O KİTABI BANA GÖSTERİN

Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri, Tebe-i tâbiînden olup, Basra’da yaşamıştır. 805 (H. 189) senesinde vefât etmiştir. Kıymetli nasihatleri vardır... 

Abdülvâhid bin Zeyd, yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatır: 

Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım. “Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!” dedim.

“Siz kime taparsınız?” diye sorunca; “Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya ibâdet ederiz” dedim. “Bunu size kim bildirdi?” dedi,

“Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi” dedim. 

“O peygamber nerededir?” dedi, “Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya kavuştu” dedim.

“Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?” dedi, “Evet O, Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır” dedim. Aramızda geçen bu konuşmadan sonra:

*“O kitâbı bana gösterin” deyince Kur’ân-ı kerîmi ona gösterdim. “Ben bunu okumasını bilmiyorum” dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o ağladı. Sûreyi bitirince; “Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!” diyerek hemen Müslüman oldu...* 

Ona Kur’ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrettik.

O gece yatsı namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime; “Bu yeni Müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı çekmesin” dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; “Bu nedir?” dedi. “Bunu al, kendine nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin” dedim. *“La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim, fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O’nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?”* dedi...


Üç gün sonra onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. “Bir isteğin var mıdır?” dedim. *Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı”* dedi.

Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm. Yanında da bir hûri vardı. Meâlen; “... *Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne güzeldir!” (Ra’d sûresi: 23-24) buyrulan âyet-i kerîmeyi okuyordu...*

SULTAN AHMED VE MEHMED EMİN TOKADİ HAZRETLERİ

 Hattat Mehmed Râsim Efendi anlatır;

"Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da; "Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır." dedi. Cehennem'e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennem'den kurtuluyordu. Yine birisine; "Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?" diye sorduğumda; "Tepedeki büyük çadırda" dedi. Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyor du. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmed'dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; "Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazret leri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmed Emîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; "Hoca Efendi, akşamki seyrâna ne dersin?" buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; "Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur." buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum."

Bu gazete benim

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, şimdi burda kendi kendime düşündüm, dedim ki: Ben şimdi ölsem, ne yapacaklar beni? Önce *teneşir* tahtasına koyacaklar, yıkayacaklar, sonra da kefenleyip *kabre* koyacaklar. 


Diyelim ki, kabre girdim, oradaki böcekler, yılanlar, akrepler üzerime üşüşdüler. Kimi ısırıyor, kimi kanımı emiyor. Acıdan kıvranıyorum. 



Ben böyle düşünürken bir hadîs-i şerîf hâtırıma geldi. *Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdün Cenneti*. 

Yâni, *mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. O vakit râhatladım efendim. 


Çünkü Cennetde olan, o haşerelerin eziyetini hissetmez ki. Ben yemîn etsem ve dünyâda iken, *ben Cennete girdim ve çıkdım* desem, bana günâh olmaz efendim. Niçin? 


Çünkü Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini, kabr-i şerîfine ben koydum. Efendimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? *Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. 


Ben o kabre girdim. Öyleyse ben, Cennet bahçesine girdim. Bu aklıma geldi ve râhatladım efendim. 

*****

Bir gün âilece Bursa’ya gitmişdik. *Sâim Şensöz* kardeşimizin evinde misâfir olduk. Bir akşam oturuyorduk, çay içiyorduk. 1980 senesiydi gâliba. Gazetemiz yeniydi.


Tirajımız azdı. Zannedersem 1500 kadardı. Postayla adreslere gönderiliyordu. *Enver bey* de gençti henüz, şimdiki gibi çok tanınmış değildi. Bir gece rüyâ görmüş efendim. 


Cağaloğlunda, Çatalçeşme sokakta, ikinci kattalarmış. Bir ara kapı açılmış ve *Abdülhakim Efendi hazretleri*, bildiğimiz şekliyle, mübârek sakalı, mübârek sarığı, mübârek pardesüsü ile.


Elinde baston, içeri girmiş efendim. Enver âbi; *Yerimden bir fırladım, elini öptüm*, diyor. Mübârek, tak, tak, tak, gidip, Enver âbi’nin yerine oturmuşlar ve Enver âbi’ye dönüp; 


*Bu gazete benim, bugün burada gazete sâhipleri toplanacak, bu toplantıya ben başkanlık yapacağım. Benden sonra da sen devam edersin*, buyurmuşlar. 


