İmanın temeli

 İmam-ı Gazali hazretleri “Kimyâ-i saadet” kitabında diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi

ve sellem” buyurdu ki, “İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümanları sevmek ve

Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir”

Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma, “Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların

ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç faydası

olmaz” buyurmuştur.

Her mümin, kâfirleri, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, İslamiyete, inanaları

yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkin ise, hareketlerinde belli etmelidir. Kötü

kimselerle arkadaşlık etmemeli, günahı çok olanlardan, çok kaçınmalıdır.

Zâlimlerden, Müslümanlara eziyyet edenlerden daha ziyade kaçınmalıdır. Fakat, yalnız

kendisine zulmedenleri af ve zulmlerine sabretmek lâzımdır ve çok iyidir. İslam büyüklerimizden

bazıları, fâsıklara ve zâlimlere çok sert davranırdı. Bazıları da, hepsine şefkat ve merhamet

gösterip, nasîhat ederdi. Fâsıklara ve zâlimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de,

câhiller, ahmaklar, burada aldanır. İmanları zayıf ve İslamiyete uymakta gevşek olanlar,

kendilerini Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı sanır.

İslamiyete karşı duranları ve Müslümanlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman

bilmek farzdır. Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, “Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe

iman edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve

münâfıklar, müminlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da,

bunları sevmezler. Böyle olan müminleri Cennete koyacağım” buyuruldu.

Bid’at sâhiblerini, yani Müslüman görünüp, Müslümanların imanlarını bozmak istiyenleri

de sevmemek, bunların zararlarını Müslümanlara duyurmak lâzımdır. İmanı olup ibâdet eden

fakat , yalancı şâhidlik, haksızlık, yalan, dedikodu, iftirâ, alay gibi hareket ve söz ve yazıları ile

Müslümanları incitenlerle konuşmamak, onları sevmemek lâzımdır. İmanı olup da ibâdet

etmiyenlere, kumar oynamak, içki içmek gibi haram işliyen, fakat Müslümanları incitmiyen

fâsıklara karşı yumuşak davranıp, nasîhat etmeli, yola gelmezlerse, görüşmemeli, fakat hasta

olunca ziyâret etmeli ve selâmına cevâb vermelidir. Söz ile, yazı ile ve kaba kuvvet ile

Müslümanlara saldırmayan kâfirlere tatlı söz, güler yüz göstermeli, kimseye kötülük

yapmamalıdır. Onları kalben sevmemelidir.

İşte Îmân Budur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan *Üçü beşi* geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse *Kul hakkı* na inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *Para* değil ki. Bir *Sert* bakış, bir *Yan* bakış, bir kalp *Kırmak*, bir mü’mini *İncitmek*, bunların hepsi *Kul hakkı* na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, *Özür* dileyip, *Helâllık* alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 

********

Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, Efendim, dedi. Şu karyolanın üzerine, *Gökden* kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, *İstifâde* ediyorlar. Yalnız burada değil ki, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan, bu kitaplardan dînini öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevapların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Aslında bütün bu sevaplar, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine *Âitdir*. Çünkü biz, herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.

Allahü teâlâ'nın dini yayılıyorsa o beldeye azab inmez

 Günahların işlendiği bir beldenin üzerine azab-ı ilahi gelir. Eğer orada Allahü teâlâ'nın dini yayılıyorsa inmez aşağıya , öylece durur. Şayet İslamiyet'e hizmet durmuşsa, azab-ı ilahi,mutlaka zelzele gibi,sel gibi ceza ile gelir.


(Hüseyin Bin said hazretleri)

YÜZONBEŞİNCİ MEKTÛB

 Şeyh Abdüllatîf Leşkerhânî'ye. Mahbûb-i Hakîkî'nin (celle sultânuhu) tenzîhi hakkında: 

Elhamdü lillah ve selâmün alâ resûlillah. Bu miskinin garîbâne duâsı, kapıların açılmasına vesîle olsun. Allahu Sübhânehüye hamd olsun ki, bu taraftakilerin halleri salah ve iyilik üzeredir. Hiçbir şeyde gözümüz yoktur, ama bir şeyi gözetliyoruz ve sûrî tutulmalarla birlikte, hakîkatta bir tutkunluk lâzımdır. Her ne kadar o nişânsızdan elde bir nişân yok ise de, burada bütün iş yanmak ve erimektir ve bu tarafta herşey derd ve intizardır. Derd gizli, yanma, çığlıksız ve devamlıdır. 

