdece *Ehl-i sünnet Âlimleri*’ne ve onların yazmış olduğu *İlmihâl Kitapları*’na güvenmeli. 


Neden? Çünkü o *Büyük*’lerin sözleri ve yazıları *Hak*’dır, *Doğru*’dur. Bundan altmış sene evvel bir ahbâbımız vardı. Onun da bir *Oğlu* vardı, oniki yaşında.


*Sârâ* gibi bir hastalık geldi çocuğa. Muâyene, muâyene, muâyene. *Çâre*’sini bulamadılar. Nihâyet bir *Hoca*’ya göstermişler. Eski zamânın hocaları *Âlim*’di. 


O hoca demiş ki: Bu *İsim*, bu çocuğa *Ağır* geliyor, ismini değişdirin. Bu isme, bu *Beden* tahammül edemiyor. Çocuğun ismini *Nihad* koyun! demiş. 


*İsmi*’ni değişdirdiler, *İyi* oldu çocuk. İsmin te’sîri çokdur. Müslümân olan, *Evlâd*’ına müslümân ismi koymalıdır. 


İbni Âbidîn; En iyi isim *Abdurrahmân* dır, diyor. Allahü teâlânın kulu demek. *Abdullah* ve *Abdülhalîm* gibi isimler de böyle.


Allahü teâlânın *Kulu* olduğunu bildiren *İsim*’lerdir. Ondan sonra Peygamber Efendimizin ismleri; *Ahmed*, *Mehmed*, sonra Peygamberlerin isimleri.


Ondan sonra da Eshâb-ı kirâmın ismleri kıymetlidir, diyor. *Çünkü ismin, müsemmâya te’sîri çokdur*, diyor İbn-i Âbidîn hazretleri.

Allah indinde zemân yokdur

 *“Allah indinde zemân yokdur. Büyükler indinde de zemân yokdur. Ezel ve ebed indallah’ta bir an gibidir. Bir an bile denilemez. Zira o anda zemândır”.*_

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Tedbir ve Takdir

_Efendi “kuddise sirruh hazretleri buyuruyorlar;_


_*Tedâbir, tekada-yı tekadirdir.* Alınan tedbir ve sebebler ezeldeki takdîrin iktizâsıdır. Takdîr ekseriya irâde-i cüziyyeye uymaz._


_Yine buyurdular ki; “rahmetullahi teâlâ aleyh “_


_*Her türlü sebebe yapıştım ama takdîr yine böyle oldu._* 


_Yine  buyururdu ki;_


_*“Tecrir riyâh bi-ma lâ teştehis süfün.”*  _Rüzgâr gemicilerin arzûsu zıddına eser.”_


*_Yine Buyurdular ki:_ 


_*“Allah indinde zemân yokdur. Büyükler indinde de zemân yokdur. Ezel ve ebed indallah’ta bir an gibidir. Bir an bile denilemez. Zira o anda zemândır”.*_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben Efendi hazretlerinin *Kabr*’ine girdim efendim. *Kefen*’in başını, ayaklarını *Çözdüm* ve dışarı çıkdım. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? 


*Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdil Cenneh*. Yâni mü’minin kabri, *Cennet* bahçelerinden bir *Bahçe*’dir. 


Peygamber aleyhisselâm yine buyuruyor ki: *Kabr-ül kâfiri hufratün min huferün nîrân*. Yâni kâfirin kabri, *Cehennem* çukurlarından bir *Ateş çukuru*’dur. 


O hâlde ben Efendi hazretlerinin *Kabr*’ine girdiğime göre *Cennet Bahçe*’sine girdim. Şimdi ben; Cennet bahçesine girdim diye *Yemîn* etsem, yalan olmaz. 


Çünkü şâhidim Peygamber Efendimizdir. O, aleyhisselâm buyuruyor ki: *Mü’minin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçedir*. 


Elhamdülillah, işte ben, Efendi’nin *Kabr*’ine girince *Cennet Bahçesi*’ne girmiş oldum. Onun için çok seviniyorum. 


*Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdil Cenneh*. Yâni mü’minin kabri, Cennet bahçesidir kardeşim. Hadîs-i şerîfdir bu. Mü’minin kabri, *Karanlık* değildir.


