Bir kâfir İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ-ül Ulûm kitâbının sayfalarını muhabbetle çevirse Îmâna gelir

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Bir kâfir, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin *İhyâ-ül Ulûm* kitâbının sayfalarını, muhabbetle çevirse, *Îmâna* gelir. 

Bir mü’min de, bir kâfirin kitâbını muhabbetle çevirse, mâzallah *Kâfir* olur efendim. O gün olmasa da, bir gün olur. Çünkü satırlar arasından çıkan *Zulmet*, mutlaka birgün te’sîrini gösterir.

İbadetine sevineceğine günahına üzül

İbadetine sevineceğine günahına üzül.

(Seyyid Abdülhakim Arvasi Kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

*Işık* soyadını, bize Efendi hazretleri koydu. Şöyle ki, yeni soyadı kânunu çıkdı, ondan evvel soyadı yokdu. Namazdan sonra oturduk, konuşuyorduk. 

Sen ne koyacaksın, sen ne koyacaksın? diye konuşuyorlardı. Efendi hazretleri; *Işık koymalı, Işık soyadı hoş olur*, buyurdu. Ben hemen sessizce oradan çıkdım.

Kimse farkına varmadan, dooğru nüfus müdürlüğüne gitdim. Soyadımı *Işık* koydurdum ve döndüm. Efendi hazretleri beni görünce, *Sen ne koydun soyadını?* buyurdular. 

Ben de, *Işık* koydum efendim, dedim. Efendi; *Öyle miii, çok güzel olmuş, çok iyi, çok iyi*, buyurdu. İltifât buyurdular. Efendi’den *Işık* ismini işitenler, doğru nüfus müdürlüğüne gidiyorlar. 

O gün, ertesi gün, Eyüp Sultân’da nüfus memuru; *Bu Işık soyadını bir subay geldi aldı*, diyor. Hepsi üzülüyor tabii. 

Bunun üzerine, kayınpederim Ziyâ bey, *Akışık* koydu soyadını. Kimisi *İki ışık* koydu, Efendi hazretlerinin de soyadı *Üçışık* oldu. Hikmet-i ilahî, biz bilmeyiz. 

Bu büyükler, *Kalb câsusu*’durlar. Câsus ne yapar? İnsanlar arasında haber araşdırır, memleketine bildirir. Bu büyükler de insanların kalblerini tek tek araşdırırlar. 

Bir *Cevher*, bir *İstîdâd* görünce, onu *Cezb* ederler. Yâni karşısına ya bir *talebesini* veyâ bir *kitap* veyâ bir sebep çıkararak, kendilerine çekerler.

Bu yolda 'göze alınabilecek en hâfif şey

Bu yolda 'göze alınabilecek en hâfif şey', şehidliği göze almak(dır).

Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî-Üçışık 

Kûddise Sirrûhu

Akıldan şakk olunmuş bir kılam ben

Akıldan şakk olunmuş bir kılam ben

Kesafet âleminde ne kılam ben

Bu âlemde garîbim hem-demim yok

Latîf-i âlemim kande bulam ben

Enîsim munisim yok bu arada

Mugaylanlıkta bitmiş bir gülem ben

Ki bir zencîrsiz arslan idim evvel

Bu kesret içre hâli müşkilem ben

Bu âlem halkı hep benden kaçarlar

Sanarlar ki buları âkilem ben

Eriştim âhiri bir reh-nümâya

Meded eyle dedim derdli dilem ben

Dedim kıl merhamet ey Hazret-i Pîr

Bu berzahda dahi nice kalam ben

Tutup destim bana oldu musâhib

Der-i Sâmî'de bir kemter kulam ben

Cemî-i sohbetinden oldum irşâd

Ki kırk yerden yarılmış bir kılam ben

Bu halk içre eğer lâl ise dilim

Pîrimin bâgçesinde bülbülem ben

İçirdi Salih'e aşkın meyinden

Ki bir solmaz şükûf-ı sünbülem ben  


Şakk = Yarma, yarılma, parçalanma.

Kesafet âlemi = Madde alemi, cisimler.

Hem-demim = Arkadaşım.

Latif = Allah'ın isimlerindendir. Hoş, güzel.

Kande = Nerede.

Enîs = Dost, arkadaş, yâr.

Munis = Cana yakın.

Mugaylan = Diken.

Kesret Çokluk.

Âkil = Yiyen, yiyici.

Âhir = Sonunda.

Reh-nümâ = Yol gösteren, kılavuz.

Derdli dil = Derdli gönül.

Dest = El.

Musâhib = Sohbet eden, sohbet arkadaşı.

Der-i Sami = Sami'nin kapısı.

Kemter = Daha aşağı, itibarsız.

Cemi = Bütün.

