Yâdigâr mektûblar 6.mektûb

Salı 

Ve aleyküm selâm muhterem kardeşim Enver bey 

Mübârek Cum'a günü yazmış olduğunuz mektûbunuzu bugün aldım. Öğle ta'tilinde hemen cevâbını yazıyorum. Daha evvel de bir mektûbunuzu almışdım. Vâlideniz ile hayırlısı ile kavuşmanıza duâ ederim. Kuleli'den Mahmut Sağlam'dan mektûb aldım. Şimdi yalnız derslerine çalışsın. Başka bir şey ile meşgul olmasın. İkmâle kalırsa müteessir olurum. 

Atölyenin işleri ile üzülüyorsunuz diye müteessir oluyorum. Yoruluyorsunuz. Ben de sizin gibi bu işlerin acemisiyim. Şimdiki insanlar ile muâmele yapmak çok müşkil. 

Bizim Altay Bey'e verecek hiç paramız yok. O da beraber hesâb görürken vergiyi zaten 3.000 liraya düşürmüşdük. Fakat Bayram Usta'nın faturasından 6 bin lira kadar kesecektik. Şimdi demek ki 3 bin 500 liradan fazla kesemeyeceğiz. 2000 liralık fatura daha keserse iş hallolur. Kendisinden ricâ ederim. Bayram usta bize sormadan niçin fazla fatura kesmiş? O fatura defterini biz alarak ona emânet bırakdık. Yalnız bize fatura kesecekdi. Az miktarda hârice kesecekdi. Bunları kendisine sorunuz ve müteessir olduğumu, bizi zarara sokduğunu söyleyiniz.

Bayram usta yine başka yerlere gidiyor mu, işten ayrılıyor mu? Ayrılıyor ise son ihtâr ediniz. Fatura mes'elesinden aksi konuşursa, işçi çıkarsa, bize sormadan birisini almasın ve müezzin Ziyâ Efendi'nin kardeşini getirirsiniz ve kendisine sıkı tembih edin de Bayram usta ile iyi geçersin. Bir ay sonra Bayram usta'yı çıkarırız. Atölyeyi ona teslim ederiz. Fakat siz güveniyor iseniz teslim ederiz.

Cümlenize selâm ve duâlar eder duâlarınızı beklerim efendim.

Hilmi 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün, *Dergâh* ın bahçesinde, Efendi hazretleriyle oturuyorduk. Bir kanepede *Yan yana* idik. Az sonra, bir *Bey* girdi içeri. Tabii, *Efendi* nin yanında oturunca, ben kalkdım.


Öbür kanepeye geçdim. Beş on *Dakîka* konuşdular. Sonra o *Bey* kalkdı ve gitdi. Efendi, beni çağırdı ve *Sen bunu tanıyor musun?* dedi. Tanımıyorum efendim, dedim. 


Buyurdu ki: Buna *Mazhar Tobur* derler, kimyâ muallimidir. Ben ona; *Talebeye bol not ver!* diyorum. O, inadına *Kıt not* veriyor. Beni dinlemiyor. Onu, oradan tâyin ederler! dedi. 


Hakîkaten buyurdukları gibi oldu. O sene, *Zonguldak* da bir sanat mektebine *Tâyin* etdiler onu. Yâni, *Lise* den aldılar, *Orta* mektebe verdiler. 

● ● ● 

Peygamber Efendimize sormuşlar; *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. Efendimiz, bu suâle iki kelimeyle cevap vermiş; İlim *Öğrenen* ve öğrendiğini başkalarına *Öğreten* dir, buyurmuş. 


Yalnız *Öğrenmek* le olmuyor. Öğrendiğini de *Öğretecek*. Asıl lâzım olan da budur. Elhamdülillah, biz öğretiyoruz kardeşim. Birine bir *Kitap* vermek, *Öğretmek* demekdir işte. 


Peygamber Efendimizin bize *Müjde* si bu. Öğrenecek ve öğretecek, yâni yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *Kitap vermekle!* Ne mutlu ilim öğrenene ve Allahın kullarına öğretene, yâni yayana. 


Emîn olun ki, *İslâma Hizmet* edenler vefât ettiklerinde, *Melek* ler onların cenâzesini taşırlar. Ehl-i sünnet yolunu, yâni Peygamber Efendimizin yolunu *Yaymak*, Allahın kullarına bildirmek, en büyük *İbâdet* dir. 


Yâni bir müslümâna bir *Kitap* verseniz, o da okusa, istifâde etse, en büyük *İbâdet*, en büyük *Sevap* olur. Bize, ehl-i sünnet yolunu öğreten büyüklerimizden Allah *Râzı* olsun kardeşim. 

