Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bâzen elini bana uzatır ve *Sık!* buyururlardı. Ben de sıkardım. Az sonra, Efendi gözlerini kapatırdı. Ben, *Uyudu* zannedip, elimi gevşetirdim.


O zaman gözünü açar ve yine *Sık!* buyururdu. Bu *Büyükler* in her bir hücresi zikredermiş efendim. Demek ki, kendi hücrelerindeki o *Zikr* bana da geçsin diye öyle yapardı Mübârek. 


Bu hususta *Râbıta* da var, ama o kolay birşey değil. Herkes yapamaz. Efendi hazretlerinden, râbıta için izn istemeye gelenlere; *Ona da sıra gelir, daha vakti var* deyip, geçişdirirlerdi. 

********

Ben her şeyi, Efendi hazretlerinden öğrendim. Yalnız arabça kitapları değil, türkçe kitapları bile Ondan öğrendim. *Mâlûmât-ı Nâfia* diye bir kitap vardı.


Onu bana verip, *Bunu oku, fâidelidir* buyurdu. Biz onu şimdi basdırdık. *Bir* numaralı kitâbımız oldu. *Fâideli bilgiler*. Efendi hazretleri tavsiye etdi bize onu. 


Velhâsıl hep Abdülhakim Efendi hazretlerinin methetdiği, tavsiye etdiği kitapları basdırdık. O büyüklerin ismini bile söylemek kârdır. *İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme*. 


Hadîs-i şerîfdir bu. Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfde ne buyuruyor? *Allahü teâlânın sevdiklerinin, yâni Evliyâ kullarının ismi bir yerde söylenirse, oraya rahmet yağar* buyuruyor. 


Elhamdülillah, Rabbimize çok şükür. Mübârek ramezânda Cum’a namâzı kılmak ne büyük seâdet, ne büyük bahtiyârlık. Cenâb-ı Hak bize *İhsân* etdi. 


Abdullah ibni Abbâs hazretleri buyuruyor ki: Günlerin en kıymetlisi *Cum’a* günüdür. Ayların en kıymetlisi *Ramezân-ı şerîf* ayıdır. Amellerin en kıymetlisi de ihlâs ile kılınan *Namaz* dır. 


Elhamdülillah, bugün işte bize üçü de nasîb oldu. *Ne güzel, ne güzel, ne güzel*. Ne kadar şükretsek azdır kardeşim. 

********

Allahü teâlâ bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, yâni *Hidâyet* nasîb etmiş. Bunları kendi hizmetinde kullanıyor. Kullarının hidâyetine vesîle ediyor. 


Bâzı kullarına da *Mudil* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da, dalâlete vesîle oluyorlar, yıkıcıdırlar, bölücüdürler. *El-hamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah*. Rabbimiz bizi onlardan etmemiş. 


*Elhamdülillah elhamdülillah elhamdülillah*, Rabbimiz bizi *Hâdî* ismiyle şereflendirdiği, mes’ud, bahtiyâr kulla-rından eylemiş. Ne büyük *Seâdet*, ne büyük *Müjde* efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, bu hizmetlerden dolayı bana bir imkân verirse, meselâ *Cennetini* nasîb ederse, içeri girmem efendim. Kapısında dururum. 


*Yâ Rabbî, bu hizmetleri, ben tek başıma yapmadım. Dünyâda kardeşlerim vardı, arkadaşlarım vardı. Bu hizmetleri, onlarla birlikde yapdık. Onları da isterim!* derim.


Ve mahşer meydanına geri dönüp, arkadaşların hepsini tek tek alırım. Hep birlikde gelir, Cennete gireriz.

*******

*Şeref-ül mekân bil mekîn*. Ne demek bu? Bir yerin şerefi, içinde oturanlarla ölçülür. Ama *üç şey* müstesnâ. O üç yer, aksine içindeki insanlara *Şeref* verirler. 


Çünkü Allahü teâlâ onları zâten şerefli yaratmışdır. Biri *Câmiler*. İkincisi, *Kâbe-i şerîf*. Bir de Medîne-i Münev-veredeki, *Kabr-i seâdet*. 


Allahü teâlânın dînini yayan mücâhidler ve onların yapdığı bu hizmetler de çok *Şerefli*’dir kardeşim. 


Allahın dînine hizmet edenler de çok kıymetlidir. Sizler de çok kıymetlisiniz. Neden? Çünkü kıymetli işle uğraşanlar da *Kıymetli* olurlar. 

*******

En büyük bayram, o *Büyük*’leri tanımakdır kardeşim. Çünkü bu ni’met, dünyâ ve âhiret ni’metlerinin en büyüğüdür, bundan büyük ni’met yok. Niçin? Çünkü Cennete girmek, buna bağlı. 


O büyükleri görmiyen, kitaplarını okumıyan kimsenin, kurtulması çok *Zor*’dur. Meselâ biz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini görmeseydik, belki şimdi müslümân bile değildik, yâhut da *Sapık* bir müslümândık.


Din ve dünyâ seâdeti, bu *Büyük*’leri tanımakdır kardeşim. Allahü teâlâ dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ kerîmdir. *Kerîm*’in, ufak bir sebeple keremi coşar, yayılır her tarafa. 


Ömürler geçiyor kardeşim. Vaktiyle Abdülhakim Efendi hazretlerinin huzûrunda el pençe dururken, şimdi bu nimetin *Hayâli* kaldı. Hayâle kaldık. 


Hepimiz, gâyemize doğru gidiyoruz. Gâye nedir? Rabbimize kavuşmak. Yâni O’nun *Rızâsı*’na ve *Sevgisi*’ne kavuşmak. İnşallah kavuşuruz kardeşim.

