Bu ümmetin üstünlükleri

Bu ümmetin üstünlükleri:

1– (Mesâbîh-i şerîf)de bu bâbın evvelinde Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Geçmiş ümmetlerin ömrüne nisbetle sizin ömrünüz, ikindi nemâzı vaktiyle güneşin batması arasındaki zemân gibidir. Sizin, yehûdîlerin ve nasâranın hâli şuna benzer. İşçi çalışdırmak istiyen bir adam dedi ki, kim benim için birer kırâta günün yarısına kadar çalışır. Yehûdîler, günün yarısına kadar çalışdı. O kimse sonra, kim benim için bir kırâta günün ortasından ikindi vaktine kadar çalışır. Nasâra, ikindi vaktine kadar birer kırâta çalışdı. Sonra şöyle dedi, kim ikindi vaktinden güneşin batmasına kadar ikişer kırâta çalışır. Dikkat ediniz, siz ikindi vaktinden güneşin batmasına kadar çalışanlarsınız. Dikkat ediniz. Sizin ücretiniz iki katdır. Yehûdîler ve nasâra kızdılar. Biz çok çalışıyor, az ücret alıyoruz, dediler. Allahü teâlâ onlara, hakkınızı vermekde size zulm etdim mi? buyurdu. Hâyır, dediler. Allahü teâlâ buyurdu ki, o benim dilediğime verdiğim bir ihsândır.)


2– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ümmetimin içinde beni en çok sevenler, benden sonra gelen, ehlini ve malını beni görmeğe fedâ eden kimselerdir.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” onların şiddetli muhabbetlerini temennî eder. Onların birisi ki, ehlini ve malını beni görmek için ve bana vâsıl olmak için fedâ edeydi, o kimseler bu sıfatla sıfatlanmışlardır.


3– Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlânın kullarından öyleleri vardır ki, Allahü teâlâya birşey için yemîn etseler, muhakkak o şey yerine getirilir. Ümmetimden Allahü teâlânın emrlerini yerine getirenler, eksik olmaz. Onlara karşı koyanlar, küçük düşürmek istiyenler, hiçbir zarar yapamazlar.


Allahü teâlânın emri gelinceye kadar, onlar bu hasletleri üzere olurlar.) Bu hadîs-i şerîfi rivâyet eden Enes “radıyallahü anh” hazretleri dedi ki: Râbi’a adlı hanım benim halam idi. Ensârdan bir câriyenin ön dişini kırdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna geldiler. Da’vâya Resûlullah bakdı. Kısâs yapılmasını emr etdiler. Enes bin Nadr ki, Enes bin Mâlikin amcasıdır. O, Allahü teâlâya yemîn ederek, yâ Resûlallah, onun dişini kırma dedi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Yâ Enes! Allahın kitâbı kısâsı emr ediyor!) Sonra dişi kırılan câriyenin yakınları kısâs yerine diyeti kabûl etdiler. O durumda Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, Allahın adı ile birşey için yemîn etseler, Allahü teâlâ bu sevgili kullarının hâtırı için, o şeyi hemen yaratarak, istedikleri hâsıl olur.)


(Müslim) şerhinde beyân olunmuşdur: Enes bin Nadrın (Hâyır, vallahi onun dişini kırma) demesinin ma’nâsı, Habîbullah hazretlerinin hükm-i şerîflerini red değildir. Belki murâdı, kısâs etmeğe müstahak olanları vaz geçirmekdir. Afv etmeleri için, Resûlullahı onlardan yana afvda şefâ’at etmek için yöneltmek için idi. Kendisini yemîninde hânis etmiyeceklerine kuvvetle inandığı için yemîn etdi. Veyâ Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin fadlına ve lutfüne i’timâdı, güveni tam olup, yemînini bozdurmayıp, hasmlarının kalbine afvı ilhâm buyurur, şeklindedir. Hadîs-i şerîfin ikinci kısmı Şâm ehli için buyurulmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Şâm toprağında, benim ümmetimden, Allahü teâlânın emrlerini yerine getiren kimseler eksik olmaz. Onları zelîl etmek, onlara karşı çıkmak istiyenler, hiçbir zarar yapamazlar. Allahü teâlâ şânühü hazretlerinin emr-i şerîfi gelene dekden murâd kıyâmetdir, onlar o hasletleri üzere olurlar.)


4– Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ben kardeşlerimi görmeği severim!) Eshâb-ı kirâm dediler ki: Yâ Resûlallah! Biz senin ihvânın [kardeşlerin] değilmiyiz! Buyurdular ki, (Siz benim Eshâbımsınız. Kardeşlerim o kimselerdir ki, gelmemişlerdir. Benden sonra gelirler. Ben onların ferâtıyım.) Ya’nî evvel gidip, lâzım olanları onlar için hâzırlarım.


Bâbın evvelinden buraya kadar zikr olunan hadîs-i şerîf, (Mesâbîh-i şerîf)in sahîh hadîslerinde vardır. Hasen hadîslerinde ancak bu hadîs-i şerîf vârid olmuşdur.


5– Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ümmetim yağmur gibidir. Önce gelenler mi, yoksa sonra gelenler mi üstündür bilinmez!) Türpüştî “rahimehullah” buyurmuşdur ki, bu hadîs-i şerîf ile, evvelkilerin, sonrakiler üzerine efdaliyyetlerinde tereddüt etmemelidir. Zîrâ önce gelenler, sonra gelenlerden; zemânlarının sonraki zemânlardan kıymetli olacağından üstündürler. Hadîs-i şerîfde tereddütden murâd, fâideli olmalarındadır. Dîni neşr etmekde, hakîkat ile fâideli olmakdadır. Yağmur, önce ekini bitirir. Sonra, sapı üzerine durduğu hâlde [o hâle gelince] olgunlaşdırır, terbiye eder. Yağmurun fâidesinin evvelinde mi, sonunda mı olduğu bilinmez. Böylece; bu ümmetde de, evvelkiler dîni kâim kıldılar; kurdular. Sonrakiler, zemânla insanların bozduğu dîni doğru olarak, önceki gibi kurdular. Bu hadîs-i şerîfde işâret olunmuşdur ki, muhakkak bu ümmetin âhıri [sonra gelenleri] hayr ve salâhda, dînin kuvvetli olmasında öncekiler gibi olur. O rivâyet üzerine, hadîs-i şerîfde bildirildiği gibi, Mehdî hazretlerinin gelmesi mahallinde, Îsâ bin Meryem “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” hazretlerinin gelmesi [nüzûlü] vaktinde, geçmiş ümmetlerin aksine olarak, çok kuvvetli olup, önce gelenlere benziyecekdir. Zîrâ onların [geçmiş ümmetlerin] sonra gelenleri dîni tebdîl ve Kitâbullahı tahrîf etdiler. [Hadîd sûresi 16.cı âyet-i kerîmesinde meâlen], (... Kur’ân-ı kerîmden evvel kitâb verilenler gibi olmayınız! Onlar, kendileri ile Peygamberleri arasındaki zemân uzayınca, kalblerine kasvet yerleşip, çoğu dinden çıkıp, kitâblarına göre ameli terk etdiler) buyurulmuşdur. (Meâlim-üt-tenzîl)de, sûre-i Âl-i İmrânda, 110.cu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Allahü teâlâ, meâlen, (Sizler, bütün insanlar içinde en iyi bir ümmetsiniz, cemâ’atsiniz...!) buyurmuşdur.


Katâdeden nakl olunmuşdur ki, onlar ümmet-i Muhammeddir. Ondan evvel hazret-i Mûsâdan, hazret-i Dâvüdden ve hazret-i Süleymândan “aleyhimüsselâm” gayri bir Peygamber harb ile emr olunmamışdır. Onlar küffâr ile harb ederler. Küffârı [kâfirleri] dinlerine dâhil ederler. Onlar, insanlar için hayrlı ümmet olurlar idi.


Denildi ki, linnâs kavl-i şerîfi uhricet kavli şerîfinin sılasındandır. Ma’nâsı şu demek olur ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, insanlar için hayrlı olan bir ümmet seçdi. Yine râvîler an’anesi ile Behrâm bin Hâkimden, o da babasından nakl etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin, (Sizler, bütün insanlar içinde en iyi bir ümmetsiniz, cemâ’atsiniz...) kavl-i şerîfinde [Âl-i İmrân sûresi 110.cu âyeti], buyurdu ki, (Siz yetmiş ümmeti, Allahü teâlâ katında, onların en iyisi ve mükerremi olarak temâmladınız!) buyurmuşdur. Yine râvîler an’anesi ile rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Dahâ önce geçen yetmiş ümmetden Allahü teâlâ katında en iyisi ve mükerremi bu [Peygamber efendimizin] ümmetdir.) Teveffi kavl-i şerîfi ifâdandır. Eşref ma’nâsınadır.


Yine an’ane ile Ömer ibnül Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Bütün Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ben girmeden evvel Cennete girmeleri harâm kılınmışdır. Yine bütün ümmetlere, benim ümmetim girmeden evvel Cennete girmeleri harâm kılınmışdır.) Yine an’ane ile, Abdüllah bin Berdeden, o da babasından rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Cennet ehli yüzyirmi saf olur. Sekseni bu ümmetden, kırkı sâir ümmetlerdendir.) (Me’âlim)den nakl burada temâm oldu. Bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden eyleyen Allahü teâlâya hamd olsun. (Ravda-tül Ulemâ) sâhibi beyân etmiş ki, denildi, her safın arası meşrıkla magrib arasınca olur. Her safın arası dünyâ misâli olur.


6– (Mesâbîh)de, Hesâb, Kısâs ve Mîzân bâbında, sahîh hadîs olarak nakl olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Nûh aleyhisselâm, kıyâmet gününde gelir. Ona denilir ki, risâletini kavmine teblîg etdin mi. Nûh aleyhisselâm der ki, (Evet yâ Rabbî!) Ümmetinden süâl olunur ki, Nûh size teblîg etdi mi. Onlar inkâr edib, (Bize korkutucu kimse gelmedi) derler. Sonra Nûh aleyhisselâma denilir ki, şâhidlerin kimdir. Buyurur ki, Muhammed Mustafâ aleyhisselâtü vesselâmın ümmetidir.)


Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Siz gelirsiniz ve Nûh aleyhisselâm teblîg etdi, diye şehâdet edersiniz!) Sonra Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, [meâl-i şerîfi] (Böylece, size insanlara şâhid ve örnek olmanız için...) olan [Bekara sûresinin 143.cü] âyet-i kerîmesini okudular. Bu âyet-i kerîme, ikinci cüz’ün başındaki âyet-i kerîmedir. Muhyissünne Begavî (Me’âlim-üt-tenzîl)de bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmişdir: Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, yehûdî ileri gelenleri, Mu’âz bin Cebele “radıyallahü anh” kıble hakkında dediler ki, Muhammed bizim kıblemizi, hasedinden dolayı terk etdi. Bizim kıblemiz Enbiyâ “aleyhimüsselâm” kıblesidir. Bizim insanlar arasında âdil olduğumuzu Muhammed bilir, dediler. Mu’âz “radıyallahü anh”, muhakkak, hak üzere ve âdil olan biziz. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri meâl-i şerîfi, (... bunun gibi, sizi adâletli ümmet kıldık...) olan [Bekara sûresinin 143.]cü âyet-i kerîmesinde bunu beyân buyurdu. (İbrâhîm aleyhisselâm ve zürriyyetini seçip, ayırdığımız gibi, sizi de seçilmiş ve adâlet üzere olan ümmet kıldık) buyuruldu. Bu da onun gibidir. Dinde eksikliği ve fazlalığı olan din ehlinin, ikisi de zemmedilmişdir.


Bize Abdülvâhid bin Ahmed an’ane ile Ebû Sâ’id-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden haber verdi. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ikindi nemâzından sonra bizim aramızda durdu. Orada, kıyâmete kadar olacak şeyleri terk etmekden zikr etdi [söyledi]. Bir gün hurma ağaçları arasında bir dıvârın yanında durup, buyurdu: (Âgâh olun [Dikkat ediniz], dünyânın ömründen, geçen zemâna nisbetle kalanı, bugünün kalan zemânı kadar bile değildir. Bu ümmet, yetmiş ümmeti, hepsinin iyisi ve ekremi olarak temâmlar!) Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin, [meâl-i şerîfi yukarıda zikr olunan âyet-i kerîmenin devâmı olan] (Böylece, insanlara şâhid olacaksınız!) kavl-i şerîfini okudular. (Kıyâmet gününde Resûller insanlara teblîg etdikleri) ile alâkalı olarak İbni Cüreyh dedi ki, ben Atâya (... Böylece insanlara şâhid olacaksınız) kavl-i şerîfinin ma’nâsı nedir, dedim. O dedi ki, insanlardan, hakkı terk edenler üzerine, Ümmet-i Muhammed şâhiddirler. (Resûl de sizin üzerinize şâhiddir.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de onları ta’dîl ve tezkiye edici olur. Bunun beyânı şudur ki, muhakkak Allahü teâlâ şânühü evvelîn ve âhırîni cem’ eder.


Ya’nî Allahü teâlâ kıyâmet günü bütün insanları yüksek bir yerde toplayınca, kâfirlere (Size hiç uyarıcı, sakındırıcı Peygamber gelmedi mi) buyurur. Onlar (bize korkutucu [sakındırıcı] ve müjde verici kimse gelmedi) derler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ Enbiyâ aleyhisselâmı bundan süâl eder. Enbiyâ cevâb verirler ki, (biz onlara vahyi teblîg etdik.) Allahü teâlâ Enbiyâdan yine süâl eder. Hâlbuki herşeyi bilir. Şâhid tutmakdan dolayı sorar. O zemân Ümmet-i Muhammed getirilir. Ümmet-i Muhammed şehâdet ederler. Muhakkak Enbiyâ teblîg etdiler. O ümmetler derler ki, bunlar nereden bilirler, bizden sonra geldiler. Sonra bu ümmetden süâl olunur. Onlar derler ki, yâ Rabbî! Sen bize Resûl gönderdin. O Resûl ile kitâb nâzil kıldın [gönderdin]. O kitâbda bize haber verdin. Resûllerin ile gönderdiğin haberlerin hepsi doğrudur. Ondan sonra Muhammed aleyhisselâm getirilir. Ümmetinin hâlinden süâl olunur. Onların temiz ve doğru olduğuna şehâdet eder. (Me’âlim-üttenzîl)den alınan kısm temâm oldu.


