Teheccüd namazı kılanların yüzleri neden güzel olur?

 Hasan-ı Basrî Hazretleri'ne "Teheccüd namazı kılanların yüzleri çok güzel oluyor, sebebi nedir?" diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:

"Çünkü onlar geceleyin Allah'la başbaşa kalıyorlar ve Allah da onlara nurundan bir nur veriyor."

ÖFKEYE SABRETMENİN FAYDALARI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Ey kardeş ve ey din yolunda bana yoldaş: Hak teâlâ, sana ve bana tevfik (uygun duruma getirsin) versin, dost ve yoldaş etsin. Bilmiş ol ki, bu öfke denilen şey öyle "bir ateştir ki, her kim bu ateşi ölçebilse, o ateşin cezasını görürdü. Bu ateş, nereye düşerse yakar helâk eder. Nasıl ki, şu ahşap evler de bir kıvılcımla yanar kül oluverirler. Bu ateş düşünce, hele rüzgâr da olursa nasıl bütün bir mahalleyi yakar yıkarsa, öfke ateşi de hava ile karışınca -Ne'ûzü billah- sahibini kâfir eder, adam öldürtür, kan döktürür; elinden geleni, gücünün yettiğini işletir.  


Demek oluyor ki, öfke geldiği zaman, sabr-ı-cemil ile bu ateşi savurmak ve korku suyu ile söndürmek gerekir. Yani, o öfkeyi bastırmak ve yenerek men etmek gerekir. Tâ ki, bütün bir mahalleye, koca bir köye zararı dokunmasın ve öfkesini yendiğin den dolayı sahibi de Hak Teâlâ’nın hesapsız ecirlerine nail olsun: “Ancak; hicrete, mihnete ve tâat meşakkatine sabredenlerin ecri hesapsızdır.” (Zümer sûresi: 10)

 

Buyurulmuştur ki, bu husus ancak sabır ile vücut bulur. Ey aziz: Öfkesini yenenleri, Hak teâlâ bak nasıl övüyor: “Öfkelerini yenerler (Zarar gördükleri kimselere karşı güçleri yettiği halde intikam almaya kalkışmazlar) ve insanların suçlarını affeder, bağışlarlar.” (Al-i İmran sûresi: 134) 

  

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurur: “Her kim, öfkesini yense ve gücü yettiği halde öfkelendiği kimseden öç almağa ve böylelikle nefsini memnun etmeğe sabretse, Hak teâlâ onun gönlünü imânla doldurur.” Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, buyurmuşlardır ki: “Cehennemde büyük bir kapı vardır, o kapıdan halka nefsi için öfkelenen kimseleri cehenneme atarlar. O kimseler ki, öfkelendikleri zaman sabrederler, kendilerini korurlar, kimsenin gönlünü yıkmazlar, kimseyi azarlamaz, kimseyi eliyle vurarak incitmez ve suçunu affederse, Hak teâlâ kıyamette onun suçlarını yüzüne vurmaz.” 


Hz. Ömer-ül-Faruk radıyallahu anh buyurur ki: 

Bir gün, huzur-u Resûlullah’a vardım ve: “Yâ Resûlallah! Bana öyle bir amel söyle ki hem az olsun hem de gönlümü illetten kurtarsın.  

Efendimiz, saadetle buyurdular: 


“Suçlunun suçunu affet, kimsenin onurunu kırma! Bir kimse, suçlunun suçunu affetse ve onun onurunu kırıp küçük düşürmezse, Allahu teâlâ da mahşerde onun suçunu affeder ve halk arasında onurunu kırıp küçük düşürmez, suçunu yüzüne vurmaz, suçu ne kadar büyük olursa olsun affeder.”  

Tekrar sordum:  

— Kim olursa olsun, herkese karşı öfkeye sabreyle, buyurdular.  

Bir daha sordum:  

— Öfkeni yen! buyurdular.  

Üçüncü defa sordum:  

— Yâ Resûlallah! Beni, Hak teâlânın hışmından hangi şey korur?  

O iki cihan fahri Hz. Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem saadetle buyurdu:  

— Yâ Ömer! Öfkelendikleri zaman, Öfkelerini yenemeyerek karşısında bulunana vurmağa kasteden, kendisini cehenneme atmış gibidir, öfkelendiği insan olsun, hayvan olsun bu böyledir. Hele, o öfkelendiği ve hışım ettiği ve hatırını yıktığı sâlih bir kişi olursa -Ne'ûzü billah- öfkelenen kişiyi Hak teâlâ düşman tutar, cehennemine atar ve rahmetinden mahrum eder.  


Aziz: Sonra teselli ederim diyerek öfkelenmek ve karşısındakinin hatırını kırmak olmaz. Zaman olur ki, teselli edemezsin, o kişinin hatırını yapamazsın, mahcup ve mahrum kalırsın. Zira, gönül denilen şeyi, Hak teâlâ kendi kudret eliyle yapmıştır. Ne lüzum var ki, Hak teâlânın yaptığını yıkıp, öfkenin ateşine yakasın? Demek oluyor ki, aklı başında olan kişiler, kimseye öfkelenmezler, öfkelendikleri zaman öfkelerini yenip sabrederler. Kimseye zarar vermez ve dokunmazlar. 


