Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, bizi *Seçdi*. Biz seçildik kardeşim. Biz seçemeyiz, O bizi *Seçdi* ve bu *Îmân*’ı bize nasîb etdi. Bize düşen, sâdece bunu *Korumak*’dır. Çünkü düşmanı çok. 


Ayrıca, *Elli lira*’nın düşmanıyla, bir *Pırlanta*’nın düşmanı bir olur mu? Bu düşman, çok *Kuvvetli*. Onun için *İmâm-ı Rabbânî* hazretleri buyuruyorlar ki: 


Sen, o *Îmân* cevherini tek başına koruyamazsın. O *Pırlanta*’yı korumanın bir *Yol*’u var. O da, onu koruyabilen *Kimse*’lerle berâber olmaktır. *Onlar*’la berâber olursan, *Sen* de korunursun. 

● ● ● 

İnsanlığa *Hizmet*, cemiyete *Hizmet*, islâmiyeti *Anlatmak*’la mümkündür kardeşim. İslâmiyeti anlatmak da *İlim*’le mümkündür. *İlim*’siz islâmiyet olmaz. 


Bu zamanda cihâd, *Yazı* ile olur, *Kalem*’le olur. O kalemi iyi yerde kullanan, *Mücâhid* olur, kötü yerde kullanan da *Mülhid* olur kardeşim, Allah korusun. 


Ne *Ni’met* yâ Rabbî, ne *Seâdet*. Allahü teâlâ gözümüzü açdı. O *Büyük*’leri gösterdi, tanıtdı, sevdirdi. Rabbimize sonsuz *Hamd* olsun ki o *Büyük*'leri hem *Gördük*, hem *Tanıdık* hem de *Sevdik*. 


Yalnız *Görmek* kâfi değil, asıl büyük seâdet, *Tanımak* ve *Sevmek*’dir. Bu da Rabbimizin *İhsân*’ı kardeşim. O *Tanıt*’masaydı, biz tanıyamazdık. O *Sevdir*’meseydi, biz sevemezdik. 


*Müjde*’ler olsun bu büyük *Ni’met*’e kavuşanlara. 1400 seneden beri, *Hak* ile *Bâtıl* çatışması var. Bu çatışma, *Âdem* aleyhisselâmdan beri var, *Kıyâmet*’e kadar da devâm eder. 


*Bid’at*’ler var, sahte *Şeyh*’ler, sahte *Mürşid*’ler var. Bunlar *Âhiret* adamı değil, *Dünyâ* adamı kardeşim. Gençlerin *Îmân*’larını çalıyorlar. 


Daha evvel de *Vardı*, her zaman *Var*. Onların tuzağına düşmemek kadar büyük *Seâdet* yok kardeşim, *Altıyüz* senede kurulan *İslâm* ahlâkı, *Altmış* senede bitdi. 


Niye? Çünkü nefs *Kâfir*, onun için *Küfr* çabuk yayılır. *Ahlâk*’sızlık, *Îmân*’sızlık çabuk yayılıyor. Çünkü insanın içindeki *Nefs*, fırsatını bulunca hemen döner. Onu zapdetmek çok *Zor*’dur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm vefât edince, ortalık karışdı. Ensâr ve muhâcirîn; *İki tarafdan da birer halîfe seçilsin!* dediler. 


Hazret-i Ömer kılıcı çekip; *Ebû Bekr halîfedir, bî’at etmiyeni keserim!* dedi. Bu konu âcil olduğu için hemen *Seçim* işi yapıldı. 


Eğer gecikdirilseydi, iki *Halîfe* olacak ve Eshâb-ı kirâm *İki*’ye bölünecekdi. 


Halîfe seçimi sırasında, *Hazret-i Alî* radıyallahü anh *Defin* işi ile meşgûl oluyordu. Onun için önceden *Kendi*’sini çağırmadılar. 


Ama işi bitince, O da gelip hazret-i Ebû Bekre *Bî’at* etdi. Hazret-i Alî’nin *Üzüntü*’sü, halîfe olmak için değil, önceden çağırılmadığı içindi. 