7– (Ravda-tül-ülemâ) kitâbının yirmibirinci bâbında, Ebû Mûsâ-el-eş’arî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl edilmişdir. Biz mescidde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûrunda oturmuşduk. Habîbullahı vahy ağırlığı kapladı. Vahy geldiğinde hâl-i şerîfleri böyle olurdu ki, vahyin ağırlığı üzerlerini kaplardı. Hattâ a’zâ-i şerîfleri ayrılır derecesinde olurdu. Mubârek başını bir sâat aşağı saldı. Sonra başını kaldırdı ki, bize haber versin. İkinci ve sonra üçüncü kerre yine vahy ağırlığı hâsıl oldu. Yine mubârek başını saldı. Sonra, haber vermek için başını kaldırdı. Dördüncü kerre yine vahy ağırlığı kapladı. Yine mubârek başını saldı. Sonra mubârek başını kaldırıp, secdeye vardı. Biz de onunla berâber secdeye vardık. Secdeyi uzatdı. Mubârek başını secdeden kaldırdı. Biz dedik. Yâ Resûlallah! Size gelen bu dört vahyden bize haber verir misiniz? Buyurdular ki: (Bana Cebrâîl aleyhisselâm, evvelki gelişinde dedi ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sana selâm söyledi ve buyurdu: Yâ Muhammed! Ümmetinin üçde birinin azâb ve hesâb görmeden Cennete girmesini mi istersin, yoksa bütün günâhkârlarına şefâ’at etmeği mi istersin! Cebrâîl aleyhisselâm, benden yana işâret etdi. Şefâ’atini ihtiyâr etdim. Sonra, ne vakt ki Cebrâîl aleyhisselâm gitdi. Ben istedim ki, size haber vereyim. O sâat yine geldi. Ve dedi ki, muhakkak Rabbil’âlemîn sana selâm söyler ve buyurur ki: Ey Habîbim! Ümmetinin yarısının hesâbsız ve azâbsız, Cennete girmesini mi istersin. Yoksa ümmetinin bütün günâhkârlarına şefâ’at etmeği mi istersin. Ben şefâ’atı ihtiyâr etdim [seçdim] ve istedim ki, size haber vereyim. O sâat yine geldi. Ve dedi ki, muhakkak Rabbin selâm söyledi ve buyurdu ki, ey Habîbim! Ümmetinin üçde ikisinin hesâb ve azâb olunmadan Cennete girmesini mi istersin.


Yoksa ümmetinin bütün günâhkârlarına şefâ’at etmeği mi istersin. Ben şefâ’ati ihtiyâr etdim [seçdim] ve istedim ki, size haber vereyim. O sâat yine geldi. Ve dedi ki, muhakkak Rabbin sana selâm söyler ve buyurur ki: [Vedduhâ sûresi 5.ci ve Tâhâ sûresi 130.cu âyet-i kerîmesinin bir kısmını okudu. Meâl-i şerîfi] (Yâ Muhammed! Onlar bana ve sana îmân getirseler ve beş vakt nemâzı kılsalar, farzları edâ etseler ve senin sünnetini yerine getirseler, sen râzı oluncaya kadar şefâ’at etmene izn veririm.) Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurur ki: (Bana kâfi gelir, bana kâfi gelir!) [Vedduhâ sûresi 5.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,] (İleride [kıyâmet günü] Rabbin sana şefâ’at makâmı vermekde hoşnûd olacaksın) ve Tâhâ sûresi 130.cu âyet-i kerîmesinde meâlen, (... Tesbîh et [nemâz kıl] ki, Allahın rızâsına eresin) buyuruldu.


8– (Ravda-tül-ulemâ) kitâbının aynı bâbında; Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kavl-i şerîfinde [Hicr sûresi 2.ci âyet-i kerîmesinde] meâlen, (Kâfirler, dünyâda hezîmet, yâhud ölüm ânında, kıyâmet azâbı vukû’unda, müslimân olmaklığı temennî ederler. Denildi ki, kâfirler Cehennemde mü’minlerin günâhkârlarını görüp, siz müslimânlar iken Cehennemdesiniz. İslâmınız size ne fâide etdi derler. Bir zemân sonra, Allahü teâlânın fadlı ve rahmeti ile o müslimânlar nârdan çıkıp, Cennete gitdiklerinde, kâfirler o vakt ne olaydı, biz de ehl-i islâmdan olaydık, derler) buyuruldu. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki, bu ümmetden bir tâife sırat üzerinde habs olunur. Hâlbuki, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bütün Peygamberlerden önce Cennete dâhil olur. Ümmeti de, bütün ümmetlerden önce Cennete dâhil olur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Cennete girdikden sonra, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sıratda kalan tâifenin nâr [Cehennem]dan tarafa gönderilmesini ve (Mâlik)e teslîmini emr eder.


Mâlik, onları görünce, yâ eşkiyâ cemâ’ati, siz kimsiniz ve kimin ümmetindensiniz. Cehenneme girenlerin son bulduğunu işitmişdim. Cehennem ehlinin hepsi bana, bağlı ve zincire vurulmuş hâlde ve yüzleri üzerine sürünüp ve yüzleri kara, gözleri göğermiş hâlde gelirler. Ammâ, sizin elleriniz bağlı değil ve zincire vurulmamışsınız. Yüzleriniz kararmamış. Gözleriniz göğermemiş. Ayaklarınız üzerine yürürsünüz; kimsiniz, der. Onlar, derler ki, yâ Mâlik, bunu bize sorma. Zîrâ biz, muhakkak sana bunu haber vermeğe hayâ ederiz. Velâkin biz; Kur’ân-ı kerîme uyan, Ramezân ayında oruc tutanlarız. Biz hacca gidenlerdeniz. Biz gâzîleriz [cihâda gidenlerdeniz]. Biz zekât edâ edenlerdeniz. Biz yetîmlere ikrâm edicilerdeniz. Biz cünüb olunca gusl edenlerdeniz. Biz beş vakt nemâz kılıcılardanız. Mâlik der ki, ey mahşer eşkiyâsı! Allahü teâlâ Kur’ân-ı azîmde sizi ma’siyyetden men’ etmedi mi. Onlar derler ki, yâ Mâlik, bize tevbîh etme. Şimdi Allahü teâlânın tevbîhinden ve süâlinden kurtulduk. Sonra onlar bu hâlde iken, Arş tarafından bir nidâ edici, şiddetli nidâ eder ve der ki, yâ Mâlik, onları Nârın [Cehennemin] üst tabakasına dâhil et. Hâlbuki onlar, Cehennemin kenârında dururlar. Sonra Mâlik der ki, yâ mahşer eşkiyâsı! Şübhesiz söyleneni işitdiniz. Fehm etdiniz. Evet işitdik, lâkin bize mühlet ver. Bir sâat nefslerimiz üzerine ağlıyalım, derler. Mâlik der ki, benim size mühlet vermeğe izn yokdur. Mâlike Arş tarafından nidâ gelir ki, (Yâ Mâlik, terk et onları, nefsleri üzerine ağlasınlar.)


Sonra nefsleri üzerine ağlamağa başlarlar. Derler ki: (Biz nârda [Cehennemde] nasıl sabr edelim. Biz güneşin harâretine sabr edemezdik. Katran elbisesi giymeğe nasıl sabr edelim. Biz yumuşak elbiseler giymeyi tercih ederdik. Zakkum yimeğe ve hamîm içmeğe nasıl sabr edelim. Biz hep güzel yemekler yir, soğuk içecekler içerdik.) Bunlar böyle ağlarlar iken, Arş tarafından bir nidâ gelir. Yâ Mâlik! Bunları nârın [Cehennemin] birinci tabakasına gönder. Sonra onların yanına şiddetli melekler gelir. Onlar, kalb olmadığı için acıması olmıyan zebânîlerdir. Herbir insana bir zebânî yapışır. O sırada, hepsi seslerini yükseltirler ve derler ki, (Yâ Muhammed, Yâ Ebel Kâsım, Yâ Ebel Erâmil velyetâmâ. Yâ Fahrel kıyâmeh. Yâ Fâtihal bâb. Yâ nârın kapısını ümmetine kapayan! Yâ ümmetine şefâ’at eden. Biz ümmetinin za’îfleriyiz. Nârın [Cehennemin] ateşine dayanamayız.


Şefâ’atin ile bize imdâd et. Yâ Mâlik, biz ümmet-i Muhammeddeniz.) Sonra Mâlik hazretleri Cennetden tarafa teveccüh eder [döner]. Ellerini kulaklarına koyar. Müezzinler gibi yüksek ses ile nidâ eder ki: Yâ Muhammed! Muhakkak sen, Cennetde ni’metler içindesin [ni’metlenir hâldesin]. Senin za’îf ümmetlerin Nârda feryâd ederler. Onların feryâdına yetiş [eriş]. Zîrâ za’îfdirler. Cehennemin harâretine sabrları yokdur. O hâlde, Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine haber gelir. Hemen serîrinden [tahtından] sıçrayıp ve Buraka biner ve buyurur, yâ Burak, çabuk ol ki, ümmetim za’îfdirler, Cehennemin harâretine sabr edemezler. Burak da ayaklarını kaldırıp, Cehennemin kenârına koyar. Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onların seslerini işitdiği vakt, ağlarlar. Sonra Muhammed aleyhisselâm Arşın kenârına erişir. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine secdeye varır. Ve şefâ’at eder. Allahü teâlâ ve tekaddes onların hakkındaki şefâ’atini kabûl eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin şefâ’ati ile Cehennemden kurtulurlar. O vakt, kâfir oldukları hâlde, ehl-i nâr temennî ederler; ne olaydı, müslimân olup, Ümmet-i Muhammedden olaydık. Allahü teâlâ hazretlerinin kavl-i şerîfi buna işâretdir ki, [Hicr sûresi 2.ci âyetinde; meâlen] (Kâfirlerden, müslimân olmağı temennî etmiyen çok az kimse vardır!) buyurulmuşdur.


9– Yine (Ravda-tül-ülemâ) kitâbında, kırkdördüncü bâbda, musîbete sabr beyânında; Sâbit-el Benânî “rahimehullah” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bize nakl edildi ki, Osmân bin Maz’ûn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bir oğlu vefât etdi. Ondan dolayı üzüntüsü çok olup, mahzûn oldu. Evinde oturdu. Evinde bir mescid binâ etdi. Orada ibâdet ederdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri işitip, buyurdu ki, (Onu benim yanıma getirin. Onu Cennet ile müjdeleyin!) Sonra onu, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yanına götürdüler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ona buyurdular ki; (Bil, yâ Osmân ki, muhakkak Cehennemin yedi kapısı vardır. Ve Cennetin sekiz kapısı vardır. Cennet kapılarından her birine gitdiğinde, oğlunu orada görüp, Allahü teâlâdan sana şefâ’at eder hâlde olduğunu görmeğe râzı olmaz mısın!) Osmân bin Maz’ûn “radıyallahü teâlâ anh”, yâ Resûlallah; râzı oldum, dedi.


Süâl edildi ki, yâ Resûlallah! Bizim oğullarımız da böyle olur mu? Buyurdular ki, (Evet olur, kıyâmete kadar ümmetimden sabr eden ve sevâb istiyen herkese de böyledir!)


10– Yine (Ravda-tül-ülemâ) kitâbının Cum’a faslı bâbında nakl edilmişdir. Bize imâm-ı Nasr-ül Harbî üstâdı Amr bin Şu’aybdan, o babasından, o da dedesinden “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Bir âlem vardır ki, beydâ ve melsâdır [beyâz ve düzdür]. Gümüş gibidir. Bu dünyânın yedi büyüklüğünde ve melekler ile doludur. O şeklde ki bir iğne atsan yere düşmez. Belki meleklerin üzerine düşer. Onlardan her bir melek, elinde bir alem [bayrak] vardır ki, üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılmışdır. Her bir Cum’a gecesi toplanırlar. O alemin etrâfında Allahü tebâreke ve teâlâyı tedarru’ ederler. Ümmet-i Muhammedin selâmeti üzerine düâ ederler. Sabâh oluncaya kadar derler ki, yâ Rabbî! Ümmet-i Muhammede acı! Onlara azâb etme! Çünki, sabâh olup, kıyâmetden emîn olurlar. (Yâ Rabbî! Gusl edenleri, Cum’aya hâzırlananları afv eyle, istediklerini bağışla!) diye düâ ederler. Rivâyet eden der ki, alemlerin [bayraklarının] uzunluğu kırk fersâh olur. Düâ etdiklerinde, ağlıyarak seslerini yükseltirler. Rabbil’âlemîn onlara ne istersiniz diye buyurur. Derler ki, ümmet-i Muhammedi afv etmeni isteriz. Allahü teâlâ ve tekaddes, (onları afv etdim) buyurur.)


11– Yine (Ravda-tül-ülemâ) kitâbı altmışdördüncü bâbında, Leyletül-Kadrin fazîleti açıklanırken nakl edilmişdir. Denildi ki, Allahü teâlâ ve tekaddes ve azze şânühü; ümmet-i Muhammede Ramezânda beş şey verir ki, onlardan başka kimseye vermemişdir. 1– Ramezânın ilk gecesi olduğu zemân, onlara [bu ümmete] rahmet nazarı ile nazar eder. Her kime ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ rahmet nazarı ile bakar, ona azâb etmez. 2– Allahü teâlâ meleklere buyurur. Bu ayda ibâdetleri bırakın. Ümmet-i Muhammede istigfâr edin. 3– Allahü teâlâ şânühü Cennet meleklerinin reîsi (Rıdvân)a buyurur. Cenneti süsle ve kapılarını aç. Ümmet-i Muhammedden bir kimse bu ayda ölürse, cesedi gelinceye kadar, rûhu Cennete dâhil olsun. 4– Allahü teâlâ hazretleri, Cehennem meleklerinin reîsi (Mâlik)e, Cehennemin kapılarını bağlaması için emr eder. Eğer, bu ümmetden isyân edenlerden birisi ölür ise, Ramezân ayı geçene kadar, Cehennemde azâb olunmasın.


