Sadi Şirazi’ye sormuşlar:
“Her zaman mutlu olabilmenizdeki hikmet nedir?”
O da demiş ki:
“Kalıcı olmayana gönül bağlamam.
Yarın bir sırdır, onun için endişelenmem.
Dün bir hatıradır, hasretini çekmem.
Bugün ise bir hediyedir, kıymetini bilirim.”
Sadi Şirazi’ye sormuşlar:
“Her zaman mutlu olabilmenizdeki hikmet nedir?”
O da demiş ki:
“Kalıcı olmayana gönül bağlamam.
Yarın bir sırdır, onun için endişelenmem.
Dün bir hatıradır, hasretini çekmem.
Bugün ise bir hediyedir, kıymetini bilirim.”
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Abdülhakîm Arvasi* Efendi hazretleri, ekseriyâ *Cumâ* günleri tırnaklarını keserdi Mübârek. Bez örtü vardı. Onun içine keser, bana verir ve; *Al bunları, Murtezâ Efendinin kabrine silkele!* derdi.
Hep *Murtezâ Efendi* nin kabri üzerine silkelerdim. Ne günlerdi yâ Rabbî. Ne *Seâdet* günleriydi. Hepimiz, birbirimizin *Duâsı* na muhtâcız kardeşim.
*Silsile-i aliyye* yi her sabah ve her akşam okumalı. Çünkü; *İnde zikrissâlihîn tenzîl-ür rahme!* diyor Peygamber Efendimiz.
Yâni *Evliyâ* zâtların *İsmi* söylendiği yere *Rahmet* yağar. Allahü teâlânın rahmeti yağar. Hattâ onları *Düşününce* bile, o yere rahmet yağar kardeşim.
Bana, *Oku!* dedi Abdülhakim Efendi hazretleri. *Eczâcı* yı okudum, bitirdim. Üniversitede vazîfem vardı. Efendi, yine bana; *Mâdem üniversitede vazîfen var, talebe olarak kaydol, kimyâyı da bitir!* dedi.
*Okuma* ya teşvîk etdi beni. *Fransızca* öğrenmeye teşvîk etdi. Almanlarla çalışıyordum Genelkurmayda. Efendi hazretleri bana; *Almanca da öğren!* dedi.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Men arefe lisâne kavmin, emine min mekrihim!* Hadîs-i şerîfdir bu. Ne demek?
*Men*, bir kimse. *Arefe*, ârif oldu, bildi. Yâni bir kimse bilirse. *Lisâne kavmin*, herhangi bir milletin lisânını, dilini bilirse.
*Emine*, emîn olur, kurtulur. *Min mekrihim*, onların mekrinden, yâni onların *Hîlesi* nden, düşmanlığından kurtulur.
Peygamber Efendimiz; *Onların lisânını öğrenin!* diyor. *Düşmanların lisânını öğrenin!* buyuruyor.
Bir duâ var. *Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa’fü annî*, her duâda okuyoruz bunu. Mânâsı ne peki?
*Allahümme*; yâ Rabbî. *İnne*; elbette. *Ke*; sen. Elbette sen, *Afüvvün*; affedicisin, günâhları affedicisin. *Kerîmün*; kerem sâhibisin, ikrâm edicisin.
Yâ Rabbî, sen hem günâhları affedicisin, hem de *İyilik* ihsân edicisin. *Tuhibbül afve*; Çünkü sen affetmeyi seviyorsun, seversin. Allahü teâlâ affetmeyi sever.
*Fa’fü annî*; öyle ise beni affet. *Fa’fü*; öyleyse affet. *Nî*, beni. Öyleyse beni affet! Mâdem ki sen affedicisin, affetmeyi çok seversin, öyleyse *Beni affet* yâ Rabbî!
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Rûh* zamansızdır efendim. Meselâ şimdi *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinden bahsetsek, o anda mübârek *Rûhu* burada hâzır olur. Bakın *Gelir* demiyorum, *Hâzır* olur efendim. *Hemen, ânında*.
Yeter ki, *İsmi* anılsın. O anda, orada *Hâzır* olur. Çünkü rûh, zamansız ve mekânsızdır. Ama her zaman değil, çağrıldığı anda, orada *Hâzır* olur ve oradakilere *Feyz* verir.
● ● ●
*Cumâ* günü müsâfeha etmek *Sünnet* dir. Rabbimiz sevdiklerimize bizi kavuşdurdu, görüşdürdü elhamdülillah. Hepimiz birbirlerimize *Duâ* edelim kardeşim.
Biz *Abdülhakîm Arvasi* Efendi hazretlerine giderdik, müsâfeha ederdik. Rahmetli kayınpederim *Ziyâ bey*, bir gece rüyâda, Efendi hazretlerine gitmiş ve Efendi’nin *Elini* öpmüş.
Ama elini öpeceği zaman, *Abdülhakim Efendi* hazretleri, ona *Avucu* nu uzatmış. Ziyâ bey, Efendi hazretlerinin *Avuç içi* ni öpmüş. Uyanınca merak etmiş tabii. Acabâ bu rüyânın *Tâbiri* nedir? diye.