Ama çağırılmayışının da *Sebeb*’i vardı. Çünkü o vakit, *Ehl-i beyt*’in yanındaydı. Onları *Tesellî* ediyordu. 

● ● ● 

Biz hepimiz çok *Şanslı*'yız kardeşim. Çok *Bahtiyâr*’ız. Niçin? Çünkü *Sâhip*’siz değiliz. Bir sâhibimiz var. 


*Yâsin-i şerîf*’de geçiyor bu. Meâlen; *Onunla, biz onları tutduk!* buyuruyor. 


Yâni Allahü teâlâ, *Has* kullarının, *Sevgili* kullarının boynuna, mânevî bir *Tasma* atar. Yâni ona *Sâhip* çıkar. Kendine bağlar. 


Bu *Bağ* varken, o kimse *Râhat*’dır, *Mutlu*’dur, *Huzûr*’ludur. Bu, onun için bir *Seâdet*’dir. Çünkü içi *Râhat*’dır. 


Ama *Nefs*, devâmlı sûretle o *Tasma*’yı çıkarmasını ister. *Bir an evvel at şunu!* der. Devâmlı bunu söyler. Niçin? 


Çünkü o *Bağ* varken yanaşamıyor ona. *Vesvese* veremiyor. *Zarar* yapamıyor, *Yol*’dan çıkaramıyor. Çünkü o, *Rabbi*’ne bağlı. O bağı çıkarırsa, hemen gidip *Musallat* olacak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


Cenâb-ı Hak, bu *Sonsuz* olan *Ateş*’i söndürecek bir *Şey* yaratmış. Yâni bunun bir *İlâc*’ı var. Sonsuz ateşi söndüren bu ilâç nedir? 


*Lâ ilâhe İllallah Muhammedün resûlullah* kelâmıdır. Bu kelâmı, inanarak *Bir* defâ söyliyen için, o sonsuz *Ateş*, sonsuz olarak *Söner* efendim. 


Kalpdeki *Kir*’leri temizlemek için de ilâç; *Estağfirullah min külli mâ kerihallah* kelâmıdır. 


Bunları, hem *Kalb*’en, yâni inanarak, hem de *Fiil*’en, yâni ağızla söylemek lâzım kardeşim. 


Velhâsıl Cenâb-ı Hak, insanlar için iki *İlâç* yaratmış. Biri, *Kelime-i tevhîd*, diğeri de *İstiğfâr*. Bunlara, baha biçilmez efendim. 

● ● ●

Hedefi, maksadı *Allah*’ın rızâsı olmıyan kimse, Cehennem ve kabir *Azâb*’ından kurtulamaz. *Bid'at* çıkartan kimse de *Cehennem*’de yanacakdır. 


*Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Kim bu duâyı okursa, yerde ve gökde, ona aslâ bir *Zarar* gelmez. 


*Bismillâhillezî*, bu, öyle bir Besmeledir ki, *Lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı velâ fissemâi*. Gökde ve yerde, hiçbir şey o kula zarar veremez. 

● ● ● 

Bizim *Kitap*’larımızı alıp da okuyana, Allahü teâlâ *Îmân* nasîb eder. Hattâ *Seâdet-i Ebediyye* kitâbının evlerde bulunması bile, *Feyz* almaya sebep olur efendim. 


Yâni bizim *Kitap*’lar, birer *Mücevher* kardeşim. Çünkü kendimden bir şey yazmadım. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* bildiriyor, diye yazdım. 


Velhâsıl bizim *Kitap*’lar, hep *İslâm Âlim*’lerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgi*’lerdir.


İşte bizim kitaplar, hep o *Büyük*’lerin yazıları olduğu için, bütün dünyâ *Hayrân* kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Efendi* hazretlerinin *Bereket*’i.


