“En büyük islâm devleti olan Osmanlılara karşı son ihtilâli ingilizler hazırladı. Merkezi Selânikte bulunan üçüncü ordunun bazı genç subayları, İngiliz casusları tarafından bol para ve makam vaatleri ile aldatıldı. 7 temmuzda Şemsi paşa, teğmen Âtıf tarafından vuruldu. 23 temmuz 1908 de ikinci meşrûtiyet ilan edildi. Devletin idaresi cahillerin eline geçti. Ehliyetli kimseler zindanlara atıldı. Çoğu idam edildi. 1915 ocak ayında Enver paşa, Rus hudûduna asker gönderilmesi için emir verdi. Tecrübeli subaylar, yollarda kar var, Marttan sonra gönderelim dediler. Hayır, ben emrediyorum, şimdi gidilecek dedi, bu subayları cezalandırdı. 86.000 asker Sarıkamışta donarak öldü. Her tarafda verilen, böyle ahmakça emirler ve idamlar, milleti bıktırdı. Paşalar bu hali anlayınca, canlarını kurtarmak için Avrupaya kaçtılar. Talat paşa Berlinde, Enver paşa 1922 de Rusyada, Cemal paşa Tiflisde öldürüldü. Enver paşanın kemikleri 1996 da İstanbula nakledildi. 1908 isyanının milletimize verdiği nice büyük zararlar ve felâketler (Eshâb-ı Kirâm) kitabımızda yazılıdır.”
HUTBEDE AMİN DENİR Mİ?
Hanefî mezhebinde hatip duâ'ya başladığı zaman, cemaatın el kaldırmaları ve aşikâre dil ile âmin demeleri caiz olmaz. Bunu yaparlarsa günahkâr olurlar.
Bazı alimler günahkâr olmaz ancak kötü bir iş yapmış olurlar dese de; sahih olan görüşe göre günahkâr olurlar.
Şafî mezhebinde ise; Hutbe esnasında elleri açıp amin demek ise caizdir.
Hutbe esnasında Peygamber aleyhisselam'ın ismi zikredilince, cemaatın aşikâre olarak salavât getirmeleri de caiz değildir. Bunu kalpleri ile yaparlar.
Hutbe tamam oluncaya kadar; Yani imam minbere çıkıp namazı bitirinceye kadar namaz kılmak ya da konuşmak caiz değildir.
Hanefî mezhebinin aksine Şafî mezhebinde; Hutbe esnasında cami'ye giren bir kişi hafîf iki rekat tahiyyatu'l mescit namazı kılması sünnettir.
Yine Şafî mezhebinde; Hutbe esnasında zaruret olmaksızın konuşmak haram değil, mekruhtur.
{İbn-i Âbidin - Tenvîru'l Ebsâr - Dürrü'l Muhtâr - Reddü'l Muhtâr,Dürer, Hidâye}
Salih bir misâfir gelirse onun hizmetini iyice yap!
Evine, gelip geçici sâlih bir misâfir gelirse, onun hizmetini iyice yap! Hemen yemeğini ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla oturma belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helâyı, seccâdeyi ona göster.
(Süleymân bin Cezâ hazretleri “rahmetullahi aleyh” )
RIZKIN DAĞITILMASI
MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ
Musa peygamber aleyhisselâm, Hak teâlâ hazretlerine niyaz etti: “Yâ ilâhi! Ahmaklara rızkı çok verirsin, malı boş ve faydasız yerlere harcarlar. Ahiretlerini mamûr etmeyi düşünmezler. Akıllılara rızkı az verirsin, onu da senin yoluna harcarlar ve kendileri azlıkla geçinirler. Hak teâlâ buyurdu: “Yâ Musa! Ahmaklara rızkı onun için çok veririm ki, akıllı olanlar rızkın hile ile ele geçirilmediğini görür ve anlar. Zira, her kişiye rızkını veren benim. Rızık, her kişiye benim takdir ettiğim miktarda gelir. İşte, akıllı olanlar bunu böyle anlarlar, rızkın benden olduğunu bilirler ve varır ibadet ve tâ’atle meşgul olurlar. Rızık için kaygıya düşmezler. Şimdi, sen de mademki kendini Allahu teâlâya ısmarladın, artık kaygılanma, var ibadet ve tâatinle uğraş, Hak teâlâ sana rızkını hiç ummadığın yerlerden verir.” Sana, kendilerini Allahu teâlâya ısmarlayanlardan birkaçını deyivereyim de gör bak Hak celle ve âlâ umulmadık yerlerden nasıl rızık verir.
