Ömer bin Abdülazîz'in "rahmetullahi aleyh" son Cumâ hutbesi

 Ömer bin Abdülazîz'in "rahmetullahi aleyh" son Cumâ hutbesi şöyleydi:


Ey muhterem cemâat!


Muhakkak biliniz ki; mahşer gününde emniyet ve korkusuzluk, bugünden o günü düşünüp de Allah'tan korkan, küfür ve günahtan sakınan ve bu fânî âlemi bekâ âlemi olan âhirete üstün tutarak, şehvânî hislerinin esiri olmayanlar içindir. Bunun aksi harekette bulunanlar muhakkak aldanır.


Hayat ve ömür sermâyesini haksızlık ve yolsuzluk arkasında tüketen, eli boş ve nedâmet, pişmanlık içinde kalır. Bugün; siz, sizden öncekilerin yerini tutuyorsunuz. Fakat elbette sizin de yerinizi tutacaklar var. Görüyorsunuz ki, gelenler durmuyor, gidenler geri dönmüyor. İster istemez gideceğimiz bu mahal, her şeye sâhib olan cenâb-ı Hakk'ın huzûrudur.

Seyyid (evlâd-ı resulden) olmak, günah işlemeye, bid’at ehli olmaya engel değildir

 Hüseyin bin said hazretleri  Buyurdular ki:

Seyyid (evlâd-ı resulden) olmak, günah işlemeye, bid’at ehli olmaya engel değildir. Bid’at da neticede bir günahtır. Mesela İran’da siyah sarıklı olanlar seyyid olarak bilinir. Seyyid Sıbgatullah Hizanî “kuddise sirruh” hazretlerine, “Bid’at ehli seyyidlere nasıl davranalım?” diye sormuşlar. Zâtına hürmet, sıfatlarını sevmemek lâzımdır, buyurmuş (Minah). Nasıl fâsık kötü amelinden dolayı sevilmez, ama imanından ve başka iyiliklerinden dolayı sevilirse, aynen böyledir.

Tevbe ve İstiğfar

_*Birşeyin bütünü ele geçmezse, hepsini elden kaçırmamalıdır_* buyuruldu. 

_Yâ Rabbî, bize beğendiğin şeyleri yapmak nasîb eyle! Peygamberlerin en yükseği, efendisi, izzet, şeref yolcularının reîsi olan Muhammed Mustafânın “aleyhi ve aleyhim ve alâ âl-i küllin minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” sadakası olarak, bizleri senin dîninde bulunmakdan ve sana itâ’at etmekden ayırma!”_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bâzen elini bana uzatır ve *Sık!* buyururlardı. Ben de sıkardım. Az sonra, Efendi gözlerini kapatırdı. Ben, *Uyudu* zannedip, elimi gevşetirdim.


O zaman gözünü açar ve yine *Sık!* buyururdu. Bu *Büyükler* in her bir hücresi zikredermiş efendim. Demek ki, kendi hücrelerindeki o *Zikr* bana da geçsin diye öyle yapardı Mübârek. 


Bu hususta *Râbıta* da var, ama o kolay birşey değil. Herkes yapamaz. Efendi hazretlerinden, râbıta için izn istemeye gelenlere; *Ona da sıra gelir, daha vakti var* deyip, geçişdirirlerdi. 

********

Ben her şeyi, Efendi hazretlerinden öğrendim. Yalnız arabça kitapları değil, türkçe kitapları bile Ondan öğrendim. *Mâlûmât-ı Nâfia* diye bir kitap vardı.


Onu bana verip, *Bunu oku, fâidelidir* buyurdu. Biz onu şimdi basdırdık. *Bir* numaralı kitâbımız oldu. *Fâideli bilgiler*. Efendi hazretleri tavsiye etdi bize onu. 


Velhâsıl hep Abdülhakim Efendi hazretlerinin methetdiği, tavsiye etdiği kitapları basdırdık. O büyüklerin ismini bile söylemek kârdır. *İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme*. 


Hadîs-i şerîfdir bu. Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfde ne buyuruyor? *Allahü teâlânın sevdiklerinin, yâni Evliyâ kullarının ismi bir yerde söylenirse, oraya rahmet yağar* buyuruyor. 


Elhamdülillah, Rabbimize çok şükür. Mübârek ramezânda Cum’a namâzı kılmak ne büyük seâdet, ne büyük bahtiyârlık. Cenâb-ı Hak bize *İhsân* etdi. 


Abdullah ibni Abbâs hazretleri buyuruyor ki: Günlerin en kıymetlisi *Cum’a* günüdür. Ayların en kıymetlisi *Ramezân-ı şerîf* ayıdır. Amellerin en kıymetlisi de ihlâs ile kılınan *Namaz* dır. 


Elhamdülillah, bugün işte bize üçü de nasîb oldu. *Ne güzel, ne güzel, ne güzel*. Ne kadar şükretsek azdır kardeşim. 

