Kur'ân-ı kerîmde bulunan bilgiler üç kısımdır

 Kur'ân-ı kerîmde bulunan bilgiler üç kısımdır: Bir kısmını, hiçbir kuluna bildirmemiştir. Zâtının ve sıfatlarının hakîkati ve gaybden haber vermek böyledir. İkinci kısım, yalnız peygamberlerine (aleyhimüsselam) bildirdiği esrâr (sırlar)dır. Üçüncü kısım bilgileri, peygamberine bildirmiş ve bütün ümmetine bildirmesini emretmiştir. *Hadîs-i şerîfleri, sahîh (doğru) veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile, günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs kitablarından hadîs nakletmek için hadîs âlimlerinden icâzet (diploma) almış olmak lâzımdır. 

(Muhammed Hâdimî hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Şeytan ve Nefs

 Şeytan köpek gibidir. Köpek kaçar ise de başka taraftan yine gelir. Nefs ise kaplan gibidir. Saldırması ancak öldürmekle biter. İnsanlara vesvese veren şeytana bunun için hannâs denilmiştir. İnsan hannâsın bir vesvesesine uymazsa bundan vaz geçer. Başka vesveseye başlar. Çok hayırlı işe mâni olmak için, az hayırlı şeyi de vesvese yapar, fısıldar. Büyük günâha sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder. Şeytanın vesvesesi olan küçük hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Acele etmek ise şeytandandır. 

(Muhammed Hâdimî hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Kırk senelik ibadete bedel

 *Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz* Buyurdu ki:

*Kırk senelik ibadete bedel*

907- Hazret-i Ebû Bekir “radıyallahü anh” buyuruyorlar ki, “Îmândaki zayıflık, cihâd ile kemâl bulur.” Ne kadar güzel. Îmânı zayıf olanların, Ehl-i sünnet itikadını yaymaları ile îmânları kuvvetlenir. Bu hizmetten mahrum olanların, her gün ibadet yapsa da, son nefeste îmânla ölmeleri şüpheli. Çünkü mübârek Hocam buyurdular ki, “Bu asırda çok ibâdet yapmak değil, dînini kurtarmak şart. İbâdeti şeytân da yapar. Ya’nî ibâdet yapmak kolay efendim. Nefse de zor gelmez. Ama îmânını muhâfaza etmek, harâmlardan sakınmak, nefse en zor gelen şeydir.” Yani Allah yolunda bir kılıç sallamak, yani dine hizmet etmek, halvetteki bir âbidin, kırk senelik ibadetinden daha çok sevaptır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Âdem* aleyhisselâm, oğlu *Şît* aleyhisselâma vasiyyet edip, *Emânetini, en temiz kadınlara ver!* dedi. 


Çünkü Efendimiz aleyhisselâmın Nûr’u, *Âdem* aleyhis-selâmın alnında parlardı. Sonra bu Nûr, *Şît* aleyhisselâma geçdi. 


Velhâsıl Resûlullah Efendimize gelinceye kadar bütün babalar, oğullarına bu *Vasiyyeti* yapardı. Bu vasiyyet, dedesi *Abdülmuttalibe* kadar hep yapılageldi. 


Resûlullahın Nûr’u, Abdülmuttalibin oğlu *Abdullah*’a geçince, Onu evlendirmek için, zamânın en temiz *Kızını* aradı. Netîcede, bu haber her tarafta duyuldu.


Bunun üzerine ikiyüz den fazla *Kız*, evlenmek için mürâcaat etdiler. Hattâ Şam’dan *Fâtıma* isminde bir *Kız* geldi. Çok zengindi. 


Fakat Efendimizin nûr’u *Âmine*’ye nasîb oldu. Âmine vâlidemiz, o zaman ondört yaşındaydı. Hazret-i Abdullah ise onsekiz yaşındaydı. 


Dedesi Abdülmuttalip, o zaman devlet reîsi idi. Mekke’nin havası hastalıklı idi. Onun için zenginler, çocuklarının iyi yetişmesi için, köylere, *Süt anne* ye verirlerdi. 


Peygamber Efendimizi de *Halîme* hâtuna verdiler. İki sene emzirdi. Halîme hâtun fakîr idi. Peygamber Efendimizi alınca, herşeyleri *Bereket* lendi. 


İki sene dolunca, getirip annesine verdi. Ama sonra ayrılığına dayanamayıp tekrar gitdi, istedi. *Sıtma olur!* diyerek, Âmine vâlidemizi kandırıp, geri aldı. 


İki sene daha bakdı. Dört yaşında iken, iki *Melek* gelip, Efendimizi dağa götürdüler. Süt kardeşi *Şeymâ* koşup, bunu annesine haber verdi. 


*Muhammedi dağa kaçırdılar!* dedi. Diğer kardeşleri de korkudan bayılmışlardı. Her yeri aradılar. Sonunda, bir vâdîde, gökyüzüne bakar vaziyyetde buldular. 