(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(Muhyiddîn-i Arabî)* hazretlerine; Bu makâma ne ile, nasıl kavuşdun? demişler. Cevâbında; *(Evliyâyı çok sevmekle)* buyurmuş.
Meselâ bir yerde, bir *(Evliyâ)* zâtın aleyhinde konuşuluyorsa, hemen o *(Velî)* yi müdâfaa edermiş.
Efendimiz aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *(Güzel ahlâkı tamâmlamak için geldim)*. Bir şeyin en iyisi veyâ en kötüsü söylenince, o şeyin *(Hepsi)* anlaşılır.
*(İbâdet)* lerin en iyisi, *(Güzel ahlâk)* dır. Güzel ahlâk denilince, bütün *(İbâdet)* ler anlaşılır. Evâmiri yapmakla emrolunduk, *(Emr)* leri yapacağız.
Âyet-i kerîmede; *(Yalnız şirki affetmem)* buyuruluyor. Çok çeşidli *(Küfr)* vardır. Ama *(Şirk)* denince, bütün küfrler anlaşılır. Bu, bir edebiyat kâidesidir.
Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bizi *(Huzûr)* una kendisi çağırırdı. O çağırmasaydı biz gidemezdik. Bize, her *(Şeyi)* o öğretdi.
Tek maksadımız, islâmiyete *(Hizmet)* dir kardeşim. Bu iş, *(Sen-ben)* dâvâsı değildir. Asıl iş, *(Niyet)* de. Amellere verilecek karşılık, *(Niyete)* göredir.
İki kişi aynı *(Ameli)* işler, niyete göre amellerin *(Cezâ)* sı değişir. Burada cezâ demek, *(Karşılık)* demekdir.
Karşılığı, *(Niyete)* göre değişir. Bir safda iki *(Kişi)*, yan yana namaz kılar. Birinin niyeti *(Hâlis)* dir, ötekininse, hâlis niyetden haberi yok.
Onun ibâdetiyle, öbürünün ibâdeti arasında *(Dağ)* lar kadar *(Fark)* vardır. Ama görünüşde, ikisi de aynı.
Elhamdülillah, bütün *(Dünyâ)* ya, bütün *(Müslümân)* lara hizmet ediyoruz kardeşim, tek niyetimiz bu.
Bu *(Niyet)* oldukdan sonra Allahü teâlâ *(Yardım)* eder. Allahü teâlâ, bizleri o *(Büyük)* lerin şefâatinden mahrum eylemesin kardeşim.
Kimseyi günahından dolayı ayıplama
TEVEKKÜL
MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ
Allâhu teâlâ, kullarının rızıklarını ve ecellerini, nasıl takdir buyurur, evvelâ onu söyleyeyim:
Ey aziz: Bilmiş ol ki, MELEK-ÜL-ERHAM adında bir melek vardır. Ne zaman, baba sülbünden ana rahmine o bir damlacık su düşerse, Hak teâlâ o sudan insan yaratılmasını murat buyurur. O melek, niyazda bulunur: “Yâ Rab! Eceli ne kadar ve toprağı ne yerdendir?” Hak teâlâ, o meleğe irade buyurur: “Var, Levhi Mahfuza bak!” Melek, gider bakar. Henüz, ana rahminde bir damla pıhtıdan ibaret olan o kişi nerede defnedilecekse, o yerden bir parça toprak alır ve o pıhtıya karıştırır, ondan ana rahminde bir nevi balçık yapar. Her kişinin toprağı neredendir ve nereye gömülecektir, bunu hiç kimse bilmez.
Nitekim, Hak teâlâ Kur'anda buyurur: “Ve hiç kimse (Zamanını bilmediği gibi) nerede öleceğini de bilmez.” (Lokman sûresi) O melek, ana rahminde balçık edip karıştırdığı o çocuğun dünyada ne kadar yaşayacağını, nerede öleceğini ve nereye defnolunacağını, zengin mi yoksa fakir mi olacağını, erkek veya dişi doğacağını, levhi mahfuzdan aldığı bilgilere göre yazar.