5– Allahü teâlâ, onlara Kadr gecesini verir. Hattâ eğer bir kimse, o gecede Allahü teâlâ hazretlerine ibâdet etse, günâhlarını afv eder. O gecede Cehennemden âzâd olur. O gecede bütün Ramezân ayı müddetince âzâd olanlar kadar mü’min âzâd olur.


12– (Mesâbîh) kitâbında, Îsâ aleyhisselâmın nüzûlü [gökden inmesi] bâbında, sahîh hadîs olarak bildirilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Îsâ bin Meryem “aleyhisselâm” gökden iner. Mü’minlerin emîri, hazret-i Îsâya gel bize imâm ol, der. Hazret-i Îsâ buyurur, sizin ba’zınız ba’zınız üzerine emîrsiniz.) Denildi ki, yâ Resûlallah, niçin o zemânda Allahü teâlâ müslimânlar üzerine emîri kendilerinden yapar. Buyurdular ki, (Bu ümmetin emîrlerini kendilerinden kılmak, bu ümmete ikrâmdır ve şânlarının büyüklüğündendir.)


13– Yine (Mesâbîh)de (Haşr) bâbında, sahîh hadîs olarak bildirilmişdir. Ebû Sâ’id-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretleri [Âdem aleyhisselâma] buyurur: Yâ Âdem! Âdem aleyhisselâm der ki, Lebbeyk, [buyur yâ Rabbî!] Hayr Senin elindedir. Allahü teâlâ buyurur: Nâra [Cehenneme] müstehak olanı gönder. Âdem der ki, nâra müstehak nedir [ne kadardır]. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurur: Her binde dokuzyüzdoksandokuzu. O zemân çocuk yaşlı olur. Hâmile kadının çocuğu dünyâya gelir. İnsanlar, serhoş olmadıkları hâlde serhoş gibi görünürler. Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir.) Yâ Resûlallah! Hangimiz o binde birden oluruz, diye sorduk. Buyurdu: (Bana müjdelediler. Sizden bir, Ye’cûc ve Me’cûcden bin olacakdır.) Sonra buyurdu: (Nefsim kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Cennet ehlinin dörtde biri siz olursunuz!) Biz tekbîr getirdik. Sonra buyurdu: (Siz Cennet ehlinin üçde biri olursunuz!) Biz yine tekbîr getirdik. Sonra buyurdu: (Siz Cennet ehlinin yarısı olursunuz!) Biz yine tekbîr getirdik. (Müslim) hadîs kitâbını şerh eden “rahimehullah” demiş ki, bir rivâyetde, bir âhır hadîsde buyurdular ki: (Siz Cennet ehlinin üçde ikisi olursunuz. Cennet ehli yüzyirmi saf olacak. Seksen safı ümmetimden olacakdır.)


(Müslim)i şerh eden diyor ki, çocuğun ihtiyârlaması, hâmile kadının çocuk doğurması, bu ahvâl dünyâdan çıkmadan öncedir. Çocuğun yaşlanması, hâmile kadının çocuk doğurması, zâhiri üzerine olur. Denildi ki, belki bu ahvâl kıyâmetde olur. Ma’nâsı o demek olur ki, onların üzerine dehşetli ve şiddetli bir mertebe erişir ki, eğer hâmile tasavvur olunsa, muhakkak doğurur. Denilir ki, hâmile olarak ölen kadın, hâmile olduğu hâlde haşr olunur. Böyle olduğu takdîrde, o hâlde çocuğunu doğurur. Nihâyet sonra buyurdular ki: (Müjdeler olsun size ki, şübhesiz sizden bir şahs ehl-i Cennet, Ye’cûc ve Me’cûcden bin şahs ehl-i nâr olur!) Sonra buyurdular ki: (O Allahü teâlâ hakkı için ki, benim nefsim yed'indedir. Ben ricâ ederim ki, [Cennetlik olan bir kişi] siz olursunuz!)


(Müslim şerhi)nde beyân olunmuş ki, hadîs-i şerîfde (Siz) hitâbları, bütün ümmetdir. Birincide, ehl-i Cennetin dörtde biri siz olursunuz, buyurdu. İkincide buyurdu, üçde bir olursunuz. Üçüncüde buyurdu, yarısı olursunuz. (Müslim şerhi)nde buyurdu: (İnsanlar arasında siz) hitâbı, müslimânlaradır. İnsanlardan murâd kâfirlerdir. Ba’zı rivâyetlerde, entüm (siz) yerine elmüslimûn tasrîh etmişdir (müslimânlar buyurmuşdur). Ve finnâs (insanlar) yerine fil küffâr tasrîh etmişdir (kâfirler buyurmuşdur). Selmâsî “rahimehullah” beyân etmiş ki, (Sizin bütün insanlara nisbetle, azlık bakımından durumunuz, beyâz bir öküzün üzerinde bulunan bir siyâh kıl gibidir. Bu derece az olmanıza rağmen ehl-i Cennetin yarısı olursunuz.)


14– Yine (Mesâbîh) kitâbında, Havz ve şefâ’at bâbında, sahîh hadîs olarak nakl olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak, benim havzımın iki ucunun arası Île ile Aden arasındaki mesâfeden uzakdır. Île bir beldedir ki bahr-i ahmer [Kızıldeniz]in Şâm tarafındadır. Oradan Adene birbuçuk aylık mikdârı yol olur. Muhakkak onun bardaklarının sayısı yıldızlardan çokdur. Bir kimse kendi havzına başkalarının develerinin girmesine nasıl mâni’ olursa, ben de ümmetimden başkalarını havzımdan men’ ederim.) Dediler, yâ Resûlallah, Siz bizi bilir misin? Buyurdular ki, (Evet, sizi bilirim. Sizin için bir alâmet olur ki, başka ümmetlerde olmaz. Siz, yüzleriniz, elleriniz ve ayaklarınız, abdestin eserinden ak [nûrlu] olduğunuz hâlde gelirsiniz.)


15– Yine (Mesâbîh)de, aynı bâbın sahîh hadîslerinde, Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ne zemân ki kıyâmet günü olur. İnsanlar arasat meydânında toplanır. Ba’zısı ba’zısından yana dalga vurur, birbirine karışırlar. Sonra Âdem aleyhisselâma gelirler ve derler ki, Rabbinden şefâ’at eyle. Hazret-i Âdem der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Lâkin, İbrâhîm aleyhisselâma gidin ki, muhakkak o Halîl-ül rahmândır. Sonra İbrâhîm aleyhisselâma gelirler. O da der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Mûsâ aleyhisselâma gidin. Muhakkak o kelîmullahdır. Sonra Mûsâ aleyhisselâma gelirler. O da der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Lâkin Îsâ aleyhisselâma gidin ki, muhakkak o, rûhullahdır ve kelîmetullahdır. Sonra Îsâ aleyhisselâma gelirler. O da der ki, ben şefâ’ate ehl değilim. Lâkin, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine gidin. Sonra bana gelirler. Ben derim. Ben şefâ’ate ehilim. Sonra şefâ’at üzerine izn taleb ederim. Bana izn verilir. Rabbimin bana ilhâm etdiği hamdler ile hamd ederim. Bu ânda o hamdler hıfzımda değildir. Sonra, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine o hamdler ile hamdler ederim. Sonra, secde ederim. Rabbime secde etdiğim hâlde bana buyurur: Yâ Muhammed! Kaldır başını, söyle işitilir, süâl eyle cevâb verilir. Şefâ’at eyle, şefâ’atin kabûl olunur. Sonra ben derim ki, yâ Rabbî! (Ümmetî, ümmetî). Rahmet et ümmetime. Ve tafdîl et onların üzerine kerâmetle. [Tekrâr buyurmaları, te’kîdden dolayı veyâ nidâ içindir. Böylece ümmeti kendine yakın olsunlar. Ateş onlara yakın olmasın. Zîrâ nûr-i şerîfleri ateşi söndürür.] Sonra bana denilir, (Git ve çıkar ateşden o kimseyi ki, kalbinde zerre mikdârı veyâ hardal dânesi kadar îmânı olsun!))


(Müslim) hadîs kitâbını şerh eden beyân etmişdir ki, îmândan murâd, a’mâl-ı zâidedir [işlerin, amelin fazlalığıdır]. Zerre mikdârı îmânda, nefsin tasdîki üzerine, fazladan zâhir veyâ bâtın ameli bulunur. Zîrâ, sâdece îmânı olup, amelden bir fazlalığı olmıyanlara şefâ’at izni olmaz. Yanında amelden hiçbirşeyi olmayıp [ya’nî hiç amel yapmayıp], sâdece îmânı olan kimsenin işi, Allahü tebâreke ve teâlânın rahmetine kalmışdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ben de giderim. Her kimin kalbinde arpa mikdârı îmânı var ise, nârdan [Cehennemden] çıkarırım. Sonra avdet ederim. O hamdler ile hamd ederim ve secde eylerim. Bana denilir ki, yâ Muhammed, başını kaldır! Söyle işitilir.


Süâl et, cevâb verilir. Şefâ’at et, şefâ’atin kabûl olunur. Ben derim: Yâ Rabbî! Ümmetime rahmet et. Denilir ki, git, kalbinde bir zerre veyâ bir hardal dânesi mikdârı îmânı olan kimseyi nârdan çıkar.) Zerre, ufacık sarı karıncaya derler. Veyâ bacadan giren güneş ışığında görülen tozların bir dânesine zerre derler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ben de giderim. Kalbinde zerre mikdârı îmânı olanı çıkarırım. Yine gelirim, secdeye varıp, niyâz ederim. Bana denilir, git, her kimin kalbinde, pek cüz’î, pek cüz’î, pek cüz’î hardal dânesi mikdârı îmânı olursa, nârdan çıkar. Pek cüz’înin tekrârı mübâlaga içindir. Sonra varırım, nârdan çıkarırım. Sonra dönerim. Dördüncü kerre ben derim ki: Yâ Rabbî, Lâ ilâhe illallah, diyen kimselere şefâ’at etmem için bana izn ver!)


Selmâsî “rahimehullah” demişdir ki, ben ricâ ederim, bunlardan murâd o kimselerdir ki, ömrlerinde bir amel işlememişlerdir ki, onunla rahmete kavuşsun ve nârdan [Cehennemden] kurtulmağa müstehak olsun. Dünyâda bu kelime-i tayyibeyi demişdir. Sonra bu kimsenin şefâ’ate ihtiyâcı da çokdur. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurur: Onları nârdan çıkarmak senin üzerine değil, velâkin, izzetim ve celâlim ve kibriyâm hakkı için, elbette o kimseyi, Lâ ilâhe illallah, dediği için ben çıkarırım.


Halhâlî “rahimehullah” buyurmuşlar ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin (Leyse zâlike) kavl-i şerîfinin iki ma’nâsı olabilir. Birisi; Lâ ilâhe illallah diyen kimseyi, nârdan çıkarmak için sana şefâ’at etmeğe izn verilmiş ise de, bu iş sana bırakılmamışdır. İkinci ma’nâsı odur ki, onlar hakkında sana şefâ’at izni yokdur. Ancak ben onları fadl ve keremimle afv ederim. Bu ma’nâya göre; hayrlı amel işlemiyen kimsenin nârdan [Cehennemden] çıkarılması şefâ’at ile mümkin olmayıp, onun işi Allahü teâlânın lutf ve keremine kalmışdır.


16– Yine (Mesâbîh)de, Seyyid-il Mürselîn “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin fazîletleri bâbında, sahîh hadîs-i şerîf olarak rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretleri arzı [yeryüzünü] benim için cem’ etdi [küçültdü]. Ben yeryüzünün [arzın] doğusunu batısını gördüm. Muhakkak benim ümmetimin mülkü arzdan [yeryüzünden] bana gösterilen yere kadar yayılacakdır.


Bana kırmızı ve beyâz olmak üzere iki hazîne verildi.)


Türpüştî “rahimehullah” demişdir ki, bundan kasd edilen altın ile gümüşdür. Onun için ki, Kisrâ [Îrân] milletinin ve memleketinin nakd parasının çoğu altın, Kayser [Bizans] milletinin ve memleketinin nakd parasının çoğu da gümüşdür.


(Ben Rabbimden, ümmetimi umûmî kıtlık ile helâk etmemesini, eğer islâm beldesinde kıtlık vâki’ olursa, az bir yerde olsun; istedim. Ve ırzlarına dokunmamaları için, nefslerinden başka düşman musallat etmemesini, istedim. Rabbim bana buyurdu: Yâ Muhammed! Muhakkak ben bir hükm etsem, elbette o red olunmaz. Ben sana, va’d verdim, ümmetin için ki, onları umûmî kıtlık ile helâk etmem. Onlar üzerine nefslerinden gayri, nefslerine dokunmasınlar diye düşman musallat etmem. Onlar birbiri arasında muhârebe ederlerse, onların düşmanları, onların kendileridir. Ba’zısı ba’zısını helâk eder. Ba’zısı ba’zısını esîr eder.)


Tayyibî “rahimehullah” demişdir ki; bu ümmetin ayb kirleri ve günâh pislikleri, yine bu ümmetin elleri ile temizlenir. Ba’zısı ba’zısını temizler. Zîrâ mü’minlerin ba’zıları ba’zılarının evliyâsıdır [yardımcısıdır]. Eğer mü’min mü’mine bir şeyde yardımcı olsa, o sûretle yardımcıdır. Eğer mü’min mü’mine eziyyet etse, o sûretle yardımcıdır. Zîrâ o şey mü’mine erişdikde, ya’nî mü’min eziyyet gördükde, günâhlarına keffâretdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bunun için, ümmeti arasındaki anlaşmazlıklarda düâ için men’ olundular.


17– Yine (Mesâbîh) kitâbının sahîh hadîslerinde, yukarıdaki hadîs-i şerîfin akabinde, Sa’d “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden nakl edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Medîne-i münevverede Benû Mu’âviye mescidine teşrîf buyurdular. O mescidde iki rek’at nemâz kıldı. Biz de berâber kıldık. Uzun bir düâ etdi. Sonra döndü ve buyurdu ki: (Rabbimden üç şey istedim. İkisini bana verdi. Birisinden beni men’ etdi. Ümmetimi umûmî kıtlık ile helâk etmemesini istedim. Suda boğulmakla helâk etmemesini istedim. Bunları bana verdi.) (Mefâtih) sâhibi “rahimehullah” beyân etmiş ki, suda boğulmakdan murâd, umûmî boğulmadır. Ya’nî Rabbimden, ümmetimin hepsini suda, fir’avnın kavmini denizde, Nûh aleyhisselâmın kavmini tûfanda boğması gibi, boğmamasını istedim; demekdir.