Onun *Himmet*’i kardeşim. Bizimle alâkası yok. *Abdülhakîm* Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi*’ni bile işitmezdik, değil basdırmak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, çok *Şanslı*’yız kardeşim. Dünyâda yedi *Milyar* insan varsa, bunun *Bir* milyar kadarı *Müslümân*’dır. Bu bir milyar müslümânın da, yüzde doksanı *Bid’at Ehli*’dir. 


Geriye, *Yüzde On* kalıyor. Onun içinde de, neler vardır, neler. Onun için biz çok *Bahtiyâr*’ız kardeşim. 


Şu dünyâda en *Ahmak* kimse, *Rızk*’ından *Şüphe* edendir kardeşim. Rızık, *Mukadder*’dir. Yâni ezelde *Takdîr* edilmişdir. 


Hiç kimse *Rızk*’ını yemeden ölmez. Çocuk, daha anne karnındayken, *Cebrâil* aleyhisselâm gelir ve ona birkaç *Şey* söyler. 


Bir tânesi; Senin ömrün, şu kadar *Sene*, şu kadar *Ay*, şu kadar *Gün*, şu kadar *Saat*, hattâ şu kadar *Dakîka*, şu kadar *Sâniye*’dir, der. 

● ● ● 

*Efendi* hazretlerinin talebelerinden *Cevat bey* vardı. Muhârebede bir ara *Aklı* bozulmuş. Doktorlar; *Her an saldırabilir!* diye rapor vermişler. 


Ama kimseye de saldırmadı. Bir gün, *Efendi*’nin sevdiklerinden *Mehmet Efendi*, *Cevat Bey*’i yemeğe *Dâvet* etdi. Biz de oradaydık. 


Cevat bey, baklava tepsisine bir avuç *Tuz* koydu. Bize de; *Sakın Söylemeyin!* diye işâret etdi. Ondan herkes çekinirdi. 


Ama çok da *Şakacı*’ydı. Tepsi ortaya konunca, *Tuzlu* tarafını Mehmet Efendi’nin önüne çevirdi ve *Önce ev sâhibi başlasın, bakalım nasıl?* dedi. 


Mehmet Efendi bir *Dilim* aldı, ağzı yüzü *Değişdi*. Yüzü değişince, Cevat bey sordu; *Bir şey mi var tadında yoksa?* dedi. 


Mehmet Efendi de; *Tadı da tuzu da yerinde!* dedi ve hemen dışarı çıkıp, *Kızları*’na seslendi. Biz anladık ki onlara *Kızacak*. Hemen çağırdık, hakîkati söyleyince, ferahladı. 

● ● ● 

*Efendi* hazretleri buyurdu ki: Herkes, *Hac*’da bir *Duâ* eder, en çok *İstediği* şeyi ister, orada yalvarır. Ben de; *Yâ Rabbî, benden okuyanı âlim eyle!* diye duâ etdim, buyurdu. 


*Efendi* hazretleri, bizi *Kendisi* çağırdı. O çağırmasaydı biz gidemezdik efendim. Bize her *Şey*’i, O öğretdi. Hiç yüzlerine bakamazdım.

Sofra ve yemekler

 Sofra ve yemekler

Macid-ül Kürdi hazretlerinin “rahmetullahi aleyh” oğlu Süleyman şöyle anlatıyor:


Babamla aynı evde kaldığımız zamanlarda kapımıza kim gelse, karnını doyurur ve giderdi sevinerek.


Bir gün, yine bir çok fakirler gelip çok aç olduklarını söylediler babama.


Babam bana dönüp;

- Gir şu küçük odaya. Oradaki sofrayı alıp buraya getir! dedi.


Çok şaşırdım.

Zira o odada yemek olmadığını çok iyi biliyordum.

Hatta az önce o odadaydım ve yerdeki kilimden başka bir şey yoktu odada.


Ama yine de itiraz etmedim babama.

- Peki, deyip odaya girdim.


Bir de ne göreyim. Mükellef bir sofra duruyor odanın ortasında.

Üzerinde çeşit çeşit yemek ve meşrubat vardı üstelik.


Getirip koydum fakirlerin önüne.

