Dünya savaş tarihinin en kısa ve en kanlı savaşı 1526 Mohaç meydan muharebesidir. Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretleri 32 yaşındadır. Sağ tarafında Pargalı İbrahim Paşa sol tarafında Malkoçoğlu Bali Bey ve Macaristan'ın Mohaç ovasına doğru ilerler, savaş 3 saat sürdü. Matrakçı Nasuh'un Süleymannamesinde anlattığına göre savaş öğlen namazı ile ikindi namazı arasında bitti. Savaş bittiğinde 120 bin Macar askerleri öldürülmüştü. Matrakçı Nasuh diyor ki düşman ansızın saldırdı. Eğer daha geç saldırsaydı savaş daha uzun sürerdi. Asker öğlen namazını kılmadan düşman saldırdı. Apansızın savaşa giren askerin bir süre sonra Paşaları, Beyleri, Alpleri, başındaki birlik komutanları haydi yiğitler vakit daralıyor dedi. Askerler ikindi vakti girmeden öğlen namazını kaçırmayalım diye Mohaç meydan muharebesinde 120 bin düşman askerini öldürdü.
Eşitlik Maskesiyle Kadın İstismârı
Evvelâ şunu ifade etmek gerekir ki, kadın veya erkek olmak, başlı başına bir üstünlük veya noksanlık sebebi değildir. İslâm nazarında üstünlük ancak “takvâ” iledir. Cenâb-ı Hak;
“…Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyuruyor.
Kadınla erkek arasındaki fark; maddî hayattadır, mânevî hayatta bir fark yoktur. Kadın olsun erkek olsun, siyah olsun beyaz olsun, Allah indindeki değerin yegâne ölçüsü “takvâ”dır. Kadını da erkeği de Allah yaratmıştır. İkisine de ayrı hususiyetler vermiştir.
Bugün maalesef, devrin yoldan çıkmışlığının bir tezâhürü olan “kadın-erkek eşitliği” adı altında ayrı bir fitneyle karşı karşıyayız.
Cenâb-ı Hak; erkek ve hanımın fıtratını farklı yaratmıştır. Kadınlık ve erkeklik, birbirini tamamlayan farklı vasıflardır. Kadın-erkek eşitliği demek; bir nevî elma ile armudu aynı görmek, tavukla horozu aynı saymak demektir. Hâlbuki bir horozun fonksiyonunu tavuk yapabilir mi, tavuğun fonksiyonunu horoz yapabilir mi?! Tavuk, horoz gibi ötebilir mi?..
Kadın-erkek arasında eşitlik başka, adâlet başkadır. Eşitlik lâkırdısı, kulaklara hoş gelse de, adâlet bir yana, her iki tarafı da mağdur eden bir zulüm ve haksızlıktır.
Unutmamak gerekir ki Rabbimiz, hanımların gönül dünyasını merhamet ve şefkatle yoğurmuştur. Onların birinci vazifesi, neslin temeli olan evlâtları yetiştirmektir.
Âyet-i kerîmede buyruluyor:
رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا
“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla! Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkân, 74)
Kadın, bir “rahmet insanı” olacak, bir “rahmet zürriyeti” yetiştirecek. “Göz nûru” bir zürriyet yetiştirecek. Bu nesil, topluma takvâda önder olacak. Cenâb-ı Hak bizden böyle bir toplum istiyor.
Evlâtların eğitim gördüğü ilk sınıf, anne yüreğidir. Nitekim “اَلْاُمُّ مَدْرَسَةٌ / Anne bir mekteptir.” denilmiştir.
Aile ocağındaki fertlerin taşkınlıklarını, bilhassa çocukların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek fazîlet cevheri, ancak anne kalbidir. Bir baba, yavrusuna karşı, bir annenin sergilediği sabrı gösteremez.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, daha mukâvemetli olması sebebiyle babaya da dış dünyada maîşet temini vazifesini vermiştir. Yani Rabbimiz, insan tabiatına uygun olacak şekilde vazifeleri tayin etmiştir.