Ertesi gün, erkenden *Efendi* hazretlerine gidiyor. Rüyâyı anlatıp, tâbirini soracak. Elini öperken, Efendi hazretleri, yine *Avuç içi* ni uzatıyor ve *Rüyâda öpdüğün gibi öp!* buyuruyor.
Bu, Efendi’nin *Kerâmeti* işte. Onları sevenleri, Allahü teâlâ da sever. Abdülhakîm Efendi hazretlerinin *Kapısı* ndan, hepimiz *Ümitvâr* ız kardeşim.
O kapının *Feyzi*, hepimizi, dünyâda da âhiretde de inşallah *Mes’ud* edecek. Muhakkak Abdülhakim Efendi hazretlerinin ve *Silsile-i Aliyye* nin ervâhı burada *Hâzır* şimdi. Onlar bize *Feyz* veriyor inşallah.
İki üç gündür, *Mehmed Mâsum* hazretlerinin *Mektûbât* ını okuyorum kardeşim. Onun te’sîri altında kaldım. Sabah namâzından sonra, o *Te’sîr* ile şunu yazdım.
Hayât ne demek? *Hayât* demek, *Hayâl* demekdir. İşte, bu günümüz de böyle *Hayâl* oldu. Hayâller bir araya gelince ne olur? *Hayâl* olur. Velhâsıl bütün bu dünyâ, *Hayâl* dir kardeşim, *Hayâl…*
Ah yazık ki, ömr temâm oldu. Ve hiç amel vücûda gelmedi. Dünyânın vefâsız olduğu açıkdır. Fitne ve musîbetler peşpeşe gelmekdedir. Dostlar ve ciğerpâreler vefât edip, göçüp gitdi. Yine hiç uyanmak ve hâtırlamak ve tevbe ve sığınma yokdur. Gaflet artmakdadır. İsyân ile geçen günler artmakdadır. Bu nasıl îmândır. Ve ne şekl müslimânlıkdır. Ne kitâb ve sünneti kabûl ederler. Ve ne açık işâretlerin görülmesinden ibret alırlar. Fikr ve endişe lâzımdır ki, bir yerde berâber giden eski dostlar, câna yakın, hep berâber olanlar nice oldu ve nereye gitdiler. Cân dostu olan dostlardan hiçbir eser ortada yok. Ve hiç onlardan açık nişân(iz,belirti,alamet) meydanda yok. Yaz harmanı gibi, yokluk rüzgârı, onların nişânını dahî bırakmadı. Öyleyse bizim gibi geri kalanlara lâzımdır ki, şu birkaç günlük ömrü gaflet ile telef ve gözü açık uyku ile [tavşan uykusu ile] zâyi’ eylemiyelim. Bu fânî serâya gönül bağlamayıp ve bu insafsız kahbeye aldanmıyalım ve muhabbet bağlamış olmıyalım. Temâmen cenâb-ı Hakkın rızâsını kazanmak için, bütün gücü harcamalı, nefs ve şeytânın tuzağından, hevâ ve hevesin girdâbından kenâra (sâhile) çekilmeğe çok gayret edelim. Ve kabr ve kıyâmet her zemân gözümüzün önünde olup, kendimizi ölmüşlerden sayalım. Böyle düşünmemiz emr olundu. Var gibi bilinen hayât ve vücûddan soyulup, ölümden önce olan ölüm ile vasflanmak yoluna gidelim. Ve kendimizi gerçek bir ölü ve aslî bir yokluk gibi sayalım. Yokluk ki, kendini var gibi sayıp, vücûd ünvâniyle ortaya çıkmış olup, kendinin kıymet sâhibi olduğunu iddiâ ediyor. Halk arasında gülünç olması yerindedir. Dünyânın süsleri sebebi ile kendilerini değişdirmeyeler ki, dünyâ fânî ve helâk olucudur. Sâbit değildir. Şekerle kaplanmış bir zehr ve altın kaplanmış necâset gibidir. Bu zehr ile ebedî ölüme tutulmak ve dâimî hüsrâna yakalanmak açıkdır. Varlık ve ona tâbi’ olan şeyler hakîkî vücûd sâhibine yakışır ve ona lâyıkdır. Ve mümkinin üstünlüğü, üstünlük iddiâ etmemesindedir. Noksanlığı da hayrlardan uzaklaşmasıdır. 6/156
Allahü teâlâya olan muhabbetin kadar, halk sana muhabbet eder. Senin Allahü teâlâdan korkun kadar, halk dahî senden korkar. Ve Allahü azze ve celle ile meşgûliyyetin her ne kadar olursa, nas dahî senin emrinde o kadar meşgûl olurlar. Temâmen Hak teâlâya müteveccih ol (dön) ve kimseye teveccüh eyleme. Nefsin seni meşgûl etmesin. Allahü teâlânın fadlından gayra i’timâd eyleme. 5/109.