Oturup bir güzel yediler.

Ve Allah'a şükredip, babama da teşekkür ederek ayrıldılar.


Otuz fakir daha geldi


Az sonra, otuz fakir daha geldi evimize.


Babam, aynı şekilde emretti bana:

- Git şu odadaki sofrayı buraya getir!


Tereddütsüz girdim odaya.

İkinci sofrayı da kucaklayıp getirdim misafirlerin bulunduğu yere.


Onlar da yemekleri yiyip, geri gittiler.

Ben alışıktım bunlara.

Hiç yadırgamıyordum artık.


Rahat etmek için


Bir gün sohbetinde;

- Kardeşlerim, dünya ve ahirette rahat etmek, İslamiyet’e uymaya bağlıdır, buyurdu.


Ve açıkladı bunu:

- Görünen görünmeyen bütün iyilikler, Resulullah efendimize “aleyhisselam” tâbi olmaya bağlıdır. Fakat bu iş bilgi ister. İslamiyet ilim dinidir. Bilmeden Müslümanlık olmaz. Resulullaha “aleyhisselam” uyabilmek için Onun dinini iyi bilmek gerekir. Bilmezsek nasıl uyacağız?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*El mer’u me’a men ehabbe!* hadîs-i şerîf bu. Yâni herkes, bu dünyâda *Kim*'i severse, âhiretde de *Onun*’la berâber olacak. Her hadîs-i şerîf, bir *Âyet-i kerîme*’nin açıklamasıdır. 


Bu hadîs-i şerîf de, *Mâide* sûresindeki; *Müşrikleri ve yahûdîleri severseniz, onlardan olursunuz!* meâlindeki âyet-i kerîmenin açıklamasıdır. 


Burada, *Müşrik*’lerden maksat, bugünkü *Hristiyan*’lardır. Çünkü onlar, hâşâ *Allah Üç*’dür dedikleri için *Müşrik* oldular. Bugünkü hristiyanların çoğu böyledir. 


Allahü teâlânın, bir *Kulu*’nu sevmediğinin alâmeti, onun *Mâlâyanî* şeylerle vakit geçirmesidir. Yâni ne *Dîni*’ne, ne de *Dünyâ*’sına fâideli olmıyan işlerle uğraşmasıdır kardeşim. 


Ne gibi? Meselâ *Top* oynamak, *Maç* izlemek ve *Futbol* gibi. Bunlar, *İngiliz*’lerin, müslümân gençlerin *Dinleri*’ni öğrenmelerine *Mâni* olmak için, islâm memleketlerine sokdukları *Oyun*’lardır. 

● ● ● 

Allahü teâlânın bir kulunu *Sevdiği*’nin alâmeti, *Fıkh İlmi* ile meşgûl olmasıdır. *Fâsık*’lar, Allahü teâlânın *Sıfat*’larına düşmandır, *Kâfir*’ler ise *Zât*’ına düşmandırlar. 


Her *Ülfet*, bir *Külfet* mukâbilidir. Yâni bir *Hizmet*’de ne kadar *Zor*’luk varsa, ne kadar *Sıkıntı* çekilirse, *Sevap* da o kadar *Fazla* olur. 


Onun için, zor da olsa, *Zor* demeyin kardeşim. Siz, zor olana *Tâlip* olun. Çünkü bir iş *Hayr*’lı ise, onun *Sıkıntı*’sı çok olur. 


Bir hizmetde hiç *Sıkıntı* yoksa, ondan biraz *Çekinmeli*. Niçin? Çünkü hayrlı işlerde sıkıntı vardır. Sıkıntı yoksa, o *İş*’den vazgeçmeli. 


*Hayrlı İş* neden sıkıntılıdır? Çünkü *Nefs* ona karşıdır, *Şeytan* karşıdır. Şeytan gibi olan *İnsan*’lar da buna karşıdırlar. 