********

Allahü teâlâ bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, yâni *Hidâyet* nasîb etmiş. Bunları kendi hizmetinde kullanıyor. Kullarının hidâyetine vesîle ediyor. 


Bâzı kullarına da *Mudil* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da, dalâlete vesîle oluyorlar, yıkıcıdırlar, bölücüdürler. *El-hamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah*. Rabbimiz bizi onlardan etmemiş. 


*Elhamdülillah elhamdülillah elhamdülillah*, Rabbimiz bizi *Hâdî* ismiyle şereflendirdiği, mes’ud, bahtiyâr kulla-rından eylemiş. Ne büyük *Seâdet*, ne büyük *Müjde* efendim.

ABDESTSİZ NÖBET TUTMAM

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, Sarayda gece gündüz nöbet tutan hassa askerleri vardı. Bu nöbetçilerin geleneksel olarak geceleyin bir seslenişleri yankılanırdı etrafta:

- Kimdir o?

- Kim var orda?.. Hiç kimse yoktur ama onlar sanki birilerini görüyormuş gibi, belli aralıklarla hep seslenirlermiş... Böylece devamlı uyanık durduklarını ve vazife başında olduklarını duyururlarmış. Ayrıca bu askerler her saat başı nöbeti başka arkadaşlarına devrederlermiş. Bir gece, yine nöbet yerinden sesler duyar Padişah:

- Kimdir o?

- Kim var orda?..

Aradan 1 saat geçmesine rağmen, yine aynı ses bağırır:

- Kimdir o?

- Kimdir var orda?..

Padişah'ın dikkatini çeker. Bu ses, bir saat geçtiği halde değişmemiştir. Halbuki her saat başı nöbetçi değişmelidir. Bir müddet bekler ve tekrar sese dikkat kesilir. Hayret, ses önceki sestir. Nöbetçi niçin değişmemiştir? Sultan Abdülhamid Han, hemen ilgilileri çağırtır ve durumu öğrenmek istediğini söyler. Çünkü kendisine karşı düzenlenmiş müthiş bir bombalı suikasttan kıl payı kurtulmuştur. Ve bu olay daha çok yenidir. Acaba yine bir Ermeni oyunu mu tezgâhlanıyor?

Biraz sonra saatinde değişmeyen nöbetçi, Padişah'ın huzurundadır. Heyecan ve korku ile yüzü yerde beklemektedir. Padişah sorar:

- Sen kaç saattir nöbettesin?

- Bir buçuk saate yaklaştı, Hünkârım.

- Niçin saat başında vazifeni devretmedin?

- Hünkârım, benden sonraki arkadaş rica etti, onun yerine de nöbet tutuyorum.

- Niçin? Neden usulü çiğniyorsun?

O yiğit Mehmetçik utançla indirir mübarek başını. Ürkekliği iyice artar, söylemek istemez. Fakat Padişah'ın ısrarı üzerine şöyle konuşur:

- Padişah'ım, benden sonraki nöbetçi ihtilâm olmuş. "Ben bu halde iken Halife-i Müslimîn'in korunmasında vazife alamam. N'olur, sen benim yerime de nöbet tut, sonra da ben senin yerine tutarım" dedi. Ben de kabûl ettim.

Mehmetçiğin bu inceliği Sultan Abdülhamid Han'ın çok hoşuna gider. Sabahleyin hemen gusülsüz nöbet tutmayan askeri huzuruna getirtir. Geceki davranışından duyduğu memnuniyetini ifade eder.

Bu denge bozukluğunu gidermenin ilacı da eczanelerde satılmıyor

 Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz* Buyurdu ki:

Sabahtan akşama kadar hep yemek yiyoruz, su içiyoruz, her türlü gıdalarımızı alıyoruz. Vücudumuzu beslediğimiz gibi eğer rûhumuzu beslemezsek, onu aç bırakırsak, o da ölür. Rûh, âlem-i emrden, vücut, topraktan yaratılmıştır. *Vücut; topraktan yaratıldığı için gıdası toprak maddeleri, rûh; âlem-i emrden yaratıldığı için onun da gıdası, âlem-i emrdendir. Yani Kur’ân-ı kerîm okumaktır, din kitabı okumaktır, namaz kılmaktır, sohbet etmektir. Velhasıl dengeli insan, olgun insan, kâmil insan, bedeni ve  rûhu sıhhatte olan insandır.* Bu asırda stres hastalığı, bunalım yaygın. Her ailede bu dert var. Sebep? Beden besleniyor, rûh beslenmiyor, denge bozukluğu meydana geliyor. Bu denge bozukluğunu gidermenin ilacı da eczanelerde satılmıyor. Dünyada kurulan bütün hastaneler, tıp fakülteleri, buna bir çare bulamıyor.

Rabıta (İrtibat kurmak)

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O *Büyük*’lerin ruhlarından istifâde etmek, onları sevmeye bağlı. Ne kadar seversen, o kadar *Feyz* alırsın. Onun için, bir araya geldiğimizde, o büyüklerin ismini anıyoruz.