Kâmil mümin kendinin kâmil olduğuna inanmaz

Sohbet-i salihin;

Hocamız Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyurdular:

İmam-ı Gazâlî hazretleri Kimyâ-i Se'âdet kitâbında buyuruyorlar ki; Birine yapacağınız en büyük beddua üç şeydir. Yâ Rabbî, çok ömür ver, çok sıhhat ver, çok para ver. Niye? Çünki onlar varken Allah demez. Onların bir arada olması, Allah demeye uygun değil, münâsib değil, yahşi değil. Onun için hep isteyici olmayalım, hayırlısını isteyelim. Biz hayırlısının nerede olduğu bilemeyiz.


Yine buyurdular ki: Bir mü'minin kemâlde olması, kendisinin kemâlde olduğuna inanmamasıdır. Ya'nî günâhlarını düşünür, âhıret bakımından sıkıntılarını, üzüntülerini düşünür. İşte bu, kâmil bir müslimândır. Eğer kendisinde zerre kadar bir üstünlük, meziyyet, sıfat düşünse, o, kâmil bir mü'min değildir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben Ankara’dan, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini görmek için İstanbul’a gelirken, çoğu kere trende yer bulamayıp, *Ayakda* gelirdim. 


Yine bir defâsında, ayakda geldim. Sonra vapurla Eyüp Sultâna ve doğruca *Dergâha* varıp gördüm ki, içerisi kapıya kadar dolu. Kapıdan içeri girip, hemen *Boş* bir yere oturdum. 


Kapıdan içeride olduğuma şükretdim. Şimdi siz de, bu kapının içindesiniz ya, ister *Divan* da olun, ister *Yerde* oturun, neresi olursa farketmez kardeşim. 

********

*Kur’ân-ı kerîm* okumak, ibâdetlerin en *Kıymetli* sidir. Çünkü bu, Allahü teâlâ ile konuşmak oluyor. Namaz, niçin çok efdâldir ? Çünkü namazda *Kur’ân-ı kerîm* var. 


*Mevlid* okumak niçin çok sevapdır? Çünkü mevlidde *Kur’ân-ı kerîm* okunuyor. Kur’ân-ı kerîm okumak bütün ibâdetlerin en efdâlidir. 


Hadîs-i şerîfde ne buyuruldu? *Namazda okunan Kur’ân-ı kerîm, namâzın hâricinde okunan Kur’ân-ı kerîmden daha efdâl ve daha hayrlıdır*. 

********

Bizler dünyânın en bahtiyâr insanlarıyız kardeşim. Niçin? Çünkü Rabbimiz bizi *İnsan* yaratmış. Sonra *Müslümân* yaratmış. Sonra Habîbine *Ümmet* yaratmış. Ne büyük seâdetdir bu. 


Sonra, sevdiklerini tanıtmış ve onların *Yolu* nu göstermiş, onun için çok bahtiyârız. Allahü teâlânın dînine hizmet edecek *Mücâhid* ler yetişiyor, elhamdülillah. 


Kim yetişdiriyor bunları? Allahü teâlâ. Nitekim kendisi, Kur’ân-ı kerîminde; *Bu dîni, ben muhâfaza ederim. Muhâfaza etmek için de sebebini yaratırım* buyuruyor. 


Pekii, o sebep nedir? İşte bu *Mücâhid* lerdir. Yâni sizlersiniz. Sizin gibi mücâhidler, İslâma hizmet edecek, bizim de mezarda rûhumuz *Şâd* olacak. 


Siz islâma hizmet ederken, bizim de mezarda çürümüş vücûdumuz, rûhumuz inşallah *Şâd olur*. Çünkü biz kabirde iken, sizin bu hizmetlerinizden haber alırız, melekler *Haber* verirler kardeşim.

İbadetlerin makbul olması için

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:İbadetlerin makbul olması için sahih olması, şartlarına uygun olması lâzım. Binaenaleyh, şartlarını öğenmek lâzım, ibadetlerin. Şartlarını. Onlara uygun yapmak lâzım. Bir de ihlas ile yapmak lâzım. Niyet, halis niyet ve ihlas. Allahü teâlâ için, Allahü teâlâ emrettiği için, hem şartlarına uygun yapacağız, ibadet sahih olsun diye... Hem de Allah için yapacağız, makbul olsun diye, makbul. Sahih olur ama makbul olmaz, niyet bozuk.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İçimizde en günâhkâr olan kim, biliyor musunuz? *Benim, Been!* En günahkâr benim. Niçin? En yaşlınız benim de onun için. 


Çünkü insanın, Allahü teâlâyı unutarak, gafletle aldığı, verdiği her nefes, *Günâh* yazılır kardeşim. Hepimiz gaflet içindeyiz. 


Gafletle alınan ve verilen nefesler, hep *Günâh* yazılır. İçinizde, en fazla nefes alıp veren benim, öyleyse içinizde en *Günahkâr* olan da benim. 

*******

Büyüklerden feyz alabilmek için bir yol var efendim. Nedir o? Kendini acındırmak. 


*Feyz* almak istiyorsan, kendini büyüklere acındıracaksın. Niçin? Çünkü onlar, acırlarsa verirler. Acıdıklarına lütfederler, ihsânda bulunurlar. 


Acımadıklarına vermezler. Onların acıyarak bir şefkatli nazarı, kalbleri temizler. Her şeyin bir yolu vardır ya, büyüklerden *Feyz* almanın yolu da budur işte. 


Bu gün, atom bombasının yapmadığını, *Güler yüz* ve *Tatlı dil* hâllediyor efendim. Yâni herkesle iyi olmak, iyi geçinmek. Buna diplomasi diyorlar. Bu haslet kimde varsa, o başarılı olur. 


Onun için Enver âbi hep başarılı oluyor. Çünkü o, güler yüzlü, tatlı sözlüdür. Zâten bu, mü’min olmanın alâmetidir. *Mü’min*, güleryüzlü olur, tatlı dilli olur. *Münâfık* ise, somurtkan ve asık suratlı olur. 