Aziz kardeş: Öfkelenmek, müşkül iştir. Birazcık sabretmeyerek öfkesine uyarsa, öfkelendiği kimseyi helâk eder, ya kendisi de kâfir olur veya müşkül duruma düşer.  


Şeytan aleyh-il-lâ'ne der ki; “Ne vakit ki, Hak teâlâ beni huzurundan kovdu, niyaz ettim: “Yâ Rab! Ben de senden birkaç şey dilerim.” Hak teâlâ buyurdu: “Dile melun ne dilersen?” Dedim ki: “Önce bana asker gerekir.” Hak teâlâ buyurdu: “Git, şu sokaklarda dolaşan kadınlar senin askerlerin olsun.” Yine niyaz ettim: “Bana bir de duracak yer gerektir.” Hak teâlâ buyurdu: “Git, hamamlar ve içerisinde günah işlenen evler senin durağın olsun.” Yine niyaz ettim: “Bana, bir yer göster ki, benim ehlim oralarda bölük bölük toplansınlar, boş ve manasız sözler ve işlerle orada otursunlar.” Hak teâlâ buyurdu: “Git, pazar yerleri senin ehlinin yerleri olsun.”  


Bundan dolayı, salihler pazar yerlerinde oturarak boş ve faydasız sözlerle uğraşmazlar, ihtiyaçları her ne ise alır ve hemen oradan ayrılırlar. Zira, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Sokak ehli, cehennem ehlidir,” buyurmuşlardır.” Her neyse, biz şeytanın isteklerini anlatmaya devam edelim. 


Tekrar niyazda bulundum: “Yâ Rab! Bana, üzerine binmek için bir eşek gerektir.” Hak teâlâ buyurdu: “Emirlerimi tutmayan ve namaz kılmayanlar senin eşeğin olsun.”  


Onun için, Resûl-ü zişân efendimiz:  

— Yahudi’ye ve Hristiyan’a selâm verin. Fakat, benim ümmetimin Yahudilerine selâm vermeyin, buyurdukları zaman sordular:  

— Yâ Resûlallah! Senin ümmetinin Yahudileri kimlerdir? Efendimiz buyurdular:  

— Ümmetimin Yahudileri, namaz kılmayanlardır.  


Ne zaman ki, yolda bir namaz kılmayana rastlarsanız, şeytanın onunla birlikte bulunduğunu muhakkak biliniz. Evet, şeytan niyazlarına devam etti: “Yâ Rab! Bana maskaralar da ver, onları kendime maskara edineyim, nasıl İstersem Öyle hareket ettireyim.” Hak teâlâ buyurdu: “Git yâ mel'un, şu öfkelenenler ve öfkelerini yenip sabredemeyenler ve öfkelerine uyanlar da senin maskaran olsunlar.”  Şu hâlde, öfkelenerek şuna buna saldıranlar, şeytanın maskarası olurlar.  


Aziz: Bunun çaresi şudur: Kişi öfkelendiği zaman hemen hilm (sakinlik, serinkanlı olma) talep etmelidir. Yani, birazcık sabretmeli, hiç sesini çıkarmamalı ve buna tahammül etmelidir. Yavaş yavaş buna alışır, ya hiç öfkelenmez olur veya öfkelense bile çabucak öfkesini yener, halim olur.  


Nitekim, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz buyurmuşlardır: “Mim, taallüm ile ve hilm tahallüm ile olur”. Yani, ilim okuyup öğrenmekle ve hilm ki yumuşak başlılıktır, buna alışmakla olur,” demektir, öfkelendikleri zaman sabredenler, gitgide halim olurlar. Hak teâlâ, halim kullarını sever. 


Yarın kıyamet gününde, bütün halk mahşer yerine dolunca, münâdiler çağırırlar: “Fazilet ehli olanlar gelsinler!” Bir de bakarlar ki, bir bölük insan, cennet yolunu tutmuş gidiyor, melekler hemen arkalarından yetişir ve sorarlar: “Siz kimlersiniz böyle cennet yolunu tutmuş gidiyorsunuz? Halk, bu sıcak günde bu kadar zahmet ve meşakkat ve susuzluk çekiyor. Siz, bu zahmetlere ve kavgalara uğramadınız, hemen cennet yolunu tuttunuz, böyle şey olur mu?” 


Bunlar, meleklere cevap verirler:  

— Bizler, fazilet ehliyiz. Onun için, bu zahmet ve kavgalara uğramadan cennete gideriz.  

Melekler sorarlar:  

— Dünyada sizin fazlınız ne idi?  

Onlar cevap verirler:  

— Bizler, dünyada iken herhangi bir zulme uğrayınca, mukabele etmez, sabrederdik. Bize kötülük düşünene, bizler iyilik düşünürdük. Suç işleyeni azarlamazdık, suçlarını bağışlardık. Bize sövene, alçak gönüllülükle ve tatlı sözlerle cevap verirdik. Haktan gelene sabır ve şükür ederdik.  