Allahu teâlânın emriyle o meleğin yazdığı bütün vukuat, o kişinin doğumundan ölümüne kadar başından geçecek her hâdise birer birer kayıt ve tespit olunur ve bu arada bütün yiyecek ve içecekleri de belli olur. Artık, o kişinin eceli ne bir saat öne ne bir saat geriye bırakılabilir ve rızkından da bir nar tanesi kadar bile artmaz ve eksilmez, bir yudum su dahi yazılmamışsa içemez. Takdir olunandan fazlası ve eksiği olamaz ve buna kimse muhalefette bulunamaz.
Ey aziz: Her insan için gökte iki kapı vardır. Birinden ömrünün her günü ve diğerinden de rızkı iner. Ömrünün müddeti bitince, her iki kapı da kapanır ve artık rızkı inmez olur. Nitekim, Kur'an-ı hâkimde de böyle buyurulmaktadır: “Rızkınız ve vaad olunduğunuz semadadır.” (Zâriyat sûresi: 22) Hâl ve hakikat böyle olduğuna göre, rızık için kaygıya ne gerek var? Gökteki rızkı, yerde istemekle bulmak istersin. Oysa, Allahu teâlâ sana vadettiği o rızkı nerede olursa olsun verir, sen istesen de istemesen de gelir sana erişir.
(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)
RAMAZAN MERCAN ABİMİZİN HOCAMIZ İLE OLAN HATIRALARI
*Erzincan Askeri Lisesi'nde talebe idik. Bir kimyacı albay geliyormuş, buluşu varmış, dediler. Merakla bekledik. Ben son sınıftaydım. İlk derse geldiler. Tekmil verdik. "Merhaba çocuklar" dediler. Kürsüye oturdular. Defteri imzaladılar. Bir yandan da "Nasip olursa bu sene kimya dersini beraber yapacağız" dediler. Biz hep bir ağızdan "İnşallah hocam" dedik. Sonra kalkıp sıraların arasında dolaşmaya başladılar. "İnşallah maşallah güzel ama çalışmak da lâzım" buyurdular. Musa aleyhisselâm zamanında dağa çıkıp rızık bekleyen adamın kıssasını anlattılar. Askerî lisede talebe olan Ahmed Kömeli ilk olarak Hocamız için Fahri Öztürk Abi'ye "Bu kimyacı albay büyük bir âlim" dedi.
*Ders başında beş dakika dinden bahsederlerdi. Herkes sual sorar, laf lafı açardı. "Hangi kitaplardan dinimizi öğrenebiliriz?" diye soruldu. "Efendim din kitapları üç çeşittir. Para kazanmak maksadıyla yazılanlar. Bunlar doğru ile yanlışı ayırt edemezler. İkinci çeşit dini yıkmak için yazılan kitaplar. Bunlar da bir kuyu düşünün. Kuyudan su çekmek için de bir kova var. Kova bir zincire bağlı. Bu zincirin bütün halkaları sağlam olsa, birisi çürük olsa su almak mümkün olmaz. Üçüncü çeşit kitaplar Allah rızası için yazılan kitaplardır. Din bunlardan öğrenilir" buyurdular. "Böyle bir kitap ismi verebilir misiniz?" denince "Şehirdeki Kıyak Kitabevi'nde bir kitap var. Adı Seâdet-i Ebediyye'dir. Benim de orada yazılarım var. Onu alınız. Fiyatı da 25 kuruştur. Bakın fiyatının ucuzluğu da bunun Allah rızası için yazıldığını gösteriyor" buyurdular. Cumartesi günü hepimiz gidip o kitabı aldık.
*Bir gün derste çalgı çalmanın uygun olup olmadığı soruldu. "Çalgı çalarak geçimini temin etmek uygun değildir, başka iş yapmalıdır" dediler. Ben ve arkadaşım Ayhan Arıkan, musikiye meraklıydık. Saz çalmak istiyorduk. Seâdet-i Ebediyye'ye baktık. Orada çalgı çalmak haramdır, yazıyor. Halbuki derste çalmaktan bahsetmemişlerdi. Gidip sordum. Sanki bir suç işlemiş de bizden özür dileyecekmiş gibi mütevazı bir şekilde "Efendim uygun değildir" buyurdular. Bize yakınlık göstermesi hoşuma gitti. Musikiyle uğraşmaktan vazgeçtik.
