HALÎFE DERVÎŞ

Hazret-i Şeyh’in (kaddesallahu teâlâ sirreh) dört halîfesinden biri olan Van’ın Gürpınar kazasına bağlı Mejingir köyünde irşâd ile memur olunmuş aynı köyün kabristânında medfun olan Halîfe Dervîş (kaddesallahu teâlâ sirreh).


Halîfe Dervîş hazretleri bir defasında Âdem aleyhisselâm’ı rüyâsında görür ve kendisine;

“Dervîş efendi, gel sana bu yolun edeblerini öğreteyim” 

buyurur. Halîfe;

“Efendim, biz Arvâs’a bağlıyız, oradan öğreniriz” diye arz eder.

Bu rüyâyı ve bir peygamberin sözlerini, Arvâs’a, Hazret-i Şeyh’e yazar. Kendisine verilen cevabda;

“Bu yolun büyüklerinin âdetlerindendir. Başka büyüklerin şekillerinde görünebilirler. Kimi ki görüp istifâde ederseniz, şeyhinizin bir latîfesidir. Burası tâliblilerin imtihân yeridir. Mürîd, kimden feyz alırsa alsın, kendi mürşîdinden bilmelidir”

buyrulur.


Halîfe Dervîş hasebi ile Hazret-i Şeyh buyurdular ki;

“Mejingir, Arvâs’ın bir şu’besidir.”


Allahu teâlâ şefaatlerini ihsan buyursun. 

Amin.

İlmin zevâli

“Bed asıllıların ilim icâzeti, ilmin zevâline işârettir.”

Hazret-i Şeyh Seyyîd Fehîm-i Arvâsî 

(Kaddesallahu teâlâ sirreh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sevgi*, itâati gerekdirir. İtâat ne kadar çoksa, sevgi de o kadar çokdur. İtâatdan maksat, söz dinlemekdir. *Söz* dinlemesi ne kadarsa, *Sevgi* si de o kadardır. 


Bu, çok mühim kardeşim. Söz dinlemesi günden güne *Azalır* sa, bir gün gelir, *Biter* Allah korusun. Velhâsıl itâat, *Peki* demekdir, yâni sevdiğinin yolunda olmakdır. 


Meselâ *Ehibbâ* dan biri var, Efendi hazretlerini çok sevdiğini söylüyor, ama Efendi’yi dinlemiyor. Öyle *Sevgi* olmaz efendim. Seven, *Sevdiği* ni dinler, hattâ emrinden çıkmaz. 


Küçük bir çocuk, akrebin *Zehirli* olduğunu bilmez ve eliyle onu yakalamak ister. O da onu sokar, öldürür. Onun *Akrep* olduğunu ve *Kötü* olduğunu, çocuğun bilmesi lâzım. 


İşte biz de, bu çocuklar gibi kötü insanları bileceğiz. Onların *Kötü* olduklarını, İslâma *Düşman* olduklarını bileceğiz. Böylece kendimizi onlardan koruyacağız kardeşim. 


*Nefs* doymaz. Kur’ân-ı kerîmde ne buyuruluyor? *Hulikal insânü helû’a!* Yâni, helû’a denilen bir hayvan varmış. Hiç doymazmış bu. Devâmlı yermiş. *Hiç* doymak yok. 


İşte, insanların nefsi de böyledir! diyor Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîmde. *Hulikal insânü helû’a*. İnsanın nefsi, *Helû’a* olarak yaratılmışdır. En büyük düşmanımız, kendi *Nefsimiz* dir. 


Allahü teâlânın sevgisinden ve rızâsından bizi uzaklaşdırana, *Düşman* denir. Asıl düşman budur. Evet, *Canı* nı alan da düşmandır, ama *Dîni* ni ve *Îmânı* nı alan, daha büyük düşmandır. 


Allahü teâlânın *Sevgisinden insanı mahrum bırakan şeye ne denir? *Şeytân* denir. Şeytân, arabca bir kelime. Sülâsîsi, yâni üç harflisi *Şatane* dir. Şatane ne demek? uzaklaşdırıcı demek. 


İşte şeytan, uzaklaşdırıcıdır. İnsanı *Allah* dan uzaklaşdırdığı için ona *Şeytân* denmiş. Şeytân nedir? İnsanı, Allahü teâlânın *Sevgi* sinden uzaklaşdıran. 


Peki, Allahü teâlâya *Yakın* olmak, Allahü teâlâdan *Uzak* olmak ne demek? Çok geçer bu kitaplarda. Allahü teâlâ *Cism* değil ki, yâni bir *Yerde* değil ki. 