Melekler, bu cevaba çok memnun olurlar ve derler ki:  

— Varın, cennet sizlerindir. Hak teâlâ cennetini sizin gibilere vaad etmiştir.  Onlar da gider, cennette yeme içme ile meşgul olurlar. Bu sırada halk mahşer yerinde, sıcak terler dökerek kavurucu sıcağın altında aç ve susuz yıllarca bekleşirler. 


Şimdi aziz kardeş: Bu faziletleri, öfkelendiğin zaman, gözünün önüne getir, sabret ve öfkeni yut, tahammül eyle ve hilme tâlip ol ki, Hak teâlâ keremiyle seni ehl-i fazilet meyanına ilhak buyursun ve mahşer yerinde herkes ağlaşırken seni sevindirsin.  


Ömer ibn-i Abdülâziz adında ulu bir padişah vardı. Bir gün, birisi ağır bir suç işledi ve padişah o kimsenin idam edilmesini ferman etti. Cellât geldi ve tam suçlunun başını vuracağı sırada, padişah bir an durdu ve düşündü, Allah’tan hilm talep etti ve cellâda: “Dur Öldürme!” emrini verdikten sonra, hatırına şu âyet-i kerime geldi: “Öfkelerini yenerler (zarar gördükleri kimselere karşı güçleri yettiği halde intikama kalkışmazlar) ve insanların suçlarını affeder, bağışlarlar.”  

(Âli İmran sûresi: 184) 


Bu âyeti okur okumaz, kendisinden intikam hırsı defolup gitti, kalbine bir yumuşaklık geldi ve cellâda emretti: “Salıver şu adamı varsın gitsin, azad olsun. Olur ki, o da insafa gelir ve bir daha suç işlemez, hem de Hak teâlâ bize bu Öfkemizi yenip def ettiğimiz için âhirette hesapsız ecir verir,” dedi ve o suçluyu serbest bıraktırdı.  


Şimdi aziz kardeş: Öfkesini yenemeyen kişi ile şeytanın misali şuna benzer. Bir çocuk, eline top oynamaya mahsus eğri bir değnek alır, topu önüne koyar ve o değnekle vurur. Top, ne tarafa vurulursa, bir o yana bir bu yana yuvarlanır durur, öfkesini yenemeyen ve öfkesine sabredemeyen kişi de, tıpkı o çocuğun elindeki top gibidir. Kendisini şeytanın önüne bırakmıştır. Şeytan değneğiyle ona bir dokunur, nereye isterse oraya yuvarlar. Adeta şeytanın oyunu ve oyuncağı olur.  


Şu hâlde, öfkelenen kişiye tahammül edip, sabretmek, Hilm talep etmek gerektir. Kendisini şeytanın değneği altına koyuvermemek gerekir, öfkesini yenmek ve öfkelendiği kişiyi, velev ki suçlu bile olsa affetmek gerektir. Ey aziz: Kişinin öfkesini yenmesinin ve karşısındakini incitmemesinin çareleri ve sebepleri vardır. Onları da sana söyleyeyim, belki faydası olur ve bu kitapta müşkül kalmaz.  


Bilmiş ol ki, kişiye öfkelendiği zaman, sabretmenin ve öfkesini yenmenin ve defetmenin altı türlü çaresi ve sebebi vardır. Bu çare ve sebepleri, öfkelendiğin zaman kendine siper eder ve bunlarla amel ederek kendine hal edinirsen, öfkeni yener ve hesapsız ecirlere nail olursun. Şimdi bu çare ve sebepleri sayıyorum:  


BİRİNCİSİ: 

Yukarıda zikrettiğim âyet-i kerime ve Hadis-i şerifleri düşünür ve Hak teâlânın öfkelerini yenenlere ve sabredenlere ne büyük ecirler vadettiğini aklına getirir ve tahammül edersin.  


İKİNCİSİ: Hak teâlânın öfkelerini yenemeyenlere ve intikam almak sevda ve hevesine düşenlere karşı azabının ve cezasının şiddetli olacağını düşünürsün ve Allahu azim-üş-şânın hitab-ı izzetini aklına getirirsin. Rabbimiz ne buyuruyor:  

— “Ey âdemoğlu! öfkelendiğin zaman beni hatırla ve sabrederek öfkeni yen ki, hışım vaktinde ben de seni affedeyim ve suçlarını bağışlayayım.”  

Daha daha ne buyuruyor:  

— “Ey âdemoğlu! öfkelendiğin zaman, öfkelendiğin kişinin suçunu affet, onu azarlayıp incitme, vakıf olduğun gizli sırlarını halka açıklama! Ta ki, mahşer günü senin de gizli sırların halk arasında açıklanmasın.”  


Sonra, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin şu Hadis-i şeriflerini de hatırlat Resûl-ü zişân ne buyuruyor: “Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir.” Öyle ise, her kim nefsinin, elinden azad olmayı dilerse, öfkelendiği kişinin sırlarını açıklamasın. Çünkü, gerçek erenlerin kalpleri, sırların gizlenecek yerleridir. Bu konuda da söylenecek söz çoktur. Bu Hadis-i şerif, inşa’allahu teâlâ aşağıda daha birkaç yerde zikir olunacaktır, o zaman öğrenirsin.  