Sonra kalkmışlar. Yine tak, tak, tak, yürüyüp, kapıdan çıkıp gitmişler. Ben Enver âbiye sordum, *Bu gün en meşhur gazeteci kim?* diye. Bir isim söyledi. 


Ben de kendisine; *Hepsinin saltanatı bitecek, bir gün en meşhur gazeteci, Enver Ören olacak ve Enver âbiyi şu Türkiye’de tanımayan kimse kalmıyacak*, dedim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 🥀 💐💕☘🌺🌺☘💕💐🥀

           Hüseyin Hilmi bin Saîd 

              Mübarek Hocamız 

             Rahmetullâhi aleyh

              buyurmuşlar ki: 


İNSANLARDA KUSÛR ARAYANIN DOSTU OLMAZ. KUSÛRU KENDİNDE ARAYANIN HERKES DOSTUDUR. EĞER BİRİSİ GELİR DE SİZE, BİR DÎN KARDEŞİNİZİ KÖTÜLERSE, ALLAHDAN KORK, SUS DERSENİZ, YÜZ ŞEHÎD SEVÂBI ALIRSINIZ. ZA’ÎF KALBLER, ZA’ÎF RÛHLU İNSANLAR, BU ZAAFLARINI GİDERMEK İÇİN, GÜÇLÜ İNSANLARIN ARASINI AÇMAK İSTERLER, BİRİNDEN DİĞERİNE

LAF TAŞIRLAR. SİZ ONLARA KIYMET VERMEYİN VE ONLARI DİNLEMEYİN. 


İslâm âlimleri, bütün istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek, dînimizin bu güzel emrlerini bildirmek

ve torunlarının dînlerini, îmânlarını korumak için, çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere

yâdigâr bırakmışdır. Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve Şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mübârek kanını dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine onların mübârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz. 


HÂİNLERİN KALEMLERİNDEN ÇIKAN, SÜSLÜ KELİMELERLE ÖRTÜLMÜŞ, ZEHRLİ PROPAGANDALARI OKUYARAK, AZÎZ VE SEVGİLİ ÎMÂNIMIZI KAPDIRMAMAĞA, ALDANMAMAĞA ÇOK DİKKAT ETMELİYİZ!.

İyilik yapmak mecburiyetinde değiliz. İstersen yaparsın, istersen yapmazsın. Ama kötülük yapmamaya mecburuz. İyilik yaparsan iyi; ama yapmazsan kimse bunu niye yapmadın diye sormaz. Nasîbin yokmuş der; ama bir kötülük yaparsan, neden bunu yapdın diye sorarlar. Allah’ü teâlâyı incitmemek için, Onun komşularını incitmememiz lazımdır. 


-İKİ KİŞİ KARŞILAŞINCA MUHAKKAK BİRBİRLERİNE AZ DA OLSA FEYZ GEÇER. MÜRŞİD-İ KÂMİLİN FEYZİ İSE HER YERE GİDER. FEYZİ MÜRŞİD-İ KÂMİLDEN İSTEYECEĞİZ. O, ALLAH’Ü TEALANIN FEYZİNİ VERİR. 


-Mürşid-i kâmili tanıyan, seven, Ondan feyz alır. Tanımıyorsa, itiraz da etmiyorsa, gene ondan feyz alır.

Tanıyor ama sevmiyorsa, o zeman feyz alamaz. 


SİLSİLE-İ ALİYYEYİ OKUYAN, MUHAKKAK FEYZ ALIR ONLARDAN. KALBTEN KALBE YOL VARDIR. “MİNEL KALBİ İLEL KALBİ SEBİLA.” PEYGAMBER EFENDİMİZİN MÜBAREK KALBİNDEN, TÂ SEYYİD ABDÜLHAKÎM EFENDİ HAZRETLERİNİN MÜBAREK KALBİNE KADAR FEYZ YOLU VARDIR. BU FEYZLER, BU NURLAR, BU YOLDAN BİZE KADAR GELİYOR. BİZ DE ONLARI SEVERSEK, SEVDİĞİMİZ KADAR BİZE DE GELİR. SİLSİLE-İ ALİYYEYİ BİR İNSAN SEVEREK OKURSA, KALBİNİN KAPILARI AÇILIR. 