Efendimiz aleyhisselâm, olanları onlara anlatdı. Halîme hâtun; *Bu çocuk başka çocuklara benzemiyor, başına bir şey gelmeden teslîm edeyim!* dedi. Ve götürüp teslîm etdi. İki sene de annesi ile kaldı.

“KORKMA! BİZ DE İNSANIZ!”

Saray Hocası Molla Şemseddîn  

Yavuz Sultan Selim Hân, bir gün hocası Halîmî Efendi’ye dedi ki: “Molla Şemseddîn bize Târih-i Vassâf yazsın.” Şemseddîn Efendi çok hızlı yazardı. On günde bir adet Mushâf-ı şerîfi yazıp bitirirdi...

Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Saray Hocası Şemseddîn Efendi’ye bildirdi. O da yirmi beş gün mühlet isteyip Halîmî Çelebi’nin evinde yazmaya başladı...

 “KORKMA! BİZ DE İNSANIZ!”

Halîmî Çelebî’yi ziyâret için gelen kimselerin, kendisini rahatsız etmemesi için, bulunduğu odanın kapısını kilitleyip sür’atle yazmaya başladı. Yazma işiyle meşgûl iken aniden yanında bir kimseyi oturur hâlde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp; “Korkma biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik” dedi. 

Molla Şemseddîn, o zata bazı sorular sordu ve enteresan cevaplar aldı:

-Arab diyârının tamamı fethedilip, Osmanlı topraklarına katılacak mı? 

-Yavuz Sultan Selim Hân bu vazîfe ile vazîfelendirildi. Mübârek beldelerin hizmeti ona ve nesline verildi. 

-Sultan Selim’in saltanatı uzun sürer mi?

-Üç yıl vakti vardır. 

-Konağında oturduğum Halîmî Efendi ne zaman vefât eder?

-Şam’dan öteye geçemez, orada kalır.

-Ya benim ölümüm ne zaman olur?

-Kişiye kendi ölüm zamanını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefis nerede öleceğini bilemez.

-Ricâl-i gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lütf edip de beni uyarınız!

-Allahü teâlâ bilir ama sen dahî Halîmî Çelebi ile bir günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze dahî zuhur eder. Selim Hân, üçünüzün de cenâzesinde hazır bulunur...

O zat, koynundan bir başlık çıkarıp Şemseddîn Efendi’ye; “Bu Selim Hân’a hediyemizdir. Ona iletin”, bir daha çıkarıp; “Bunu da Halîmî Çelebi’ye veresin” dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; “Bana bir hâtıranız olmaz mı?” dedi. “Sana da başımdakini vereyim” dedi. O zât Şemseddîn Efendi’ye başlığını verip hemen gözden kayboldu.

HEDİYE, PADİŞAHA ULAŞTI...

Şemseddîn Efendi, bu durumu Hasan Can’a anlatıp başlığı Selim Hân’a ulaştırması için verdi. Hasan Can da emaneti vermek üzere padişahın huzûruna vardı. Olanları anlatıp başlığı verdi. Selim Hân hediye başlığı eline alıp kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü...

Olaylar aynen vuku buldu ve Yavuz Sultan Selîm Han; Halîmî Çelebi, Molla Şemseddîn ve saraydan bir hoca efendinin cenâze namazında hazır bulundu.

Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli

 (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, beşinci aslında diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslimânları sevmek ve müslimânlara düşmanlık edenleri sevmemekdir). Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma emr-i ilâhîsinin meâl-i şerîfi, (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç fâidesi olmaz)dır. Her mü’min, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, islâmiyyete yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkin ise, hareketlerinde belli etmelidir.

MAKBUL AMEL

Abdullah bin Mübarek Mekke’de hac vazifesini yaptıktan sonra, Harem’de uyuyakalır. Rüyasında semadan iki melek iner. Aralarında şöyle bir konuşma geçer: 


“Bu sene 600 bin kişi hac etti. Fakat hiçbirinin haccı kabul edilmedi. Ancak Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine, Allah-ü Teâlâ hepsinin haccını kabul eyledi.”  


Abdullah bin Mübarek uyanınca, merak ve hayret içinde kalır. Ali bin Muvaffak’ı yakından tanımak için Şam’a gider ve onu bulup der ki: 


“Sen nasıl bir hac yaptın ki senin hürmetine Allah-ü Teâlâ hepsinin haccını kabul etti?” 

“Bir yanlışlık var. Hacca niyetlendim fakat gidemedim.” 

“Nasıl olur, bu durumu bize anlatır mısınız!” 

“Otuz senedir hacca gitmeyi arzu ediyordum. Bu zaman içinde ayakkabıcılıktan 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Yola çıkacağım güne yakın bir zamandı. Evimizi et kokusu sardı. O sıralar hamile olan eşim bana:” 


“Komşudan et kokusu geliyor; canım çekti bana bir parça et ister misin?” Dedi. 


