Az yemenin faydaları

(MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ)

AÇLIK NE DEMEKTİR?  

Ey aziz kardeş! Ey din yolunda bana yoldaş! Hak teâlâ, bizlere tevfik ve yardımını refik eylesin. O diyeceğim yedi şeyin birincisi açlıktır, daha doğrusu AZ YEMEKTİR, HELÂL YEMEKTİR. Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimin de böyle buyurur: “Pâk ve helâl şeyleri yiyin ve sâlih ameller işleyin.”  Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurmuşlardır ki: “İbadet on kısımdır. Dokuzu helâl yemektir.” 


Âdem peygamber aleyhisselâm ile Havva anamız radıyallahu anha, duymadın mı karınları yüzünden nice mihnetlere düştüler? Allahu teâlâ: (O ağaçtan yemeyin!) buyurdu, onlar yediler, sırtlarından hülleleri gitti ve başlarından taçları düştü, bu hal ile cennetten çıktılar ve geldiler bu dünya zindanında nice yıllar gözyaşları döktüler, nice türlü mihnetler çektiler. İşte, onların çocukları olan bizler de aynı mihnet ve meşakkatleri çekmekteyiz.


Başımıza gelenlerin çoğu, midelerimiz yüzündendir. Şunu iyi bil ki, iyilik veya kötülük, salâh veya fesat ne varsa hep mideden ve karından kopar, bütün azaya dağılır ve yayılır. Karın denilen şey su musluğuna benzer. Borudan gelen su musluğuna dökülür, o musluktan dört yana çeşmelere dağılır. Ne zaman ki, borudan su gelmese ve musluğa dökülmese, bütün çeşmeler kurur, harap olur. 


Artık, o çeşmelerin yanına kimse uğramaz, atlı veya yaya gelenler, gelmez olurlar. Mideye, yemek de boğazdan gelir ve bütün vücuda yayılır. Yani, yenilen yemek boğazdan gelip mideye indikten sonra, göze görmek olur, kulağa işitmek olur, dile söylemek olur. 


Demek ki, çok yiyince mideye çok yemek iner, bütün uzuvlarda şehvet galip olur. Dil, çok söylemek ister. Çok söyleyince de arada yalan, gerçek, dedikodu, küfür, boş ve manasız lâflar her ne ki dilin ucuna gelirse konuşulur. El de vurmak, kırmak, tutmak ve eli altında bulunanları incitmek, nerede şer iş varsa alıp satmak, haram helâl tanımamak, hatta eliyle koymadığı şeyleri bile — Ne'ûzü billah— almak diler.


Ayak da fısk meclislerine, çalgı ve hengâmelere, oyunlara, nerede fenalık ve fesat olursa oralara, zalimlerin meclislerine gitmeyi diler. Gözler de harama ve helâle, güzel kadınlara, genç çocuklara bakmayı, herkesin sırlarını ve ayıplarını görmeyi gezinti yerlerinde güzel manzaralar izlemeyi ister. Kulaklar da yasaklanan şeyleri, küfürleri, dedikoduları, nefse hoş gelen müzikleri dinlemek diler. Burun da haram veya helâl güzel kokular almak diler. Nefs de haram ve helâl ne olursa olsun çiftleşmeyi, elinden geldiği ve gücünün yettiği kadar kadınlar ve cariyeler almayı ve nefsanî şehvetlerle meşgul olmayı diler. Bütün bunlar olunca da gönül kararır, ibadet ve tâ’atten zevk almaz; olur, ki bu fenalıklar hep çok yemekten ileri gelir.  


Fakat, ne zaman ki, boğazdan mideye az yemek inerse, bütün bu uzuvlarda da şehvet duygusu azalır, zayıflar. Yemeği ve içmeyi büsbütün kesip azaltınca, bütün şehvetler kesilir ve azalır. Bunları zorlayan kuvvetler de azalır. Dil, haram şöyle dursun, doğruyu bile söylemek istemez. El, haramı tutmak şöyle dursun, helâle yapışmak istemez. Göz de haramı bırak helâle bakmadan zevk almaz, sözün kısası bütün bütün uzuvlar haram şöyle dursun, helâle bile bakmaz olur.  


Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin: “Amellerin efendisi açlıktır. Nefsin zilleti, yün elbise giymekle olur.”  Buyurmaları buna işarettir. Demek ki, aç kalınca bütün azalar da şerden kesilirler. Bu azalar, şerden kesilince bâtın gözünde perde kalkar basiret gözü açılır, ona gizli bir şey kalmaz olur ve bâtın kulağı da açılır. Rabbani ilhamı ve hitab-ı sultaniyi ve meleklerin muhatap oldukları hususları işitir olur. İçerden gönül dili açılır, zâhir olur. Bu dil, gönüle tercüman olur, hakkın hikmetini ve marifetini söyler. Bâtın eli, ilâhi hazinelere erişir ve bâtın ayağı da bir adımda doğuyu ve batıyı seyran eder. Bâtın gözü de doğudan batıya her şeyi görür ve bâtın kulağı da doğu ile batı arasındaki fısıltıları bile duyar. Bâtın eli, nice günlük yoldan elini eriştirir, bâtın ayağı da bir hareketle doğudan batıya varır gelir, tayyi mekân eyler. Belki, seyri yere ve göğe bile yetişir ve ona gizli ve örtülü hiçbir şey kalmaz:  Batın alemini keşfedenlere velayet sahibi denir.  


Şimdi aziz: Bu söz sana acayip gelmesin!  Hz. Ömer radıyallahu anh, Medine-i münevvere'den parmağını uzatıp Rum kayserinin bir gözünü çıkardığını duymadın mı?  Bir başka gün de Sâriye adında ünlü bir pehlivan vardı, kâfir ile cenk ediyordu. Kâfirler, tam Sâriye’ ye galip gelmek üzere idiler ki, o sırada Hz. Ömer radıyallahu anh da Medine-i Münevvere’ de hutbe okuyordu. Sâriye'nin mağlûp olmak üzere bulunduğunu o kadar yoldan gördü ve seslendi: “El-cebelü. El-cebelü...” (dağa, dağa,) Sâriye, yedi günlük yoldan Hz. Ömer'in sesini duydu, askerleri ile dağa doğru çekildi ve kâfirlerden kurtuldu. Bundan da anlaşılıyor ki, kişinin batini kuvvetleri duyunca, doğu ile batı arası dünya, ona bir el ayası gibi gelir, bâtın âlemi gözlerinin önüne açılır ve serilir.  


Velâyet üç kısımdır: Bir kısmı velâyet-i umumidir. Bunun yerden göğe kadar seyir ve bilgisi vardır. Bir kısmı velâyet-i hâs'tır. Bunun da arştan ferşe varıncaya kadar ne kadar yaratılmış varsa bilgisi, seyri ve tasarrufu vardır. Bir kısmı da velâyet-i hâssül-hâs'tır. Bunlardan öte, öylesine bilgi ve kudreti vardır ki, haddini ve nihayetini ancak kendisi bilir.  


Bâtını açık olana VELÎ de derler. Sözü uzattık yine maksada gelelim: Evet; ne zaman ki, yemek az yenirse nefs zayıf olur. Nefs zayıf olunca, bedenden yani bütün azalardan nefsin tasarrufu kesilir ve tasarruf aklın olur. Akıl nuru, göz nuru gibi değildir ki, duvarın arkasında olan şeyi görmesin. Fakat, yemek çok yenirse, aklın nuru zayıf olur, azadan aklın tasarrufu kesilir ve tasarruf nefsin olur. Oysa, nefs-i emmâre tasarrufu ile olan işler hep hatadır. Çok defa şeriata aykırıdır.


Demek ki, çok yemek gönlü karartır, yani basiret gözünü körleştirir. Nitekim Fahri âlem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz: “Çok yemek yenilmedikçe kalp ölmez, buyurmuşlardır.” 