Mısra':

Mum gibi içerden yan, gömlek yanmasın. 

[Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 1.cild,115.mektûb, sf: 278]

Na'râ vurmak gaflet alâmetidir

 REŞHA-140: Buyurdular: Na'râ vurmak gaflet alâmetidir. Zirâ sâlik ma'nâya erişip huzur hâsıl edince, na'râ vurmaz. Eğer her zaman hâzır olsa hiç na'râ vurmaz. Belki devamlı huzûr ve âgâhı, fenâ ve şuursuzluğu mûcibdir. O makamda na'râ vurmak olmaz. Na'râ vuran, ateşe atılmış yaş ağaç gibidir. Onda yaşlıktan eser [su] oldukça, ateşte ses çıkarır. 

Beyt:

Köpüklenip taşıp, atma kapağını ey derviş, 

Ne kadar kaynasan da, sabret, kemâle eriş.


Ruba'î:

Aşkın evâilinde çok ahü zâr eylerdim, 

Komşuyu uyutmazdım, ne akşam, ne de sabah, 

Yandıkça aşk nârına, ah azalsa aceb mi?

Taze odun yandıkça, duman azalır her gâh.

[Reşahât,sf: 266-267]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İmâm-ı Gazâlî* hazretleri çok büyük bir zâtdır. Çok büyük âlimdir. Kitaplarının sahîfelerini ömrüne bölmüşler, bir gününe onsekiz *Sahîfe* düşmüş. 


Ama meselâ *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı, o asırdaki, yâni *Bin sene* önceki insanlara hitâben yazılmışdır. O insanların ihtiyâçlarına göre yazılmışdır. 


Bu günkü *Sapıklık* lara karşı, bugünkü *Küfre*, bu günkü *Bid’at* lere karşı değil kardeşim. Evet, *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı kıymetlidir, çok kıymetlidir, ama bu zamana göre değildir. 


Onu okumak, bizim kitâplarımızın okunmasına *Mâni* teşkîl etdiği için doğru değildir. *Bizim kitapları* okumadan onu okumak, doğru değil kardeşim. Zamânı harcıyor çünkü. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz, bu *Kitap* dan, yâni *Kimyâ-i Seâdet* ve bunun gibi daha *Bin* küsür kıymetli *Kitaplar* dan, bu zamânın ihtiyâcı olan kısımları alıp, *Bizim kitaplara* koyduk zâten. 


Yâni *Bizim Kitaplar* okununca, o kitaplar da okunmuş olur.


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumak la geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, Yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden, herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı* nı, *Kaynağı* nı, *Vesîkası* nı, *Senedi* ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, *Aramak* la geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: *Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar*. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu *İyi*, bu *Kötü*. Bu *Doğru*, bu *Yanlış*. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. *Dünyâ* işlerinde de yanılmaz, *Âhiret* işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti *Yayan* kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize *Nasîb* ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmıyan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. *Son nefes* in ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


*Mürşidi* olanın hâli ise, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah *mürşid-i kâmil* gördük. *Siz* de gördünüz kardeşim.

Arkadaş seçiminde dikkat edilmesi gereken hususlar

 Tanıştığınız, görüştüğünüz, berâber olduğunuz kimsenin iyi arkadaş mı, kötü arkadaş mı olduğunu anlamakta dikkat edilecek husus ve ölçü şöyledir: Gördüğünüz, görüştüğünüz, berâber olduğunuz, birlikte oturup, kalktığınız kimse, sizin Allahü teâlâyı hatırlamanızı ve unutmamanızı, O'nu dil ve gönül ile anmanızı sağlıyor, bunu tâzeliyor ve kalbinizi uyanık tutuyorsa, işte o iyi arkadaştır. Ama berâber olduğunuz kimse, Allah korusun cenâb-ı Hakkı ve O'nun zikrini size unutturuyorsa, gerçekten bil ki, o kimse kötü arkadaştır. Ondan sakınmak elbette çok lâzımdır. (Ondan, yırtıcı arslandan kaçar gibi hattâ daha çok kaçmalıdır. Çünkü arslanın yapacağı, olsa olsa canını almaktır. Arslan insanın canını alabilir, onu öldürebilir. Fakat îmânına zarar veremez. Kötü arkadaş ise, insanın hem îmânının ve hem de canının gitmesine, onun ebedî felaketine sebeb olur. İyi bir arkadaş, iki cihân için de büyük saâdettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve arkadaşsız olamazlar. Babamız olan Âdem aleyhisselâm, en güzel yer olan Cennet'te bulunduğu hâlde, kendisine insan olarak bir arkadaş gerektiğini hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ vâlidemiz yaratıldı.