*******

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın, bir kuluna vereceği en büyük ni’met, sevdiği bir *Dost*’unu ona tanıtmasıdır. Aynen Eshâb-ı kirâma Peygamber Efendimizi tanıtdığı gibi. 


Onun için bu gün, o büyükleri tanıyanlar, Peygamberimizin zamânında dünyâya gelselerdi, hepsi *Eshâb-ı kirâm* olurlardı. Ve bu gün, o büyükleri inkâr edenler, o zaman dünyâya gelselerdi, *Ebû Cehil*’den beter olurlardı. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini görmeseydik, Onu tanımasaydık, ne biz olurduk, ne de bu hizmetler olurdu. Çünkü cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde öyle diyor. 


Yâni, *Ey habîbim, eğer bu din gelmeseydi, siz evvelce olduğu gibi, kabîleler arasında kavga ederdiniz, birbirinizi öldürürdünüz*, buyuruyor.

Bu gazete benim

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, şimdi burda kendi kendime düşündüm, dedim ki: Ben şimdi ölsem, ne yapacaklar beni? Önce *teneşir* tahtasına koyacaklar, yıkayacaklar, sonra da kefenleyip *kabre* koyacaklar. 


Diyelim ki, kabre girdim, oradaki böcekler, yılanlar, akrepler üzerime üşüşdüler. Kimi ısırıyor, kimi kanımı emiyor. Acıdan kıvranıyorum. 



Ben böyle düşünürken bir hadîs-i şerîf hâtırıma geldi. *Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdün Cenneti*. 

Yâni, *mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. O vakit râhatladım efendim. 


Çünkü Cennetde olan, o haşerelerin eziyetini hissetmez ki. Ben yemîn etsem ve dünyâda iken, *ben Cennete girdim ve çıkdım* desem, bana günâh olmaz efendim. Niçin? 


Çünkü Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini, kabr-i şerîfine ben koydum. Efendimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? *Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. 


Ben o kabre girdim. Öyleyse ben, Cennet bahçesine girdim. Bu aklıma geldi ve râhatladım efendim. 

*****

Bir gün âilece Bursa’ya gitmişdik. *Sâim Şensöz* kardeşimizin evinde misâfir olduk. Bir akşam oturuyorduk, çay içiyorduk. 1980 senesiydi gâliba. Gazetemiz yeniydi.


Tirajımız azdı. Zannedersem 1500 kadardı. Postayla adreslere gönderiliyordu. *Enver bey* de gençti henüz, şimdiki gibi çok tanınmış değildi. Bir gece rüyâ görmüş efendim. 


Cağaloğlunda, Çatalçeşme sokakta, ikinci kattalarmış. Bir ara kapı açılmış ve *Abdülhakim Efendi hazretleri*, bildiğimiz şekliyle, mübârek sakalı, mübârek sarığı, mübârek pardesüsü ile.


Elinde baston, içeri girmiş efendim. Enver âbi; *Yerimden bir fırladım, elini öptüm*, diyor. Mübârek, tak, tak, tak, gidip, Enver âbi’nin yerine oturmuşlar ve Enver âbi’ye dönüp; 


*Bu gazete benim, bugün burada gazete sâhipleri toplanacak, bu toplantıya ben başkanlık yapacağım. Benden sonra da sen devam edersin*, buyurmuşlar. 


Sonra kalkmışlar. Yine tak, tak, tak, yürüyüp, kapıdan çıkıp gitmişler. Ben Enver âbiye sordum, *Bu gün en meşhur gazeteci kim?* diye. Bir isim söyledi. 


Ben de kendisine; *Hepsinin saltanatı bitecek, bir gün en meşhur gazeteci, Enver Ören olacak ve Enver âbiyi şu Türkiye’de tanımayan kimse kalmıyacak*, dedim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 🥀 💐💕☘🌺🌺☘💕💐🥀

           Hüseyin Hilmi bin Saîd 

              Mübarek Hocamız 

             Rahmetullâhi aleyh

              buyurmuşlar ki: 


İNSANLARDA KUSÛR ARAYANIN DOSTU OLMAZ. KUSÛRU KENDİNDE ARAYANIN HERKES DOSTUDUR. EĞER BİRİSİ GELİR DE SİZE, BİR DÎN KARDEŞİNİZİ KÖTÜLERSE, ALLAHDAN KORK, SUS DERSENİZ, YÜZ ŞEHÎD SEVÂBI ALIRSINIZ. ZA’ÎF KALBLER, ZA’ÎF RÛHLU İNSANLAR, BU ZAAFLARINI GİDERMEK İÇİN, GÜÇLÜ İNSANLARIN ARASINI AÇMAK İSTERLER, BİRİNDEN DİĞERİNE

LAF TAŞIRLAR. SİZ ONLARA KIYMET VERMEYİN VE ONLARI DİNLEMEYİN. 


İslâm âlimleri, bütün istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek, dînimizin bu güzel emrlerini bildirmek

ve torunlarının dînlerini, îmânlarını korumak için, çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere

yâdigâr bırakmışdır. Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve Şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mübârek kanını dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine onların mübârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz. 


HÂİNLERİN KALEMLERİNDEN ÇIKAN, SÜSLÜ KELİMELERLE ÖRTÜLMÜŞ, ZEHRLİ PROPAGANDALARI OKUYARAK, AZÎZ VE SEVGİLİ ÎMÂNIMIZI KAPDIRMAMAĞA, ALDANMAMAĞA ÇOK DİKKAT ETMELİYİZ!.

İyilik yapmak mecburiyetinde değiliz. İstersen yaparsın, istersen yapmazsın. Ama kötülük yapmamaya mecburuz. İyilik yaparsan iyi; ama yapmazsan kimse bunu niye yapmadın diye sormaz. Nasîbin yokmuş der; ama bir kötülük yaparsan, neden bunu yapdın diye sorarlar. Allah’ü teâlâyı incitmemek için, Onun komşularını incitmememiz lazımdır. 