*Mektep arkadaşımız Ahmed Kömeli, Cevad Rıfat Atilhan'ın Gizli Devlet kitabını okumam için bana vermişti. Orada Namık Kemal'in babasının mason olduğu yazılıydı. Bir gün laboratuvardan çıktık. Bunu Hocamız'a sordum. "Efendim onun kendisi masondu. Vatan milletten anladığı ise, İstanbul'dan Pendik'e kadardı. Kadınların kızların arasında" buyurdular.
*Bir gün de "Reşad Nuri nasıl biriydi?" diye sordum. "Bozuk bir adamdı. Allah baba kelimesini yerleştirmek için roman yazdı" buyurdular.
*Bir gün de "Yoldaş kelimesi ilmihalde geçiyor. Halbuki bunu komünistler kullanıyor" deyince, "Efendim komünistler başka kelimeleri de kullanıyor. Onlar kullanıyor diye biz de mi kullanmayalım?" buyurdular.
*Bir gün mektebin mescidinde oturduk. "Keşke Hocamız olsa da sohbet etseler" dedik. "Gidip çağıralım" dediler. Fahri Abi'yle gittik. “Efendim şimdi benim işim var. Siz şu notları alın da okursunuz" dediler. Fahri Abi "Ama arkadaşlar sizi bizzat görmek istiyorlar" deyince "Siz gidin, ben de yarım saat sonra gelirim" dediler. Geldiler. Kırmızı kaplı mavi mürekkeple yazılı bir defterden okuyup anlattılar. Mektubat-ı İmâm-ı Rabbânî imiş. Burada "Efendim buluşunuza niçin devam etmediniz?" diye sorduk. Şöyle anlattılar: "Bir gün elimde diplomalarımla bakanlığa gittim. Alâkalı müdüre çıktım. Efendim ben şurayı burayı birincilikle bitirdim; şu işe talibim, demeden, amma da kendinizi methettiniz, dedi. Ben bunları ispat edecek vesikaları ibraza kadirim, dedim. Ama kalmayıp çıktım. Kendimi dine hizmete ve ilme verdim. Kitap okumakla meşgul oldum" buyurdular ve Alman Profesör Arndt ile hatıralarını anlattılar.
*Bir defasında "Hüccet-ül-İslâm kitabı muteber midir?" diye sorduk. "Değil efendim içinde hatalar var" dediler. Sonra bir gün bu kitabı bastıran Muzaffer Özak'a "Bu kitapta bazı hatalar var" demişler. O da "Artık düzeltmemiz zor" deyince, "Ben düzeltirim" demişler. Düzeltip vermişler. Geldiklerinde "Artık okuyabilirsiniz. Tashih ettik" buyurdular.
*Manisa'dan İstanbul'a izne gelmiştim. Hocamız o zamanlar İsmail Ağa Câmii'nde tekâmül kursuna derse gidiyorlardı. Câmiden eve kadar konuşarak geldik. "Elhamdülillah Falih Rıfkı ile sağır birbirine düştüler. Eskiden sağır derdi ki, 'Falih Rıfkı için bir kolorduyu feda ederim.' Şimdi birbirlerine düştüler" buyurdular.
*1966 yılında teğmen olarak Manisa'dan Mardin'e tayin oldum. Osman Şap Abi bana Hocamız'a götürmek üzere bir mektup verdi. Evlerine götürdüm. Yandaki odaya aldılar. "Efendim sınıra tayin oldum. Kaçakçılıkla uğraşmak üzere" dedim. Hocamız "Efendim para biriktirir, borçlarınızı ödersiniz" buyurdular. Hakikaten orada lojmanda oturdum. Maaşım arttı. Tayin bedeli alıp karavanadan yedim. Masraf edecek yer yoktu. Para biriktirdim. Babama da gönderdim. Sohbet esnasında "Kaçakçıların dini olmaz efendim" buyurdular. Ben "Efendim Cizre'de bir şeyh varmış. Nasıl birisidir?" diye sordum. Hocamız "Kimmiş efendim?" diye sordular. Ben de "Çok meşhurmuş efendim" dedim. Hocamız "Ya öyle mi? Meşhur olmak makbul değildir. Efendi Hazretleri hiç meşhur değildi" buyurdular. Orada ben bazı cemaatleri sordum. Bir tanesi için "Efendim kitap okumuyorlar. Çünki hocaları bir kitabında diyor ki benim şakirtlerim benim kitaplarımdan başka nur aramasınlar. Okumayınca da bilmiyorlar. Geçen gün Milliyet Gazetesi bile yazmış; 'Bizim bildiğimiz İslâmiyet naklîdir. Bu kitaplarda ise hiç nakil yok' demiş. Doğru yazmış. Onlardan birisi de güya cevap vermiş. Yanlış cevap vermiş. Ötekiler ise kitap okuyorlar, ama anlamıyorlar. Geçen en iyi Arapça bilenlerinden birisi bize geldi. Beraber bir kitap okuduk, çözemedi. Onlar bilmiyor, bunlar bilmiyor, siz nerden biliyorsunuz diyeceksiniz. Biz 14 sene Efendi Hazretleri'ni sabah akşam dinledik. Hiçbir zaman şu şöyledir demediler. Hep isim söylediler. Mesela İmam-ı Azam dediler, İmâm-ı Rabbânî dediler. O birincisi hiç isimden bahsetmiyor. Bilmiyor ki bahsetsin" buyurdular.