Ama çok acayiptir ki bu çok yeme âdeti şimdi rehberlerde, âlimlerde ve şeyhlerde, yani gerçeği bilenlerdedir. Halk, bunların daim nimetler içinde bulunduklarını, ziyafetten ziyafete koştuklarını, pilâvlar, helvalar ve türlü türlü nefis yemeklerle soğuk pınar başlarında, gezinti yerlerinde kebaplar ve kuzu çevirmeleri yaptıklarını, büyük bir iştiha ile bunları atıştırdıktan sonra, soğuk sular içerek nefislerini doyurup, tenlerini semirttiklerini görür ve iyi bir iş yaptıklarını sanırlar ve onlar da güçleri yettiği kadar çok yemek ve içmekle meşgul olurlar böylece gönüllerinde kasvet galip olur, salih amelleri terk edip yönlerini nefs-i emmâreye döndürürler ve hak yönünden uzaklaşırlar.  


Hak teâlâ, Tevrat'ta Musa peygamber aleyhisselâma buyurur:  

“Yâ Musa! Ben, vücudu şişman olan âlimi düşman edinirim.”


Lokman Hekim oğluna nasihat eder:  

“Ey oğul! Sakın, mideni yemekle doldurma! Aklın eksik ve anlayışın kıt ve zayıf olur.” 


Hak teâlâ, mideleri doluncaya kadar yiyenleri, Kur'an-ı azim-ül-bürhanda zemmeder:  

“Yâ Muhammed! Onları bırak, dünyada yesinler. Lezzet ve şehvetle geçinsinler. Emelleri onları oyalasın, imân ve tâ’atten geri bıraksın. Yakında, hallerinin akıbetini, cezalarını görecek ve fena hareketlerini bileceklerdir.”  (Hicr sûresi: 3) Evet, doyuncaya kadar yemek ve bağırsaklarını doldurmak, kafirlerin ve münafıkların sıfatıdır. Hem de çok yemek gönülden hikmeti keser.

  

Ebû-Tâlip Mekki radıyallahu anh buyurur ki: “Bu karın denilen şey, o kamışa benzer ki, boş olduğu zamanlar gayet hoş sesler verir. Fakat, ne zaman dolu olursa, hiç ses vermez.” İnsanın karnı söyleyicidir. İçi boş olduğu zaman, söylediği hep ilim ve hikmet olur. Her ne söylerse hoş gelir. Karnı boş olanlar, az uyurlar ve seherlerde uyanık bulunurlar. Oysa, çok yiyenler kuşluğa kadar uyurlar. Nasıl uyumasınlar ki, midede yedikleri yemeğin buharı vardır, dimağa vurur ve onları sarhoş gibi eder. Fikirleri dağılır, zihinleri zayıflar, nefisleri akla galip gelir, nefs-i emmârelik sıfatı sıkı sıkı onlara yapışır, kuvvetlenir, kötü ve çirkin sıfatları arttırır.


Yahya peygamber aleyhisselâm, bir gün şeytana rastladı:  

— Yâ mel'un! Söyle bakalım, âdemoğullarını azdırmağa ne vakit fırsat bulursun?" diye sordu. Şeytan-ı lâ'iyn cevap verdi:  

— Yâ Yahya! Ben, âdemoğullarını azdırabilmek için, karınları tok olduğu zaman fırsat bulurum.  

Yahya aleyhisselâm, onun bu itirafı üzerine:  

—  Allahu teâlâ şahit olsun ki, ömrümün sonuna kadar, senin gibi eski bir düşmanıma fırsat vermemek için karnımı doyurmam, diye ahdetti.  


Şeyh Zünnûn-u Mısrî rahmetullahi aleyhi buyurur ki:  

- "Ben, tâlip olduğum günden beri doyuncaya kadar yemek yemedim. Kanıncaya kadar su içmedim."  