Öyleyse O’na *Yakın* olmak, O’ndan *Uzak* olmak ne demek? Bunun mânâsı, O’nun *Sevgisine yakın olmak, O’nun *Sevgi* sinden uzak olmak demekdir. Yâni *Sevgi* dir yakın veyâ uzak olan. 


Yoksa Allahü teâlâ *Cism* değil ki hâşâ! İşte insanın Allahü teâlânın *Sevgisine kavuşmasına mâni olan şeye *Şeytân* denir. Şeytân da üç türlüdür. Üç türlü şeytân vardır.

SON NEFESTE İMDÂT

Hazret-i Şeyh Fehîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) Van ziyareti sırasında, bağlık ve bahçelik olan Edremit’e uğrarlar.

Çeşmeden abdest alırken, bir genç etraflarında dönüp, kendisine çok hürmet eder.

Hazret-i Şeyh, ona dikkatle nazâr eder ve;

“İnşaallah, sana îmân nasîb olur”

buyururlar. Sonra gider. Meğer, o genç, oradaki bir papazın oğlu imiş.

Hazret-i Şeyh, üç ay sonra Van’dan Arvâs’a avdet aderler. Bir zaman sonra yazı beklemeyip doğruca Edremit’e gelirler. Aynı çeşmeden abdest alırken, birisi gelip;

“Filanca Ermeni genci hastadır, sizi çok görmek istiyor. Muhakkak görüşmeyi arzu ediyor. Teşrif edebilir misiniz?”

diye ricâ eder.

Hazret-i Şeyh o gence giderler, babasını odadan dışarı çıkartırlar. Gence, îmânı telkîn ederler. Genç, biraz sonra ölür. 

Hazret-i Şeyh, babasına;

“Bu sizin değil, bizimdir”

buyurup, babasından cenâzesini alırlar ve Van’da müsliman kabristanına defn edilir.

(Son Halkalar I, sf. 123)

...

Kardeşim!

Evliyâullaha hürmet ve hizmet ile îmân selametine kavuşuluyor.

Onlara muhabbet, mukabelesiz kalır mı?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyâ-i kirâmın kalbinden *Feyz* gelir. Yâni onun kalbindeki *Nûr*, karşısında kim varsa, ona akar. Yâni onun kalbinden, bunun kalbine *Nûr* akar. 


İşte bu nûra, *Feyz* denir. O büyüklerin kalbine bu *Feyz* gelmiş. Peki nereden gelmiş? *Resûlullah* Efendimizin mübârek *Kalbinden gelmiş. 


Resûlullahın kalbindeki o *Feyzler, o *Nûr* lar ve *Mârifetler, bizim kalbimize de gelir inşallah. Bizim kalbimize de o feyz akarsa, muhakkak kalbimiz temizlenir. 


Bizim de kalbimizden *Dünyâ* muhabbeti çıkar. Kalbin temizlenmesi demek, *Dünyâ* sevgisinin o kalpden çıkması demekdir. 


Kâfirler, fâsıklar harâmlara dalmış. Müslümân *Harâm* işlemez kardeşim, ama kalbinde dünyâ muhabbeti olabilir. 


Kalbi temizlenince, dünyâ muhabbetinden de sıyrılır. Harâmlardan nasıl kurtulduysa, diğer bütün *Günâhlardan da böyle kurtulur. Bir kimseye bu *Feyz* gelince, kalbi tertemiz olur. 

Bu *Dünyâyı, televizyon seyreder gibi görür. Yâni *Hayâl* gibi görür. Kalbinde *Dünyâ* ya yer kalmaz. 


Kalbine dünyâ yerleşmez. Ne büyük *Ni’met* kardeşim. Ne mutlu büyüklerin *Feyzi* ne kavuşanlara. İmâm-ı Şâfiî ne buyuruyor? 


*A’reftü şerre lâ Lişşerri*, ne demek bu? Yâni kötü şeyleri öğrendim, onları yapmamak için. Kendimi onlardan korumak için. 


*Lüzûmsuz konuşanı, *Gıybet* edeni aranızda tutmayın kardeşim. Evvelâ *Nasîhat* edin, dinlemezse ayrılın ondan, görüşmeyin, onunla *Arkadaş* lık etmeyin. 


Allahü teâlâ, *Sâlih* müslümânlara üç husûsiyet vermişdir. Birincisi, onlar *Cömert* dirler. Allahın kullarına *İnfak* ederler, *İhsân* ederler, onları sevindirirler. 


İkincisi, onların kalbinde hiçbir mü’mine karşı, *Kin* ve *Nefret* yokdur. Yâni bütün müslümânları *Sever* ve *Muhabbet* beslerler. 


Üçüncüsü de, onlar *Emr-i mâruf* yaparlar. Yâni insanlara *İslâmiyeti* öğretirler, Allahın dînini her tarafa yayarlar. En mühimi de budur efendim.