-İKİ KİŞİ KARŞILAŞINCA MUHAKKAK BİRBİRLERİNE AZ DA OLSA FEYZ GEÇER. MÜRŞİD-İ KÂMİLİN FEYZİ İSE HER YERE GİDER. FEYZİ MÜRŞİD-İ KÂMİLDEN İSTEYECEĞİZ. O, ALLAH’Ü TEALANIN FEYZİNİ VERİR. 


-Mürşid-i kâmili tanıyan, seven, Ondan feyz alır. Tanımıyorsa, itiraz da etmiyorsa, gene ondan feyz alır.

Tanıyor ama sevmiyorsa, o zeman feyz alamaz. 


SİLSİLE-İ ALİYYEYİ OKUYAN, MUHAKKAK FEYZ ALIR ONLARDAN. KALBTEN KALBE YOL VARDIR. “MİNEL KALBİ İLEL KALBİ SEBİLA.” PEYGAMBER EFENDİMİZİN MÜBAREK KALBİNDEN, TÂ SEYYİD ABDÜLHAKÎM EFENDİ HAZRETLERİNİN MÜBAREK KALBİNE KADAR FEYZ YOLU VARDIR. BU FEYZLER, BU NURLAR, BU YOLDAN BİZE KADAR GELİYOR. BİZ DE ONLARI SEVERSEK, SEVDİĞİMİZ KADAR BİZE DE GELİR. SİLSİLE-İ ALİYYEYİ BİR İNSAN SEVEREK OKURSA, KALBİNİN KAPILARI AÇILIR. 


-Rabıtadan maksat, irtibat kurmaktır. İrtibat kurduğun zâttan, sen bilsen de, bilmesen de, anlasan da, anlamasan da, feyz gelir.

-Kitap okuyan o yazarları düşüneceği için, o yazarların kelamı olduğu için, tercüme edenin varlığı orada bulunduğu için, hep rabıta halinde olur. Onların ruhu, anıldığı yerde hâzır olur. Eğer her zaman hazırdır derse, küfre gider. O Allaha mahsustur.

BİRKAÇ MEKTUP BİLE OLSA, ANLASA DA, ANLAMASA DA, MEKTÛBÂT OKUYAN FEYZ ALIR. MANASINI BİLMESE DE FEYZ ALIR.

BİZİM KİTAPLAR, OKUYANA FEYZ VERİYOR. DAĞITANA DAHA ÇOK FEYZ VERİR.

BU BÜYÜKLERİN NAZARLARI, KELAMLARI, RÛHANİYYETLERİ, KALPTE NE KADAR KİR, PAS, GÜNAH VARSA, HEPSİNİ TEMİZLER. 


Kitabevinde oturanlar, kitaplarda isimleri geçen, hâl tercemeleri geçen o büyük zâtların ışınlarının altında tedavi görüyor. Dolayısıyla, mutlaka kitaplarımızın olduğu yerde olmağa çalışın.

-Müslimânın oturduğu evden feyz yayılır. Bu, sokağa te'sîr eder.

-Bir müslimânın evinde okunan Kur'ân-ı kerîmden, kılınan nemazdan hâsıl olan feyz-i ilâhî, pencere aralarından, kapıların altından, mahalleye akar. Böylece dolaşır, neresi müsaitse, oradan içeriye girer. Müsait olmayan yere girmez.

-Büyüklere mensub olan cimâdât (cansız eşya) bile kıymetlidir. Ya kendi elleri... Onlara temas eden

cimâdâta dokunan feyz alır. Mesela hırkalarına, başlıklarına, gömleklerine dokunan feyz alır. Ya kendi

mübarek ellerine dokunan; alır da alır... Biz bilmeyiz; alanla veren bilir onu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir savcı, *Üç* tâne *Suâl* hâzırlamış, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine soracakmış. Ehibbâdan Hâlid efendi ile Bâyezid’de buluşup, Eyüp Sultâna gideceklermiş. Savcı câmiye gitmediğinden, kahvede buluşmuşlar. 


Hâlid efendi demiş ki: *Abdülhakim Efendi hazretlerinin câmide sohbeti var, Onu dinleyip, sonra berâber yanına gideriz*. Hâlid efendinin zoruyla, savcı câmiye girmiş. Abdülhakim Efendi hazretleri de sohbete başlamış.


Ve o sohbetin içinde, savcının bütün suâllerine de bir bir cevap vermiş efendim. Çıkdıkdan sonra, savcı; *Gitmemize lüzûm kalmadı, bütün suâllerimin cevâbını tek tek aldım ve tatmîn oldum*, demiş. 

*****

Eyüp Sultân’da, *Hüseyin efendi* diye meşhur bir *Şeyh* vardı. Abdülhakim Efendi hazretleri oraya gelince, bu Hüseyin efendi merâk etmiş. Kendi kendine;


*Benden büyük şeyh olur mu? Kimmiş bu Vanlı Hoca, gidip bir göreyim*, demiş. Abdülhakim Efendi hazretlerinin yanına cübbeyle, sarıkla gelmiş, kendini tanıtmış. 


Efendi hazretleri, *Buyurun!* deyip, yanına oturtmuşlar. Herkes bir geri kaymış. Hüseyin efendi kendi kendine; *Kıymetimi bildi, yanına oturttu*, demiş. 


Fakat biri dahâ gelince, onu da yanına oturtmuş. Hüseyin efendi de dâhil, herkes bir geri kaymış. Her gelen, Efendi hazretlerinin yanına oturduğundan, Hüseyin efendi kendini kapının eşiğinde bulmuş. 


Fakat sohbeti dinleyince herşeyi anlamış efendim. Ertesi gün cübbeyi, sarığı çıkarmış, Efendi hazretlerine gelmiş. Efendi hazretleri; *Hüseyin Efendi sen misin, niçin geldin?* diye sormuş. 