Hz. Aişe radıyallahu anha validemiz de buyurmuşlardır ki:  

“Resûl aleyhisselâmdan sonra, bu ümmet arasında zuhur edecek ilk bid'at çok yemektir. Diğer bid'atler onu takip ederler.”  


Yoksa, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında, ümmet çok yemeğe korkarlardı. Çok yersek, imanın tadını ve islâmın lezzetini bulamayız, derlerdi. Çok yemenin, bedene ziyanı da çoktur. Yemek çok yenilince, su da çok içilir. Mide, çok yemek ve çok su ile dolunca, elbette bedene türlü türlü illetler meydana gelir. Bunlardan birisi de KUSMA dır. Daha buna benzer birçok illetler de peyda olur. Sonunda, tabipler eline düşer, ömrünün sefası gider ve dertten derde düşerek çeke çeke usanır ve ölümü temenni etmeye başlar ve sonunda çok sevdiği dünyacığından da ayrılır, hasretler içinde nasipsiz âhirete gider.  


Nasıl nasipsiz gitmesin ki, her gün ve her gece tıka basa karnını doldurur, nefes alamayacak hale gelir ve âdeta tokluk sarhoşluğu içinde ibadete davranamamış, Allahu teâlânın zikrinden yüz çevirmiştir.  Karnına kul oluğundan her sabah, nefsi kendisini acındırarak gelir: (Aman çabuk bana sevdiğim ve istediğim yemekleri yetiştir, yoksa can vereceğim) diye boğazına yapışır, o da can kaygısı ile yalan- gerçek ağzına ne gelse söyler, halkı aldatır, kendisini cehenneme atar, çalışır, didinir ve nefsinin istediklerini alır verirdi.


Kişi ilim ehlinden ise, Allahu teâlânın kapısını bırakıp, zalimlerin ve Allâh düşmanlarının kapılarına düşer, ağlar, sızlar, yalvarır, yakarır: “İlim sahibiyim, şu dünyada hiçbir şeyim yok, fakirim, muhtacım, dervişim.” der, devlet ve millet malından yiyebilmek için meselâ kadı olur, halka zulmeder, rüşvet yer, bâtıl veya zayıf delillerle ve sözlerle, yalancı şahitlerle haksızı (Allâh korusun) haklı çıkarır, bilerek ve isteyerek hakka uymayan hükümler verir. 


Yahut müderrislik ister, birçok kapılarda özgürlüğünü bırakıp zelillik çeker, Allah- Peygamber bilmez ama kâfiri Müslümanı bilir, istediğini koparabilmek için baş vurmadık kul kapısı bırakmaz, ilmin ve âlimin hürmet ve itibarını korumaz. Bunları elde edemezse, âh ile vah ile gider mescitlerde nasihat eder, halkı şevke getirir, toprak dalaşı karnını doyurabilmek ve bu sayede emeksiz lokma bulabilmek maksadına hizmet ederdi.  


Sözün kısası ister kadı ister müderris, isterse vaiz veya başka bir meslek sahibi olsun, bunların maksatları yalnız gırtlaklarına ve karınlarına hizmet edebilmek, günde üç öğün midelerini tıka basa doldurabilmek bunu temin etmek için de her çareye baş vurmaktır. Bunun için de Allâh tarafını terk ederler ve yönlerini tamamıyla dünyaya, dünya beylerine ve paşalarına döndürürler, dünya izzeti uğruna âhireti ti unuturlar ve sonunda imânsız ölür, giderler. Giderken de -Ne'ûzü billah- hakkın huzuruna elleri boş ve yüzleri kara olarak varırlar.  


Ey aziz: 

Lokma ve şöhret düşkünü olmak kötü ve çetin haldir, ölmeye sebeptir. Üveys-ülKaranî radıyallahu anh ne zaman karnı açıksa: “Yâ ilâhi! midemden sana sığınırım.” diye niyazda bulunur, hemen kalkar, abdest alır, namaza dururdu. Allahu teâlâ da ona hiç ummadığı yerden rızkını hazır ettirirdi. Bu lokma düşkünleri acaba hiç düşünmezler mi ki: “Er-rızku alallâh” Rızkı veren Allâhtır. 