Dolayısıyla; kadını evin tanziminden ve çocukların yetişmesinden koparıp maîşet temini için, tuzaklarla dolu dış dünyanın zorlukları içerisine atmak, kadına zulümdür. Hanımların, hazinelerden kıymetli zarif ruhlarını ve fazîletlerini kaybettirmek pahasına onlara birkaç kuruş kazandırıyor olmak, bu zulmü örtbas etmeye yetmez.
Kadının aslî vazifesi olan nesil yetiştirmekten koparmak, anneliğe veda ettirmek, onu bir vitrin malzemesine dönüştürüp dış dünyaya yönlendirmek; aileyi çöküşe götürüyor. Boşanmalar artıyor. Nesiller perişan oluyor. Evlilikler de azalıyor. Zira evlilik, ağır bir yük olarak telâkkî ediliyor.
Günümüzün modern câhiliyyesinde kadınlar; aileden, evden ve annelikten soğutularak, dış dünyada kendini göstermeye özendirilmektedir. Sanki nâdide bir çiçek, ayaklar altında ezdirilmektedir. Paha biçilmez bir pırlantanın, bir çöp tenekesine düşmesi, ne kadar talihsiz bir durumdur!..
Batı dünyası; kendi bozuk nizamlarında, toplumsal cinsiyet eşitliği adı altında, kadını aşağılayan geleneklerle mücadele etmeye çalıştığını söyler. Hâlbuki bu şekilde kadını daha değersiz hâle getirmektedirler.
Çünkü kadınların fıtratlarını/yaratılıştan gelen husûsiyetlerini görmezden gelerek onları şekillendirmek, kendilerine hiçbir değer katmaz. Nasıl ki, gözü hiçe sayarak yüze takılan ve görmeyi engelleyen süslü bir maske, kişinin hayatını ancak zindan ederse, bu mesele de böyledir.
Avrupa’da kadın, erkek ile eşitlik dâvâsına sürülerek, sokaklara, fabrikalara ve vitrinlere itildi. Şehvet mankeni hâline getirildi.
Hâlbuki iffet, insana mahsus bir keyfiyettir. İffetsizlik ise, insanlık haysiyetinden uzaklaşmaktır. Hayvanlar gibi sorumsuz, rezil ve pespâye bir hayat sürmektir.
Batı’da daha düne kadar insan yerine konmayıp şeytan ve günahla anılan kadın, şimdi de bir iş gücü yahut bir metâ, bir pazarlama unsuru olarak telâkkî edildi.
Erkek ile kadın arasındaki fıtrî “cezb-incizâb” kanunu sebebiyle, erkeğin kadına olan meyli istismar edildi. Kadınlara; güzelliğini teşhir etmek ve kadınlığını kullanmak sûretiyle kıymetli hâle gelme yolu, bir hürriyet olarak gösterildi.
Bosna’nın büyük lideri Aliya İzzet Begoviç şöyle diyor:
“Güya sanat için soyunan kadına alkış tutanlar; Allah için örtünen hanımefendilere neden zulmederler; takvâsı sebebiyle kendini deşifre etmeyen hanımları niçin küçümserler?!”
İslâmiyet’te kadının güzelliği, dış dünyada tesettür ile şifrelenmekte ve sadece beyine deşifre olmaktadır. Böylece kadın; dış dünyaya çıktığında, cinsiyetiyle değil, şahsiyetiyle var olmaktadır.
Kadınlık için, annelik ve yuvasının hanımefendisi olmak en üstün meziyet iken, bugün sosyal hayatta erkeklerle rekâbete sokulan kadın, gitgide aileden uzaklaştırıldı, anneliğe düşman hâle getirildi.
Çünkü ferdiyetçi ve bencil yetiştirilen kimi kadınlar; çocuk doğurmayı, nefsânî arzularına aykırı gördüler ve vücut yapılarının bozulmasına sebep saydılar. Böylece kürtaj kasaplığı revaç buldu.
Hâlbuki Cenâb-ı Hak, âhiretteki mahkeme-i kübrâdan bir manzarayı bildirerek:
“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda!” (et-Tekvîr, 8-9) buyuruyor. Günümüzdeki kürtaj kasaplarını da bu ilâhî tehdit önünde çok çetin bir hesap ve elîm bir azap bekliyor.