Çünkü onların *İsmi* nerede hürmetle anılırsa, ruhları orada hâzır olur. Bakın, *gelir* demiyorum. Çünkü zâten orada, bir yerden gelmiyecek ki. Radyo dalgaları gibi, devâmlı her an mevcut. 


Yalnız irtibât kurmak için *İsmi*’nin anılması lâzım, o kadar. Peki, nasıl irtibât kuracağız? Ruhlarına, üç *İhlâs* bir *Fâtiha* okuyup, hürmetle isimleri söylenince, irtibat kurulmuş olur. 


*Râbıta* ile *Sohbet*, aynı şeydir kardeşim. Her an, tâbi olduğumuz büyük zât ile râbıta hâlinde olmak çok iyidir. 


Meselâ, her işimizde; *Mübârek hocam olsaydı, bu işi nasıl yapardı?* diye düşünmek, râbıtadır işte. Onu düşününce irtibât kuruluyor, râbıta da irtibât kurmakdır zâten. 


Aynen radyonun düğmesini çevirmek gibi. Radyo dalgası zâten orada var. Düğmeye basınca, İrtibât kuruluyor, onun gibi. 


Ancak bir şey var. Ne duâ edecekseniz, onların ismini söyler söylemez, nefes almadan hemen söylemeli ki, irtibât kesikliği olmasın. Böyle yapılırsa, mutlaka kendilerine arzedilmiş olur. 

*******

Bir gün, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri ile berâber gidiyorduk. Eyüp câmiinden dergâha doğru, o yokuşda yürüyorduk. Birden karşımıza iri bir *Köpek* çıkdı. 


Ben o zaman gencim, subayım, Efendi hazretlerini korumam lâzım. Böyle düşündüm, ama gayr-i ihtiyârî hemen Efendi hazretlerinin arkasına geçdim, oraya saklandım. 


Elimde olmıyarak öyle yapdım. Efendi hazretleri bastonuyla *Hoşt! Hoşt!* dedi, köpeği kovdu. Köpek de gitdi efendim. 


Ben kendi kendime; *Benim öne geçmem lâzımdı, benim Efendi hazretlerini korumam lâzımdı*, dedim. 


Ama öyle yapmadım, ben Ona sığındım. Neden? Çünkü evlât, babasının arkasına saklanır, evlât babasına sığınır, evlât babanın önüne geçer mi?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, bu hizmetlerden dolayı bana bir imkân verirse, meselâ *Cennetini* nasîb ederse, içeri girmem efendim. Kapısında dururum. 


*Yâ Rabbî, bu hizmetleri, ben tek başıma yapmadım. Dünyâda kardeşlerim vardı, arkadaşlarım vardı. Bu hizmetleri, onlarla birlikde yapdık. Onları da isterim!* derim.


Ve mahşer meydanına geri dönüp, arkadaşların hepsini tek tek alırım. Hep birlikde gelir, Cennete gireriz.

*******

*Şeref-ül mekân bil mekîn*. Ne demek bu? Bir yerin şerefi, içinde oturanlarla ölçülür. Ama *üç şey* müstesnâ. O üç yer, aksine içindeki insanlara *Şeref* verirler. 


Çünkü Allahü teâlâ onları zâten şerefli yaratmışdır. Biri *Câmiler*. İkincisi, *Kâbe-i şerîf*. Bir de Medîne-i Münev-veredeki, *Kabr-i seâdet*. 


Allahü teâlânın dînini yayan mücâhidler ve onların yapdığı bu hizmetler de çok *Şerefli*’dir kardeşim. 


Allahın dînine hizmet edenler de çok kıymetlidir. Sizler de çok kıymetlisiniz. Neden? Çünkü kıymetli işle uğraşanlar da *Kıymetli* olurlar. 

*******

En büyük bayram, o *Büyük*’leri tanımakdır kardeşim. Çünkü bu ni’met, dünyâ ve âhiret ni’metlerinin en büyüğüdür, bundan büyük ni’met yok. Niçin? Çünkü Cennete girmek, buna bağlı. 


O büyükleri görmiyen, kitaplarını okumıyan kimsenin, kurtulması çok *Zor*’dur. Meselâ biz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini görmeseydik, belki şimdi müslümân bile değildik, yâhut da *Sapık* bir müslümândık.


Din ve dünyâ seâdeti, bu *Büyük*’leri tanımakdır kardeşim. Allahü teâlâ dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ kerîmdir. *Kerîm*’in, ufak bir sebeple keremi coşar, yayılır her tarafa. 


Ömürler geçiyor kardeşim. Vaktiyle Abdülhakim Efendi hazretlerinin huzûrunda el pençe dururken, şimdi bu nimetin *Hayâli* kaldı. Hayâle kaldık. 


Hepimiz, gâyemize doğru gidiyoruz. Gâye nedir? Rabbimize kavuşmak. Yâni O’nun *Rızâsı*’na ve *Sevgisi*’ne kavuşmak. İnşallah kavuşuruz kardeşim.