● ● ● 

Habîb, yâni *Seven*, mahbûba yâni *Sevilene* teslîm olmalıdır. O ne derse, dinler ve *Peki* der. Başkasını dinlemeğe *Tahammül* edemez. Hepimiz, *Efendi hazretleri* nin himâyesindeyiz, elhamdülillah. 


Onların *Feyzi* ve *Nûru* hepimizin kalbine akıyor inşallah. Ne kadar akıyor? *Muhabbeti* kadar. Muhabbeti çok olana, *Feyz* de çok gelir. Muhabbeti az olana, *Feyz* de az gelir. 


Onlardan *Feyz* alan, dünyâyı unutur. Bu dünyâyı unutdu mu, Allahü teâlânın *Muhabbeti* o kalbe yerleşir. Hiç kimsenin görmediği şeyleri *Görür*, hiç kimsenin işitmediği şeyleri *İşitir*.


Hiç kimsenin bilmediği *Mârifet* leri söyler. Allahü teâlânın *Sevgisi* bir kalbe yerleşirse, böyle olur. Ne mutlu bize ki, bunları okuyoruz. Bunları okumak, işitmek de büyük bir *Mazhariyet* dir kardeşim.

İmânla gitdiği iyi oldu

 Ona herhâlde uygun vaktde geldim. Salon kalabalık değildi. Arkası sokak tarafında olarak ehibbâdan Abdülkâdir Beğ amca oturuyorlardı. Hemen tam karşılarında idim. Hocamız içeriye girdiler. Oturmamışlardı. Abdülkâdir Beğ Amca merhûm: "Hilmi Beğ, Sa'îd Nûrsî de vefât etdi. Kadir günü vefât etmesi onun kemâline alâmettir"dedi. Hocamız o sırada ayakda idi, bir iş için dışarıya çıkmış, sonra içeri girmişlerdi. Ehibbâdan birinden böyle bir söz sadır olmasına esef eder bir tavırla: "Hayır efendim, pek kemâline delâlet etmez, ama îmânla gitdiği iyi oldu" tekrârlayarak ve üstüne basarak, "îmânla gitdiği iyi oldu efendim" buyurdular. "Îmânını zor kurtarabildi" şeklinde anladım.

(Hatıralar,sf 601) 

Not: Hulki Demiray beyin hocamızla ilgili hatıralarından bir bölüm alıntı yapılmıştır.

KÂSIM ARVÂS

Mubârekleri ziyarete gitmişdik."sık sık gelin efendim" dediler.Bende, "siz meşgûlsünüz efendim" deyince, "size kapımız her zemân açık. Sizde Seyyid Fehîm hazretlerinin kokusu var, bizde de Efendi Hazretlerinin kokusu var, ikisi bir araya gelince nûrun alâ nûr olur", buyurdular.

Mubârekler bizim eve teşrif etmişlerdi. " Efendi hazretleri kıyâmete kadar zuhûr edecek her şeyi bize anlatdılar"buyurdu. Ben de, "bir tâne lütfeder misiniz?" dedim. "Müsa'ade yok efendim" buyurdular.

Mubârekler bir def'asında bize teşrif etmişlerdi. Ben de,"efendim evimiz sizindir" dedim. Onlar da tebessüm edip, "çok cömerdsiniz" dediler ve Enver ağabeğe dönerek, "Enver beğ gördünüz mü, Kâsım efendi evi bize hediyye etdi" dediler. Sonra bana dönerek, "aldım kabûl etdim, ben de size hediyye etdim" buyurdular.

(Hatıralar,sf 897)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Enver âbi* diyor ki: Amerika’da *Otoban* lar var, aynen *Ahtapot* gibi, herkes numaralara bakıyor. Bir şaşırdın mı mahvoldun. Aynı *Nokta* ya gelmek için, bütün *Gün* dolaşıp durursun. 


Onun için, *İstikâmet* kadar mühim bir *Şey* yok kardeşim. Allahü teâlâya hamdolsun ki, *Efendi hazretleri* ne rastladık da, bize istikâmetimizi gösterdiler, önümüzü açdılar. Ne kadar *Şükr* etsek azdır. 

 

Okyanusu, *Yüzerek* geçemezsin. Tek başına *Kayıkla* da geçemezsin. Geçmeye kalkarsan, bir *Fırtına* çıkar, bir *Köpek balığı* çarpar, boğulup gidersin. 


*Herkese Lâzım Olan Îmân* kitâbımızda otuz kırk tâne gayr-i müslimin müslümân oldukları yazılı. *Niçin müslümân oldular?* diye de *Başlık* atmışız. Bunların çoğu da önemli kimseler. 


Kimi *Doktor*, kimi de *Kurmay Albay*. Avrupalı hıristiyanlar bunlar. Bir tânesi, birinci cihân harbinde, *Müslümân* bir Pâkistânlı ile *Ahbap* oluyor. Birbirlerine gidip geliyorlar. 