Sevmek en kuvvetli duadır

 Sadreddin Konevî (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri buyurdular; 

"Allahü Teala bir kula rahmetini indireceği zaman kalbine bakar, orda kim varsa hepsine rahmet indirir. Bu muhabbetin şefaâtidir. Sevdiğinize dua etmeniz bile gerekmez, sevmek zaten en kuvvetli duadır."

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İlme* güvenilmez kardeşim. Nasıl güvenilsin ki, *Hâfıza* dan silinebilir. İnsan, *Evini* bile bulamaz. Biz böyle kimseleri gördük. İmâm-ı Gazâlî ve bu büyükler diyor ki: *Akla da güvenilmez*. 


*Akıl*, bir mürşid-i kâmil bulana kadar yardımcı olabilir. Ondan sonra akıl, düşünce, arzû olmaz. Peki ne olur? O *Mürşid-i kâmile* teslîmiyet olur. Edeb, *Söz Dinlemek* dir. 


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri, bir gün talebeleriyle evde oturuyormuş. Bir ara pencere dibinde bir *Hışırtı* olmuş. Biraz sonra sormuş talebelerinden çok *Sevdiği* biri. 


Herkes soramaz ki, utanır. İşte Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerinin sevdiği bir talebesi de soruyor; *Efendim, az önce pencerenin dibinde bir hışırtılar duyduk, ne oldu?* diyor.


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri cevap veriyor. Diyor ki: Cezâyir-i hâlidât’ın yâni *Kanarya* adalarının *Kutbu* , yâni o yörenin evliyâlarının *Reîsi*, deniz kenarında talebeleriyle oturuyorlarmış.


Derken bir *Yağmur* başlamış, hem de bardakdan boşanırcasına. Fakat toprağa yağmıyor da, sâdece *Denize* yağıyor. O anda, o *Kutb’*un aklından bir şey geçmiş. İçinden demiş ki:


*Yâ Rabbî*, senin kulların, hem insanlar, hem de hayvanlar, *Afrika* çöllerinde susuzlukdan *Yanıyor* lar, *Kavruluyor* lar. Bu yağmuru bu denize yağdıracağına, o *Çöle* yağdırsaydın ya.


Böyle diyor, kalbinden böyle geçiyor. Allahü teâlânın işine *Îtiraz* oluyor bu tabii. *Büyükler* in işine karışılır mı? *Allah* ın işine hiç karışılmaz. O anda *Derece* sini kaybediyor. 


*Kutb* luk derecesinden aşağı düşüyor. Ama evliyâlığı hepden *Gitmiyor*. Allahü teâlâ yine *Seviyor* onu. Fakat derecesini az da olsa kaybedince; *Eyvâh, ben ne yapdım?* diyor. 


*Hatâ* etdiğini anlıyor. Oradan, *Buhâra* daki Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerine ilticâ ediyor. *İspanya* nerdeee, *Buhâra* nerde? Derecesini kaybetseydi, ilticâ edemezdi. 


Buhâra’ya nasıl gidicek? *Rûhu* gidiyor. Demek ki *Derece* si gene var. Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretleri, talebesi ile oturmuş sohbet ediyorlarmış.


O anda o *Kutb* pencereye geliyor. Ve yalvarmaya başlıyor; *Yâ şeyh*, ben bir *Hatâ* etdim, derecemi kaybetdim. *Amân* bana *Şefâat* et de, Allah beni affetsin! diyor. 


Abdülhâlık-ı Goncdüvânî, büyük *Evliyâ*. Hemen *Yalvarıyor* Allahü teâlâya. Allahü teâlâ da onu affediyor. Yine eski *Derece* sine kavuşuyor.

Tek parti döneminde satış için ihaleye çıkarılan camiler

Tek parti döneminde satış için ihaleye çıkarılan camiler...

Camilerin satılmasına dair bir belge

Altında reisicumhur Mustafa Kemal Atatürk'ün imzasıda bulunan camilerin satılmasına dair 1936 yılına ait bir belge.

MUHABBET

Şah-ı Nakşibend ”kaddesallahu teala sirreh” hazretleri 

buyurdular ki; 

“Bize meyli ve muhabbeti olan, ister yakında, ister uzakta bulunsun, her zaman, gece olsun, gündüz olsun o bizimledir ve bizim şefkat ve terbiye çeşmemizden ona feyiz ulaşır. Kendi hâline vâkıf olursa, feyiz yolunu, feyze mâni olacak engellerden temizler.”

Elbiseler elbiselere benzeyince

 Ashâb-ı kiramdan Abdullah İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:


“Elbiseler elbiselere benzeyince, kalpler de kalplere benzemeye başlar.” (Vekî, Zühd, s. 597)