ÜÇÜNCÜSÜ: Bunun sonu neye varır diye düşünmelidir. Bu öfke ile işleyeceğin işten düşmanlık mı olur? öfkelendiğin o kimse de sana öfkelenir ve seni incitir ve üzerse, onunla başa çıkabilir misin? Ya, seni Allahu teâlâ kıyamette üzer ve incitirse, halin nice olur? İntikam almaktan sana ne fayda hâsıl olur? Öç almanın, dünyevî veya uhrevî bir yararı var mıdır? Yoksa, zararı mı vardır? İşte, bütün, bu hususları düşünmeli, eğer dünya izzeti hâsıl olacaksa, o işi Allahu teâlâya havale etmelidir. Zira, Hak teâlâ dilediğini aziz ve dilediğini zelil ve hor hakir eder. Şu hâlde, bu dünya için âhireti yıkmamak lâzımdır, sonucuna varmalı ve öfkeni yenmelisin.  


DÖRDÜNCÜSÜ: Öfkelenen ve şuna buna saldıran kişilere ibrette bakmaktır. Yüzleri nasıl sararır, elleri ve ayakları nasıl titrer, renkten renge girerler. İşte, öfkelendiğin zaman, kendinin de bu hallere düşeceğini göz önüne getirmeli ve düşünmelisin. Dosta, düşmana karşı böyle mahcup vaziyete düşmekten, kızarıp bozarmaktan ise, öfkeni yenip oturmanın daha akıllıca bir iş olacağını hatırlamalısın. Şunu da unutmamalısın ki, öfkelenmek hele sık sık öfkelenmek, insana hafakan (Yürek çarpıntısı) hastalığını getirir ve bu hastalık insanı ansızın öldürür. Birçoklarının kalp hastalıklarından ölüp gittiklerini görmez misin?  


Bu kitabın müellifi der ki:  

Gözlerimle gördüm, birisi karısına öfkelendi, hafakan illetine tutuldu, üç gün yaşadı ve bu derdine derman bulamayarak öldü, gitti. Öfkelendiğin zaman şunu da düşünmelisin ki, öfkelenmek kuduzdan bir budaktır. Zira, öfkelenen yırtmak, yaralamak, vurmak ve öldürmek ister. Eliyle, diliyle, ayağı ile çırpınır durur. Elini tutsan, ayağı ile vurmağa yeltenir, onu da beceremezse ısırmaya kalkar, nasıl gücü yeterse öyle yapar.  


Demek oluyor ki, insanın kudurması öfkelenmektir. İşte, kişi öfkelendiği zaman bunu da düşünmeli, öfkenin kuduzluk olduğunu, kuduzluğun ise yalnız köpeklere mahsus bulunduğunu, öfkeye uymanın insana zarar getirmekten başka bir şey olmadığını, bahusus öfkeyi yenmenin ve sabretmenin peygamberler sıfatı olduğunu hatırlamalıdır. Zira, onlar öfkelerine uymadılar. Sen de kuduz köpekliğe özeneceğine, peygamber sıfatına özensen ve öfkeni yensen fena mı olur?  


BEŞİNCİSİ: Öfkelenen kimse, sabretmek isterse birazcık öfkesini yatıştırıp, hilm talep etmelidir. O zamanda, şeytan gelir ve seni kandırmaya çalışır, ona da aldırmamalısın ki, şeytanın hilesinden uzak kalabilesin. Yoksa, şeytan gönlünden yol bulamazsa, bir adam şekline girer, gelir ve sana: (Yoksa, ondan korkuyor musun?) gibi telkin ve teşviklerle tekrar öfkelendirmeye, öfkeni kuvvetlendirmeye çalışır. Eğer, aldanırsan kızdığın adamın üstüne daha büyük bir şiddetle saldırırsın, elinden geleni yaparsın. Oysa, böyle yapmak doğru değildir. Gerek şeytanın ve gerekse insan kılığına girmiş şeytanın, kadın veya erkek kim olursa olsun seni kışkırtmak isteyenlerin hilelerine aldanmamak ve kendi kendine şöyle demelisin: (Ey nefis! Burada, bir âdemoğlun dan korkmuş olmaktan utanırsın da yarın, kıyamet gününde Hak teâlâ hazretlerinden utanmaz mısın? Hak teâlâ huzurunda namusunun sınanacağını hatırlamaz mısın?) diyerek öfkeni yenmeğe ve sabretmeye çalışmalı ve alışmalısın.  