(Ümmetimin arasında harblerin olmamasını istedim. Beni men’ etdi) buyurdu.


18– Yine (Mesâbîh) kitâbında aynı bâbda hasen hadîs olarak bildiriliyor. Habbâb bin Eret “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri nemâz kıldı ve nemâzı uzatdı. [Ya’nî uzun okuyarak kıldı.] Dediler; yâ Resûlallah! Bir nemâz kıldın ki, böyle uzun nemâz kılmamış idin. Buyurdular ki: (Evet, bu nemâz rağbet ve heybet nemâzıdır!) (Mefâtih) kitâbının sâhibi beyân etmişdir: Bir nemâzdır ki, onda Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine rağbet vardır. Ya’nî Allahü teâlâ hazretlerinden korku vardır. Ya’nî hudû’ ve huşû’ vardır. Bu ümmete şunu öğretmekdedir ki, onlara bir yaramazlık [musîbet] ulaşsa, Allahü teâlâ hazretlerinden korkarak ve ona sığınarak, nemâz kılsınlar. Böylece, o zarar, Allahü teâlâ hazretlerinin fadlı ve rahmeti ile ondan gitsin. Lutf ve keremiyle maksadları hâsıl olur. (Ben Allahü teâlâ hazretlerinden, ümmetim için üç şey istedim. İkisini bana verdi. [Kendilerine] kendi nefslerinden başka düşman musallat etmemesini, umûmî kıtlık ile helâk etmemesini istedim; bana verdi. Ba’zısının ba’zısına zarar vermemesini ve katl etmemesini istedim. Bunu benden men’ etdi.)


19– Yine (Mesâbîh)de hasen olarak nakl olunan hadîs-i şerîfin akabinde, Ebû Mâlik-el Eş’arî “radıyallahü anh” hazretlerinden nakl edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Muhakkak Allahü teâlâ azze ve celle sizi üç hasletden afv etdi.) (Mefâtih) sâhibi “rahimehullahü teâlâ” demişdir ki, (Hadîs-i şerîfde geçen hılâl kelimesi, haslet ma’nâsına gelen, “Halk” kelimesinin çoğuludur. Ya’nî Allahü teâlâ azze ve celle, ikrâm ederek, sizi üç zarardan korudu. Peygamberiniz sizin üzerinize beddüâ etmez. Yoksa, cümleniz helâk olursunuz. Ehl-i bâtıl ehl-i Hak üzerine gâlib olmaz. Türpüştî “rahimehullah” demişdir ki, buradan ehl-i hakkın temâmen ortadan silinmiyeceği, hiç olmazsa bir cemâ’atin dâimâ bulunacağı anlaşılır. Çünki, Allahü teâlâ, Resûlüne bu dîni kıyâmete kadar koruyacağına söz vermişdir [kefîl olmuşdur]. Üçüncüsü, dalâlet üzerine birleşmenizden korudu.)


20– Yine o hadîs-i şerîfin akabinde, Avf bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir.


Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, bu ümmet üzerine, biri kendilerinden, biri de düşmanlarından olmak üzere iki kılıcı cem’ etmez!) (Mefâtih) sâhibi demişdir: Ya’nî hem müslimânlar ve hem de kâfirler ile bu ümmet aynı ânda muhârebe etmez. Müslimânlar, yâ kendi aralarında veyâ kâfirler ile harb eder.


21– Yine (Mesâbîh) kitâbında, o bâbın haseninde, Amr bin Kays “radıyallahü anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Biz dünyâya gelmekde âhirleriz [sondayız]. Kıyâmet gününde, Cennete girmekde ve sâir fazîletlerde sâbıklarız [öndeyiz]. Söyliyeceğim sözler ile öğünmüyorum. İbrâhîm Halîlullah, Mûsâ Kelîmullahdır ve ben Habîbullahım. Kıyâmet günü livâ-i hamd benim elimdedir. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana va’d etdi ümmetimin şânında ve onları üç şeyden halâs etdi. Umûmî kıtlıkdan, düşmanın temâmen helâk etmesinden, dalâlet üzerine birleşmelerinden korudu.)


22– Yine (Mesâbîh)de o bâbın haseninde, Ka’b-ül Ahbâr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Tevrâtdan hikâye eder. Buyurdu ki, Tevrâtda yazılmış bulduk: Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın Resûlüdür. Benim seçilmiş kulumdur. Cefâ edici, hakkı kötüleyici değildir. Kaba değildir. Kelbiden menkûldür: Sözde ve kalb fi’linde kaba değildir. Sokaklarda bağırıcı değildir. Kötülüğe kötülükle karşılık verici değildir. Fekat afv edicidir. Merhametlidir. Doğum yeri Mekkedir. Hicret yeri Tayyibe [Medîne]dir. Mülkü Şâmdır.


Halhâlî “rahimehullahü teâlâ” demişdir ki, mülkden murâd nübüvvet ve dindir. Ya’nî dîni bütün beldelere yayılır. Şâm ehli Resûlullaha önce tâbi’ olmakda ve kâfirlere gâlib olmakda öncedir. Kâfirler onun üzerine gâlib olmakdan emîn olmadı. Ümmeti çok hamd edicidirler. Allahü teâlâ hazretlerine gizli âşikâr her yerde hamd ederler. Yüksek yerlerde tekbîr getirirler. Allahü teâlâ hazretlerinin azamet ve kudretinde hayretde kalırlar. Şemse [güneşe] râidirler. [Râi: koruyan, çoban demekdir.] (Mefâtih) kitâbının sâhibi demişdir ki; ru’ât, râinin cemi’dir. Güneşi gözetliyenlerden murâd, o kimselerdir ki, nemâz vaktlerini hıfz ederler. Şemsin [güneşin] doğuşu ile ve batışı ve seyrine [hareketine] bakarak, nemâz vaktini bilirler.


Nemâzları vaktinde kılarlar. Bedenlerinde; diz ile topuk arasındaki kısma kadar izâr bağlarlar. Bedenlerinin etrâfını, yüzlerini ve kulaklarını, başlarını ve ayaklarını yıkayarak abdest alırlar. Müezzinleri, yüksek yerlerde ezân okur. Muhârebedeki safları ile nemâzdaki safları aynıdır.


Tayyibî “rahimehullah” demişdir: Teşbîh olundu. Cemâ’at ile nemâzda olan saflar, nefs-i emmâre ile ve şeytân ile mücâhede sebebi ile olduğundan, din düşmanları ile muhârebe ve mücâhede saflarına benzer şeklinde ta’bîr buyurdular. Bu açıklamadan ötürü bunlardan her benziyen ve benzetilen olabilir. Belki salât safının zikrini sona almakla, benzetilen yapılması tercîh edilmişdir. Çünki, nemâz safındaki cihâd, (Cihâd-ı ekber)dir. Onların sesi, Tesbîh ve tehlîl, kırâet-i Kur’ân-ı azîm ve zikr okumakla bal arısının sesi gibidir.


23– Sûre-i Enbiyânın sonunda [105.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Biz Tevrâtdan sonra, Dâvüdün Zebûrunda yazdık ki, arz-ı Cennete benim sâlih kullarım vâris olur!) buyurulmakdadır. Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Muhyissünne İmâm-ı Begavî “rahimehullah” hazretleri (Me’âlimüt-tenzîl) kitâbında buyurmuşdur: Sa’îd bin Cübeyr “radıyallahü teâlâ anh” ve Mücâhid “rahimehullah” buyurmuşlar ki, Zebûr, gökden indirilen kitâblardandır. Zikr, ümm-ül kitâbdır; Allahü teâlâ hazretlerinin katındadır. (Bundan sonra onun zikri levh-i mahfûzda yazıldı) demekdir. Şübhesiz ki, yeryüzü sâlih kullara mîrâs bırakılır. Mücâhid dedi ki, ümmet-i Muhammed vârisdirler. Delîli, Allahü teâlâ kavl-i şerîfinde [Zümer sûresi 74.cü âyetinde meâlen], (Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize va’dini yerine getirdi. Bizi arza [Cennete] vâris kıldı!) buyurmuşdur.


İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu: Murâd odur ki, kâfirlerin hâkim oldukları toprakları müslimânlar alır. Bu, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin dîninin izhârı ile ve müslimânların i’zâzı ile bildirilmiş olur. Denildi ki, arzdan, arz-ı Mukaddeseyi irâde [kasd] etdi. “Muhakkak ki, bu Kur’ânda (Belâg) vardır. Buradaki (Belâg) maksûda kavuşmak demekdir. Ya’nî her kim ki, Kur’ân-ı azîme ittibâ’ eder ve onunla amel eder, umduğu sevâba [karşılığa] kavuşur. Denildi ki, belâgan, ya’nî kifâye vardır ve denilir ki, bu şeyde belâg ve belîge vardır, deriz. Ya’nî kifâye vardır. Kur’ân-ı azîm ise Cennet azığıdır.


Misâfirin belâgı gibi. İbâdet edenlerden maksad ise, o mü’minler ki, Allahü teâlâya ibâdet edenlerdir. İbni Abbâs “radıyallahü teâlâ anhümâ”, (âlimler) olarak açıkladı. Ka’b-ül ahbâr ise, ümmet-i Muhammedin, beş vakt nemâz kılanları ve oruc tutanlarıdır, diye açıkladı.


24– Bir fârisî risâleden terceme olunmuşdur: Hazret-i Süleymân “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” bir gün, deniz kenârında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir yeşil yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaşdı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O yaprağı karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geri döndü. Karıncadan sordular ki, bunun hikmeti nedir. Karınca cevâb verdi ki, bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş halk etmişdir. O taşın arasında [içinde] bir kurdcağız [böcek] halk etmişdir. Beni onun rızkına sebeb etmişdir. Ben her gün o nesneyi, ona yetecek kadar rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ hazretlerinin, kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o kurdcağıza [böceğe] verir. O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, fasîh dil ile söyler ki; Sübhânallah ki, beni halk etdi, deniz ortasında ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı. İlâhî, ümmet-i Muhammedi ümîdsiz etme!


25– (Mesâbîh)de, Kitâb ve sünnete sıkı sarılmak bâbının hasen hadîsler kısmında, Bilâl bin Hâris-el Müzenî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bir kimse, benim terk edilmiş veyâ unutulmuş sünnetlerimden bir sünnetimi, meselâ cemâ’at ile nemâz kılmak gibi, bayram nemâzı gibi, Kur’ân-ı azîm-üş-şânı kırâ’et etmek gibi ve ilm tahsîli gibi, ihyâ etse, kendi amel etmekle, yâ ondan yana tergîb ile muhakkak o kimseye, onunla amel edenlerin ecri kadar onların ecrlerinden bir şey noksan olmaksızın, ecr verilir. Bir kimse, bid’at, dalâlet ihdâs etse [çıkarsa] ki, Allahü tebâreke ve teâlâ ve Resûlü ona râzı olmaz.)


Bid’at iki nev’dir. Biri hasenedir. İmâmların ihdâs etdikleri âdet-i hasenedir. Meselâ minâre gibi. Birisi seyyiedir. İmâmların inkâr etdikleri bid’atlerdir. Kabr üzerine binâ etmek gibi. Bid’ati ihdâs eden kimsenin üzerine, onunla amel edenlerin günâhları da yüklenir ve onların günâhından bir şeyi eksilmez.


[(Fâideli Bilgiler) kitâbının 164.cü ve 408.ci sahîfelerinde (Bid’at) hakkında ma’lûmât vardır. Lütfen oradan okuyunuz!]


26– Yine o bâbın hasen hadîsler kısmında, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Siz öyle bir zemânda geldiniz ki, Allahü teâlânın emrlerinden onda dokuzunu yapıp, birini yapmazsanız helâk olursunuz! Cehenneme gidersiniz! Bir zemân gelecek ki, o zemânın mü’minleri, emrlerin birini yapabilip, dokuzunu bıraksalar, Cehennemden kurtulurlar! O zemânda îmânı olanlara müjdeler olsun!)


Türpüştî “rahimehullahü teâlâ” beyân etmiş ki, bu kavli sarf etmek, bütün emrler için câiz değildir. [Ya’nî emr olunanların hepsi için değildir.] Zîrâ muhakkak biz biliriz, dînin aslında bildirildiği gibi öyle emrler vardır ki, mü’minlerden hiçbir ferd onu terk edemez. Onu ihmâl etmek için özr makbûl olmaz. O farzlar kendisini ilgilendirir. Bunlardan mu’âf olamaz. Bu hadîs-i şerîf, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker içindir. Ya’nî, muhakkak siz bir zemândasınız ki, sizden biriniz, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerden emr olunanların onda birini terk etse helâk olur. Zîrâ muhakkak din kuvvetlenmiş, hak meydâna çıkmışdır. Dînin yardımcıları çokdur. Sizden biriniz ma’zûr olmaz. Gevşekliği özr olmaz. Fekat, fesâd zemânında, fitneler çoğaldığında Hak gizli olur. O zemân böyle değildir.


27– Yine (Mesâbîh) kitâbının ilm bölümünde, hasen hadîslerden biri, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. İmâm-ı Begavî buyurmuş ki, bize erişmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ azze ve celle hazretleri, bu ümmet için, her yüz senenin başında bir müceddid gönderir. Bu dîni kuvvetlendirir!) Ya’nî ilm azalsa, mübtedi’ler gâlib olsa [bid’at sâhibleri çoğalsa], Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri rabbânî ilm sâhibi âlime tevfîk verir ki, insanlara dînî ilmleri ta’lîm eder ve beyân eder. Böylece, sünnet bid’atden ayrılır. Dînin emrlerini hakkı ile yapanlar çoğalır. Bu, Allahü teâlâ hazretlerinin bu ümmete bir lutfudur.


28– Yine (Mesâbîh-i şerîf) kitâbının, Tahâret bölümünün, sahîh hadîsler kısmında, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur.


Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Benim ümmetim, kıyâmet günü da’vet olunduklarında [çağrıldıklarında], abdestin te’sîri ile, yüzleri, kol ve ayakları, beyâz ve nûrludur. Beyâzlığını çoğaltabilen çoğaltsın!) Şârih [Mesâbîhi şerh eden] “rahimehullahü teâlâ” beyân etmişdir ki, da’vet olunurlar kavl-i şerîfinden murâd, ihtimâldir ki, ismlendirilmiş olmakdır. Ya’nî benim ümmetime, ey yüz, kol ve ayakları beyâz olanlar, Cennete dâhil olunuz, denilir. Demek olur ki, benim ümmetim, yüz, kol ve ayakları beyâz oldukları hâlde, Cennetden yana çağrılırlar.


(Müslim) kitâbını şerh eden “rahimehullahü teâlâ” demişdir ki, ba’zıları bu hadîs-i şerîf ile bunun üzerine istidlâl etmişdir ki, muhakkak abdest bu ümmetin hasâisindendir. Ba’zıları dediler ki, abdest bu ümmete mahsûs değildir. Abdest uzvlarının beyâz ve nûrlu olması bu ümmete mahsûsdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, abdest aldıkdan sonra buyurmuşdur ki: (Bu benim ve benden evvel gelen Peygamberlerin abdestidir!) Bu hadîs-i şerîf za’îfdir. Sahîh olduğu takdîrde, Enbiyâ “alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm” hazretleri, kendileri abdest alıp, ümmetleri abdest almamış olma ihtimâli vardır, şeklinde cevâb verildi. Yine hadîs-i şerîfin akabinde, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Mü’minin abdest suyu erişdiği yerine, hilye de erişir!) Ya’nî nûr, abdest alınan uzv üzerine ulaşır. Hilye; nûr, beyâzlık demekdir.


29– Yine (Mesâbîh-i şerîf)de Savm [oruc] bölümünün, sahîh hadîsler kısmında, nakl olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Bizim orucumuz ile ehl-i kitâbın orucu arasındaki fark, sahûr yemeğidir!) (Müslim) kitâbını şerh eden “rahimehullah” beyân etmişdir ki, bizim savmımız ile ehl-i kitâbın savmının arasındaki fark sahûr yemeğidir. Zîrâ onlar sahûra kalkmazlar ve bizde sahûr müstehâbdır. (Ekletül seharî), sahûr yimeğe derler. (Gudve) ve (aşve), yinilen şey çok da olsa sabâh ve akşam yemeğidir. Hemzenin ötüresi ile ükleten okunursa, bir lokma anlamına gelir. (Ekle) kelimesinin başındaki hemze fethalıdır. Ya’nî (Ekleten) diye okunur. Bir kerre yemek demekdir.


Kâdî “rahimehullah” bu hadîs-i şerîfdeki (ekleten] kelimesini; (ükleten) diye okumuş, böyle olduğunu söylemişdir. Doğru olanı fetha ile (ekleten) şeklinde okunmasıdır. Zîrâ, burada maksad odur.


(Mefâtih) sâhibi “rahimehullah” beyân etmiş ki, yimek, içmek ve cimâ’, benî İsrâîl üzerine, orucları gecelerinde uyudukdan sonra harâm idi; onlara câiz değildi. Onlara akşam uyuyuncaya kadar câiz idi. İslâmiyyetin başlangıcında da böyle idi. Sonra Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri fecre kadar yimek, içmek ve cimâ’a izn verdi.


30– Yine (Mesâbîh)in Kur’ân-ı kerîmin fazîletleri bölümünün hasen hadîsler kısmında rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, arzı ve semâvatı yaratmazdan bin sene evvel, Tâhâ ve Yasîn sûrelerini meleklere okudu. Ya’nî ma’nâlarını ilhâm etdi. Ne vakt ki melekler Kur’ân-ı azîm-üşşânı işitdiler, dediler, ne güzel bir hayâtdır ki, Tûbâ ağacı o ümmet için olsun ki, bu Kur’ân-ı azîm onların üzerine nâzil olur; bu Kur’ân-ı hakîmi yüklenen kalblere ve okuyan dillere müjdeler olsun!)


31– (Mesâbîh)de aynı faslın hasen hadîsler kısmında, Ubeyy bin Ka’b “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ben ümmî bir ümmet üzerine gönderildim!) (Mefâtih) kitâbının sâhibi beyân etmiş [açıklamışdır]ki, ümmî lügatde mensûbdur. Arablarda okuma ve yazma bilmiyendir. Her kim ki, okumak ve yazmak bilmez, o kimselere denir. Ya’nî anadan doğduğu hâl üzere kalmışdır. Onlardan ba’zısı kadın, ba’zısı ihtiyâr erkek, ba’zısı çocukdur, ya’nî küçükdür. Ba’zı kişiler aslâ okumamışdır. (Mefâtih) kitâbının sahîbi demişdir. Eğer bir kırâet üzere okusam, ümmet okumağa kâdir olmazlar. Zîrâ insanlardan birkaç kimsenin dili bir tarafa mâildir. Anlatmağa kâdir olmaz. O kimsenin dili idgâma mâildir. O kimse ki, dili, izhâra mâildir. Bunların gayri gibi.


Cebrâîl aleyhisselâm buyurdu: Yâ Muhammed! Muhakkak Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Bir rivâyetde buyurdu, bu harflerden herbiri şifâ vericidir. Ya’nî bunlardan her biri kırâet eden kârîlerin sadr [göğüs]larına, illetlerine, hastalıklarına şifâ verir.


Murâdları hâsıl olur. [Hadîs-i şerîfde buyuruldu: (Önce inen kitâblar, bir harf, ya’nî kelime idi ve birşeyi bildirirlerdi. Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Yedi şey bildirmekdedir. Zecr (yasak), Emr, Halâl, Harâm, Muhkem (açık bildirilenler), müteşâbîh (açıkca anlaşılamıyan) ve misâller. Bunlardan, halâli halâl biliniz! Harâmı harâm biliniz! Emr edilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve hikâye olanlardan ibret alınız! Muhkem olanlara uyunuz. Müteşâbîh olanlara inanınız. Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmişdir, deyiniz!) (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbı 184.cü sahîfeye bakınız!]


(Mefâtih) kitâbının sâhibi bu vechle beyân etmişdir. Ba’zı şârihler demişlerdir ki, (Kâfiye kelimesi, ecrde) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sıdkına hüccet olmakda mu’cize olduğu içindir.


32– Yine (Mesâbîh)de, De’avât [düâlar] bölümünün, sahîh hadîsler sonunda, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Her nebî için bir da’vet-i müstecâbe vardır. [Her Peygamberin bir düâsı kabûl olundu.] Her Peygamber düâsının kabûl olunması için acele etdi. Peygamberler “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü tebâreke ve teâlâya, ümmetleri üzerine denizde boğulmaları, suda gark olmaları, zelzele, sayha, taş atılması, kötü şekle girmek ve yere batması gibi; felâketleri için düâ etdiler. Ben düâmı; ümmetim üzerine şefâ’at etmek için sakladım. Allahü teâlâya şirk koşmadan ölmüş olan kimseye, benim şefâ’atimi Allahü teâlâ kabûl eder.)


(Müslim) hadîs kitâbını şerh eden demişdir ki, inşâallah buyurdukları, temennî ve teberrük içindir. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin şu emr-i şerîfine imtisâlen buyurdu: (Yârın ben şu işi yaparım demeyin, inşâallah yaparım deyin.) [Kehf sûresi 23.cü âyet-i kerîme meâlî.] Ba’zı şârihler buyurmuşlar ki, bu hadîs-i şerîfde, mü’minlerin âsîlerinin Cehennemde sonsuz kalmıyacaklarına delîl vardır. Zîrâ, şefâ’at hastalığa ilâc gibidir. İlâc, rûh sâhibi olan diri kimseye şifâ verir. Îmân rûh gibidir. Günâh hastalık gibidir. Şirk, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, rûhsuz meyyit gibidir. Mâdem rûh vardır. İlâc fâide verir. Rûh çıkdıkdan sonra ilâc da fâidesiz kalır.


33– Yine (Mesâbîh)de; Tesbîh, tahmîd, tehlîlin sevâbı bâbında bildirilen hasen hadîs-i şerîflerde; Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Mi’râc gecesi, İbrâhîm aleyhisselâm ile karşılaşdım. Bana dedi, yâ Muhammed! Benden, ümmetine selâm söyle! Onlara haber ver ki, muhakkak Cennetin toprağı tayyibdir. Suyu tatlıdır. Zemîni düz ve ağaçsız olduğundan, oraya dikilen fidanın, Sübhânallahi velhamdülillâhi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber olduğunu haber ver.) Türpüştî “rahimehullahü teâlâ” demiş ki, fidan tayyib (temiz) toprakda yetişir. Tatlı su ile gelişir. Ekinin iyisi düz ve ağaçsız arazîde olur. Bu kelimeleri söyliyen Cennete vârîs olur, buyurulmuşdur. Cennetde ağaç dikmek için uğraşmak boşa gitmez. Zîrâ oradaki ekinin telef olması, çabuk çürümesi yokdur.


34– Yine (Mesâbîh)de, Hesâb, kısâs ve Mîzân bâbında, hasen hadîs olarak bildiriliyor. Ebû Emâme “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim. Buyurdular ki: (Rabbim bana ümmetimden yetmiş bin kimseyi, hesâb ve azâb olunmadan Cennete dâhil etmeği va’d etdi. Bunlardan her bin ile yetmiş bin kişi dahî ve Rabbimin avuçları ile üç avuç mikdârı kimseler Cennete girer!) (Müslim) kitâbını şerh eden demişdir ki, (avuç, avuç) kavl-i şerîfinden murâd, ümmetin Cennete çok gireceğinden, mübâlagadır. Yoksa avuç ve ölçü Allahü teâlâ için yokdur. Allahü teâlâ mahlûklara âid şeylerden münezzehdir, uzakdır. Buradaki mübâlagadan maksad, hadsiz ve hudûdsuzdur. Bu ümmetden hesâb ve azâb görmeden Cennete girenlerin çok olduğu bildirilmekdedir. Fekat bu, Allahü teâlânın rahmet deryâsının genişliğine nisbeten bir avuç buğday menzilesindedir.


35– Yine (Mesâbîh)de, o hadîs-i şerîf yazıldıkdan sonra, bir hadîs-i şerîf rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Muhakkak ki, Allahü teâlâ kıyâmet günü insanlar arasından ümmetimden birini seçer. Onun için, herbirinin uzunluğu gözün görebildiği yere kadar olan doksan dokuz amel defteri neşr eder [ortaya çıkarır, açar].) (Eserîden nakl edilmişdir ki, bu her amel defterinin genişliği ve uzunluğu, insanın gözünün görebildiği yere kadardır.)


Sonra, Allahü teâlâ o kimseye, ([bu amel defterinde] yazılı olanlardan bir şeyi inkâr edebilir misin. Sana benim Hafazâ meleklerim zulm etdiler mi, diye sorar. O kimse der ki; hâyır yâ Rabbî! Sonra Allahü teâlâ hazretleri buyurur ki; senin için bir özr var mıdır. O kul; hâyır yâ Rabbî, der. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurur ki; Evet muhakkak ki, bizim indimizde senin için bir hasene vardır. Bugün aslâ sana zulm edilmez. Sonra Allahü teâlâ, üzerinde “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh” yazılı olan bir kâğıd çıkarır. O kimseye; terâzîni hâzırla buyurur. O kul, yâ Rabbî, bu amel defterlerinin yanında bu kâğıdın ağırlığı ne olur ki, der. Allahü teâlâ buyurur ki, bugün sana aslâ zulm olunmaz.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri sözlerine devâmla buyurdular ki; (Sonra amel defterleri bir kefeye, o kâğıd bir kefeye konur. Amel defteri hafîf, o kâğıd ağır gelir.) Allahü teâlânın tevhîdini bildiren kelime-i tevhîd karşısında ma’siyyetden hiçbir şey ağır gelemez. Bilâkis kelime-i tevhîd bütün ma’siyyetler karşısında ağır gelir.


36– Yine (Mesâbîh) kitâbının Kur’ân-ı kerîmin fazîletleri bölümünün hasen hadîsler faslının evvelinde, Ebû Sa’îd-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Buyurdu ki; ben muhâcirlerin fakîrlerinden bir cemâ’at ile oturuyordum. Ba’zılarının üzerini elbiseleri örtmediği için, birbirlerini siper ederler idi. Bir kâri’ yanımızda Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” o sırada gelip, yanımızda durdu. O kâri’ sükût etdi [susdu]. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” selâm verdi. Sonra buyurdu: (Siz ne işlersiniz [ne yapıyorsunuz]). Biz dedik ki, (Kitâbullahı dinliyorduk.) Buyurdu ki: (Allahü teâlâya hamd olsun ki, ümmetimden berâber bulunmağa emr olunduğum kimseler kıldı.)


(Mefâtih) kitâbının sâhibi beyân etmişdir. Allahü teâlâya hamd olsun ki, ümmetimden sâlihler, fakîrler ve kendine yakın kıldığı bir zümre yaratdı. Onları kendine çok yakın kılması sebebiyle bana onlarla birlikde bulunmaya sabr etmemi emr etdi. [Kehf sûresi 28.ci âyetinde meâlen] (Sabâh akşam Rablerinin rızâsını dileyerek, Ona yalvaranlarla berâber sen de sabr et. Dünyâ hayâtının güzelliklerini isteyerek, gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmakdan gâfil kıldığımız ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma) buyurdu.


Bu âyet-i kerîmedeki sabr, habs (hâkim olmak) demekdir. “Sabâh akşam Rablerinin rızâsını dilerler” buyurulmasını müfessîrler, Onlar Kur’ân-ı kerîmi ve ahkâm-ı islâmiyyeyi sabâh ve akşam senden öğrenirler demekdir, diye tefsîr etmişlerdir. Âyet-i kerîmede “Onun vechini isterler” buyurulmasını ise, (Onlar Allahü teâlânın rızâsını taleb ederler) diye tefsîr etmişlerdir. “Gözlerini onlardan çevirme” buyurulmasını da, gözlerini, bakışlarını onlardan çevirip, zenginler tarafına bakma, diye tefsîr etmişlerdir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kul hakkı* nı Allah affetmiyor kardeşim. İllâ helâllaşması lâzım, başka *Çâre* si yok. Onun *Tövbe* si de yok. Önce helâllaşacak, sonra tövbe edecek. 