İyi arkadaşa sâhip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur'ân-ı kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan her felâket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın iyiliği veya kötülüğü, mutlaka asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf'e yakın olup, onlardan ayrılmayan Kıtmîr isimli köpek, Kur'ân-ı kerîmde onlarla berâber zikrolundu.


İyi arkadaş, insanı derekelerden (aşağılıklardan) derecelere (yüksekliklere) ulaştırır. Kötü arkadaş ise, bunun tersini yapar.


Herkes ile arkadaş olma! Konuştuğun kimselerin akıl ve anlayışlarına uygun konuş. Tekebbür etme, kibirlenme! Sırrını kimseye söyleme! Herkesin sözüne aldanma! İnsanların sözlerine değil, işlerine bak! Kendi kendisine faydası olmayan kimseden çok sakınmalıdır. Nerede kaldı ki, onun başkasına faydası olsun. Kötü bir kimse ile arkadaş olan iyi bir kimse, eğer onu kendisine çevirip iyi yapabilirse ne âlâ, eğer bunu yapamaz, kendisi de ona benzer ve onun gibi olursa, o zaman çok fenâdır.


Ahmed Namıki Câmî hazretleri

Hâl ve Makam

 Şunu da arz edelim ki, sofiyye ıslahında hâl, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin sırf mevhibet ve inâyeti ile hâsıl olan bir vâridattan ibârettir. Hâl sâhibinin, onun gelip gitmesinde bir müdâhalesi asla olmaz. Üzüntü, neşe ve kabz ve bast gibidir. 

Hâlin şartlarından biri de, elbette zail olup, hemen arkasından onun benzeri bir keyfiyet vârid olur. Ama hâl,sâlikin mülkü olup sâlik onda sâbit ve berkarar olursa [yerleşirse] ona makam derler. 

Makam, bu tâifenin dilinde, ilâhî mertebe ve menzillerden sâlikin mülk edinip, kendi tasarrufu altına aldığı zevâl kabûl etmeyen dereceden ibârettir. O hâlde hâl, sâlike galib olana ve sâlikin tasarrufunda olmayana, belki sâlikin vucûdu onun tasarruf yeri olana denir. Makam ise, sâlikin mülk edinip, tasarrufu altında olana denir. Bu bakımdan sofiyye-i aliyye (kaddesallahü teâlâ esrarahüm): "Hâller mevâhib [ihsân] kabilindendir, makamlar ise çalışarak kazanılır" derler. 

(Reşahât,sf: 281)

On şey son nefeste imansız gitmeye sebep olur

 On şey, son nefeste imansız gitmeye sebep olur.Birincisi,Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğrenmemek,ikincisi,imanını, Ehl-i sünnet itikadına göre düzeltmemektir evladım.Dünya malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak. İnsanlara, hayvanlara, kendine zulüm, eziyet etmek ve Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebep olanlara şükretmemek.İmansız ölmekten korkmamak, beş vakit namazı vaktinde kılmamak, faiz alıp vermektir.Bir de dinine bağlı olan Müslümanları aşağı görmek ve fuhuş sözleri, yazıları ve resimleri söylemek, yazmak ve yapmak.

(Emir Hüsrev Dehlevi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Aşağılık fikrinden silkinmeliyiz

“Aşağılık fikri, bir musallat illet gibi dört elle yakamıza yapışmış. Silkinmek ve yakamızı bu kahredici pençeden kurtarmak boynumuza borçtur. En küçüğümüzden en büyüğümüze en âlimimizden en cahilimize kadar hepimizin dilindeki pelesenk kafasındaki sabit fikir 'Biz adam olmayız. Almanya şurada, Japonya burada Amerika zirvede vs.' kanaatidir. İncir çekirdeğini doldurmaz rahatsızlıktan en ciddi meseleye kadar her şey sebep olarak bizim adam olmayacağımız tezine bağlanır. Bu yanlıştır. Biz bu mendebur hükme müstahak değiliz. Milletimiz, gençlik kendine itimat şuuruna kavuşturularak yabancılar önünde mahcup, küçük ve kekeme hâlden kurtulmalıdır...