Bütün bu *Karşı* olanları bir bir aşacaksınız, ondan sonra *Âb-ı Hayât*’a kavuşacaksınız.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Eshâb-ı kirâm*’ın, çok üstünlükleri var. Çok *Meziyet*’leri var, çok *Kıymetli* insanlar. Allahü teâlâ onları, Kur’ân-ı kerimde, *Sûre-i Feth*’in son âyetinde methediyor: 


Ve Kur’ân-ı kerîmde; *Onlar, kâfirlere karşı çok sertdiler, ama birbirlerini çok seviyorlardı!* buyuruyor. 


*Ruhamâü beynehüm!* Yâni onlar, birbirlerine karşı çok merhametliydiler. Birbirlerini çok seviyorlardı. 


Demek ki; bizim de, Peygamberimizin *Ümmeti* olarak, en birinci *Vasf*’ımız, birbirimizi çok *Sevmemiz* olmalıdır. Neden? 


Çünkü *Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Peygamber Efendimizin vefâtından sonra, *Sık sık* birbirlerinin evine *Ziyâret*’e gider ve; 


*Gel kardeşim, biraz Peygamber Efendimiz’den bahsedelim de îmân’ımız tâzelensin!* derlermiş. 


Bunlar, yâni *Eshâb-ı kirâm*, müctehidlerin *İlk*’leri, evliyâların *Şâh*’ı, âlimlerin *Âlâ*’sı, yâni her bakımdan *Kemâl*’de olan insanlardır. Birbirlerine diyorlardı ki: 


Hazret-i Peygamberin *Vefât*’ından sonra *Kalp*’lerimiz kararabilir. Gel biraz oturalım, Ondan bahsedelim, bir iki *Salevât-ı şerîfe* okuyalım, Onun hayâtından konuşalım da *Îmân*’ımız *Tâze*’lensin.


*Eshâb-ı kirâm* böyle derse, bizim gibi *Zavallı*’lara ne demek düşer? Cenâb-ı Hak, hepimizi, o *Büyük*’lerin şefâatine kavuşdursun kardeşim. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri; Kendini, değil ki bir *Müslümân*’dan, frenk *Kâfiri*’nden, hattâ uyuz *Köpek*’den üstün gören, Allahü teâlâya *Yol* bulamaz! buyuruyor. 


Ancak *Şeytan*, kendini başkalarından *Üstün* görür. *Ben daha iyi bilirim!* der. Onun için, hakîkî bir talebenin husûsiyeti, *Mütevâzı* ve *Edeb*’li olmasıdır. 


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, onun için; Bu yolun başı *Edeb*, ortası *Edeb*, sonu yine *Edeb*’dir! buyurmuşlar. Hepimiz, bu hususta *Kusur*’luyuz kardeşim. 


Ama *Büyük*’ler affederler, kimsenin yüzüne *Vurmaz*’lar. *Efendi* hazretleri, kusûrları hiç *Görmez*’di, hemen affederdi. *Büyük*’ler böyledir. 


Eğer affetmeseler, yanlarında *Kimse* kalmaz efendim. Onlar, *Allah* için hep yutkunurlar, *Sabr*’ederler, *Hoş* görürler. Yoksa, insanlar o *Büyük*’lerden uzaklaşır Allah korusun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben eğer *Efendi* hazretlerini görmeseydim, ya *Kör* idim, ya da *Şaşı*. Kördüm, çünkü *Îmân*’sız olurdum mâzallah. Şaşı idim, çünkü *Bid’at* ehli olurdum. 


Yâni *Bozuk* bir yola girer, doğru *Yol*’u bulamazdım efendim. Çünkü bu, öyle *Kolay* bulunabilecek bir şey değil. 


Biz, *Îmân*’ımız dâhil, her şeyimizi *Efendi* hazretlerine *Borçlu*’yuz. Çünkü Onu görmeseydik, hiçbir *Şey*’den haberimiz olmıyacakdı.