Bu cihanda, aç olan için bir lokma ve bir hırka yeter. Kalanı, ya nimetidir, çok yemek, çok içmek ve çok iyi giyinmek içindir. Şu gerçekten de haberleri yoktur ki, kanaat iki cihana da yarayan hayırdır: Tamah uğruna, kişinin kendisini nereye olursa olsun bırakması doğru olmaz: 


Kanaat geçidine meğer erişmedi elin,  

Ama üçün nefsin ucundan bıraktın mihnete canın,  

Gel, özün mihnete satana, bu fâni zevke aldanma!  

Serabı su sanıp kalma, sözün işitme şeytanın.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Hüseyin Hilmi Işık Efendi ve Seyyid Abdülhakim Arvâsî hazretleri

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kâfir, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin *İhyâ-ül Ulûm* kitâbının sayfalarını, muhabbetle çevirse, *Îmâna* gelir. 


Bir mü’min de, bir kâfirin kitâbını muhabbetle çevirse, mâzallah *Kâfir* olur efendim. O gün olmasa da, bir gün olur. Çünkü satırlar arasından çıkan *Zulmet*, mutlaka birgün te’sîrini gösterir.


*Enver âbi* bir rüyâ görmüş efendim, bana anlatdı. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini görmüş. Oğlu *Mekkî Efendi* de varmış. Mekkî Efendi, babasına;


*Babacığım, Seâdet-i Ebediyye kitâbını yazmak hakkını niye Hilmi beye verdin?* diye sormuş. Yâni ben burdayım, bana niye vermedin? der gibi sormuş. Abdülhakim Efendi hazretleri de; 


*Çünkü Efendi’yi anlıyan bir Efendi çıkdı. Otuz sene İstanbul halkına ne anlattıysam, hepsi o kitâbın içinde var*, buyurmuşlar. Enver âbi bunu bana anlatdı, çok sevindim. 


Bugün, yer yüzünde, böyle bir *Topluluk* yok kardeşim. Böyle bir *Hizmet* de yok. Neden? Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin bereketi. Mekkî Efendi şâhit. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin vefâtlarına yakın ziyârete gitdiğimde, beni yatağının içine alır ve elini uzatıp, *Hilmi, elimi sık!* derdi. Ben de sıkardım, biraz gevşetsem, *Devam et, sık!* derdi. 


*Mekkî Efendi* de bunu görürdü. Nitekim kendisi, bu hâdiseyi aynen Enver âbiye anlatmış efendim. Orada başka arkadaşlar da varmış. 


Hattâ Mekkî Efendi; *Öyle zannediyorum ki, o günlerde babam, kalbinde ne varsa, hepsini Hilmi’ye verdi, hepsini onun kalbine akıtdı*, demiş.

********

Bütün âbilere söylüyorum, tavsiye ediyorum, hattâ vasiyyetime bile yazdım, *Arkadaşlar, her gün muhakkak bir iki sayfa da olsa, Tam İlmihâli okusunlar*, diye. 


*Mektûbât* kitâbımızın ilk sayfasında da var bu. Bizim Abdülhakîme hitâben bir *Yazı* yazdım oraya. 


*Oğlum! Bu kitap süs eşyâsı değildir. Okumak, öğrenmek ve tatbîk etmek için yazılmışdır*, diye devâm ediyor. Dînimizi öğrenmek herkese *Farz* dır. Okumayınca nasıl öğrenilecek?

İmanın temeli

 İmam-ı Gazali hazretleri “Kimyâ-i saadet” kitabında diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi

ve sellem” buyurdu ki, “İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümanları sevmek ve

Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir”

Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma, “Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların

ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç faydası

olmaz” buyurmuştur.

Her mümin, kâfirleri, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, İslamiyete, inanaları

yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkin ise, hareketlerinde belli etmelidir. Kötü

kimselerle arkadaşlık etmemeli, günahı çok olanlardan, çok kaçınmalıdır.