ALTINCISI: Öfkelendiğin zaman nefsine dersin ki: (Ey nefis! Neye öfkeleniyorsun. Hak teâlâ böyle takdir buyurdu. Hep senin dediğin olsun da Hak teâlânın dediği olmasın mı? Eğer, Allahu teâlânın takdirine razı isen, öfkelenme! Razı olmayarak, Öfkelenirsen Allâhın hışmına uğrayacağını iyi bil!) ve bu telkinle birlikte Allah’a sığınır, iki gözünü de bir ân için yumar, hiç hareket etmeden gönlünle ve dilinle: E'ÛZÜ BİLLAHİMİN-EŞ ŞEYTANİR RACİYM dersin, ayakta isen oturursun, oturuyorsan yanın üzerine yatarsın ve kendi kendine şunları düşünürsün: Bu hiddet ve şiddete ne lüzum vardır? Evvelimiz, sidik yolundan gelme bir damla murdar su değil mi? Hani, o murdar su donuna bulaşırsa, onunla namaz bile kılamazsın. Sonun ise, leş olmak değil mi? ölümünden iki gün sonra, en sevdiklerin bile kokun dan yanma gelemezler. Şu hâlde bu iki leş arasında bu böbürlenmek, kibirlenmek, bu öfke neye gerek var? Bu düşüncelerle kendine öğüt verirsin. Eğer, öfken bununla da yatışmazsa, hemen kalkar abdest alırsın. İnşa’allahu teâlâ öfken geçer. Zira, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar ki: “Sizden biriniz öfkelendiğiniz zaman, hemen su bulsun ve o su ile abdest alsın ki, yürekteki öfke ateşini söndürür.” Eğer, bu altı çare ve sebeple amel edersen ve bu söylediklerimi düşünürsen, öfken yatışır. Vallahu â'lem.   

Sual olunursa ki, her öfke bir midir, yoksa hak için öfkelenmek de var mıdır? Cevap veririz ki, Hak teâlâ için öfkelenmek vardır. Aklın ve şer'in beğenmediği, kitaba ve sünnete uymayan, kötü fiil ve davranışlar görülünce öfkelenilir. Şu var ki, bu ancak mürşitlere gerektir. Zira, hak için öfkelenmekte, nefs muradı karışmaması lâzımdır. Karışacak olursa, o zaman da öfkesini yenmek ve sabretmek gerekir. Ancak, bu değme kişinin işi değildir, meğer Evliyâullahtan ola!  


Nitekim, Hz. Ali kerremallahu vechehu ve radıyallahu anh efendimiz hazretleri, bir kâfirle cenk ediyordu. Bir hamlede, kâfiri yere yıktı ve kendisini dine dâvet etti:  

— İmâna gel seni salıvereyim, dedi.  

Kâfir, cevap verecek yerde Hz. Ali radıyallahu anh efendimizin yüzüne tükürdü. Hz. Ali, onun bu hareket ve hakareti üzerine, derhal ayağa kalktı ve kâfiri serbest bıraktı. Bu defa şaşırmak sırası o kâfire gelmişti:  

— Yâ Ali! Beni bastırdın, altına aldın ve tam öldürecektin ki, serbest bıraktın. Neden öldürmedin da salıverdin?  

Hz. Ali radıyallahu anh, kâfire şu cevabı verdi:  

—Eğer, yüzüme tükürmeseydin, seni Allâh rızası için öldürecektim. Oysa, yüzüme tükürünce araya nefsim girdi, ben de nefsime ve öfkeme uymayarak seni serbest bıraktım, deyince o kâfir derhal oracıkta imâna geldi.  


Şimdi aziz: Demek ki, hak için böyle öfkelenmek ve böyle öfkesini yenmek gerek ama hak için sevmek de gerek! Ne var ki, bunları ihlâs ile yapmak zordur. Onun için, öfkelenmemek daha hayırlıdır, öfkelenerek bir kula vurmak, azarlamak, ırzını yıkarak incitmek, hangi hal ve şartlar altında olursa olsun, reva değildir, Hak katında haramdır. 


Musa peygamber aleyhisselâm, bir kâfiri imâna dâvet etti. O kâfir de Musa aleyhisselâma kötü sözler söyledi. Musa aleyhisselâm, öfkelendi ve kâfire bir şeyle vurdu. Hemen o ânda, Musa aleyhisselâma hitab-ı izzet geldi: “Yâ Musa! Benden destursuz kuluma neden vuruyorsun?” Musa aleyhisselâm utandı ve yaptığına pişman olarak başını önüne eğdi. Görülüyor ki, herkese sabır gerektir. İşitmedin mi? 


Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz; kâfirleri dine dâvet ederken, müşrikler onun mübarek dişlerini kırdılar, öfkelenmedi ve onlar için hidayet diledi: “Ey Allahım! Kavmime hidayet buyur. Onlar, beni bilmezler,” buyurdu. Şu hâlde, kişiye öfkelenmemek ve nefse uymamak, sabretmek gerektir. Evet; mü'min ve Muvahhid ona derler ki, her işte sabreder. Sabretmeyen ayrılığa düşer, işleri acele olur. Unutmamalıdır ki: “El-aceletü min amel-iş şeytan.”  (Acele, şeytan işidir.) 


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Hastalığı yapan kimdir ve iyi eden kimdir?

 Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Mûsâ “aleyhisselâm”, Yâ Rabbî! Hastalığı yapan kimdir, hastalığı iyi eden kimdir? dedi. Cenâb-ı Hak, her ikisini de yapan benim, buyurdu. O hâlde, tabîbe ne lüzûm var deyince, onlar, şifâ için yaratdığım sebebleri bilir ve kullarıma verir. Ben de onlara, bu yoldan rızk ve sevâb veririm, buyurdu).