Kul hakkından, peygamberler bile titremişlerdir. *Kul hakkı* nın tövbesi, helâlleşmekdir. 


*Sırât* da, altı yerde *Suâl* durağı var. Önce *Îmân* dan sorulacak. Altıncı, *Kul hakkı* ndan. Burada Peygamberlere bile *Korku* gelir efendim, o kadar mühim. 


Bu yolda *Râbıta* çok mühimdir. Her an hocasını düşünmelidir. Meselâ namaz kılarken, *Ben kılmıyorum, o kılıyor!* diye düşünmelidir. Bizim *İlmihâl* de, râbıta-i telebbüsiyye diye var bu. 


Her işinde, her zaman *Hocası* nı düşünür. Bu şekilde ibâdetlerden *Zevk* alınır. Bu râbıta, zorlanmadan, kendiliğinden olmaya başlayınca, bu yolda *Cezb* ederek, uçurarak ilerletirler. 

● ● ● 

Bir gün, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine gitmişdim. Kendilerine, o gece gördüğüm rüyâmı anlatdım. *Efendim, çok uzun bir rüyâ idi, birkaç saat sürdü*, dedim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, hayret ederek; Allah Allah! Hilmi, bu rüyâ birkaç saat mı sürdü? Sana öyle gelmiştir. O, aslında bir veyâ bir kaç *Sâniye* sürmüşdür! buyurdu. 


İşte *Mü’min* kabre girdiği zaman da, orada binlerce, belki onbinlerce *Sene* yatacak. Ama uyandığı zaman, bu ona birkaç *Dakîka* gelecek. Kesinlikle hiç anlamıyacak. 


Nasıl ki *Rüyâ* da, o zaman dilimi genişliyor, ama gerçekde, o çok kısadır, birkaç *Sâniye* dir, işte *Kabir hayâtı* da öyle, çok kısa gelecek. Ama mü’minlere böyle olacak, kâfirlere değil. 


İşte bunun gibi, büyükler buyuruyor ki; *Kelimetâni*, iki kelime vardır. *Hafîfetâni fil lisâni*, lisânen söylemesi hafifdir, kısadır. İnsanın diliyle bunu söylemek çok kolaydır. 


*Sakîletâni fil mîzâni*, Mîzânda, yâni terâziye konduğunda, çok ağır gelir. Onun ağırlığından, günâhlar küçücük kalır. Öyle ağır gelir. 


*Habîb-i alerrahmâni*, öyle iki kelime ki, bunu Allah celle celâlühu onu çok seviyor. Peki, nedir o iki kelime? *Sübhânallahi ve bihamdihî sübhânallahil azîm!*

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 1.cild 19.mektûb

 Hâfız Abdürreşid'e yazmışlardır. Müceddid-i Elf-i Sânînin (radıyallahu teâlâ anh) mükâşefesinden bahseder:

Bismillahi ve selâmün alâ Resûlillahi. Resûlullahdan (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) gelen haberlerde:

" Bir kimse ölür ve üzerinde borç veya bir başka kul hakkı bulunursa, onun rûhunu gökün yukarısına çıkarmazlar. İlerlemekten alıkoyarlar. Ölünün tarafından bu hak ödenmedikçe, orada kalır. Hak ödenince durdurulmaktan kurtulur" diye geldi.

Hazreti Müceddid (radıyallahu teâlâ anh) bu hususta çok düşündüler. Nihâyet Allahu teâlânın fadlı ve ihsânı ile kendilerine gösterildi ki, bu hüküm, dünyada ruhu terakkî etmemiş kimseye mahsustur. Ama bu alâkaları ile beraber, ruhu dünyada terakkî etmiş ise, öldükten sonra da, Allahu teâlânın takdîri ile terakkî eder. Fakat bu dünyada tutuklanmış, bir kafeste kalmış ve hiç terakkî etmemiş kimse, vefâtından sonra da tutukludur ve bu alâkalardan, bağlardan kurtulamaz.

Vesselâm. 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bana seneler önce; *Sen muallim olunca talebeye bol not ver!* buyurmuşdu. Yâni öğretmenlikte muvaffak olmam için, bana *Yol* göstermişdi.


Ben de Onu dinledim ve talebeye hep *Bol Not* verirdim. Çünkü Efendi hazretlerinin bana *Emri* böyleydi. Onun için *Talebe* ler, beni her öğretmenden daha *Fazla* severlerdi. 


Bursa *Askerî Lisesi* nde iki üç sene *Kimyâ* muallimliği yapdıkdan sonra, 1949 da *Öğretim Müdürü* oldum. 

● ● ● 

Efendim, şimdi *Ben* konuşuyorum, *Siz* de dinliyorsunuz. Ama benim bu konuşmamı, bir *Şey* in size kadar nakletmesi lâzım. İşte Allahü teâlâ, bunun için *Hava* yı yaratmış. 


Her yer *Boşluk* olsa, yâni *Hava* olmasa, duyamayız. Efendim *Telefon* var, *Televizyon* var, *Radyo* var. Bunlardaki sesin bir şeyle nakledilmesi lâzım. Eğer nakledilmese duyulmaz ki. 


İşte elektro manyetik *Dalga* lar, taşıyıcıdır. Bu elektro manyetik dalgalar hiç *Yok* olmaz. Azalır, ama *Yok* olmaz. Yâni bir gün, bir teknoloji çıksa, eski *Sesleri* duyabiliriz. 


Çünkü elektro manyetik *Dalga* yok olmuyor. İşte efendim, üçüncü bir nakil vâsıtası daha var. O da, *Evliyâ* zâtların *Ruhları* ile irtibât kurmakdır. 


Onların *Sevgisi* ne kavuşmak, onlardan *Feyz* almak için de bir aracı lâzım. O aracı da *Sevgi* dir, yâni *Muhabbet* dir. 


*Sevgi* olmak şartıyla, o büyükleri *Anmak* kâfidir. Yâni mübârek İsmini söylemek yeter. Hattâ o büyükleri *Düşününce* bile, ânında ruhları orda *Hâzır* olur. 

● ● ● 

Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu *Fakîh*, yâni *Fıkıh âlimi* yapar, daha da çok severse, onu *Fıkhı Yayıcı* yapar. Din bilgilerini yayarken, kendinden birşey ilâve etmemelidir ki, bu *Bid'at* dir. 


*Bid’at ehli* Cehennem köpeklerindendir. Bid'at ehline, büyüklerin *Feyz* ve *İhsân* ları gelmez. Bid'atlerin başı ise, *Ben* demekdir. *Ben* demek, Allahü teâlâdan ve büyüklerden gelen *Feyzi* ve *Bereketi* keser. 


Dünyâda en kıymetli şey, *Refîk-ı muvâfık* dır. Yâni müslüman bir *Arkadaşa* ve bir *Allah adamı* na, bir *Mürşid-i kâmile* kavuşmak ve onu sevmekdir. 


Elhamdülillah, Cenâb-ı Hak bunu bize *Nasîb* etdi. Siz şimdi; *Ama biz görmedik ki!* diyeceksiniz. Siz görmeseniz de, onlar sizi görür efendim. Evliyâ-yı kirâm, *Görürler*, *İşitirler* ve *Feyz* verirler.

Eshâb-ı Kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Menâkıbı

Eshâb-ı Kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Menâkıbı:


Yûsüf-i Erdebîli “rahimehullahü teâlâ” (Envâr) adlı kitâbında Şeyh Ebû Amr bin Salâhdan nakl etmişdir. O dedi ki, (Ma’rife-tül hadîs) adlı kitâbda, İmâm-ı Nevevînin “rahimehullah” (İrşâd) adlı kitâbından alarak dedi ki: Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin hepsi âdildirler. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” âhırete intikâlleri sırasında yüzondörtbin Sahâbe mevcûd idiler. Kur’ân-ı azîm-üş-şân ve sahîh hadîs-i şerîflerde, hepsinin adâletleri ve büyüklükleri bildirilmekdedir “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’in”.


Birinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf) kitâbının, bu bâbının sahîh hadîs-i şerîfler kısmının evvelinde, Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Eshâbımı kötülemeyiniz! Sizlerden biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd arpa sadakasının veyâ yarısının sevâbına kavuşamaz.) Kevrânî “rahimehullahü teâlâ” buyurmuş ki, muhakkak sizin biriniz, Uhud dağı kadar altın sadaka vermekle, Sahâbe-i güzînin bir müd veyâ onun yarısı mikdârı sadakasında nâil olduğu ecr ve sevâba kavuşamaz. Sahâbî; o kimsedir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini, mü’min olduğu hâlde bir kerre gören kimse demekdir. Denildi ki, hadîs-i şerîfin ma’nâsı şudur: Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden fakîr olan birinin Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin huzûrunda, az bir mal vermesi, onlardan sonra gelenlerin vermelerinden efdaldir. Sahâbe-i güzînin fazîleti, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûrlarına ve sohbet-i şerîflerine erişmek ile oldu. Başka birşey ile olmadı. Zîrâ onlar vahy zemânına yetişdiler.


Bizden birimizin bin sene ömrü olsa, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin emrlerine imtisâl etsek ve yasaklarından kaçınsak, belki kendi zemânımızın cümle insanlarının âbidi olsak, bütün ibâdetlerimiz, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin bir sâat sohbetinde olmağa mukâbil olmaz. Bundan dolayıdır ki, onların fazîletine hiçbir şey eşid olmaz. Kevrânînin kelâmı temâm oldu.


(Müslim) şârihi “rahimehullahü teâlâ” beyân etmiş ki, Sahâbe-i güzîn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin seb’i [onları kötülemek] harâmdır. Harâm olan fuhş ile aynıdır. Onlardan fitnelere karışmış olsun veyâ olmasın aynıdır. Zîrâ onlar müctehiddir. Onların şânlarına yakışmıyan ma’nâlar söylemek büyük günâhlardandır. Bütün âlimlerin mezhebi odur ki, onları kötüliyen ta’zîr olunur. Katl olunmaz. Ba’zı mâlikî mezhebi âlimleri katl olunur, dedi.


Tayyibî hazretleri demişdir ki, Sahâbe-i kirâmın hepsi, mutlaka âdildirler. Kur’ân-ı azîm-üş-şân ve hadîs-i şerîflerin ve i’timâd olunur kimselerin icmâ’ları ile anlaşılmakdadır. Yine (Envâr) kitâbında Yûsüf-i Erdebîli “rahimehullahü teâlâ” demişdir ki, Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine ta’n etmek câiz değildir. O Sahâbe-i kirâmın büyüklerindendir. Yezîdden başkasına la’net etmek ve kötülemek câiz değildir. [Hattâ onu bile kötülemek lüzûmsuzdur.] Zîrâ hepsi mü’min ve müslimândırlar. Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse azâb eder, isterse rahmet eder. İmâm-ı Gazâlî ve Nevevî ve gayrileri böyle dediler. Hüccet-ül islâm imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” buyurmuşdur ki: Hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseynin “radıyallahü anhümâ” şehîd edilmelerini ve Sahâbe-i kirâmın arasında meydâna gelen çekişme ve çarpışmaları hikâye etmek, anlatmak harâmdır. Çünki, Eshâb-ı kirâmın ba’zısına buğz etmeğe sebeb olur. Hâlbuki onlar dinde âlimdirler. Din imâmları bilgilerini rivâyet yolu ile onlardan almışdır. Bu doğru yol ile doğru din bilgilerini öğrendik. Onları kötüleyen kimse kendi mel’ûndur. Kendi nefsine ve dînine ta’n etmiş olur. İmâm-ı Gazâlînin kelâmı temâm oldu.


İkinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de, yukarıda bildirilen hadîs-i şerîfin devâmında bildirilmişdir.

Ebû Bürdeden ve onun da babasından nakl olunan hadîs-i şerîfde, Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek başını semâdan yana kaldırarak, (Yıldızlar gökde emene’dir [rahmet veyâ emînin çoğulu]. Yıldızlar gitdiği zemân, gökde va’d olunan şeyler olur. Ben de Eshâbım üzerine emînim. Gitdiğim zemân, Eshâbıma va’d olunan şeyler gelir. Eshâbım da ümmetim üzerine emenedir. Eshâbım gidince, ümmetime va’d olunan şeyler gelir) buyurdular.


(Müslim) hadîs kitâbını şerh eden “rahimehullahü teâlâ” beyân etmişler ki; hadîs-i şerîfde geçen emenetün kelimesi, emân, rahmet demekdir ve emînin çoğuludur. Emîn ise hâfız, koruyucu ya’nî sebebdir. Gökler için va’d olunan şeyler, kıyâmet günündeki yarılması, dağılmasıdır. Yıldızların gitmesinden maksad, karârması ve dökülmesidir. (Ben Eshâbıma emeneyim ve ben ki gitdim; Eshâbıma, fitneden, harbden ve ba’zı arabların irtidâdından, kalblerde meydâna gelen ihtilâflardan va’d olunan şeyler gelir, demekdir.) Bunlarla alâkalı olan şeyleri açıkca bildirdiler. Buyurdukları herşey vâki’ oldu. Ümmetine va’d olunan şeyler, zuhûra geldi. Bid’at fırkalarının zuhûru, dinde olan çeşidli reformist hareketler, şeytânın arkadaşlarının meydâna çıkması, [Deccâl] rûmun zuhûru, Mekke ve Medînenin harâb olması, hayrât ehlinin gitmesi, şer ehlinin gelmesi ve kıyâmetin bunlar üzerine kopması bunlardandır.


Üçüncü Menâkıb: Yine o hadîs-i şerîfin devâmında, Ebû Sa’îd-i Hudrîden “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (İnsanlar üzerine bir zemân gelir. Bir kısm kimseler gazâ ederler. İçinizde Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Eshâbından kimse var mıdır, derler. Evet derler. Sonra harb kazanılır. Ondan sonra nâs [insanlar] üzerine bir zemân gelir ki, harb ederler. İçlerinden bir cemâ’at derler ki, içinizde Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” eshâbı ile görüşmüş [tâbi’înden] kimse var mıdır. Derler ki, evet. Sonra harb kazanılır. Yine insanlar üzerine bir zemân gelir ki, harb ederler. Bir cemâ’at der ki, içinizde Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Eshâbını görmüş olanları gören [tebe-i tâbi’înden] kimse var mıdır. Derler ki, evet. Sonra harb kazanılır. [Ya’nî feth müyesser olur.]) Bu hadîs-i şerîfde (Buhârî) ve (Müslim) müttefiklerdir.