Son 250 senedir ne gün başımızı dinleyecek beş dakikamız, nefes alacağımız bir an oldu ki eski şan ve şeref dolu günlerimizdeki gibi her sahada yıldız ilim adamları, sanatkârlar, öncü insanlar yetiştirelim. Üç gün, beş gün aylar değil asırlarca haçlısıyla, Rus'uyla haini ile vuruştuk. Sahibi olduğumuz bir inancı muhafaza aşkına tırpan atılan buğdaylar gibi toprağa devrildik. Bela çekirgeleri gibi üstümüze yağdılar. Zaman fırsat imkân kalmadı ki okuyalım, yetişelim, çevremizi seçelim. Ufkumuzu kararttılar. Bu şartlara rağmen bu millet hâlâ ayakta ise daha ne istenir?Bahsettiğimiz gerileme çağında ancak iki kere insan yetiştirecek imkânımız oldu. Birincisi Sultan Hamid saltanatındaki uzun sulh yıllarıdır. Devlet, her şeye rağmen harbe sokulmamış, ilim ve irfan yuvalarına yenileri eklenerek gençliğin kültür seviyesi yükseltilmiş, ilim adamları çoğalmıştır. Ancak bu nesil, bu padişahtan sonra patlak veren Balkan, Birinci Cihan ve İstiklal Harplerinde cephelerde eriyip eriyip gitti. Birinci Cihan felaketinde şehit olanlar içinde o devirde yetişmiş olan yedek subaylar çoktu. Bunun manasını iyi düşünmek lazım. Otuz ila elli sene arasında yetişen bu insanları toprağa gömdükten sonra aynı çapta bir yetişkinler kadrosunun gelmesi tabii ki yine bir yarım asra bağlıydı. Bu sebeple harpsiz geçen son 60 senenin semeresi yani yeni yeni alınmaya yüz tutmuştur. Türkiye 21. asra savaşa girmeden intikal ederse o asrın başında birçok şeyi halleden iyi bir imkâna sahip olacaktır. Elli yılı geçen bir zamanda harbe girmemiş olmanın nimetlerini bundan sonra göreceğiz. Bu yüzden çok meslekte dağlardan, derelerden akan sular barajlar meydana gelmiştir. Sevinilecek husus, göç edecek kadar ilim erbabımızın varlığıdır. Yapılacak olan; devlet, hür teşebbüs, basın yayın ile bu beyin varlığımıza sahip çıkmaktır..."


Dr. Enver Ören ~ 16 Eylül 1985 Türkiye Gazetesi

İman nedir?

 ÎMÂN: Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demekdir. [Her lisan ile söylemenin câiz olduğu, (Dürr-i yektâ)da yazılıdır.] İbâdetler, îmândan değildir. Fakat, îmânın kemâlini artdırır ve güzelleşdirirler. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme”, îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünki îmân, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. Îmânın kâmil veyâ noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demekdir. İbâdet çok olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmânları gibi olmaz. Çünki, bunların îmânları ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine varmışdır. Diğer mü’minlerin îmânları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakda ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile, başka türlü olmuşdur. Sanki aralarında benzerlik yokdur. Mü’minlerin hepsi, insan olmakda, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile ortakdır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmışdır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Sanki, müşterek olan insanlıkdan dahâ yüksek insandırlar. Belki, insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme” (Ben elbette mü’minim) demelidir, diyor. İmâm-ı Şâfi’î “aleyhirrahme” ise (Ben inşâallah mü’minim) demelidir, buyuruyor. Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken (Ben elbette mü’minim) demelidir. Son nefesdeki îmânını söylerken (Ben inşâallah mü’minim) der. Fakat, burada da, şübheli söylemekdense, elbette demek dahâ iyidir.

Mü’minin, büyük dahî olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. Günâhı çok olan bir mü’min, son nefesi boğazına gelmeden evvel, tevbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünki, Allahü teâlâ, tevbeyi kabûl edeceğini va’d buyurmuşdur. Eğer tevbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse günâhlarının hepsini afv ederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ sıkıntılar ile günâhları kadar, azâb yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünki, âhıretde merhamete kavuşamıyan, yalnız iman şerefine kavuşmadan ölenlerdir.. Zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacakdır. Eğer günâhlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lutfü, inâyeti ile kavuşacakdır. [Onbirinci maddeye bakınız!] Yâ Rabbî! Sen bizlere hidâyet verdikden sonra, doğru yolu gösterdikden sonra, kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından, bizleri koru! Bizlere merhamet et! Şu hâlimize acı! Bizleri bu küfr ve irtidât karanlığından ancak sen koruyabilirsin.

(Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabından alıntı)