(Tam ilmihal seadeti ebediyye)

Şehâdet getirmenin fâideleri

 Şehâdet getirmenin yüzotuz kadar fâidesi vardır. Ammâ dört şeyden biri bulunursa, fâidesi yokdur.

O dört şey: 

1-Şirk,

2-şek, 

3-teşbîh, 

4-ta’tildir. 


Şirk, Allahü azîm-üş-şânın zâtında birşeyi ortak koşmağa denir. 

Şek, dinde meks etmeğe (durmağa, tevakkuf etmeğe), 

teşbîh -vehmen- Allahü teâlâyı bir mahlûka benzetmeğe, 

ta’til, (Allah âleme karışmaz, her şey vakti geldikde, kendi tabîatiyle olur) demeğe denir.


Ve dahî, yüzotuz fâidenin, otuzu bu mahalde zikr olunmuşdur: Otuzdan beşi, dünyâda ve beşi, ölürken ve beşi, kabrde ve beşi, arasâtda ve beşi, Cehennemde ve beşi, Cennetdedir. 

Dünyâda olan beş fâide:


1- Adı güzel çağrılır.


2- Ahkâm-ı islâmiyye kendisine farz olur.


3- Boynu kılıncdan kurtulur.


4- Allahü azîm-üş-şân, ondan râzı olur.


5- Cümle mü’minler, ona muhabbet eder.


Ölürken olan beş fâide:


1- Azrâîl “aleyhisselâm” ona güzel sûretde gelir.


2- Yağdan kıl çeker gibi, rûhunu alır.


3- Cennet kokuları gelir.


4- İlliyyîne çıkar, müjdeci melekler gelir.


5- Merhabâ yâ mü’min! Sen Cennetliksin denir.


Kabrde olan beş fâide:


1- Kabri geniş olur.


2- Münker ve nekir güzel sûretde gelir.


3- Bir melek ona bilmediğini ta’lîm eder.


4- Allahü azîm-üş-şân bilmediğini hâtırına getirir.


5- Cennetdeki makâmını görür.


Arasâtda olan beş fâide:


1- Süâl ve hisâbı âsân olur.


2- Kitâbı sağından verilir.


3- Mizânda sevâbı ağır gelir.


4- Arş-ı rahmân altında gölgelenir.


5- Sırâtı yıldırım gibi geçer.


Cehennemde olan beş fâide:


1- Cehenneme girerse, Cehennem ehli gibi, gözleri gök olmaz.


2- Şeytânı ile çatışmaz.


3- Ellerine ateşden kelepçe, boğazına zincir vurulmaz.


4- Hamîm suyundan içirilmez.


5- Ebedî Cehennemde kalmaz.


Cennetde olan beş fâide:


1- Cümle melekler ona selâm verir.


2- Sıddîklar ile refik olur.


3- Ebedî Cennetde kalır.


4- Allahü teâlâ ondan râzı olur.


5- Allahü teâlânın didârını görür.


İslâm Ahlâkı sf. 197

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden ne bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da –Hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım*, demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit çocuk imiş. Bunu duymuş ve gidip Peygamber aleyhisselâma söylemiş. 


Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz hemen babasına koşmuş. 


Ve hiddetle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile. Demediysen, demediğini söyle!* demiş. 


O da korkup *inkâr* etmiş. Bir de *yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için *İzin* istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine bu münâfık şehre girerken, oğlu *Hâris* radıyallahü anh koşup yolunu kesmiş. 


Ve babasının karşısına dikilip; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demedikçe, şehre giremezsin! demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

,,,,,,,,,,


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri ameliyat olmasını söylediler. Abdülhakim Efendi hazretleri bir gün bana; *Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. 


Ben de cevâben; *Efendim, sizin onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Abdülhakim Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz*, buyurdu.


Efendi hazretlerini tanımayanlara biz acırdık kardeşim. *Böyle derin bir âlim tanınmıyor, bilinmiyor, buralarda yazık oluyor*, derdik. 


Şimdiki Lise hocaları hep çocuk. Bizim zamânımızda oturaklı hocalar vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce müdürlük yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük*’dü. Ama ne zamana kadar? Abdülhakim Efendi hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi hazretlerini* gördüm, *Sohbet*’ini dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, Abdülhakim Efendi hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.

Hacet Namazı

Enes bin Mâlik ve Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anhümâ”, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden rivâyet ederler. Buyurdular ki: Allahü teâlâ hazretlerinden dünyâya veyâ âhırete âid bir isteği olan kimse, gece kalkıp, gusl edip veyâ abdest alıp, iki rek’at nemâz kılsa, her rek’atinde bir Fâtiha ve üç kerre sûre-i İhlâs okusa, selâmdan sonra başını secdeye koyup, Yâ Rabbî, benim isteğimi Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hurmetine yerine getir, diye düâ etse; Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddîk hurmetine isteğini verir. 


Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn s. 68

Sorsan bana kaç kere aklıma geldiğini

 Sorsan bana kaç kere aklıma geldiğini; 

“Bir kere” derim.