Hüseyin Efendi; Efendim, ben kendimi *şeyh* zannederdim. Meğer ben, *Eşşeyh* değil, *Eşşek*’mişim, size kul köle olmağa geldim, demiş ve o gün dergâhta hizmete başlamış. 


Hanımına ve kayınvâlidesine de; *Siz de gelin, dergâhda bulaşık-çamaşır yıkayın*, dermiş. Biz onları, orada hizmet ederken gördük efendim.

Bu büyükleri seven kimseye kabir azabı olmaz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu büyükler, gelen talebelerde kâbiliyet aramazlar. Zîra onlar, bir *Taş*’a teveccüh etseler veyâ dokunsalar, hattâ sâdece baksalar, o taş *Feyz* alır, feyz verir. Hattâ *bin sene* geçse bile, o feyz, o taşdan gitmez efendim. 


O büyüklerin tahmînî konuşmaları, *Allahü a’lem* demeleri, yâni *Allah bilir ki*, demeleri veyâ öyle zannediyorum ki, demeleri *Kat’iyyet* ifâde eder. 


Çünkü onlar, *Mutlak böyledir* demezler, bir açık kapı bırakırlar. 


Meselâ Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *Bu gün, dünyâda bir mürşid-i kâmil, şurada yok, şurada yok, şurada yok, belki Hindistân’da vardır*, buyurdular. 


İşte o *Belki* kelimesi, kat’iyyet ifâde eder. O gün Hindistân’da vardı efendim, İsmi de, *Ehlisünnet Hân*. Hattâ bu zât, bir kitap yazmış. Ben okudum o kitâbı. 


Bir yerinde yazmış ki: *Bizi seven, yolumuzu seven, bu büyükleri seven kimseye, kabir azâbı olmaz*. Öyle buyurmuş Mübârek. 

*******

Bir kadıncağız, kocasına devâmlı söylermiş, dermiş ki: *Ne olur, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine söyle, ben Ona bağlanmak istiyorum*. O da; Söylerim hanım! dermiş, ama gidince unuturmuş. 


Ertesi gün bir daha sormuş: *Söyledin mi efendi?* Aaa, Vallâhi unutdum hanım. *Niye unutdun?* Hanım, bu gün öyle bir sohbet vardı ki, Vallâhi aklıma bile gelmedi. Hanımı; *Bâri bugün söyle*, demiş. 


Adam da; Hayhay hanım söylerim, demiş, ama gene unutmuş. Derken hanım vefât etmiş efendim. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri namâzını kıldırmış ve *Allahü a’lem, bizi sevenler kabir azâbı çekmez*, buyurmuş. 


Ertesi gün, bu kadıncağızı rüyâda görüyorlar. Diyorlar ki: Allahü teâlâ sana ne muâmele etdi? 


Kadıncağız sevinç içinde; *O zâtı sevdiğim için kabir azâbı çekmiyorum*, demiş. Kabir azâbı yok. Niçin? O zâtı sevdiği için. Sevmek kâfi, ne büyük *müjde* kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden ne bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da –Hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım*, demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit çocuk imiş. Bunu duymuş ve gidip Peygamber aleyhisselâma söylemiş. 


Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz hemen babasına koşmuş. 


Ve hiddetle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile. Demediysen, demediğini söyle!* demiş. 


O da korkup *inkâr* etmiş. Bir de *yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için *İzin* istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine bu münâfık şehre girerken, oğlu *Hâris* radıyallahü anh koşup yolunu kesmiş. 


Ve babasının karşısına dikilip; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demedikçe, şehre giremezsin! demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

,,,,,,,,,,


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri ameliyat olmasını söylediler. Efendi hazretleri bir gün bana; *Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. 


Ben de cevâben; *Efendim, sizin onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz*, buyurdu.


Abdülhakim Efendi hazretlerinin tanınmamasına  biz üzülürdük kardeşim. *Böyle derin bir âlim tanınmıyor, bilinmiyor, buralarda yazık oluyor*, derdik. 


Şimdiki Lise hocaları hep çocuk. Bizim zamânımızda oturaklı hocalar vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce müdürlük yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük*’dü. Ama ne zamana kadar? Efendi hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi hazretlerini* gördüm, *Sohbet*’ini dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, Efendi hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her zaman söylüyorum, münâkaşa *Yasak*. Nasıl olur da bir mü’minin kalbi incitilir efendim. Muhammed Mâsum hazretleri, *Mektûbât*’ında bunun zararlı olduğunu bildiriyor ve *Münâkaşa etmeyiniz!* diyor. 


Bir mü’minin, bir mücâhid kardeşinin kalbini incitmenin, *Kâbe*’yi, yedi kerre yıkmakdan daha büyük günâh olduğunu, dînimiz bildiriyor. Onun için, buna çok dikkat edeceğiz kardeşim. 


Birbirimizin kusûrunu affedeceğiz ve sabredeceğiz. *Sabredenin gideceği yer neresidir?* Peygamber Efendimiz bunu bildiriyor. Hadîs-i şerîfde; *Sabredenin gideceği yer, Cennetdir*, buyuruyor. 


Onun için birbirimizi incitmiyeceğiz. Birimiz, birimizi incitirsek dahî, karşıdakinin buna *Sabr*’etmesi lâzım. Hattâ ona *Duâ* etmesi lâzım. Dînimiz böyle emrediyor. Müslümânlık budur, kardeşlik budur. 


Her zaman söylüyorum. *Kimseyle münâkaşa etmeyin!* diyorum. Münâkaşa *Zararlı*'dır. Dostun muhabbetini azaltır, düşmanın da düşmanlığını artdırır. 


Bir vazîfe ile *Burgaz* mağaralarına keşfe gitmişdim. O akşam da Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine iftâra dâvetliydim. Vakt geç oldu, dönecek vâsıta yok. Durakda beklerken, bir *Taksi* gelip yanımda durdu.


Onlar da İstanbula gidiyorlarmış. Beni de aldılar. Edirnekapıda indiğimde, akşam ezânı yeni okunmağa başladı. Koşarak dergâha gitdim. 