*1977 veya 78 senesinde bir Cumartesi günü idi. Kırklareli Pınarhisar'da kıdemli yüzbaşıyım. Mehmed Gülçivici Abi orada yüzbaşı; Hüseyin Yener Abi de yedek subaydı. Bir gün Hüseyin Yener geldi. "Müjdemi isterim" dedi ve bir telgraf uzattı. Telgrafta "Yarın Hanımanne, çocuklar, Abdülhakim Abi, Hocamız geliyoruz. Enver Ören" yazıyordu. Çok sevindik. Hüseyin Yener nöbetçiydi. Mehmed Çivici ile gidip nöbeti ayarladılar. Ben de karşılayayım dedim. Burgaz kavşağında karşıladım. Hocamız'ın arabası geldi. Durdu. Enver Abi'ye ben "Efendim yol böyle" dedim. Önce fark etmemiştim. Baktım önde Hocamız oturuyorlar. El salladılar. Arabayı Abdülhakim Abi sürüyordu. Enver Abi "Sen nasıl geleceksin?" dedi. "Efendim arkadan arabalar geçer, ben onunla gelirim" dedim.
Hüseyin Yener'in evine geldim. Balkonda oturuyorlardı. Selâm verdim. Yanlarına oturdum. "Hızır gibi yetiştiniz. Biraz evvel sizi yolda gördük hemen geldiniz" dediler. Elmalılı tefsirinden ve onu okuyup imanını kaybeden yüzbaşıdan bahsettiler. Sonra Hüseyin Abi'ye "Odunu, kömürü, yağı kaça alıyor- sunuz?" diye sordular. Ben de içimden "Niye soruyorlar ki?" diye geçirdim. "Efendim soruyoruz çünki Efendi Hazretleri sorardı" buyurdular. "Efendim abdestimiz var. Olmayan arkadaşlar da alsınlar. Ev sahibi de bize bir imam bulur" dediler. Ev sahibi "Özürlüyüm" dedi. Enver Abi "Ben de özürlüyüm" dedi. Abdülhakim Abi "Ben de özürlüyüm" dedi. Mehmed Gülçivici "Ben de özürlüyüm" dedi. Bana sıra geldi. Ben bir şey diyemedim. Yalan söylesem olmaz. "Sizin özrünüz var mı?" deyince "Yok efendim" dedim. Güldüler. İmam oldum, öğleyi kıldık.
Yemek geldi. Yemekte börek vardı. Abdülhakim Abi böreği dağıtıyordu. "Efendim kaç tane?" diye sordu. "On tane" dediler. Şaşırdı. Güldüler, "Efendim bir tane" dediler. Hüseyin Yener yemek yemedi. "Siz niye yemiyorsunuz?" diye sordular. O da "Ben kışlada yedim efendim" dedi. "Ne yediniz?" diye sordular. "Efendim fasulye vardı. Yemekler dökülüyor, yenmiyor" dedi. Hocamız "Efendim yağındandır. Yağı iyi değildir. Yemek demek yağ demektir" buyurdular. O sohbette, yağmur yağarken, "Allah'ım bu yağmuru denize yağdıracağına, çöllere yağdırsan, oradaki kulların susuzluktan perişan" dediği için kutupluğu elinden alınan, sonra Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerine sığınarak affedilen Cezâir-i Hâlidat kutbunun kıssasını anlattılar. Sonra istirahata geçtiler. Biz ayrıldık. İkindiden sonra da gittiler.