● Allahümme innî es’elüke fi’lel hayrâti ve terkel münkerât ve hubbel mesâkîn ve en tegfire-lî ve terhamenî ve izâ eredte fitneten fî kavmî fe-teveffenî gayre meftûn ve es’elüke hubbeke ve hubbe men yühibbüke ve hubbe amelin yükarribünî ilâ hubbike.
(Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” okurlardı.)
[Yâ Rabbî! Hayr işleri yapmağı, kötü işleri terk etmeği senden isterim ve miskinlerin sevgisini isterim ve beni bağışlamanı ve merhamet etmeni isterim, kavmim arasında bir fitne irâde buyurduğun zemân, beni fitneye düşmeden vefât etdir! ve senin sevgini, senin sevdiklerinin sevgisini, beni senin muhabbetine yaklaşdıracak amelin sevgisini isterim.] 5/5
[KIYMETSİZ YAZILAR KİTABI-HÜSEYİN HİLMİ IŞIK HAZRETLERİ: SAYFA:231-233.]
Kardeşlerim, bugün en ziyade üzerinde durulması icap eden konu, iman konusudur. Çünkü hastalık odur.Eskiden herkes imanlıydı, Bunun için eskiler daha çok ibadetler üzerinde konuşurlardı. Çünkü herkesin imanı vardı. İmanı olunca, ibadetleri yapmaya teşvik ederlerdi birbirlerini.Bugün, iman ve küfür meselesi var. Yani şunu yaparsan, Müslüman olursun. Şöyle dersen, imanın gider.Bu devir, imanını küfürden korumak devridir.
(Seyyid Sıbgatullah-i Hizani “kuddise sirruh” hazretleri)
Kardeşlerim, kızınızı evlendirirken, oğlunuzu evlendirirken, sakın dünyayı araya sokmayın. Bu, çok kötü bir şeydir.Bir yuvanın, sırf bundan dolayı bozulduğunu biliyorum. Çok üzüldüm. Yok bilmem şu kadar altın lira, şu kadar burma bilezik şartı koştular. Halbuki karşı tarafın buna gücü yetmiyordu ve iş bozuldu tabii. Kardeşlerim, insanın şerefi, ilim ve edeb sahibi olmaktır. Meslek sahibi olmak değil ki. Ehl-i sünnet bir damat, büyük nimettir.Kim İslamiyet’in üstünde bir izzet ve şeref ararsa, Allahü teâlâ onu mutlaka rezil eder. Neden? Çünkü İslamiyet tepe noktasıdır, kemaldir, zirvedir. Daha yukarı çıkmak isteyen, aşağı yuvarlanır.
(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)
Kâfire saygı gösterenin, hürmetle selam verenin imanı gider. Onlara saygı bildiren bir söz söylemek, mesela üstadım! demek, imanı giderir.
(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)
Rastgele din kitabı okumayın. Kendisi İslamiyet’e uymayan bir kişinin yazdığı din kitabı, zehirdir.Kim rastgele din kitabı okursa, imanı bozulur. Daha kötüsü, bundan haberi bile olmaz.
(Seyyid Sıbgatullah-i Hizani “kuddise sirruh” hazretleri)
Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılmayınız! Bid’at sahipleri ile sohbet etmeyiniz ve onlardan kaçınız!Hadis-i şerifte; (Bid’at sahipleri, Cehennemde azab çekenlerin köpekleri olacaklardır) buyuruldu.Her an Allahü teâlânın rızasını arayınız ve Onun sevgisine kavuşmaya çalışınız! Bu nimetin kokusu gelen yere koşunuz! Dünyaya gelmekten murad, bu nimete kavuşmaktır.
(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)
Dertleri gönderen de, dertlerden kurtaran da Allahü teâlâdır. Her birinin belli vakti vardır. Vakitlerini değiştirmek mümkün değildir.Sıkıntılardan şikâyet etmek, fayda vermez.Ona dua eder, yalvarırsanız, hiç gam kalmaz. Dua etmemek, gamların en büyüğüdür.Allahü teâlâ, dua edenleri sever. Öyleyse duaya, yani Onun sevmesine sebep olan dertleri, belaları, nimet bilmelidir.
(Seyyid Nur Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)
Bu dünya fani. Mutlaka ölüm var. Büyüklerimiz; (Bir şey muhakkak ise, onu olmuş bilin) buyuruyorlar.Onun için geçici olana değil, kalıcı olana talip olmak lazım. Anne karnındaki çocuk, doğmak içindir. Anne karnında yaşamak için değil!Dünyaya gelen insan da ölmek içindir, devamlı yaşamak için değil. Anne karnındaki çocuğu, dokuz ay on gün olunca, orda durdurabiliyor muyuz? Hayır. Mutlaka doğacaktır. Dünyaya gelen insan da, eceli gelince, nefesi bitince, rızık tükenince mutlaka ölecektir. Çaresi yok.
(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)