-Rabıtadan maksat, irtibat kurmaktır. İrtibat kurduğun zâttan, sen bilsen de, bilmesen de, anlasan da, anlamasan da, feyz gelir.

-Kitap okuyan o yazarları düşüneceği için, o yazarların kelamı olduğu için, tercüme edenin varlığı orada bulunduğu için, hep rabıta halinde olur. Onların ruhu, anıldığı yerde hâzır olur. Eğer her zaman hazırdır derse, küfre gider. O Allaha mahsustur.

BİRKAÇ MEKTUP BİLE OLSA, ANLASA DA, ANLAMASA DA, MEKTÛBÂT OKUYAN FEYZ ALIR. MANASINI BİLMESE DE FEYZ ALIR.

BİZİM KİTAPLAR, OKUYANA FEYZ VERİYOR. DAĞITANA DAHA ÇOK FEYZ VERİR.

BU BÜYÜKLERİN NAZARLARI, KELAMLARI, RÛHANİYYETLERİ, KALPTE NE KADAR KİR, PAS, GÜNAH VARSA, HEPSİNİ TEMİZLER. 


Kitabevinde oturanlar, kitaplarda isimleri geçen, hâl tercemeleri geçen o büyük zâtların ışınlarının altında tedavi görüyor. Dolayısıyla, mutlaka kitaplarımızın olduğu yerde olmağa çalışın.

-Müslimânın oturduğu evden feyz yayılır. Bu, sokağa te'sîr eder.

-Bir müslimânın evinde okunan Kur'ân-ı kerîmden, kılınan nemazdan hâsıl olan feyz-i ilâhî, pencere aralarından, kapıların altından, mahalleye akar. Böylece dolaşır, neresi müsaitse, oradan içeriye girer. Müsait olmayan yere girmez.

-Büyüklere mensub olan cimâdât (cansız eşya) bile kıymetlidir. Ya kendi elleri... Onlara temas eden

cimâdâta dokunan feyz alır. Mesela hırkalarına, başlıklarına, gömleklerine dokunan feyz alır. Ya kendi

mübarek ellerine dokunan; alır da alır... Biz bilmeyiz; alanla veren bilir onu.

Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin Seyyid Tâhâ hazretlerine yazdığı bir mektûb

 Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî mektûplarından birinde şöyle buyurdular: “Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâima çok sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşâallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat da’vet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının da’vetine gidilsin. Böyle da’vete verilecek cevap şudur: “Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve İslâm pâdişâhına duâ etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet reîslerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz.” Sana emrettiğim üzere ol, muhalefet etme! Molla Mustafa Eşnevî’ye de fakirin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarurîdir. Bizden birşey gizli tutulmasın ki, helake sebep olur. Kulların en za’îfi Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî.”


Şemsüddîn Muhammed Şâzilî hazretleri

 Vakti en mühim işler ile geçirmelidir...


Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikir ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır.

 

Şemsüddîn Muhammed Şâzilî hazretleri Mısır'da yetişen büyük velîlerdendir. Önce medresede ilim tahsil etti. Medrese arkadaşlarından biri de, meşhûr muhaddis İbn-i Hacer Askalânî'dir. Sonra tasavvufa yöneldi. Vilâyetin bütün makamlarını geçmiş, ilmiyle âmil, yüksek hâller sâhibi bir kimse idi. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Benden sonra, Mısır'da Muhammed Hanefî ismiyle meşhûr bir zât gelecek, bu ülkenin fâtihi olacak, kendisi büyük şân sâhibidir. O, benim beşinci halîfem olacaktır." İmâm-ı Şa'rânî şöyle nakletti: " Şemsüddîn Muhammed Şâzilî hazretleri ölüm hastalığında; "Kimin bir hâceti, isteği olursa, kabrime gelsin; onu yerine getiririm. Çünkü sizinle benim aramda bir karış topraktan başka bir engel yoktur. Bir karış toprak onunla talebeleri ve dostları arasında engel olan kimse velî değildir" buyurdu." Şâzilî hazretleri 1443 (H.847) senesinde vefât etti.