Şükûf-ı Sümbül = Sümbül bahçesi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Peygamber Efendimiz, bir gün mübârek ellerini açıp; Yâ Rabbî, dünyâya umûmî bir *felâket* gelecek olursa, beni temsîl eden bir *cemâat* sağ kalsın, bu cemâat, âhirete kadar, beni ve yolumu *temsîl* etsin. 

İnsanlar bir *yanlışa* düştükleri zeman, bu topluluktan biri onları *îkâz* etsin, doğru yolu göstersin, böylece insanlar benim ve eshâbımın doğru yolundan ayrılmasınlar, diye niyâz da bulunmuş. 

Allahü teâlâ da bu niyâzı kabûl etmiş. *Mekkî Efendi*, bunu bize anlatır ve *Allahü a’lem bu kimseler sizsiniz*, derdi.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bir mektûbu var efendim. Orada buyuruyor ki: *Beni seven, îmânla ölür*. Ne büyük müjde kardeşim. Biz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok seviyoruz. 

*Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbının hemen hemen yarısını, Onun *Mektûbât* kitâbından aldık. Ahmed Mekkî Efendi, bana ne derdi, biliyor musunuz? 

*Senin yazdığın bu Seâdet-i Ebediyye kitâbını, hazret-i Mehdî okuyacak*, derdi. İşte hazret-i Mehdî’nin hangi evden çıkacağı belli olmadığı için, *Tam İlmihâl*’in her evde bulunmasına çalışıyoruz kardeşim.  

Efendim, İzmir’den bir mektûb geldi. Makine mühendisi bir hanım yazmış, diyor ki: *Sizin Gazeteyi ve sizin kitaplarınızı okuyunca, bende bir değişiklik oldu. Örtündüm ve namaza başladım*. 

Babam, emekli albaydır. Hayâtta hiç alnını secdeye koymamış biridir. Bana dedi ki: *Kızım ne bu hâlin, sen aklını mı kaybetdin, ne oldu sana?* 

Ben de ona; *Beni bu hâle koyan şu kitâbı al da oku*, dedim. Kırmadı beni, okudu. Okuyunca, o da değişdi ve namaza başladı. 

Kadıncağız böyle yazmış efendim. İşte bu kitaplar, okuyana böyle *Feyz* veriyor. Yalnız okuyana mı? Dağıtana daha çok verir. 

Efendi hazretleri; *İslâmiyetden bir kıvılcım kaldı*, buyururdu. İşte bu kitaplar, o kıvılcımın şerâresidir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Efendi nazretlerinin evi *Eyüp*’de idi. Bizim ev *Fâtih*’de idi. Her gün, sabah namazından önce *Eyübe*, Efendinin sohbetine giderdim. Gece yarısına kadar kalkmazdım.

Daha doğrusu kalkamazdım efendim. Kalkınca da, Eyüp Sultân’dan vapurla *Köprü*’ye giderdim. Köprüden tramvayla *Fâtih*’e. 

Dâima son vapuru beklerdim. Bakardım, son vapurun kalkmasına yarım saat var. Efendinin sohbetinden ayrılamazdım efendim. İçimden; *Hele 5-10 dakîka daha oturayım*, derdim. 

Bir de bakardım ki, vapurun kalkmasına 10 dakîka var. Yine içimden; *Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakîkada giderim*, diye düşünürdüm. 

*5 dakîka daha otursam kârdır*, derdim. Bir de bakardım ki, 5 dakîka var. Yine içimden; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun*, derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış. 

Hattâ yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fâtih'e giderdim. *5-10 dakîka* diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. Geceleyin yürüyerek giderdim. 

Mübârek, bana *Arabcayı* ve *Farscayı* öğretdi. Her gidişimde, Mevlânâ Hâlid Efendimizin *Dîvânını* okuturdu bana. Kelime kelime okutup, mânâsını anlatırdı. Böylece o *Dîvânı* başından sonuna kadar hatmetdik. 

Askerî okulda, lise birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. 

*Seksen* kişi oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *otuz* kişiyi, *Tutabilir* diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için *Tutamaz* diye ayırdı. 

Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de, *Tutamıyacak* ların içine ayırdı. Hâlbuki ben, tutmak istiyordum. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. 

Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın, sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün*, dedi. Doktor iriyarı bir yüzbaşıydı. 

Ramezân-ı şerîf geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye *Yemek* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. 

Seksen senedir de tutuyorum, oruçdan dolayı *hasta* bile olmadım. Doktor bana; *Sınıfda kalırsın*, demişdi. Ben okulun birincisi oldum. 

Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *Ben* kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Bir mü’minin, mahşerde hesâbı görülüyor. Ne hazindir ki, sevâbı *Azıcık*, günâhları *Dağ* gibi. Melekler, o mü’mini tam Cehenneme götürecekleri zaman, gökden bir *Torba* inip, sağ kefeye düşüyor.