Zâlimlerden, Müslümanlara eziyyet edenlerden daha ziyade kaçınmalıdır. Fakat, yalnız

kendisine zulmedenleri af ve zulmlerine sabretmek lâzımdır ve çok iyidir. İslam büyüklerimizden

bazıları, fâsıklara ve zâlimlere çok sert davranırdı. Bazıları da, hepsine şefkat ve merhamet

gösterip, nasîhat ederdi. Fâsıklara ve zâlimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de,

câhiller, ahmaklar, burada aldanır. İmanları zayıf ve İslamiyete uymakta gevşek olanlar,

kendilerini Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı sanır.

İslamiyete karşı duranları ve Müslümanlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman

bilmek farzdır. Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, “Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe

iman edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve

münâfıklar, müminlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da,

bunları sevmezler. Böyle olan müminleri Cennete koyacağım” buyuruldu.

Bid’at sâhiblerini, yani Müslüman görünüp, Müslümanların imanlarını bozmak istiyenleri

de sevmemek, bunların zararlarını Müslümanlara duyurmak lâzımdır. İmanı olup ibâdet eden

fakat , yalancı şâhidlik, haksızlık, yalan, dedikodu, iftirâ, alay gibi hareket ve söz ve yazıları ile

Müslümanları incitenlerle konuşmamak, onları sevmemek lâzımdır. İmanı olup da ibâdet

etmiyenlere, kumar oynamak, içki içmek gibi haram işliyen, fakat Müslümanları incitmiyen

fâsıklara karşı yumuşak davranıp, nasîhat etmeli, yola gelmezlerse, görüşmemeli, fakat hasta

olunca ziyâret etmeli ve selâmına cevâb vermelidir. Söz ile, yazı ile ve kaba kuvvet ile

Müslümanlara saldırmayan kâfirlere tatlı söz, güler yüz göstermeli, kimseye kötülük

yapmamalıdır. Onları kalben sevmemelidir.

İşte Îmân Budur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan *Üçü beşi* geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse *Kul hakkı* na inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *Para* değil ki. Bir *Sert* bakış, bir *Yan* bakış, bir kalp *Kırmak*, bir mü’mini *İncitmek*, bunların hepsi *Kul hakkı* na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, *Özür* dileyip, *Helâllık* alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 

********

Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, Efendim, dedi. Şu karyolanın üzerine, *Gökden* kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, *İstifâde* ediyorlar. Yalnız burada değil ki, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan, bu kitaplardan dînini öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevapların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Aslında bütün bu sevaplar, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine *Âitdir*. Çünkü biz, herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.

Allahü teâlâ'nın dini yayılıyorsa o beldeye azab inmez

 Günahların işlendiği bir beldenin üzerine azab-ı ilahi gelir. Eğer orada Allahü teâlâ'nın dini yayılıyorsa inmez aşağıya , öylece durur. Şayet İslamiyet'e hizmet durmuşsa, azab-ı ilahi,mutlaka zelzele gibi,sel gibi ceza ile gelir.


(Hüseyin Bin said hazretleri)

YÜZONBEŞİNCİ MEKTÛB

 Şeyh Abdüllatîf Leşkerhânî'ye. Mahbûb-i Hakîkî'nin (celle sultânuhu) tenzîhi hakkında: 

Elhamdü lillah ve selâmün alâ resûlillah. Bu miskinin garîbâne duâsı, kapıların açılmasına vesîle olsun. Allahu Sübhânehüye hamd olsun ki, bu taraftakilerin halleri salah ve iyilik üzeredir. Hiçbir şeyde gözümüz yoktur, ama bir şeyi gözetliyoruz ve sûrî tutulmalarla birlikte, hakîkatta bir tutkunluk lâzımdır. Her ne kadar o nişânsızdan elde bir nişân yok ise de, burada bütün iş yanmak ve erimektir ve bu tarafta herşey derd ve intizardır. Derd gizli, yanma, çığlıksız ve devamlıdır. 