Zîra geldin ama hiç gitmedin..


(Mevlana Celâleddin-i Rûmi)

Ölüm acısı

 Ölüm acısı Yetmiş kılıç darbesinden fazladır.Ölüm acısı,Kabir azabı yanında hiçtir.Kabir azabı da;mahşer azabı yanında hiçtir.Cehennem,hepsinden şiddetlidir. Oranın bir “kıvılcım”ı bütün dünyayı yakar, yok eder.Sıkıntıları çok olan,Çok istiğfar okusun.İşlerinde muvaffak olamıyan,tövbe etsin.Bir isteği olan da,çok istiğfar eylesin!

(Abdülaziz Dirini hazretleri "rahmetullahi aleyh")

Bizim sonumuz ne olacak?

 İnsanın en büyük gayesi imanla ölmek olmalıdır!


Mübarek zatlar yani âlimler, evliya zatlar, hep son nefes korkusundan ağlamışlardır. Nice âlimler son nefeste imansız gitmişlerdir...


Bir mümin kardeşine "Allah iman selameti versin" demek, ne güzel bir duadır. İmanla ölmek, en büyük nimet, en büyük gayedir. Mübarek zatlar yani âlimler, evliya zatlar, hep son nefes korkusundan ağlamışlardır... Nice âlimler son nefeste imansız gittiler...

 

Büyük âlim ve velî Ali Bekka hazretleri çok ağlardı. Gözyaşı tuzlu olduğu için aktığı yerleri kısmen çürütmüş, yüzünde iz bırakmıştı. Çok ısrar üzerine, devamlı ağlamasının sebebini şöyle anlatır:

 

-Yıllar önce, olağanüstü hâlleri olan bir arkadaşım vardı. Bir defasında birlikte tayy-i mekânla Bağdat’tan, yaya bir yıllık uzaklıktaki şehre, bir anda gittik. Orada bana "Ali, filan zamana yakın öleceğim. O gün ölürken yanımda bulun!" dedi. "Tamam, söz" dedim... İşimizi görüp, yine tayy-i mekânla döndük...

Dediği gün evine gittim, can çekişiyordu, ama yüzü doğuya dönmüştü. Tutup kıbleye çevirdim. Tekrar doğuya döndü. Yine çevirdim, yine döndü. Gözlerini açıp, "Arkadaş yüzümü kıbleye çevirmek için uğraşma, bu tarafa dönmüş olarak öleceğim" dedi. "Neden" diye sordum. "Tanrı üçtür, hak din Hristiyanlıktır" dedi. Sanki dağlar başıma yıkıldı. Gözleri fal taşı gibi patladı, sonra birden çirkinleşti, çırpına çırpına imansız öldü...

 

Bunu duyanlar, cenazeyi dışarı attılar. Cesedin etrafını kalabalık sardı, durumundan korkanlar, "bizim sonumuz ne olacak?" diye ağlamaya başladılar...

Ben de, başımı alıp köyden dışarı çıktım. Yürürken, "Benim sonum ne olacak?" diye hem ağlıyor hem tövbe ediyordum...

 

Epey uzaklarda, bir Hristiyan köyüne kadar gelmişim. Ortada bir cenaze, köylü etrafında toplanmış, sövüp sayıyorlar. Beni görünce, "Ali Hoca, gel" dediler. Hışımla yerdeki cenazeyi gösterip, "Bu, Kelime-i şehadeti getirdi, (Hak din İslam’dır, ben Müslümanım) dedi, Allah diyerek öldü" dediler. Ben de, "Ne güzel, hak din üzere öldü, üzülecek ne var" der demez, iyice köpürdüler. "Bu bizim meşhur rahibimizdi, yüz yıl yaşadı, sonunda bize ihanet etti, dinimizi reddetti, (Gelin siz de Müslüman olun, kâfirlikte kalmayın) gibi hakaretler de etti" dediler. "İleride bir köyde, biraz önce Hristiyan olup ölen biri var. Onun ölüsü de ortada kaldı. İki cenazeyi değişelim" dedim. Kabul ettiler, onu kendi mezarlıklarına gömdüler. Biz de, bizimkini kefenleyip, namazını kılıp, bizim mezarlığa defnettik...

 

İşte bu yüzden yıllardır ağlıyorum, "son nefeste benim hâlim ne olacak?" diye hep korku içindeyim...

 

Bizler de, vesveseye kaçmadan; son nefes endişesi ile yaşamalıyız. Allahü teala encamımızı hayreylesin...

İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığında ben oradaydım

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her zaman söylüyorum, münâkaşa *Yasak*. Nasıl olur da bir mü’minin kalbi incitilir efendim. Muhammed Mâsum hazretleri, *Mektûbât*’ında bunun zararlı olduğunu bildiriyor ve *Münâkaşa etmeyiniz!* diyor. 


Bir mü’minin, bir mücâhid kardeşinin kalbini incitmenin, *Kâbe*’yi, yedi kerre yıkmakdan daha büyük günâh olduğunu, dînimiz bildiriyor. Onun için, buna çok dikkat edeceğiz kardeşim. 