 

Bu mübarek zat, sohbetlerinde buyurdu ki: "Sakın velîlerin kerâmetini inkâra kalkışmayın. Zîrâ kerâmet, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler ile sâbittir. Âdet dışı hâllerin olması, velîler için câizdir. Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebinin îtikâdı böyledir. Çünkü rivâyete göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, bir ara duâ etti ve kendisine semâdan bol yemeklerle dolu bir sofra indi."

 

"Velî, (Lâ ilâhe illallah) deyip, bunun şartlarını yerine getiren kimsedir. Bunun şartları; Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü sevmek ve dost edinmektir."

 

"Bir kimse âhirete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir."

 

"Vakti en mühim işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir."


"Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikir ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile aydınlatmalı (geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhiret azığını hazırlamalıdır.”

 

"Bid'atler yayılıp sünnetler terk edildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır."

 

"Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz."

Dört şey getirdim

Bu beyitin Şeyh Sa'di Şirâzi hazretlerine ait olduğu rivayeti olduğu gibi anonim olduğu rivayeti de vardır. Seyyid Fehim Arvasi kuddise sirruh hazretleri Nehri'ye mürşidi Seyyid Taha-i Hakkari kuddise sirruh hazretlerini ziyarete gittiği zaman mürşidi seyyid Taha hazretleri hediye olarak bize ne getirdiniz diye sorar. Seyyid Fehim kuddise sirruh ise cevaben bu beyiti söyler. 


Çâr çîz âverdeem şâhâ ki der genc-i tû nîst;

Nistî u hâcet u özr u günâh averdeem.


Mana itibariyle ise şöyledir:

Ey padişah! Dört şey getirdim senin hazinende olmayan:

 (Ki bunlar) yokluk, ihtiyaç, özür ve günah..." ( getirdim )

Aşağıdaki hat ise bunun Fârisi olarak yazılmış hâlidir. Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretlerinin bir müridi tarafından deftere not edilen sohbetlerinin bulunduğu risaleye fotokopi yoluyla konulan bu çerçevedeki yazı ise ( sorup öğrendiğimiz kadarıyla ) Seyyid Abdülhakîm Arvasi ( Üçışık ) kuddise sirruh hazretlerinin el yazısıdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir savcı, *Üç* tâne *Suâl* hâzırlamış, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine soracakmış. Ehibbâdan Hâlid efendi ile Bâyezid’de buluşup, Eyüp Sultâna gideceklermiş. Savcı câmiye gitmediğinden, kahvede buluşmuşlar. 


Hâlid efendi demiş ki: *Abdülhakim Efendi hazretlerinin câmide sohbeti var, Onu dinleyip, sonra berâber yanına gideriz*. Hâlid efendinin zoruyla, savcı câmiye girmiş. Abdülhakim Efendi hazretleri de sohbete başlamış.


Ve o sohbetin içinde, savcının bütün suâllerine de bir bir cevap vermiş efendim. Çıkdıkdan sonra, savcı; *Gitmemize lüzûm kalmadı, bütün suâllerimin cevâbını tek tek aldım ve tatmîn oldum*, demiş. 

*****

Eyüp Sultân’da, *Hüseyin efendi* diye meşhur bir *Şeyh* vardı. Abdülhakim Efendi hazretleri oraya gelince, bu Hüseyin efendi merâk etmiş. Kendi kendine;


*Benden büyük şeyh olur mu? Kimmiş bu Vanlı Hoca, gidip bir göreyim*, demiş. Abdülhakim Efendi hazretlerinin yanına cübbeyle, sarıkla gelmiş, kendini tanıtmış. 


Efendi hazretleri, *Buyurun!* deyip, yanına oturtmuşlar. Herkes bir geri kaymış. Hüseyin efendi kendi kendine; *Kıymetimi bildi, yanına oturttu*, demiş. 


Fakat biri dahâ gelince, onu da yanına oturtmuş. Hüseyin efendi de dâhil, herkes bir geri kaymış. Her gelen, Efendi hazretlerinin yanına oturduğundan, Hüseyin efendi kendini kapının eşiğinde bulmuş. 


Fakat sohbeti dinleyince herşeyi anlamış efendim. Ertesi gün cübbeyi, sarığı çıkarmış, Efendi hazretlerine gelmiş. Efendi hazretleri; *Hüseyin Efendi sen misin, niçin geldin?* diye sormuş. 