Mısra':

Mum gibi içerden yan, gömlek yanmasın. 

[Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 1.cild,115.mektûb, sf: 278]

Na'râ vurmak gaflet alâmetidir

 REŞHA-140: Buyurdular: Na'râ vurmak gaflet alâmetidir. Zirâ sâlik ma'nâya erişip huzur hâsıl edince, na'râ vurmaz. Eğer her zaman hâzır olsa hiç na'râ vurmaz. Belki devamlı huzûr ve âgâhı, fenâ ve şuursuzluğu mûcibdir. O makamda na'râ vurmak olmaz. Na'râ vuran, ateşe atılmış yaş ağaç gibidir. Onda yaşlıktan eser [su] oldukça, ateşte ses çıkarır. 

Beyt:

Köpüklenip taşıp, atma kapağını ey derviş, 

Ne kadar kaynasan da, sabret, kemâle eriş.


Ruba'î:

Aşkın evâilinde çok ahü zâr eylerdim, 

Komşuyu uyutmazdım, ne akşam, ne de sabah, 

Yandıkça aşk nârına, ah azalsa aceb mi?

Taze odun yandıkça, duman azalır her gâh.

[Reşahât,sf: 266-267]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İmâm-ı Gazâlî* hazretleri çok büyük bir zâtdır. Çok büyük âlimdir. Kitaplarının sahîfelerini ömrüne bölmüşler, bir gününe onsekiz *Sahîfe* düşmüş. 


Ama meselâ *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı, o asırdaki, yâni *Bin sene* önceki insanlara hitâben yazılmışdır. O insanların ihtiyâçlarına göre yazılmışdır. 


Bu günkü *Sapıklık* lara karşı, bugünkü *Küfre*, bu günkü *Bid’at* lere karşı değil kardeşim. Evet, *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı kıymetlidir, çok kıymetlidir, ama bu zamana göre değildir. 


Onu okumak, bizim kitâplarımızın okunmasına *Mâni* teşkîl etdiği için doğru değildir. *Bizim kitapları* okumadan onu okumak, doğru değil kardeşim. Zamânı harcıyor çünkü. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz, bu *Kitap* dan, yâni *Kimyâ-i Seâdet* ve bunun gibi daha *Bin* küsür kıymetli *Kitaplar* dan, bu zamânın ihtiyâcı olan kısımları alıp, *Bizim kitaplara* koyduk zâten. 


Yâni *Bizim Kitaplar* okununca, o kitaplar da okunmuş olur.


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumak la geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, Yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden, herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı* nı, *Kaynağı* nı, *Vesîkası* nı, *Senedi* ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, *Aramak* la geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: *Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar*. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu *İyi*, bu *Kötü*. Bu *Doğru*, bu *Yanlış*. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. *Dünyâ* işlerinde de yanılmaz, *Âhiret* işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti *Yayan* kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize *Nasîb* ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmıyan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. *Son nefes* in ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


*Mürşidi* olanın hâli ise, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah *mürşid-i kâmil* gördük. *Siz* de gördünüz kardeşim.

Arkadaş seçiminde dikkat edilmesi gereken hususlar

 Tanıştığınız, görüştüğünüz, berâber olduğunuz kimsenin iyi arkadaş mı, kötü arkadaş mı olduğunu anlamakta dikkat edilecek husus ve ölçü şöyledir: Gördüğünüz, görüştüğünüz, berâber olduğunuz, birlikte oturup, kalktığınız kimse, sizin Allahü teâlâyı hatırlamanızı ve unutmamanızı, O'nu dil ve gönül ile anmanızı sağlıyor, bunu tâzeliyor ve kalbinizi uyanık tutuyorsa, işte o iyi arkadaştır. Ama berâber olduğunuz kimse, Allah korusun cenâb-ı Hakkı ve O'nun zikrini size unutturuyorsa, gerçekten bil ki, o kimse kötü arkadaştır. Ondan sakınmak elbette çok lâzımdır. (Ondan, yırtıcı arslandan kaçar gibi hattâ daha çok kaçmalıdır. Çünkü arslanın yapacağı, olsa olsa canını almaktır. Arslan insanın canını alabilir, onu öldürebilir. Fakat îmânına zarar veremez. Kötü arkadaş ise, insanın hem îmânının ve hem de canının gitmesine, onun ebedî felaketine sebeb olur. İyi bir arkadaş, iki cihân için de büyük saâdettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve arkadaşsız olamazlar. Babamız olan Âdem aleyhisselâm, en güzel yer olan Cennet'te bulunduğu hâlde, kendisine insan olarak bir arkadaş gerektiğini hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ vâlidemiz yaratıldı.