O torbanın ağırlığından, sevâblar *Dağ* gibi çoğalıyor. Allahü teâlâ, meleklere; *Terâziye bakın!* buyuruyor. Melekler terâziye bakıyorlar ki, sevaplar çoğalmış. 

Hayret içinde; *Bir torba imdâda yetişdi*, diyorlar. Ama bunun hikmetini merak edip, Rabbimize soruyorlar. Cenâb-ı Hak meleklere buyuruyor ki: 

Benim bir *dostum* vefât etmişdi. Bu da oradaydı, kabrine iki kürek *Toprak* atdı. Benim *Velî* kuluma, benim *dostuma* bu kadar hizmet etdiği için, kendisini affetdim, buyuruyor. 

Yâ kardeşim, bu kadarcık hizmetin netîcesi böyle olursa, bir düşünün. Ya hayâtdayken hizmet etdiyse? Ya ona bir bardak *Su* verdiyse, *Yemek* yedirdiyse, bir işini gördüyse, *Kitaplarını* dağıttıysa, düşünün artık. 

Ehl-i sünnet âlimleri çok *Büyük*’dür kardeşim. Çok ilim sâhibidirler, çok fazîletlidirler. Peki efendim, bu âlimler niye çok büyükdür? 

Çünkü bunlar, o kadar *Mütevâzı* insanlardır ki, onlar mütevâzı oldukça, Allah onları *Yükseltir*. O hâlde, âlim ne kadar alçak gönüllü olursa, o kadar yükselir. 

Aksine, kendini ne kadar *İyi* bilmeye kalkışırsa, Allah indinde ve insanların nazarında o kadar kaybeder. Bir insan kendini ne kadar *Büyük* görürse, kibirlenirse.

*Ben bilirim*, diye başını kaldırırsa, çenesinin altından, mânevî bir zincirle onu aşağı çekerler. O vakit Allah indinde ve insanların gözünde *Küçülür*. Sâdece kendisi, kendisini büyük görür. 

Bir insan da ne kadar *Mütevâzı* olursa, kendini *küçük* görürse, başını ne kadar *aşağı* indirirse, kibirlenmezse, başının üzerinden, mânevî bir zincirle onu *Yukarı* asılırlar.

Kendisini, sâdece kendisi *küçük* görür. Fakat o kişi, Allah indinde ve insanların gözünde, *Büyük* ve *Kıymetli*’dir.

Namaz ve İman

Namaz nerede var ise, orada iman var. Namaz yok ise, iman ya var, ya yok. Zirâ namaz kılmayan tamamen gafildir. 

(Seyyid Abdülhakim Arvasi Kuddise sirruh)

Cennette makamını görmek için

Seyyid Abdülhakîm Arvasi (Kuddise sirruh)
Kaynak: Son halkalar Seyyid Abdülhakîm Arvasi külliyatı

Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî Hazretlerinin Cum’a hutbesine başlarken minberde söylediği türkçe hutbe

Mürşid-i Kâmil Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî Hazretlerinin Cum’a hutbesine başlarken, minberde söylediği türkçe hutbesidir.

Fırsat ganîmetdir. Ömrün temâmını fâidesiz işlerle telef ve sarf etmemek lâzımdır. Belki temâm ömrü, Hak celle ve alânın rızâsına muvâfık ve mutâbık şeylere sarf etmek lâzım ve lâbüd [lâzım, gerekli] ve vâcib ve lâyıkdır. Beş vakt nemâzlar, ta’dîl-i erkân ile, cem’ıyyet-i bâtın ve cemâ’at ile edâ edilmelidir. Ve teheccüd nemâzlarını elden çıkarmamalı. Seher vaktlerini istigfârsız geçirmemeli. Gaflet uykusuyla hoşlanmamalı, huzûz-ı âcile [dünyâ zevkleri] ile magrûr olmamalı [aldanmamalı]; tezekkür-i mevt [ölümü düşünmeli], ahvâl-i âhıreti [âhıret ahvâlini] göz önünde bulundurmalı. Umûr-ı gayr-i meşrû’a-yı dünyeviyyeden i’râz [harâm olan dünyâ işlerinden yüz çevirip], bâkî kalan âhıret işlerine ikbâl etmek lâzımdır. Lâzım ve zarûrî olan, dünyâ ma’îşeti işleri ile meşgûl olup, sâir vaktleri, âhıreti i’mâr etmekle meşgûl olmalı. Hâsıl-ı kelâm [sözün kısası], mâsivânın [Allahü teâlâdan gayri şeylerin] muhabbetinden korunmalı ve bedeni ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla süslemeli, onunla meşgûl olmalı. İşin hakîkati budur. Bundan gayri cümlesi hiçdir. Bâkî [devâmlı kalıcı] ahvâlimiz hayrlı olsun.