[Ya’nî her ikisinde de vardır.] (Müslim) rivâyetinde ziyâde etmişdir ki, dördüncü ordu da vardır. Ya’nî denilir ki, (Bakınız! İçinizde, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Eshâbını göreni görenini göreni görmüş kimse var mıdır!) Bir kişi bulunur. Harb kazanılır. Tayyibî “rahimehullahü teâlâ” buyurmuş ki, bu hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri için mu’cize, Eshâb-ı kirâm, tâbi’în ve tebe-i tâbi’în “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” için fazîlet vardır.


Dördüncü Menâkıb: Yine o hadîs-i şerîfin devâmında, İmrân bin Husayndan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Ümmetimin üstünleri benim zemânımda bulunanlardır. Ya’nî Eshâbımdır. Sonra o kimselerdir ki, Eshâbımı ta’kîb eder. Sonra o kimselerdir ki, onları ta’kîb edeni ta’kîb eder. Muhakkak onlardan sonra bir kavm gelir ki, onlardan şâhidlik istenmeden şâhidlik ederler ve hıyânet ederler. Onların yapdıkları o hıyânet ile onlarda emânet kalmaz. O kimsenin hilâfınca ki, tahkîr olunduğunda, bir kerre hıyânet eder. O hıyânet etmiş olur. Ammâ onunla emânetden çıkmaz. Ba’zı hâllerde sözünde durmazlar. Onlarda semizlik zâhir olur [şişmân olurlar].) Bir rivâyetde (İstenmeden yemîn edenler...) buyurulmuşdur.


Türpüştî “rahimehullah” demişdir ki: Bir kerre gaflet ile hıyânet edenden güven kalkmaz. Devâmlı hıyânet yapanda emniyyet kalmaz. Ona güvenilmez. Şişmânlık ile de din işlerinde fazla dikkat etmemek ve gafletde olmak anlaşılır. Çünki, umûmiyyetle şişmân kimseler, din işlerine az ehemmiyyet verir. Nefslerine riyâzet çekdirmeyip, arzû ve isteklerinin çoğu, lezîz yemekler ve uyku olur. Bu hadîs-i şerîfler sahîh hadîslerdendir. Bundan sonra nakl olunanlar da öyledir.


Beşinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Eshâbıma ikrâm [hurmet] ediniz. Şübhesiz, Eshâbım sizin üstünlerinizdir [hayrlılarınızdır]. Sonra onları ta’kîb edenler, sonra da onları ta’kîb edenler üstündürler. Sonra yalan yayılır.


Hattâ istenmediği hâlde yemîn eder, istenmeden şâhidlik ederler. Dikkat ediniz. Cennetin ortasına girerek se’âdete kavuşmak isteyen, cemâ’atden ayrılmasın. Çünki, şeytân kendi görüşüne uyarak cemâ’atden ayrılan ile birlikdedir. İki kişi bir araya gelse şeytân onlardan çok uzak olur. Ancak yabancı bir kadın ile bir erkek bir araya gelirse şeytân onların üçüncüsü olur. Kim iyiliklerinden dolayı sevinir, kötülüklerine üzülürse, mü’mindir.) Yine (Mesâbîh-i şerîf)in hasen hadîslerinde, Câbir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki, (Beni gören ve beni göreni gören müslimânı Cehennem ateşi yakmaz.)


Altıncı Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)in hasen hadîsler kısmında, Abdüllah bin Magfel “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretlerinden korkunuz! Allahü teâlâ hazretlerinden Eshâbım hakkında korkun. Onları kötü sözlerinize hedef ittihâz etmeyiniz. Her kim ki onlara buğz eyler, bana buğz etdiği için buğz eder. Her kim ki onlara ezâ eder, bana ezâ [eziyyet) eder. Her kim ki bana ezâ eder, Allahü teâlâ hazretlerine ezâ [eziyyet] eder. Her kim ki Allahü teâlâ hazretlerine ezâ ederse, ona azâb yapması yakındır.)


Yedinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)in haseninde [hasen hadîslerinde], Enes “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Ümmetimde Eshâbım tuz gibidir. Yemek ancak tuz ile lezzetli olur.) Abdüllah bin Zübeyr “radıyallahü anh” babasından nakl etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Kıyâmet günü, eshâbımdan herbiri, kabrlerinden kalkarken, vefât etdiği memleketin bütün mü’minlerinin önlerine düşerek ve onlara nûr ve ışık saçarak, arasat meydânına götürürler.) İbni Mes’ûd “radıyallahü anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Eshâbımdan bana, beni rencîde edecek birşey söylemeyiniz. Ben onların yanına kalbim selîm olarak çıkmak isterim!) Ya’nî Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri arzû eder ki, dünyâdan o hâlde çıkmak ister ki, kalb-i şerîfleri Eshâbından râzı olsun.


Onlardan birisine hıkd [kin] bağlamış olmasın. Onun için onlarla alâkalı iyi olmıyan şeyleri bildirmeyin demekdir.


Sekizinci Menâkıb: (Ravda-tül ulemâ) kitâbı yirmiyedinci bâbda, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” üstünlükleri beyân olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hadîs-i şerîflerine uymak ve taklîd etmek câizdir. Bunda ihtilâf yokdur. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” kavl-i şerîflerini taklîd câiz midir, değil midir, ihtilâf etdiler. Âlimlerimiz, zâhir usûlde dediler ki, câizdir. Bütün Sahâbenin kavlleri huccetdir. Ma’nâlarını bilmeden, onu tasdîk ederiz ve amel ederiz. Hattâ İmâm-ı a’zam “rahimehullah” hazretlerinden rivâyet olunmuş ki, kendisine soruldu: Sizin sözleriniz, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kitâbı Kur’ân-ı kerîme muhâlif olursa, ne yapmak gerekdir. Buyurdu ki: Benim kavlimi terk edip, Kitâbullaha uyunuz [onun bildirdiği gibi yapınız!]. Yine soruldu: Sizin kavliniz Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kavline muhâlif olursa, ne yapmak gerekdir. Buyurdu ki: Benim kavlimi terk edip, Resûlullahın kavli ile amel ediniz. Sonra yine soruldu: Sahâbe-i güzîn hazretlerinin kavlleri, senin kavline muhâlif olursa, ne yapmak lâzımdır. Buyurdu ki: Benim kavlimi terk edip, Sahâbe-i kirâmın kavlini tutunuz. Denildi ki, tâbi’înin kavli senin kavline muhâlif olursa, ne yapmak lâzımdır. Buyurdu ki: Biz de onlar gibiyiz. Avâmın kavlini taklîd câiz değildir. Zâhir olan âlimlerimizden rivâyet olunur ki, Sahâbe-i güzînin kavlleri, sözleri hüccetdir. Kavlleri taklîd olunur.


İmâm-ı Şâfi’î “rahimehullahü teâlâ” zâhir usûlünde dedi ki, Sahâbe-i güzîn hazretlerinden her bir kimsenin kavli taklîd olunmaz. İmâm-ı Şâfi’î mezhebi âlimlerinden ba’zıları dediler ki, dört kimsenin kavli taklîd olunur. Onlar (Halîfe-i râşid)dir. Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Biz deriz ki, bütün Eshâb-ı kirâmın kavlleri taklîd olunur.


Ondan dolayı Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki: (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz!) Ondan dolayı ki, ümmeti bunun üzerine icmâ’ etmişdir ki, insanların en üstünleri, en efdalleri Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Eshâbıdır. Eğer kavlleri taklîd olunmasa, diğer ümmetler üzerine üstünlükleri açık olmazdı. Allahü teâlâ hazretleri onların fazîletlerini, üstünlüklerini bildirmek için Âl-i İmrân sûresi 159.cu âyet-i kerîmesini gönderdi. Meâl-i şerîfi, (Allahü teâlânın rahmeti ile sen onlara suhûlet gösterirsin. Eğer sen, kötü yaratılışlı, katı kalbli olsa idin, onlar yanından dağılırlar idi. Onları afv et. Onların magfiretini iste ve işlerinde onlar ile müşâvere et!) olan bu âyet-i kerîme, Eshâb-ı güzînin fazîletleri üzerine ve onların kavllerine ittibâ’ üzerine delîldir. Aslında Resûl-i ekrem hazretleri onlar ile müşâvereye muhtâc değildi. Bununla berâber emr olundu. (Ravda-tül ülemâ) kitâbının sözü temâm oldu.


(Mîzân-i Şa’rânî) kitâbında, İmâm-ı Şâfi’î hazretlerinin (Rey’ sâhibleri ve onlardan sakınmak) ile alâkalı sözünün nakl edildiği faslda, İbni Salâhdan “rahimehullah” şöyle rivâyet etmişdir. Hadîs ilminde nakl etmiş ki, İmâm-ı Şâfi’î hazretleri (Risâle-i kadîme)sinde, Sahâbe-i güzîn hazretleri üzerine senâdan sonra dedi ki, onlar o senâya ehldir. (Sahâbe, ilm, ictihâd, vera’ ve akl bakımından bizden üstündür. Onların rey’lerini çok beğeniriz. Bize göre, bizim rey’lerimizden evlâdır!) buyurmuşdur. Beyhekî de rivâyet etmişdir ki, İmâm-ı Şâfi’î hazretlerine soruldu; (yaya olarak hacca gideceğim diye nezr eden bir kimse, sözünde durmasa ne yapması lâzım gelir.) Yemîn keffâreti verir diye cevâb vermişdir. Süâl eden kimse bu fetvâ karşısında duraklayınca, İmâm-ı Şâfi’î buyurmuş ki, (Benden çok üstün olan İbni Ebî Ribâh “radıyallahü teâlâ anh” da böyle fetvâ verdi. [Bu zât sahâbeden idi.]) Yine (Mîzân)da bundan evvel beyân buyurmuşlardır ki, İmâm-ı Şâfi’î; Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinden başka, Eshâb-ı kirâmın ve tâbi’înin sözlerinden de ictihâd ederken fâidelenmişlerdir. Yine (Mîzân)da, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin, fazîleti, makâmı ve ilmi beyânında nakl olunmuş ki, İmâm-ı Şâfi’î hazretleri; İmâm-ı a’zamın kabrini ziyâret sırasında, ictihâdını terk etdi. Sabâh nemâzı vaktinde, sabâh nemâzını kıldı. Sonra buyurdu: (Ben nasıl okuyayım, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin huzûrunda ki, o sabâh nemâzı kılarken kunût okumamışdır.)


İmâm-ı Şâfi’î de, edebini gözetmekden dolayı okumadı. Böylece edeb kapısını açdı. Bütün müctehidlere ve kavllerine, iyi düşünülmesini, ictihâdlarından dolayı kötülenemiyeceğinin bilinmesinin lâzım olduğunu ve bunların Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözlerinden delîller çıkararak ictihâd etdiklerini bildirmek istedi. Yine (Mîzân)da nakl etmişdir ki, İmâm-ı Şâfi’î hazretleri buyurdu ki, her zemânda hadîs âlimleri Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gibidir. Zemân-ı şerîflerinde buyururlardı ki, (Ben hadîs âlimlerinden birisini görsem, güyâ Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Eshâb-ı güzîninden birisini görmüş gibi olurum!) (Mîzân)ın sözü temâm oldu. Ma’lûmdur ki, (Mîzân)dan nakl olan (Ravda)dan nakl olunanı nakz eder. İmâm-ı Şâfi’î hakkında ve onların yüksek şânlarına lâyık olan da budur.


Evliyânın efdali, Sıddîk-ı ekber, ba’dehu Fârûk,

ve Zinnûreynden sonra, Alîdir ol Velîyullah.


Kalan Eshâbı hem ki, cümlesinin zikri hayrolsun,

cemî’i Âl-ü Eshâb-ı kirâmı severim fillah.


Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma, Hasen ve Hüseyn,

bu ümmetden bunlara Cennet ile neşhedü billah.


Ve gayri kimseye aynîle Cennetlik denilmez ki,

o gaybe hükm olur, gaybi ne bilsin kimse gayrillah.


Ve Eshâb-ı kirâmın cümlesinden sonra ümmetden,

cemî’i Tâbi’în olmuşdur, efdalü Evliyaillah.


(Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn)

Ebû Bekr-i Sıddîk ile Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü anhümâ” Münâzarası

Ebû Bekr-i Sıddîk ile Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü anhümâ” Münâzarası:


Birgün Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hücre-i mubârekelerinin [evlerinin] kapısına geldikde, Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” hazretleri de gelmişdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” geri durup, Alîye “radıyallahü anh” buyurdu ki, yâ Alî! Evvelâ sen dâhil ol [eve gir]. Hazret-i Alî buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekr! Önce sen gir ki, her iyilikde önde olan, her hayrlı işde önde olan, herkesi geçen sensin. Ebû Bekr hazretleri buyurdu ki: Sen önce gir yâ Alî! Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dahâ yakın sensin.


Hazret-i Alî buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekr! Ben o kimsenin önünde nasıl giderim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden Ebû Bekrden dahâ üstün bir kimse üzerine güneş doğmadı.)


Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu ki: Ben bir kimsenin önüne nasıl geçeyim ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Fâtıma-tüz-zehrâyı “radıyallahü teâlâ anhâ” sana verdiği gün, (Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim) buyurdu.


Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Ben o kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, (İbrâhîm aleyhisselâmı görmek istiyen Ebû Bekrin yüzüne baksın!) buyurdu.


Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Senin önüne geçemem. Çünki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Âdem aleyhisselâmın hilm sıfatını ve Yûsüf aleyhisselâmın ahlâkını görmek isteyen, Aliyyül mürtedâya baksın!)


Hazret-i Alî buyurdu: Ben bir kimsenin önünce geçemem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Yâ Rabbî! Beni en çok seven ve Eshâbımın en iyisi kimdir.)


Nidâ erişdi ki; (Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Ebû Bekr-i Sıddîkdır) buyuruldu.


Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce varamam ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (İlmi bir kimseye veririm ki, Allahü teâlâ onu sever. Ben de onu severim.) Ya’nî o Aliyyül mürtedâdır. [Ya’nî ilm şehrinin kapısı sen oldun.]


Aliyyül mürtedâ buyurdu: Ben o kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Cennetin kapıları üzerinde, Ebû Bekr habîbullah yazılıdır.)


Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Hayber gününde bayrağı sana verdi, buyurdu: (Bu bayrak Melik-i gâlibin, Alî bin Ebî Tâlibe hediyyesidir.)


Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Yâ Ebâ Bekr! Sen bana gören göz ve işitir kulak gibisin.)


Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Kıyâmet günü, Alî, Cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki, Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Senin baban İbrâhîm Halîl, ne güzel babadır. Senin kardeşin Alî bin Ebî Tâlib ne güzel kardeşdir.)


Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki; (Kıyâmet günü, Cennet meleklerinin reîsi olan Rıdvân adındaki melek, Cennete girer. Cennetin anahtârlarını getirir. Bana verir. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm gelip, yâ Muhammed! Cennetin ve Cehennemin anahtârlarını Ebû Bekr-i Sıddîka ver. Ebû Bekr, istediğini Cennete, dilediğini Cehenneme göndersin der.)


Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki; (Alî bin Ebî Tâlib, kıyâmet günü benim yanımdadır.


Havz ve kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennetde benimledir. Allahü teâlâyı görürken benimledir.)


Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Eğer Ebû Bekrin îmânını, bütün mü’minlerin îmânı ile tartsalar, Ebû Bekrin îmânı ağır gelir.)


Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ben ilmin şehriyim. Alî bunun kapısıdır.)


Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ben sâdıklığın şehriyim. Ebû Bekr, bunun kapısıdır.)


Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Kıyâmet günü Alî bin Ebî Tâlib, bir güzel ata bindirilir. Görenler, acabâ bu hangi Peygamberdir, der. Allahü teâlâ, bu, Alî bin Ebî Tâlibdir, buyurur.)


Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Ben ve Ebû Bekr, bir toprakdanız. Tekrâr bir olacağız.)


Ebû Bekr “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Allahü teâlâ buyurur ki: Ey Cennet, senin dört köşeni, dört kimse ile bezerim. Biri, Peygamberlerin üstünü Muhammed “aleyhisselâm”dır. Biri, Allahdan korkanların üstünü Alîdir. Biri, Fâtıma-tüz-zehrâdır, kadınların üstünüdür. Dördüncü köşesindeki de, temizlerin üstünü Hasen ile Hüseyndir.)


Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: Ben bir kimse önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu: (Sekiz Cennetden şöyle ses gelir. Ey Ebû Bekr! Sevdiklerin ile birlikde gel! Hepiniz Cennete giriniz!)


Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: Ben bir kimsenin önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Ben bir ağaca benzerim! Fâtıma, bunun gövdesidir. Alî budağıdır. Hasen ve Hüseyn, meyvâsıdır.)


Alî “radıyallahü anh” buyurdu: Ben bir kimse önünce gitmem ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: (Allahü teâlâ Ebû Bekrin bütün kusûrlarını afv etsin. Çünki O, kızı Âişeyi bana verdi. Hicretde bana yardımcı oldu. Bilâl-ı Habeşîyi benim için alıp âzâd etdi.)


O iki server bu münâzaraya devâm ederlerken, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hücre-i şerîflerinden [evlerinden] seslenip, buyurdular ki: (Ey kardeşlerim, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Aliyyül mürtedâ “radıyallahü anhümâ”! Artık içeri girin. Cebrâîl aleyhisselâm gelmişdir ve haber verir ki, yedi kat göklerin ve yedi kat yerlerin ehli size nazar etmekde toplanmışlardır. Eğer siz kıyâmete kadar birbirinizi medh etseniz, Allahü teâlâ yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız.) İkisi birbirine sarılıp, birlikde Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûruna girdiler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bunlara teveccüh edip, buyurdular ki, (Allahü teâlâ ikinize de yüzbinlerle rahmet etsin. İkinizi sevenlere de yüzbinlerle rahmet etsin. Ve düşmanlarınıza da, yüzbinlerle la’net olsun!) Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Ben Alînin düşmanına şefâ’at etmem.) Alî “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah! Ben Ebû Bekrin düşmanına şefâ’at etmem. Başını kılınç ile bedeninden ayırırım.) Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki, (Ben senin düşmanlarına kevser havzından su vermem.) Alî “radıyallahü anh” da dedi: (Ben senin düşmanlarını sırat üzerinden geçirmem.)


NÜKTE: Eğer melekler; (Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun) [Bekara sûresi 30.cu âyet-i kerîmesi meâli] demeseler idi, Âdem aleyhisselâmın ilmi meydâna çıkmaz idi. Eğer Nemrûd ateş yakmasa idi, İbrâhîm Halîl aleyhisselâm hazretlerinin şerefi meydâna çıkmaz idi. Eğer Ebû Cehlin câhillik inâdı ve inkârı olmasa idi, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin menâkıb-ı şerîfleri ayân olmazdı [açığa çıkmazdı]. Eğer şeytânın vesvesesi olmasa idi, Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin merdliği âşikâre olmazdı.


Eğer râfizîler olmasa idi, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin fazîletleri ayân olmazdı [açığa çıkmazdı].


Buyurulmuşdur ki, Müceddidiyye yolunun büyüklerinin silsilesinin nisbet-i küllîleri Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine ulaşır. Nisbet-i cüz’iyyeleri Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine varır. Bu münâsebetle, bu bâbda, onların ahvâlinden, bir mikdâr zikr olunur. Ma’lûm olsun ki, adı geçen meşhûr dedem, Seyyid Muhammed, (Bâbâ) denilmekle meşhûr olmuşdur. Onlar hazret-i Molla İlyâsdan kemâle erişip, onlardan me’zûn olmuşdur. Onlar hazret-i Dervîş ahî Hüsrev Şâhîden, onlar Mevlânâ Sun’ullah Güze Kenânîden, onlar Mevlânâ Alâ’üddîn-i Mektebdârdan, onlar Mevlânâ Sa’deddîn-i Kaşgârîden, onlar Mevlânâ Nizâmüddîn-i Hamûşdan, onlar Hâce Alâ’üddîn-i Attârdan, onlar Hâce Behâeddîn-i Nakşibendiden, onlar Emîr Gilâlden, onlar Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsîden, onlar Hâce Alî Râmîtenîden, onlar Hâce Muhammed İncirfagnevîden, onlar Hâce Ârif-i Rivegerîden, onlar Hâce Abdülhâlık Goncdüvânîden, onlar Hâce Yûsüf-i Hemedânîden, onlar Hâce Ebû Alî Farmedîden, onlar Şeyh Ebûl Kâsım Gürgânîden, onlar Şeyh Ebûl Hasen Harkânîden, onlar Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmîden, onlar Ca’fer-i Sâdıkdan, onlar Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîkdan, onlar hazret-i Selmân-ı Fârisîden ve onlar Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden ve onlar, risâlet penâhî “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden me’zûn olmuş, kemâle erişmişlerdir. Şeyh Ebûl Kâsım bir nisbet ile de Şeyh Ebû Osmân Magribîden ve onlar Ebû Alî Kâtibden ve onlar Ebû Alî Rodbârîden ve onlar Cüneyd-i Bağdâdîden ve onlar Sırrı Sekâtîden ve onlar Ma’rûf-i Kerhîden ve onlar Dâvüd-i Tâîden ve onlar Habîb-i Acemîden ve onlar Hasen-i Basrîden ve onlar hazret-i Aliyyül mürtedâdan, onlar hazret-i risâlet penâhdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kemâle gelmişlerdir. Ca’fer-i Sâdık “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bir nisbeti de yüksek dedeleri hazret-i Muhammed Bâkırdan, ona da kendi babaları hazret-i Alî Zeynel’âbidînden, ona da kendi babaları Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden, ona da kendi babaları emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”den gelmekdedir.

(Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn)

Kadınların teravih namazı için camiye gitmesinde mahzur var mıdır?

 Kadınların teravih namazı için camiye gitmesinde mahzur var mıdır?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün, *Dergâh* ın bahçesinde, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleriyle oturuyorduk. Bir kanepede *Yan yana* idik. Az sonra, bir *Bey* girdi içeri. Tabii, *Efendi* nin yanında oturunca, ben kalkdım.


Öbür kanepeye geçdim. Beş on *Dakîka* konuşdular. Sonra o *Bey* kalkdı ve gitdi. Efendi, beni çağırdı ve *Sen bunu tanıyor musun?* dedi. Tanımıyorum efendim, dedim. 


Buyurdu ki: Buna *Mazhar Tobur* derler, kimyâ muallimidir. Ben ona; *Talebeye bol not ver!* diyorum. O, inadına *Kıt not* veriyor. Beni dinlemiyor. Onu, oradan tâyin ederler! dedi. 


Hakîkaten buyurdukları gibi oldu. O sene, *Zonguldak* da bir sanat mektebine *Tâyin* etdiler onu. Yâni, *Lise* den aldılar, *Orta* mektebe verdiler. 

● ● ● 

Peygamber Efendimize sormuşlar; *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. Efendimiz, bu suâle iki kelimeyle cevap vermiş; İlim *Öğrenen* ve öğrendiğini başkalarına *Öğreten* dir, buyurmuş. 


Yalnız *Öğrenmek* le olmuyor. Öğrendiğini de *Öğretecek*. Asıl lâzım olan da budur. Elhamdülillah, biz öğretiyoruz kardeşim. Birine bir *Kitap* vermek, *Öğretmek* demekdir işte. 


Peygamber Efendimizin bize *Müjde* si bu. Öğrenecek ve öğretecek, yâni yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *Kitap vermekle!* Ne mutlu ilim öğrenene ve Allahın kullarına öğretene, yâni yayana. 


Emîn olun ki, *İslâma Hizmet* edenler vefât ettiklerinde, *Melek* ler onların cenâzesini taşırlar. Ehl-i sünnet yolunu, yâni Peygamber Efendimizin yolunu *Yaymak*, Allahın kullarına bildirmek, en büyük *İbâdet* dir. 


Yâni bir müslümâna bir *Kitap* verseniz, o da okusa, istifâde etse, en büyük *İbâdet*, en büyük *Sevap* olur. Bize, ehl-i sünnet yolunu öğreten büyüklerimizden Allah *Râzı* olsun kardeşim. 

● ● ● 

Habîb, yâni *Seven*, mahbûba yâni *Sevilene* teslîm olmalıdır. O ne derse, dinler ve *Peki* der. Başkasını dinlemeğe *Tahammül* edemez. Hepimiz, *Efendi hazretleri* nin himâyesindeyiz, elhamdülillah. 


Onların *Feyzi* ve *Nûru* hepimizin kalbine akıyor inşallah. Ne kadar akıyor? *Muhabbeti* kadar. Muhabbeti çok olana, *Feyz* de çok gelir. Muhabbeti az olana, *Feyz* de az gelir. 


Onlardan *Feyz* alan, dünyâyı unutur. Bu dünyâyı unutdu mu, Allahü teâlânın *Muhabbeti* o kalbe yerleşir. Hiç kimsenin görmediği şeyleri *Görür*, hiç kimsenin işitmediği şeyleri *İşitir*.


Hiç kimsenin bilmediği *Mârifet* leri söyler. Allahü teâlânın *Sevgisi* bir kalbe yerleşirse, böyle olur. Ne mutlu bize ki, bunları okuyoruz. Bunları okumak, işitmek de büyük bir *Mazhariyet* dir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Amerika’da *Otoban* lar var, aynen *Ahtapot* gibi, herkes numaralara bakıyor. Bir şaşırdın mı mahvoldun. Aynı *Nokta* ya gelmek için, bütün *Gün* dolaşıp durursun. 


Onun için, *İstikâmet* kadar mühim bir *Şey* yok kardeşim. Allahü teâlâya hamdolsun ki, *Efendi hazretleri* ne rastladık da, bize istikâmetimizi gösterdiler, önümüzü açdılar. Ne kadar *Şükr* etsek azdır. 

 

Okyanusu, *Yüzerek* geçemezsin. Tek başına *Kayıkla* da geçemezsin. Geçmeye kalkarsan, bir *Fırtına* çıkar, bir *Köpek balığı* çarpar, boğulup gidersin. 


*Herkese Lâzım Olan Îmân* kitâbımızda otuz kırk tâne gayr-i müslimin müslümân oldukları yazılı. *Niçin müslümân oldular?* diye de *Başlık* atmışız. Bunların çoğu da önemli kimseler. 


Kimi *Doktor*, kimi de *Kurmay Albay*. Avrupalı hıristiyanlar bunlar. Bir tânesi, birinci cihân harbinde, *Müslümân* bir Pâkistânlı ile *Ahbap* oluyor. Birbirlerine gidip geliyorlar. 


O müslümân, bir gün bu ahbâbının evine, ziyârete gidiyor, ona islâmiyeti anlatıyor. O da diyor ki: *Senelerdir arkadaşız, sizin müslümânlığınıza bayıldım, çok seviyorum*, diyor. 


Pâkistânlı da ona; *Öyleyse müslümân olsana kardeşim, dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşursun, seni sevdiğim için söylüyorum*, diyor. 


O da diyor ki: Ben *Müslümân* lığı çok seviyorum ama günde *Beş* defâ *Namaz* kılmak, bana *Zor* geliyor. Bunun bir *Çâresi* yok mu? Ben müslümân olacağım, ama bana bir *Çâre* söyle, diyor. 


Onun evinin duvarında, örtülü bir *Şey* asılıymış. Pâkistânlı merak edip, ona soruyor; *Bu nedir?* diyor.


O da diyor ki: Bu, *Keman* dır, ben her gün vazîfeden gelince, bunu *İki sâat* çalarım, yorgunluğum gider. Çalmazsam, o *Gece* uyuyamam. Bu, benim *İlâcım*, diyor.


Pâkistânlı; *Bizim de öyle yorgunluklarımız oluyor, bizim ilâcımız da günde beş kere namaz kılmakdır*, diyor. Günde beş kere namaz kılınca, yorgunluk, üzüntü kalmıyor, diyor. 


O da; *Sahi mi?* diyor. Pâkistânlı; *Evet, istersen tecrübesini yap, ama evvelâ müslümân olman lâzım!* diyor. O da arkadaşına inanıyor, râhata kavuşmak için *Îmâna* gelip, müslüman oluyor. 


Nitekim Peygamber Efendimize souyorlar; *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. Efendimiz, bu suâle cevaben; *En kıymetli insan, ilim öğrenen ve öğrendiğini başkalarına öğretendir*, buyuruyor.