Abdülhakim Efendi hazretleri beni görünce; *Hilmi, önce namâzını kıl, biz seni bekleriz*, buyurdular. İftârdan sonra Burgaz’da neler gördüğümü sordular. 


Ben de anlattım ve *Orada çok mağara var*, dedim. 


Bunun üzerine; *O mağaralar nasıl meydana geldi biliyor musun?* diye sordular. Bilmiyorum efendim, dedim. 


*İstanbul’un surları ne ile yapıldı? Surlar yapılırken Bizanslılar oralardan kireç çıkardılar. Bunları keşif raporuna yaz*, buyurdular. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; *İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığında ben oradaydım. Üfledim, ateş söndü*, buyurmuş. 


Bunun gibi, *Abdülhakim Efendi hazretleri* de, o surlar yapılırken orada olabilir. Birden cevâplaması bunu gösteriyor kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


Askerî okulda, lisede okurken, ben namâzımı kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım. İlmihâl’de de yazdım ya; Bir kadir gecesi uyuyamadım, yatağımdan fırlayıp kalkdım ve duâ etdim.


O gece rüyâda, Allahü teâlâ bana Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri’ni gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında Nûr şeklinde idi. Daha sonra, bir gün dersden çıkınca, Bâyezid câmiine namaz kılmağa girdim.


Bir de bakdım, câminin Bâyezid meydanına bakan kapısının yanındaki demir parmaklıklı bölmede, bir Hoca Efendi va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâat de, Onu dinliyordu. 


Câminin ortasına kadar cemâat dolu idi. Oraya doğru yürüdüm. Parmaklıkların arkasında, nûr yüzlü, sevimli bir Hoca Efendi, bir kitâbdan birşeyler anlatıyordu. 


Hoca Efendinin karşısından gidersem Edebsiz’lik olur diye düşündüm ve Hoca Efendinin karşısından yürüyüp gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. 


Onun için arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. Hoca Efendi, demir parmaklıklara arkası dönük vaziyette oturuyordu. 


Parmaklıkdan atlayıp, tam Onun arkasında oturdum. Kucağını, arkadan seyrediyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, çok merak etdiğim Konu’ları anlatıyordu. Biraz sonra ezân okundu. 


Hoca Efendi; Dersimiz burada kalsın, deyip, kitâbı kapatdı. Bakdım, pırıl pırıl, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden o kitâbı alıp, arkaya, yâni bana uzatdı ve; Bu kitap, küçük efendiye benim hediyem olsun, dedi. 


Çok şaşırdım, hayret ettim. Çünkü hiç arkasına bakmamışdı, beni görmemişdi. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden bildi? Sonra hep berâber namâza kalkıldı. 


Ben, biraz sonra derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım ve ayrıldım. Fakat kendi kendime; Bu zât kimdir, nerde bulunur? dedim. Merak etdim, araşdırdım, cemaate sordum. 


Bana cevâben; Cum’a günleri Eyüp Sultân câmiinde va’z eder, dediler. Sevindim ve Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. Cum’a namâzına Eyüp sultâna gitdim. Maksadım, o Hoca Efendi’yi görmekdi. 


Onu görebilmek için câminin en ortasına oturdum. Fakat Onu göremedim. 


Biraz daha bekledim, gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki oturan kişiye; Abdülhakîm Efendi nerdedir? dedim. 


O da bana; O, yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez, dedi. Bekliyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp, yan bölmeye geçdim. 


Orada da aradım, göz gezdirdim, bulamadım. Yine yanımdakine dönüp; Abdülhakîm Efendi nerdedir? diye sordum. 


Dedi ki: O zât, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra, va’z etmek için buraya gelir, dedi. 


Namâzı bitirince etrâfa bakdım, gene göremedim. Çıkıp, dışarda bekliyeyim, diye düşündüm. Namâzın duâsını beklemeye sabredemeyip, hemen dışarı çıkdım. Bakdım ki gelmiş. 


Bir kitâbcı tezgâhının yanında, ayakda, kitapları tedkîk ediyordu. Hemen yanına gitdim, karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitapçının yanında, oturmak için bir Bank vardı. 


Kitapcı, kaba bir şekilde; Hoca! Niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya! dedi. O da, Peki, deyip, tam oturmak üzereydi ki, ben fırladım hemen. 


Bir dakîka efendim, oturmayın! dedim. Ve hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları elimle temizledim. Parkayı katlayıp, bankın üzerine koydum ve Şimdi oturun efendim, dedim. 


Ama Abdülhakim Efendi, parkanın üzerine oturmayıp; Al onu oradan! dedi. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular ve; Onu üzerime ört, buyurdular. 


Oooh! Çok sevindim. Hemen parkamı Abdülhakim Efendi hazretlerinin üzerine örttüm. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle berâber câmiye girdik.


Yan tarafındaki küçük bölmeye geçdik. Ben, en önde, Abdülhakim Efendi hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle Efendi’nin anlatdıklarını dinliyordum. 


Hiç bilmediğim bilgileri, rahle üzerindeki bir Kitap’dan anlatıyordu. Hiç işitmemiş olduğum, çok merâk etdiğim bilgileri zevkle dinlerken, sanki Defîne bulmuş bir Fakîr gibiydim.


Yâhut Serin Su’ya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid Abdülhakîm Efendi’den hiç ayırmıyor, Onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye doyamıyordum.


Söylediği, her biri Pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebimi, her şeyi unutmuşdum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyordu.


Sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri, beni mestetmişdi. Efendi hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri dediğinde, ben içimden; İmâm-ı Rabbânî kim acabâ? diye düşündüm.


Hiç bu ismi işitmemişdim. Kendi kendime; Rabbânî dediğine göre, Allahü teâlâ ile ilgili mi acabâ? dedim. Hemen not defterimi çıkardım, araşdırmak için bu İsmi yazdım. Efendi hazretleri anlatmaya devâm ediyordu. 