*Nûrlu*’dur ve *Aydınlık*’dır. Çünkü *Cennet bahçesi* dir. İnsan Cennet bahçesini ziyârete gitmez mi? Onun için *Mü’min*’lerin kabrini ziyâret etmek lâzım. 


Cennet bahçesini ziyâret etmek için, bir *Mü’min* in kabrine gitmeli. Hele ki evliyâ *Zât*’ların kabrini. Onları ziyâret eden, *Feyz*’lerinden de istifâde eder. 


Biz *Peygamber* Efendimizi aleyhisselâm *Seviyoruz* efendim. Peki, sevdiğimiz nerden belli? 


Çünkü Peygamber aleyhisselâmın *Sevdiği* kimseleri de seviyoruz. Kimdir onlar? *Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz. 


Peygamber Efendimizi gören müslümânlara, *Sahâbe* denir. Bir tânesine *Sahâbî* denir. Hepsine birden *Eshâb-ı kirâm* denir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Duâ-yı zahr-ül-gayb icâbete makrûndur*, diyor kitaplar. Yâni uzakdan, arkadan yapılan duâlar *Kabûl* olur. Mü’minler, birbirlerine arkadan *Duâ* ederlerse, Allahü teâlâ o duâyı *Kabûl* eder. 


Birinin yüzüne karşı *Duâ* edilince, belki niyete *Riyâ* karışabilir, riyâkârlık olabilir. Ama arkadan yapılan duâda *Riyâ* olmaz, bu duâlar *Hâlis* olur. 


Onun için birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ben ediyorum. Beş vakit *Namaz*’da bütün kardeşlerimize, hepinize *Duâ* ediyorum. 


Bu dünyâ böyle; *İyi*’ler de var, *Kötü*’ler de var. Dâima *Kötü*’ler, *İyi*’lere saldırır. *Bu, böyle gelmiş, böyle gider*, diyor kitaplarda. 


Dâima *İyi*’lerle *Kötü*’ler arasında bir mücâdele vardır. *Âdem* aleyhisselâmdan *Kıyâmet*’e kadar da devâm edecekdir. Her zaman olacakdır bu. 


Onun için çok *Uyanık* olmak lâzım. Herkesle *Samîmî* konuşmamak lâzım. Her *Söz*, her *Yer*’de söylenmez. Herkesi anlamalı, tartmalı, ona göre konuşmalı. 


*Büyük*’lerimiz, mânevî olarak bizden çok yukarlarda. Allahın *Sevgili* kulları onlar. Onların *Kalp*’leri, vefâtlarından sonra da *Feyz* kaynağıdır. Onlara bağlanan *Kalp*’lere feyz verirler. 


Peki, bağlanmak ne demek? *Sevmek* demek. Sevmek demek de, *İtâat* etmek, yâni Onun *Yolu*’nda bulunmak demekdir. 


Onları *Seven*, kalplerinden *Feyz* alır kardeşim. Ne diyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri? *Onları seven, onlar gibi olur*. Bu, ne büyük *Müjde* yâ Rabbî! Onları seven, onlar gibi olur. 


Onların *Kölesi* olalım yeter. Onlar gibi olmak şöyle dursun, onların *Kölesi* olalım. Rabbimiz hepimize hayrlı *Ömür*’ler versin de, O’nun dînine *Hizmet* edelim. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri öyle buyuruyor. *Fitne fesat zamânında yapılan hizmetler çok kıymetlidir*, diyor. 


Bu *Büyük*’lerin bulunduğu *Cemâat*’de olalım da, isterse kenarda köşede olsun. Bizim *Kitap*’larımız, o *Büyük*’lerin kitaplarından alındığı için çok *Kıymetli*’dir, çok *Güzel*’dir.  


Bunlar ne güzel *Kitap*’lar yâ Rabbî! Bu kitaplar, Allahü teâlânın bu millete büyük bir *Ni’met*’i, ve *Lutf-ü ihsân*’ı dır kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mü’minler bir araya toplanınca, *Kalp*’lerindeki *Nûr*, birbirine *Aks* eder, yâni *Te’sîr* eder. Hele aralarında bir de, Allahü teâlânın sevdiği *Velî* bir kulu varsa, Onun kalbindeki nûr, şu *Lâmba* gibi herkesi aydınlatır. 