Sevincimden ağlıyorum
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Kardeşim, *(Tam İlmihâl)* Seâdet-i Ebediyye’de, büyüklerin *(İsim)* leri de, *(Kitap)* ları da, her *(Şey)* leri belli. *(Kaynak)* ları belli. Bu kitâbı okuyan, *(Âlim)* olur.
Hele hele içindekileri tatbîk eden, *(Evliyâ)* olur. Çok *(Lüzûmlu)* varken, az *(Lüzûmlu)* yu okumak, dünyâ ile meşgûl olmakdır.
Bugün *(Fıkh)* okumak varken, *(İlmihâli)* öğrenmek varken, İslâm Ahlâkı kitâbımızdan *(Küfr)* bahslerini okumak varken,
*(Gülistân)* okumak, *(Bostan)* okumak, başka bir kitap okumak, yine de *(Lüzûmsuz)* dur, yâni *(Fuzûliyât)* dır. Benim ömrüm *(Aramak)* la geçdi.
Neyi aramakla? Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden öğrendiklerimin *(Vesîka)* sını aramakla. Biliyorum, ama benim, vesîkalarını göstermem gerekir. *(Abdülhakim Efendi hazretlerinden işitdim)* diyemem.
Abdülhakim Efendi hazretlerinden öğrendiklerim elbette *(Doğru)* dur. Fakat başkalarına *(Anlatmak)* için vesîkalarını bir bir aradım, buldum. Onun için bizim *(İlmihâl)*, kalıcı bir eserdir kardeşim.
Ben *(Erzincan)* da iken Kayseri’li bir *(Asker)* vardı, bana *(Hizmet)* ederdi. Bir gün geldi ve;
Efendim, çamaşırhânede sizin yatak takımlarını falan yıkayan bir *(Hanım)* var, sizi görmek istiyor. Sizi çok merak ediyor, dedi.
Ben de; *(Hay hay, buyursun)* dedim. Bir de bakdım ki, akşam üzeri Kayserili asker geldi; Efendim o hanım geldi dedi. *(Buyursun gelsin)* dedim.
Kapıdan *(Dev)* gibi, *(İri yarı)*, uzun boylu bir hanım girdi. Beyaz iş gömleği vardı arkasında. *(Nasılsın anneciğim?)* dedim, yaşlıydı. Cevap olarak ne yapdı bilseniz.
Başladı hüngür hüngür *(Ağlama)* ya. Dedim ki: Elhamdülillah de, sevin, ağlıyacak ne var? O da; *(Elhamdülillah)* dedi. *(Sevincimden ağlıyorum)* dedi.
*(Sizin gibi, müslümân bir albay görmek nasîb oldu)* dedi. Benim babam Erzincan’da *(İmâm)* dı dedi. Başından geçenleri anlatdı. Allah rahmet eylesin o kadıncağıza.
Osman Nuri Topbaş hoca efendi anlatıyor
Osman Nuri Topbaş hoca efendi anlatıyor: "Hilmi bey benim imam-hatip'den hocamdı. 10 dakika ders anlatır, geri kalan zamanlarda hep Allahü teâlânın azametinden bahsederdi. Hatta hiç unutmuyorum; bir şekeri karbonlarına ayırmak için gereken enerjiyle, İstanbul'un hararetinin birkaç derece artacağını söylemişti. Allahü teâlânın bu hikmetini göstermek için bize anlatırdı. Öğretmenler odasına gitmez, koridorlarda öğrenci ile meşgul olurdu. Fatih'deki evinde misafir olduk. Hep yavrucuğum diyerek hitap ederdi. Hiç tavizsizdi. Bize tasavvufu sevdiren hocadır. İmam-hatipte tasavvuf aleyhine olan hocalar da vardı."
(Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, sf: 283)
Resûl-i ekremin bazı vasıfları
Resûl-i ekrem, kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı; amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur'ân-ı kerîmi işitince ve bâzan da namaz kılarken ağlardı.
(Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, İmâm-ı Kastalânî hazretleri) (Rahmetullahi aleyhimâ)