O müslümân, bir gün bu ahbâbının evine, ziyârete gidiyor, ona islâmiyeti anlatıyor. O da diyor ki: *Senelerdir arkadaşız, sizin müslümânlığınıza bayıldım, çok seviyorum*, diyor. 


Pâkistânlı da ona; *Öyleyse müslümân olsana kardeşim, dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşursun, seni sevdiğim için söylüyorum*, diyor. 


O da diyor ki: Ben *Müslümân* lığı çok seviyorum ama günde *Beş* defâ *Namaz* kılmak, bana *Zor* geliyor. Bunun bir *Çâresi* yok mu? Ben müslümân olacağım, ama bana bir *Çâre* söyle, diyor. 


Onun evinin duvarında, örtülü bir *Şey* asılıymış. Pâkistânlı merak edip, ona soruyor; *Bu nedir?* diyor.


O da diyor ki: Bu, *Keman* dır, ben her gün vazîfeden gelince, bunu *İki sâat* çalarım, yorgunluğum gider. Çalmazsam, o *Gece* uyuyamam. Bu, benim *İlâcım*, diyor.


Pâkistânlı; *Bizim de öyle yorgunluklarımız oluyor, bizim ilâcımız da günde beş kere namaz kılmakdır*, diyor. Günde beş kere namaz kılınca, yorgunluk, üzüntü kalmıyor, diyor. 


O da; *Sahi mi?* diyor. Pâkistânlı; *Evet, istersen tecrübesini yap, ama evvelâ müslümân olman lâzım!* diyor. O da arkadaşına inanıyor, râhata kavuşmak için *Îmâna* gelip, müslüman oluyor. 


Nitekim Peygamber Efendimize soruyorlar; *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. Efendimiz, bu suâle cevaben; *En kıymetli insan, ilim öğrenen ve öğrendiğini başkalarına öğretendir*, buyuruyor.

AKIL

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleri, Rûh Risâlesi nâm çok kıymetli eserinde buyurdular:


Akl, çok şeyleri idrâkten âcizdir. Kur’ân-ı azîmü’ş-şânda vârid olmuştur;

“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezdiniz” [Bakara, 216]

Bu da aklın za’fından, aczinden ileri gelir.

Vallahu a’lem bi’s-savâb ve ileyhi merce’u ve’l-me’âb

(Her şeyin doğrusunu en iyi bilen Allah’dır ve dönüş O’nadır.) 

(Son Halkalar I, sf 414-415)

MÜRŞÎD

 Efendi hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh), Keşkül nam kıymetli defterde buyurdular ki;

“Mürşîdden murad, şeyh-i kâmil-i fânîfillahtır. Nâkıs şeyhlerden tarîkat almak tâlib-i sâlike muzırdır (zarar vericidir) ve mehâlike (felâkete) sürükler.”

(Son Halkalar I, sf 425)

ŞERÎ’AT

 Efendi Hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh) buyurdular;

“Şerî’at, üç cüz’den ibârettir: bilmek, işlemek ve her ikisinde ihlâs ile muttasıf olmaktır. Dünyâ ve âhiret şerî’atte saklıdır. Kalanların hepsi şerî’atin gayrisidir, nefsin arzularındandır. Nefs, Cenâb-ı Hakl’ın düşmanıdır.  Allahu teâlânın rızası, nefsin beğenmedikleridir ve bu da şerî’atten inârettir.

Şer’in maklûbu (yersin okunuşu) Arş’dır. Zâhirde şer’den yüz çevirmek, Arş’fan yüz çevirmektir. 

Şer’in zâhiri fetvâdır, bâtını (iç yüzü) takvâdır.”

(Son Halkalar I, sf 440)

MUHABBETULLAH

”Allah’tan başkasından alâkasını kesmeyen bir insan, Hakk celle ve alânın muhabbetine kavuşamaz. Zîrâ, Cenâb-ı Hakk şerîk (ortak) istemez. İnfisâl (ayrılma) hâsıl olmayınca, ittisâl (kavuşma) hâsıl olmaz.”


Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî

“Kaddesallahu teâlâ sirreh”

TÂİFE-İ NAKŞİBENDİYYE

 “Kim bu tâife-i nakşibendiyyenin etrafında niyâz ve âdâb-ı temam ile dolaşırsa, seâdet sahibi olur.”


Şâh-ı Nakşibend Bahâeddîn-i Buhârî

“Kaddesallahu teâlâ sirreh”

KURTULUŞ

Her mükellefin birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdikleri üzere itikadını düzeltmesidir. Ahirette kurtuluş, bu büyüklerin bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar (fırka-i nâciye), yalnız bunlar ve bunların yolunda gidenlerdir. 

-İmâm-ı Rabbânî-

“kaddesallahu teala sirreh”