Aralarında öyle biri yoksa, o *Büyük*’lerin muhabbeti aydınlatır. Bunun için, o *Zât*’ın yanlarında olması, hattâ *Diri* olması da şart değildir. 


*Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti *Feyz* almağa sebep olur. O Büyüklerin *Sevgi*’sini kazanmak, ne büyük *Müjde*’dir kardeşim. 


*Kibr* ve *Azamet*, Allaha mahsûsdur. İnsan neyine güvenip de büyüklenir? *Büyüklenenleri, hiç acımadan Cehenneme atacağım!* buyuruyor Allahü teâlâ. 


Yasîn sûresinde; *Nu’ammirhü nünekkishü*, buyuruyor. Ne demek bu? *Nu’ammirhü*, yâni muammer olmak, uzun ömürlü olmakdır. 


*Nünekkishü*, yâni birine çok ömür verirsem, sonunda eski hâline *Nüks* ettiririm, yâni *Döndürürüm*, buyuruyor. 


*Çocuk*’ken kuvveti yokdu. Büyüdü, gücü ve kuvveti oldu. Yaşlanınca *Kuvveti* geri alındı. Sonra da bir avuç *Toprak* oldu. Bu insan nasıl *Gurûr*’lanır, nasıl *Kibir*’lenir? 


Efendimiz aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâmdan birini *Üzüntü*’lü görünce, sebebini sormuşlar. *Dünyevî* bir sebep olduğunu anlayınca; 


*Ben de, bir namâzı vaktinde kılamadın da onun için üzülüyorsun sandım*, buyurmuşlar. 


Ayrıca, namazı hiç geciktirmeden, vaktinde kılmanın *Kıymet*’ini bildirmek için;


*Birinin binlerce devesi olsa, hepsini dağıtsa, hediye etse, bir namâzın evvel vaktinde kılınması sevâbına kavuşamaz*, buyurmuşlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, *Allah*’ın kuluyuz. Bâzıları ise, *Nefs*’lerinin kulu. Çünkü nefslerine *Tatlı* geleni kabûl ediyorlar, nefslerine *Güç* geleni kabûl etmiyorlar. 


Biz, *Nefs*’e tâbi değiliz. Nefsimize ister *Tatlı* gelsin, ister *Acı* gelsin. Çünkü nefs, bizim *Düşman*’ımız. Düşmana tatlı gelen *Şey* hiç kabûl edilir mi? 


Bizim en büyük düşmanımız, *Nefs*'imiz. Mahlûkların içinde en *Ahmak* olan kimdir? İnsanların *Nefs*’i. Nefs, ahmakdır. Çünkü dâima kendi *Zarar*’ını ister, onun için *Ahmak*’dır. 


Bu istekleri de *Bitmez*. Bir şeye kavuşmak ister. O *İstediği*’ne kavuşdurursun, daha *Fazla*’sını ister. Daha fazlasını verirsin, ondan da *Fazla*’sını ister. 


Kur’ân-ı kerîmde; *Hulikal insâne helû’a!* buyuruyor Allahü teâlâ. *Helû’a* denilen bir hayvan varmış, hiç *Doymaz*’mış, doymak nedir *Bilmez*’miş. 


Allahü teâlâ; *Sizin helû’a dediğiniz hayvan nasılsa, nefsiniz de öyledir!* buyuruyor. Ver ver, yine *Doymaz*. 


En *Son* ulûhiyyete, yâni *İlâhlık* dâvâ etmeye kadar gider, Allah korusun. Onun için şimdiki insanlar hep nefslerinin *Kulu*, nefsinin *Kölesi* kardeşim. 


Yâni *Nefs*’leri ne isterse, *Onu* yapıyorlar, nefslerine *Tapınıyor*’lar. Allahü teâlâ hepimize *Selâmet* versin. 


Hepimizi, *Nefs*’imizin şerrinden, *Düşman*’ların şerrinden ve bir de *Şeytan*’ın şerrinden muhâfaza buyursun. Nefsin yardımcısı *Şeytan*’dır. 


Şeytan, nefsin *Asker*’idir. Rabbimize ne kadar *Şükr*’etsek, azdır kardeşim. Onun için Rabbimize sonsuz *Şükür*’ler olsun.