Hiçbir meşrû gerekçesi olmadan, sırf nefsânî bahanelerle yavrusunu istemeyip kürtaj kasabına teslim eden vicdan mahrumlarına sormak gerek:
“Allâh’ın verdiği canı almaya ne hakkın var! Hem gaybı biliyor musun?! İstikbâlin ne getireceğinden haberin var mı?! O canına kıydığın yavru, belki yarın sana sığınak, barınak, dayanak olacaktı. Kimsesiz ve bakıma muhtaç kaldığında sana sahip çıkacak, seni koruyup kollayacaktı…”
Ne kadar dikkat çekici bir tenâkuzdur ki; fakir-fukaranın evine yılda bir kez olsun et girmesine vesîle olan Kurban Bayramı’nı “hayvan katliâmı” diye dillerine dolayanlar, ana rahmindeki “çocuk katliamı”na ses çıkarmıyorlar!
Vicdanların kuruduğu bu fertlerin dünyasında çocuk yerine, tıpkı câhiliyyedeki gibi, süs köpeklerinin beslenmesi yaygınlaştı.
Adem aleyhisselam ve Muhammed aleyhisselam
Adem aleyhisselam kırkbin evladını gördü.
Vefatına yakın oğlu Şit aleyhisselamı çağırdı huzuruna:
- Ya Şit!
- Buyur baba.
- Sana beş vasiyetim var.
- Emret babacığım!
- Bir, dünyaya gönül bağlama!
İki, bir iş yaparken, sonunun nereye varacağını düşün!
Üç, kadın sözüyle hareket etme! Çünkü onlar hissi davranırlar.
Dört, bir işe başladığında, kalbine sıkıntı gelirse o işi yapma! Beşincisi ve en mühimi, alnında parlayan “Nur”, ahir zaman Peygamberi Muhammed Mustafa’nın “sallallahü aleyhi ve sellem” nurudur.
Bu Nuru iyi muhafaza et!
Oğlu Şit aleyhisselam;
- Baş üstüne babacığım! dedi.Ve sordu peşinden:
- Babacığım! Muhammed aleyhisselamdan çok bahsediyorsun. Allah katında sen mi kıymetlisin, O mu?
- O kıymetli evladım.
- Neden babacığım?
- Çünkü Cenâb-ı Hak, bana vermediği altı fazileti
Onun ümmetine verdi oğlum.
Şit aleyhisselam merak etti:
- Onlar nedir babacığım?
🥀Birincisi, Hak teâlâ bir hatamdan dolayı beni Cennetten çıkardı. Onun ümmeti çok günah yapsalar da yine Cennetine alır.
🥀İkincisi, benim hatamı, bütün yer ve gök ehli duydu.
O ümmetin binlerce günahını örter, göstermez.
🥀Üçüncüsü, beni, bir hatam sebebiyle Havva’dan ayırdı.
Onun ümmetini, binlerce günahları olsa da, eşlerinden ayırmaz.
🥀Dördüncüsü, ben üçyüz yıl ağladıktan sonra tövbem kabul olundu. Onlar ise sadece pişman olsalar, affolurlar.
🥀Beşincisi, ben bir hata işlemekle, üzerimden Cennet elbisesi alındı. Onlar, nice günahlar işlese de elbiseleri alınmaz.
🥀Altıncısı, bana, tövbem kabul olunması için
Arafat’a gitmem emrolundu.
Onlar ise gönülden pişman olup,
“Affet ya Rabbi!” deseler, Hak teâlâ; “Affettim!” buyurur.
Son olarak; - Ey evladım! Ecelim yaklaştı.
Benden sonra halifem ol!
buyurdu.Ve ruhunu teslim etti.
Kaynak : (Mekâsıdu’t Tâlibiyn)
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bizim, kendi *Ağzımız* la, kendimiz için yapdığımız *Duâ*, zor kabûl olur. Neden? Çünkü bu ağızla biz *Günah* işlemişizdir. Ama bir başkasının *Ağzı*, bizim adımıza günâh işlemez.