Komşuma gittim. Durumu anlatınca komşum ağlamaya başladı:


“Bu pişen et, yolda ölü olarak bulduğum bir hayvana aittir. Bu etten kaç gündür aç olan çocuklarımın ölmeyecek kadar yemeleri helaldir, size ise haramdır. Helal bir gıda bulamadığım için, mecburen bunu yedireceğim.” Dedi.

 

Ali bin Muvaffak der ki: 


“Komşumun anlattıkları, içimden bir parça kopardı. Bin bir zorlukla biriktirdiğim 300 dirhemi ağlayarak ona verdim.” 


Kendi kendime:

“Yazıklar olsun bana ki, sen aç iken halinden haberdar değilim.”


Komşuma da:

“ Hakkını bana helal et dedim.”


Bunun üzerine Abdullah bin Mübarek:

 

“Rabbim bana rüyada işte bu hakikati gösterdi.” Dedi.

Hayal kuvveti

 Bir cisme bakınca, bu cisim, beyindeki ortak his merkezinde duyulur. Bu cisim göz önünden çekilince, ortak his merkezi, onu hissedemez olur. Fakat, hayâle gelen etkisi uzun zaman kalır. Hayâl kuvveti olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. 

(Ali bin Emrullah hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

BU SOPAYI BABAN VERDİ

İkinci Murad Han’ın çok sevdiği ve saydığı Molla Yegan hacca gitmişti. Hac dönüşünde Kahire’ye uğradı ve orada tanışıp sohbet ettiği Molla Ahmed Şemseddin Gürani’yi yanına alarak Edirne’ye getirdi. Molla Yegan, İkinci Murad Han’ın huzuruna çıktığında padişah:-Bana gittiğin yerden ne armağan getirdin? Diye sorunca, Molla Yegan:-Hünkarım, size Mısır’dan Molla Gürani’yi getirdim, dedikten sonra onun ilminden ve faziletinden bahsetmesi üzerine İkinci Murad Han, dışarıda beklemekte olan Molla Gürani Hazret lerini huzura çağırıp, kendisiyle bir saat konuştuktan sonra, onun Hadis ve Fıkıh ilmindeki dehasına hayran kaldı ve onu Bursa’daki Bayezid medresesine müderris tayin etti.

Bu sırada oğlu Mehmed (Fatih) Manisa sancak beyliğinde bulunuyordu. Padişah, oğlunun idari işlerde tecrübe sahibi olmasını ve iyi bir tahsil görmesini arzu ediyordu. Birkaç hoca gönderdiği halde genç şehzadenin bazı dersleri okumadığını haber aldı. İlmi kadar, vakar ve ciddiyeti ile de tanınan Molla Gürani’yi huzuruna çağırıp, oğluna hoca tayin ettiğini ve onu yetiştirmesini söyledikten sonra, ona bir sopa verip:


-Eğer Mehmed ders öğrenmemekte inad ederse terbiyesini bu değnekle verirsiniz.. dedi.Molla Gürani Manisa’ya gidip ilk derse başladığında, padişahın verdiği değnek elindeydi. Şehzade Mehmed:-Hocam elindeki bu değnek nedir? Deyince, Molla Gürani:-Bu sopayı baban vermiştir, derslerine çalışacaksın...dedi.Bu sözler üzerine gülen Şehzade, daha ilk derste sopanın tadını alınca, bu hocanın şakaya gelir bir tarafı olmadığını anladı ve ciddi bir surette okuyarak başarıyla tahsilini tamamladı. Molla Gürani, vakur ve sert tutumuyla, şehzadenin hırçınlığını yatıştırdı. Hatta ders sırasında:“Darabtühû te’dîben”(terbiye etmek için onu dövdüm) mânâsındaki Arapça cümleyi nahiv bakımından incelettirdi, tahlil ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında şehzade Mehmed derslere devam etti ve kısa zamanda Kur’ân-ı Kerimi hatmetti, ilim öğrendi. Padişah II. Murad Han, oğlunun Kur’ân-ı Kerimi hatmettiğini öğren ince çok sevinip hocası Molla Gürani’ye çok miktarda hediye gönderdi.

Dünyâ ne demektir?

 Dünyâ ne demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şey dünyâ demektir. Seni O’ndan başka birşey ile meşgûl eden her şey de fitnedir. Bu kısa ömrü, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O’ndan başka şeylerle meşgûl olan kimse, âhıretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sahiblerinin yapacağı şey değildir

Abdullah i Ensari  Hazretleri

İşte imtihân budur

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyurdular ki:

İnsanın karşılaşdığı her hâdisede bir karar vermesi lâzım. Bu karar vermede de iki ihtimâl vardır. Biri îmân tarafı, yâni *Âhiret* tarafı, biri de *Dünyâ* tarafı. 

Eğer îmân tarafını tercîh ederse, âhireti düşünürse, yâni sevâp tarafını tercîh ederse, îmânının *Güçlü* olduğunu gösterir. 

Yok eğer dünyâ tarafını tercîh ederse, nefsine göre karar verirse, îmânının *Zayıf* olduğunu gösterir. İşte imtihân budur efendim, imtihân bu.