● ● ● 

Bu dünyâ, *Sevgi* üzerine kurulmuşdur. Neden? Çünkü Cenâb-ı Hak, hiç bir şey yaratmadan önce buyurdu ki: *Tanınmayı sevdim!* Bakın, tanınmak istedim değil, tanınmayı *Sevdim*, buyuruyor. 


Yâni, kullarım beni *Tanısın* da *Şeref*’lensin istedim Onun için hepinizi *Yaratdım!* Öyle buyuruyor Cenâb-I Hak. O hâlde bu işin temelinde, *Muhabbet* vardır. 


Onun için Allahü teâlâ, bütün Peygamberlere bir *İsim* vermişdir, ama bizim Peygamberimiz için *Sevgilim* buyurmuşdur, *Habîbim* demişdir. 


Onun için, bir yerde eğer *Sevgi* ve *Muhabbet* yoksa, orda *Geçim* olmaz. 


*Eshâb-ı kirâm* aleyhimürrıdvân, hazret-i Peygamberi o kadar seviyorlardı ki, Onun uğrunda *Can*’larını, *Mal*’larını, her *Şey*’lerini *Fedâ* ediyorlardı. 

● ● ● 

*Gıybet* edilen yere *Lânet* yağar efendim. Lânet yağacağına *Rahmet* yağsın, daha iyi değil mi? *Gıybet* çok kötü birşey. Efendimiz aleyhisselâm; 


*El-gıybetü eşeddü minez zinâ!* buyuruyor. Hadîs-i şerîfdir bu. Yâni *Gıybet* etmek, *Zinâ* etmekden daha büyük *Günâh*’dır. Neden? 


Çünkü *Kul hakkı* var bir kere. Öteki, *Allah* ile *Kul* arasında olan bir *Günâh*. Tövbe istiğfâr eder, *Afv*’olunur.  


Ama *Gıybet*’de, bir de *Kul* hakkı var. gidip bulacaksın, helâlleşeceksin, gönlünü alacaksın. Ya *Ölmüş*’se? Evlâtlarıyla helâlleşsen olmaz, *Para* işi değil çünkü.

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretleri ve tefsir yazan zat

 -Bir kış günü, zamanın şöhretlilerinden biri ziyaretlerine gelerek âdâb-ı ziyâreti edâdan sonra: "Efendim, Ben bir tefsîr yazdım [Yâsîn Sûresi tefsîridir], getireyim de tedkîk buyurun" dedi. Îşân (kuddise sirruh): "Tefsîr yazmak kim, biz kimiz. Getirirsen, yanan sobayı işaretle, şu sobaya atar, yakarım" buyurup [:S..., Biz bu karargâhda nöbetçi onbaşısı gibiyiz. O büyük kumandanlar gitti. Onların yerini tutamayız. Bizim vazîfemiz, bu karargâha yabancıları sokmamaktır. Onların yaptıklarında ne kusur ve eksiklik buldunuz ki, tefsîr yazmak ihtiyâcını hissettiniz] yollu daha çok şeyler söylediler.

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden Mîr Alay [Alay kumandanı] HİLMÎ BEY'E

Yazın indimde çok kıymetli olduğundan buraya derc ettim.

 Din-i islâmda tevbeden daha mühim ve ziyâde müşkül [çok zor] bir ibâdet yoktur.

Tevbenin birinci rüknü [şartı] nedâmettir [pişmanlıktır]. Ciddî nedâmet, büyük helâke sebeb olmuş ihtiyârî bir kabahatten daha büyük bir pişmanlık ve nedâmet hissi duymaktır.

İkinci rüknü, bir daha o cürme avdet etmemek [o günâha dönmemek] azminde bulunmaktır. Ciddî ve hakîkî bir azim ve o azim de kararlılık ve metanet etmek.

Tevbenin üçüncü rüknü, sırf Hak teâlânın rubûbiyyet hakkını edâ etmek; ne dünyevî, ne de uhrevî bir maksad için olmamak.

Bu üç rükün tedrîcen hâsıl olur. Bir anda olmaz ve işlenebilen günâhlarda olur.  Kudretin hâricinde hiçbir kimse mükellef değildir. Bu bildirilenleri göz önünde bulundurmak sühûlete [kolaylığa] sebeb olur.