İyi arkadaşa sâhip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur'ân-ı kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan her felâket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın iyiliği veya kötülüğü, mutlaka asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf'e yakın olup, onlardan ayrılmayan Kıtmîr isimli köpek, Kur'ân-ı kerîmde onlarla berâber zikrolundu.


İyi arkadaş, insanı derekelerden (aşağılıklardan) derecelere (yüksekliklere) ulaştırır. Kötü arkadaş ise, bunun tersini yapar.


Herkes ile arkadaş olma! Konuştuğun kimselerin akıl ve anlayışlarına uygun konuş. Tekebbür etme, kibirlenme! Sırrını kimseye söyleme! Herkesin sözüne aldanma! İnsanların sözlerine değil, işlerine bak! Kendi kendisine faydası olmayan kimseden çok sakınmalıdır. Nerede kaldı ki, onun başkasına faydası olsun. Kötü bir kimse ile arkadaş olan iyi bir kimse, eğer onu kendisine çevirip iyi yapabilirse ne âlâ, eğer bunu yapamaz, kendisi de ona benzer ve onun gibi olursa, o zaman çok fenâdır.


Ahmed Namıki Câmî hazretleri

Hâl ve Makam

 Şunu da arz edelim ki, sofiyye ıslahında hâl, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin sırf mevhibet ve inâyeti ile hâsıl olan bir vâridattan ibârettir. Hâl sâhibinin, onun gelip gitmesinde bir müdâhalesi asla olmaz. Üzüntü, neşe ve kabz ve bast gibidir. 

Hâlin şartlarından biri de, elbette zail olup, hemen arkasından onun benzeri bir keyfiyet vârid olur. Ama hâl,sâlikin mülkü olup sâlik onda sâbit ve berkarar olursa [yerleşirse] ona makam derler. 

Makam, bu tâifenin dilinde, ilâhî mertebe ve menzillerden sâlikin mülk edinip, kendi tasarrufu altına aldığı zevâl kabûl etmeyen dereceden ibârettir. O hâlde hâl, sâlike galib olana ve sâlikin tasarrufunda olmayana, belki sâlikin vucûdu onun tasarruf yeri olana denir. Makam ise, sâlikin mülk edinip, tasarrufu altında olana denir. Bu bakımdan sofiyye-i aliyye (kaddesallahü teâlâ esrarahüm): "Hâller mevâhib [ihsân] kabilindendir, makamlar ise çalışarak kazanılır" derler. 

(Reşahât,sf: 281)

On şey son nefeste imansız gitmeye sebep olur

 On şey, son nefeste imansız gitmeye sebep olur.Birincisi,Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğrenmemek,ikincisi,imanını, Ehl-i sünnet itikadına göre düzeltmemektir evladım.Dünya malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak. İnsanlara, hayvanlara, kendine zulüm, eziyet etmek ve Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebep olanlara şükretmemek.İmansız ölmekten korkmamak, beş vakit namazı vaktinde kılmamak, faiz alıp vermektir.Bir de dinine bağlı olan Müslümanları aşağı görmek ve fuhuş sözleri, yazıları ve resimleri söylemek, yazmak ve yapmak.

(Emir Hüsrev Dehlevi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)