Biraz sonra da; Mevlânâ Hâlid hazretleri o kadar yüksek bir zât idi ki, peygamberlik devâm etse idi, hiçbir şey eklemeden, o hâliyle peygamber olurdu, buyurdu. 


Bunu işitince yine şaşırdım. Bu defâ içimden; Bu zât kim acabâ? dedim. Bu ismi de hiç duymamışdım. Mevlânâ dediğine göre bu da Allahü teâlâ ile ilgili olabilir, dedim. 


İkisini de çok merak ediyordum. Kendi kendime; Buradaki türbede yatan zâta, Hâlid bin Zeyd diyorlar. Herhâlde bu türbedeki zâtdan bahs ediyor, diye düşündüm. 


Hemen Mevlânâ Hâlid ismini de not defterime yazdım. Bu iki ismi araşdırıp kim olduklarını öğrenecekdim. İşte böyle kardeşim.


Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devâmlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimi de, Kim sevilir, kim sevilmez? Bunu öğrendim Ondan. 


Bir sâat geçmiş, ama bana bir an gibi gelmişdi. Ders bitdiğinde, rüyâdan uyanır gibi kendime geldim. Ders esnâsında herşeyi unutmuşdum. Dışarı çıkmak için kapıya geldim. 


Askerî postallarımın iplerini bağlamaya uğraşıyodum ki, arkamdan birinin bana bir şey dediğini işittim. Çok tatlı bir ses tonu ile; 


Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Ara sıra bizim eve gel, sohbet ederiz, diyordu. 


Bir de dönüp bakdım ki, böyle söyliyen, biraz önce va’zını zevkle dinlediğim Hoca efendi bu. Beni, evine dâvet ediyordu. Çok sevindim. Bu, benim için çok büyük Ni’met idi. 


Tabii o zaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle, Allahü teâlâ istiyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, istedim de kavuşdum elhamdülillah. 


Dışarıda yağmur yağıyor. Bizim İlmihâl’de, Bir üniversiteliye Cevap bahsinde yazdık bunu. Gökden rahmet, yağmurla iner. Yağmura da bereket, Şimşek’deki elektrikden gelir. 


Fakat şimşekden de bereket geliyor. Dışarıya maddî rahmet yağıyor, içeriye ise görünmiyen mânevî rahmet yağıyor. 


Mânevî rahmet yağdığını nereden biliyoruz? Silsile-i aliyye’nin son satırı neydi? Sâlihlerin ismi söylenince yağar rahmet-i ilâhî. Biz de sâlihlerin isminden bahs etdik. 


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden, Abdülhakîm Efendi hazretlerinden, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinden, Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinden bahs etdik.


Yine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinden "kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz" bahsetdik. Bu büyüklerin ismini andık. Onun için şimdi buraya da Mânevî Rahmet yağdı kardeşim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri beni daha ilk görüşte; 


Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde, yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz, buyurup, beni evine dâvet etdi. 


Ben de dâvet etmesinden cesâret alıp, evine gitdim. Dâvet etmeseydi gidemezdim kardeşim, çekinirdim. O zaman Cum’a günleri tâtil idi. Bir sonraki Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. 


Cum’a günü olunca, heyecanla evine gitdim. Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir Köşk vardı, orada sohbet etdiğini öğrendim ve o köşke girdim.


Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir Köşk vardı. İdris köşkü diyorlardı oraya, III. Selîm Hân yapdırmış. Kapıdan girince hemen karşıdaydı. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri, o köşkde sohbet ediyordu. İçeriye girdim. Efendi hazretleri köşeye, sedirin üstüne oturmuşdu, önünde de bir Rahle vardı. 


Kayınpederim Ziyâ Bey de hemen önünde diz çöküp oturmuşdu. Ve rahledeki kitapdan okuyor, Abdülhakim Efendi hazretleri de, Ziyâ beyin okuduklarını açıklıyor ve anlatıyordu. 


O zaman Ziyâ beyi tanımıyordum tabii. Oturacak yer yokdu, salon mahşer gibi kalabalıkdı, her yer dolu idi. Zâten Edeb’imden içeriye giremedim, utandım. 


Kapının dış tarafına, Sofa’ya oturup dinlemeye başladım. Daha bir dakîka geçmeden, Efendi hazretleri başını kaldırıp beni gördü ve Küçük efendi, sen buraya gel! diye beni yanına çağırdı. 


Hemen kalkıp gitdim. Ayaklarının dibinde bir kişilik boş yer vardı. Beni oraya oturtdu Mübârek. Edeb’imden yüzüne bakamadım. Ancak arada sırada kaçamak bakardım. 


Velhâsıl biz bütün kazandıklarımızı, Edeb’imiz sâyesinde kazandık kardeşim. O gün Efendi’nin sohbetine gitmeğe başladım ve artık hiç bırakmadım. Efendi hazretlerini tanıdığımda, Onsekiz yaşında bir gençdim. 


Elhamdülillah, daha ilk görüşde teveccüh etdi bana. Teveccüh demek, Sevmek demekdir. Yâni ilk görüşde sevdi beni.


İnde zikris sâlihîn tenzîl-ür rahme. Ne demek bu? Yâni Evliyânın ismi anıldığı yere rahmet yağar. Bütün arkadaşlar müsâit oldukları zamanlarda toplanıp, Kitap okusunlar. 


Kitap okumak şartdır. Öğreneceğiz kardeşim. İslâmiyetin en büyük düşmanı Cehâlet’dir. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? Beşikden mezara kadar ilm öğreniniz! buyuruyor. 


İlm öğrenmek Farz’dır. İlimden maksat da, İslâmiyet'dir. Farzları öğrenmek farz, vâcibleri öğrenmek vâcib, sünnetleri öğrenmek sünnet, harâmları öğrenmek de farzdır. 