Tekarrub-i ilahîye sebeb-i hakîkî [ Allah'a yaklaştıran hakîkî sebeb ] kalbinin Allahu teâlâya müteveccih olmasıdır. Onun dahi esbab-ı muhassalası [ onu da ele geçirten sebeb], onu tezekkür etmek [hâtırlamak], her işinde Onu hâtırına getirmek ve emirlerine mümkün olduğu kadar imtisâl ve nevâhîden ictinâb ile [yasaklardan sakınmakla] olur. Bunu teysîr ve teshîl eden [kolaylaştıran] Onun ism-i Celîlinin çok zikr edilmesidir. Veyahud Onun mukarreblerinin simâlarını hâtırlamaktır. Ona râbıta ismini vermişlerdir.

Bu vazîfenin en mühimmi, en zoru, en müşkülü ve fâidelisi budur. Bu da mürür-i zamanla ve devâm etmekle hâsıl olur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Beylerbeyi*’nde vapur iskeleye yanaşırmış. İnsanlar birbirlerine; Buyurun *Beyefendi!* Siz buyurun *Beyefendi!* diye birbirlerine yol verirken, vapurun kalkma sâati gelirmiş. *Beyefendi* diye diye, oranın adı *Beylerbeyi* kalmış. 


Yukarıda büyük bir *Zahîreci* varmış o devirde. Karşısında da küçük bir *Arpa* dükkânı varmış. Zahîreciye gelenler, hayvanlarına *Arpa*’yı da aynı yerden alıp çıkarlarmış. 


O zahîreci bakmış ki, karşıdaki *Arpacı*’dan alış-veriş eden yok. Kendininki ise *Yarı* olmuş. Kendi kendine; *O da çoluk çocuğuna ekmek götürecek!* diye düşünüp, kendi *Arpa* çuvalını kaldırırmış. 


Gelen müşteriler *Arpa* da isteyince; *Arpamız kalmadı, onu da karşı dükkândan alın!* dermiş. İşte din kardeşliği budur kardeşim. *Osmânlı*’da bile böyle olunca, ya *Eshâb-ı kirâm* nasıldı? 

● ● ● 

Mekke’den Medîne’ye Hicret edilince, Medîneli müslümânlar, evlerinin arsalarının *Yarı*’sını onlara verdiler. Mekkeliler, evi, arsayı alınca; *Bunun kirâsı ne kadar?* diye sordular. 


Onlar da; *Ne kirâsı, bu ev eşyâsıyla berâber sizin!* dediler. Asıl mühim olan da, kendine lâzım olmıyanı değil, *Lâzım* olanı verebilmekdir. 

● ● ● 

Efendim *Nefs* olmasaydı, *Ben* burada yokdum. Bizim dünyâya gelmemizin sebebi, nefsimizin varlığıdır. O hâlde, *Nefs*'i çok dikkatli kullanmak lâzım. 


Yemek içmek, inşaat yapmak, konuşmak, yaşamak, evlenmek, bunların hepsi *Nefs* ile oluyor. Nefs *Yok*’sa, hiç biri *Yok*’dur. 


Ama Cenâb-ı Hakkın bütün yaratdıkları içerisinde de Allahü teâlâya mutlak düşman olan da, *Nefs*’dir. Başka *Düşman* da var. Ama bu nefs, *Yüzde yüz* düşmandır. 


Yâni Cenâb-ı Hak, bütün bu *Varlık*’ları yaratmış, bir tâne de kendisine *Düşman* yaratmış, onu da *İçimiz*’e koymuş. İmtihanın büyüklüğü de burada. 


Fakat haber de vermiş; *Nefsiniz benim düşmanımdır, ona uymayın!* demiş. Dolayısıyla, nefsiyle *Dost* olan, Allaha *Düşman* olur. Çünkü nefsin nihâi hedefi, insanı *Kâfir* yapmakdır.