O zaman onun *Duâsı*, bizim için günahsız *Ağızla* yapılmışdır ve çok *Makbûl* dür Çünkü o, günâh işlese de, kendisi için işler. Bizim adımıza günah işliyemez.
Onun için *Duâ almak* mühim. Günâhsız bir ağızdan duâ alıyorsunuz. Çünkü onun ağzı, bizim için *Temiz* dir, *Günahsız* dır.
********
Allahü teâlâ, mü’mini, *Namaz kılmak* için yaratdı kardeşim. Namaz kılana, *Mü’min* denir. Kılmıyan, *Şüpheli* dir. Dîn-i islâm, namâzın içinde mündemicdir.
*Namaz*, çok şereflidir, çok kıymetlidir. Niçin? İçinde *Kur’ân-ı kerîm* olduğu için, Kur’ân-ı kerîm okunduğu için.
Çünkü *Kur’ân-ı kerîm* Allahü teâlâdan sonra, makâmı, mevkîi, derecesi, en *Yüksek* olandır. Peygamberlerden de yüksekdir. Bizim Peygamberimizden de yüksekdir.
*Allah kelâmı* çünkü. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: *Bu Kur’ânı, ben dağa indirseydim, dağ su gibi erir ve akardı*.
********
Eğer *Enver Âbi* nin kalbinde bir milim *Menfaat* düşüncesi olsaydı, hiçbir arkadaş onu sevmezdi.
Efendim, bu kadar *Kitap* basılıyor, satılıyor, çoğu da *Parasız* dağıtılıyor. bütün bu hizmetlerden dolayı bizim eve *On Para* girmez.
*Hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ*. Îmânın şartıdır bu. Onun için sebeplere yapışacağız kardeşim. Yalnız sebeplere yapışırken de *Akıllı* hareket edeceğiz.
Çünkü *Neyin* sebebine yapışırsak, onun *Netîcesi* ne katlanmak zorundayız. Çünkü Allahü teâlâ öyle dilemiş ezelde. Allahü teâlâ, kullarını *Başıboş* bırakmamış.
*Kur’ân-ı kerîm* de, Eûzü billâhi mineş şeytânir-racîm Bismillâhir rahmânir rahîm *Ve şâvirhüm fil emr ve izâ azemte fe tevekkel alallah*, buyuruluyor.
Yâni *Ey habîbim! Sen bir sebebe yapışmadan evvel istişâre et, danış!* Hem de Peygamber aleyhisselâma buyuruyor cenâb-ı Hak.
*İstişâre et, eshâbına danış. Ondan sonra sebebe yapış ki, yanlış iş yapmıyasın* buyuruyor.
Teşrik tekbirleri nasıl meydana geldi
İbret al
Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da ibret al!
Şu direksiz kubbe-i semâya bak da ibret al.
Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,
Her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da, ibret al!
Pâdişâh olsan da derler, "er kişi niyyetine"
Var, musallâda yatan mevtâya bak da ibret al!
Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr,
Varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir?
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*İmâm-ı Gazâlî* hazretleri çok büyük bir zâtdır. Çok büyük âlimdir. Kitaplarının sahîfelerini ömrüne bölmüşler, bir gününe onsekiz *Sahîfe* düşmüş.
Ama meselâ *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı, o asırdaki, yâni *Bin sene* önceki insanlara hitâben yazılmışdır. O insanların ihtiyâçlarına göre yazılmışdır.
Bu günkü *Sapıklık* lara karşı, bugünkü *Küfre*, bu günkü *Bid’at* lere karşı değil kardeşim. Evet, *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı kıymetlidir, çok kıymetlidir, ama bu zamana göre değildir.
Onu okumak, bizim kitâplarımızın okunmasına *Mâni* teşkîl etdiği için doğru değildir. *Bizim kitapları* okumadan onu okumak, doğru değil kardeşim. Zamânı harcıyor çünkü.
Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz, bu *Kitap* dan, yâni *Kimyâ-i Seâdet* ve bunun gibi daha *Bin* küsür kıymetli *Kitaplar* dan, bu zamânın ihtiyâcı olan kısımları alıp, *Bizim kitaplara* koyduk zâten.
Yâni *Bizim Kitaplar* okununca, o kitaplar da okunmuş olur.
Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumak la geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, Yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki.
*Efendi* hazretlerinden, herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı* nı, *Kaynağı* nı, *Vesîkası* nı, *Senedi* ni aramak için, bulmak için okuyorum.
Benim ömrüm, *Aramak* la geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: *Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar*.
Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu *İyi*, bu *Kötü*. Bu *Doğru*, bu *Yanlış*. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*.
Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. *Dünyâ* işlerinde de yanılmaz, *Âhiret* işlerinde de yanılmaz.
*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti *Yayan* kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize *Nasîb* ediyor elhamdülillah.
Mürşidi olmıyan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. *Son nefes* in ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür.
*Mürşidi* olanın hâli ise, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah *mürşid-i kâmil* gördük. *Siz* de gördünüz kardeşim.
Biz sizi böyle görmek istiyoruz
Seyyid Fehîm Arvâsî hazretleri, genç iken bir bayram gününde güzel bir elbise giyip çıktı evden. Kendi de çok güzeldi zâten!
Şeyhû adında ihtiyâr biri vardı.
Onu böyle görünce üzüldü! Ve kendi kendine;
" *Heyhât! Bir zamanlar Arvas'tan âlimler çıkardı. Şimdiyse güzel gençler çıkıyor, bize ne oldu?* " diye mırıldandı.
Genç Fehîm bunu işitti.
Ve yaklaştı bu ihtiyâra.
“Şeyhû Baba.”
“Buyurasın oğul.”
“Niçin böyle söylersiniz?”
“Ne bileyim, içimden geldi.”
“Lütfen söyleyin, nedir sebebi?”
İhtiyar, mecbur olup;
" *Oğul, medresemizde bir müderrisimiz yok. Ben, senin için ümit ederdim ki kendini ilimde yetiştiresin. Büyük âlim olup ilme hizmet edesin. Ama görürüm ki, sen de süslenmeye meyletmişsin* " dedi.
Genç Fehîm, almıştı mesajı.
Oradan koştu eve.Çıkardı üstündekileri.Kitaplarını attı omuzuna.
*Ve o gün çıktı Cizre yoluna.İlim öğrenmeye gidiyordu.* Kısa zamanda büyük (âlim) oldu.
Ve Arvas'ta halkı irşâda başladı. Sohbette Şeyhû Baba da vardı.
Ve bir hayli yaşlanmıştı. Bastona dayanarak gelebilmişti.
Seyyid Fehîm'in yanına vardı. Ve memnun vaziyette dedi ki:
" *Biz sizi, böyle görmek istiyorduk.* "
Seyyid Fehîm memnûn olup;
" *Bu işte ortağımsın* " buyurdu.
Kurban alırken nelere dikkat etmelidir?
Yaratmak Allahü tealaya mahsustur
Mühim tenbih...
"Hâlık [yaratıcı] ve mûcid [îcad eden] yalnız Hak teâlâdır..."
Yaratmak Allahü tealaya mahsustur. Mecaz olarak da, meydana getirmek veya keşf etmek manasında da olsa, insanlar için yaratıcı demek yanlıştır. (Elektrik ampulünü Edison yarattı) diyenler oluyor. Fonograf, megafon, elektrik ampulü gibi aletleri ilk defa bulan Edison; bunları yaratmamış, sadece keşf etmiş yani yaratılmasına, icad edilmesine sebep olmuştur. Bunları yaratan, icad eden Allahü teâlâdır. Hadis-i şerifte, (Allah, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır) buyuruldu.(Buhari)
Demek ki, Edison'u da, elektrik ampulünü de yaratan Allahü teâlâdır. Edison'un bunları yaratması şöyle dursun, mevcut maddeleri bir araya toplayıp, yeni aletlerin yaratılmasına sebep olurken, elinin, ayağının, gözünün, diğer duygularının, çeşitli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve diğer organlarının işlemesinden ve kullandığı maddelerin, aletlerin yapısından, içlerindeki atom, proton kuvvetlerinden haberi yoktu. Böyle birine yaratıcı denilir mi? Yaratıcı; bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü teâlâdır.
Tam ilmihal Seadeti Ebediyye