Öğreneceğiz ki, sakınacağız kardeşim. Farzı ve sünneti de öğreneceğiz ki, amel edeceğiz. Taleb-ül ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin. 


Ne demek bu? Yâni, erkek olsun, kadın olsun, bütün müslümânların ilm öğrenmesi, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmesi Farz’dır, diyor Peygamber Efendimiz.

Dârülharbde bir hırsızlık yapılırsa

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Dârülharbde bir hırsızlık yapılsa, o yer sonradan dârülislâm olsa, hırsızlık yapan kişiye ceza verilmez.Had suçları, dârülislâmda işlenirse cezalandırılır. Diğer Hanefî dışındaki üç mezhebde, dârülislâm vatandaşı bir müslümanın, dârülharbde işlediği hırsızlık, zina, şarap içme gibi had suçuna, dârülislâmda ceza verilir.

 *Cennette yaşlı-genç herkesin 30, 33 veya 35 yaşında olacağı hakkında hadis-i şerifler vardır.

Mürtedin Nikâhı

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Erkek mürted olursa, nikâh bozulur. Tekrar tevbe ederse, yeniden nikâh gerekir. Şâfiî’de ise, iddet içinde tevbe ederse, nikâh gerekmeden zevcesine dönebilir. Kadın mürted olursa mezhebin esas prensibine göre nikâh bozulur ise de, sonra gelen mezheb ulemâsı, nikâhın bozulmayacağı, kadının tevbeye zorlanacağı, tevbesi hâlinde zevciyet münasebetinin devam edeceği istikametinde fetvâ vermiştir. İrtidad sebebiyle nikâhın feshinde, talâk sayısı azalmaz.

Kurşun dökmek ilaç kullanmak gibidir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Kurşun dökmek ilaç kullanmak gibidir. Câizdir. 

*Âyet-i kerimede, sarhoşun, ne söylediğini bilecek hâle gelinceye kadar namaz kılmaması emrolunuyor. Yürürken sallanacak vaziyette olan sarhoşun abdesti de bozulur. Devamlı bu halde ise namaz kılamaz. Ayıldıktan sonra tevbe ve kaza etmesi gerekir.

*Namazda imam efendi kahkaha ile gülerse ;İmamın abdesti ve namazı bozulur. Cemaatin yalnızca namazı bozulur; yeniden kılar. (İbni Abidin, Namazın Adabı bahsi)

*Erkeğin, zevcesine, dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek, "Sana yaklaşmayacağım" diye yemin etmesine îlâ denir. Dört ay içinde zevcesine yaklaşıp yemin kefareti verir. Aksi halde, bir talâk-ı bâin ile boşanmış olurlar.

Kocası karısına hakkım sana haram olsun derse ne olur ?

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Mızraklı İlmihal’de yazan bir hadis-i şerife göre insana fakirlik getiren şeylerden biri de fakirden ekmek almaktır. 

Bunun sebebi; Fakir ekmeği satarsa, ihtiyacı olduğu halde satmış demektir. Muhtaç kimseden, ihtiyacı olan şeyi almak uygun değildir. Bu ekmekten hayır gelmez. Ekmeğini almadan, yardım etmek lazımdır.

*Koca karısına hakkım sana haram olsun derse, kadın kocasının getirdiği yemeği yer, verdiği parayı kullanır.

Çünkü; Bu söz mecazdır. Yemesi caizdir, zira nafaka kadının evlilikten doğan hakkıdır. Koca bunu haram edemez.

Saç uzatmak

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Kadınların erkekler gibi kısa saç kestirmesi ve erkeklerin de kadınların uzattığı gibi saç uzatması caiz değildir. Hazret-i Peygamber efendimiz aleyhisselam o devirde erkeklerin uzatması âdet olduğu mikdarda, yani arkadan boynuna, yandan kulakları üzerine düşecek kadar uzatmıştır. Her devrin ve yerin âdetine uymak icab eder. Erkeğin saç uzatması hoş karşılanmayan yerde, sünnet mikdarı bile saç uzatmak doğru değildir. Zira âdette sünnettir. Şöhrete, parmakla gösterilmeye sebep olur.

Bir başkasına ait şifresiz wireless bağlantısına bağlanmak caizdir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Huşu sebebiyle veya ahenkli okumak için Kur’an-ı kerim okurken sallanmak mahzurlu değildir. Namazda kasden ileri geri veya öne arkaya sallanmak, Yahudilere benzemek olduğundan mekruh görülmüştür.

*Şu kadar para verirsen, sana bir haber vereceğim” demek; Rüşvet değil, mükâfat sayılır. Helâldir. Ama hakkı olan bir şeyi söylemek için para isterse, rüşvet olur. Meselâ bir kimse, bir başkasına git felancaya şunu söyle dese, o da gitse ve para istese câiz olmaz. Zira vazifesidir. Talebe işlerindeki memur, para verirsen, notlarını söylerim dese, yine böyledir. 

*Bir başkasına ait şifresiz wireless bağlantısına bağlanmak caizdir. Şifre koymamışsa, başkalarının kullanmasına izin verdiği anlaşılır. Etrafı çevrilmemiş tarladan geçmek gibidir. Ama sürati azalttığı ve başka mahzurlara yol açtığı için kullanmamak iyi olur.

Cihad fetih için yapılmaz

Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Cihad fetih için yapılmaz. Ama meşru cihaddan sonra fetih olabilir. Düşmanın menkul ve gayrımenkul malları, İslâm devletine ganimet olur. Hatta İbni Âbidin gibi fıkıh kitaplarında, “Cihada çıkmadan düşmana Müslüman olması teklif edilir. Olursa muharebe biter. Müslüman olmazsa, zimmî olarak İslâm devleti hâkimiyetinde yaşaması teklif edilir. Bunu kabul etmezse savaşılır. Bu teklifi yapmak şarttır. Böylece Müslümanların maksadının toprak fethetmek olmadığı anlaşılır” diyor.