Birbirimizin kusûrunu affedeceğiz ve sabredeceğiz. *Sabredenin gideceği yer neresidir?* Peygamber Efendimiz bunu bildiriyor. Hadîs-i şerîfde; *Sabredenin gideceği yer, Cennetdir*, buyuruyor. 


Onun için birbirimizi incitmiyeceğiz. Birimiz, birimizi incitirsek dahî, karşıdakinin buna *Sabr*’etmesi lâzım. Hattâ ona *Duâ* etmesi lâzım. Dînimiz böyle emrediyor. Müslümânlık budur, kardeşlik budur. 


Her zaman söylüyorum. *Kimseyle münâkaşa etmeyin!* diyorum. Münâkaşa *Zararlı*'dır. Dostun muhabbetini azaltır, düşmanın da düşmanlığını artdırır. 


Bir vazîfe ile *Burgaz* mağaralarına keşfe gitmişdim. O akşam da Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine iftâra dâvetliydim. Vakt geç oldu, dönecek vâsıta yok. Durakda beklerken, bir *Taksi* gelip yanımda durdu.


Onlar da İstanbula gidiyorlarmış. Beni de aldılar. Edirnekapı’da indiğimde, akşam ezânı yeni okunmağa başladı. Koşarak dergâha gitdim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri beni görünce; *Hilmi, önce namâzını kıl, biz seni bekleriz*, buyurdular. İftârdan sonra Burgaz’da neler gördüğümü sordular. 


Ben de anlattım ve *Orada çok mağara var*, dedim. 


Bunun üzerine; *O mağaralar nasıl meydana geldi biliyor musun?* diye sordular. Bilmiyorum efendim, dedim. 


*İstanbul’un surları ne ile yapıldı? Surlar yapılırken Bizanslılar oralardan kireç çıkardılar. Bunları keşif raporuna yaz*, buyurdular. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; *İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığında ben oradaydım. Üfledim, ateş söndü*, buyurmuş. 


Bunun gibi, *Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri* de, o surlar yapılırken orada olabilir. Birden cevâplaması bunu gösteriyor kardeşim.

Bir zaman gelecek din bilgileri Hilmi’den sorulacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *yedi* yaşından beri okuyorum kardeşim, hâlâ da okuyorum. Kitap okumadan duramıyorum, gece gündüz okuyorum. Öğrenmek için okumak lâzım. Bizim kitaplarımız çok *Kıymetli*, onları muhakkak okumak lâzım.


Bizim kitaplar niçin çok kıymetli? Çünkü içinde, bana âit hiçbir yazı yok da ondan. Hepsi, büyük zâtların, ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri, yazıları. *Pırlanta* yanında *Cam parçası*’nın kıymeti olur mu? 


*Abdülhakîm Arvasi Efendi* hazretleri bize hangi kitâbı tavsiye etdi ise, medh etdi ise, o kitâbı aldım, o kitapdan tercüme etdim. Beni Ankara’ya tâyin etdiklerinde, *Mübârek* bana mektûb gönderirdi. 


Mektûblarında; benim için *Azîz Hilmi* diye yazardı. Azîz ne demek? *Sevimli* demek. Bir mektûbunda da yazmış ki: *Bir zaman gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak*. Evde saklıyorum o mektûbu. 


Şimdi bütün dünyâ bize soruyor kardeşim. Öğrendiğim her şeyi Abdülhakîm Efendi hazretlerinden öğrendim. Mânevî olarak elime geçen her şey, Onun bereketi ile olmuşdur. 


İlk gitdiğim sıralarda, odada kimse yokken, beni yanına çağırırdı. Kendisi sandalyeye otururdu *Mübârek*, beni de yanındaki sandalyeye oturturdu. 


Sonra elini bana uzatıp; *Tut elimi!* derdi. Tutardım. *Sık!* derdi. Elini sıkardım. *Daha sık!* derdi, yine sıkardım. 


Mübârek; *Daha Sık!.. Daha Sık!..* derdi. Sıkmakdan yorulurdum efendim. Bakardım ki gözlerini kapamış, uyudu zanneder, elimi gevşetirdim. Çünkü yorulurdum. 


Tam elimi gevşetirken gözlerini açar ve *Sık!* derdi. Bu şekilde, bir sene hep elini sıkdırdı bana. Kim bilir, hikmeti nedir? O Büyüklerin bütün hücreleri *Zikr*’edermiş. 


Evliyânın vücûdunun her zerresi, zikr edermiş. *Mektûbât*’da var bu. *Bütün zerreleri zikreder*, diye yazılı. Biz bunu sonradan öğrendik, *Seâdet-i Ebediyye*’ye de yazdık bunu. 


Belki elini sıkdırıyor ki, o *Zikr* benim hücrelerime de, kalbime de sirâyet etsin diye. Bir sene sonra ders okutmaya, arabca öğretmeye başladı bana. Millet bahçede namaz vaktini beklerdi. 


Daha namaza yarım sâat varken, Mübârek, beni içeriye, odaya alır, *Arabî* öğretirdi, yâni *Sarf* ve *Nahiv* öğretirdi.