Hüseyin Efendi; Efendim, ben kendimi *şeyh* zannederdim. Meğer ben, *Eşşeyh* değil, *Eşşek*’mişim, size kul köle olmağa geldim, demiş ve o gün dergâhta hizmete başlamış. 


Hanımına ve kayınvâlidesine de; *Siz de gelin, dergâhda bulaşık-çamaşır yıkayın*, dermiş. Biz onları, orada hizmet ederken gördük efendim.

Bu büyükleri seven kimseye kabir azabı olmaz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu büyükler, gelen talebelerde kâbiliyet aramazlar. Zîra onlar, bir *Taş*’a teveccüh etseler veyâ dokunsalar, hattâ sâdece baksalar, o taş *Feyz* alır, feyz verir. Hattâ *bin sene* geçse bile, o feyz, o taşdan gitmez efendim. 


O büyüklerin tahmînî konuşmaları, *Allahü a’lem* demeleri, yâni *Allah bilir ki*, demeleri veyâ öyle zannediyorum ki, demeleri *Kat’iyyet* ifâde eder. 


Çünkü onlar, *Mutlak böyledir* demezler, bir açık kapı bırakırlar. 


Meselâ Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *Bu gün, dünyâda bir mürşid-i kâmil, şurada yok, şurada yok, şurada yok, belki Hindistân’da vardır*, buyurdular. 


İşte o *Belki* kelimesi, kat’iyyet ifâde eder. O gün Hindistân’da vardı efendim, İsmi de, *Ehlisünnet Hân*. Hattâ bu zât, bir kitap yazmış. Ben okudum o kitâbı. 


Bir yerinde yazmış ki: *Bizi seven, yolumuzu seven, bu büyükleri seven kimseye, kabir azâbı olmaz*. Öyle buyurmuş Mübârek. 

*******

Bir kadıncağız, kocasına devâmlı söylermiş, dermiş ki: *Ne olur, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine söyle, ben Ona bağlanmak istiyorum*. O da; Söylerim hanım! dermiş, ama gidince unuturmuş. 


Ertesi gün bir daha sormuş: *Söyledin mi efendi?* Aaa, Vallâhi unutdum hanım. *Niye unutdun?* Hanım, bu gün öyle bir sohbet vardı ki, Vallâhi aklıma bile gelmedi. Hanımı; *Bâri bugün söyle*, demiş. 


Adam da; Hayhay hanım söylerim, demiş, ama gene unutmuş. Derken hanım vefât etmiş efendim. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri namâzını kıldırmış ve *Allahü a’lem, bizi sevenler kabir azâbı çekmez*, buyurmuş. 


Ertesi gün, bu kadıncağızı rüyâda görüyorlar. Diyorlar ki: Allahü teâlâ sana ne muâmele etdi? 


Kadıncağız sevinç içinde; *O zâtı sevdiğim için kabir azâbı çekmiyorum*, demiş. Kabir azâbı yok. Niçin? O zâtı sevdiği için. Sevmek kâfi, ne büyük *müjde* kardeşim.

Din ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilir

 ***Dini meselelerde güvenilir ve ehil kimselerden duymadıkça bir şey söylememelidir.Yoksa insan günaha girer.(Abdullah İbni Mesud Hazretleri)

***Müctehid olmayan âlime nâkil, yâni haber iletici denir. Müctehid olmayan müftîler mukalliddir. Avâm(halk), hadîs-i şerîflerden doğru mânâ çıkaramaz. Bunun için müctehidlerin anladıklarına uymaları, yâni onları taklîd etmeleri lâzımdır. (Feth-ul-kadîr Hazretleri)

***Dînî mes'elelerde, şöyle veya böyle yapılabilir şeklinde ruhsat (izin vermek) avâmın sözü ile olamaz. Burada ancak müctehidler yetkilidir. (Reddül-Muhtâr)

***Naklî ilimler, aklın, insan dimâğı gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar hiçbir zaman kimse tarafından değiştirilemez. Dinde reform olmaz sözünün mânâsı budur.Din bilgileri nakl ile öğrenilir. Din bilgilerini önce gelen âlimler sonra gelenlere bildirmişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri)

***Ehl-i sünnet îtikâdını ortaya koyan, Resûlullah efendimizdir. Îmân bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i ızâm da, bu bilgileri Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece,Ehl-i sünnet bilgileri bizlere İslâm âlimlerinin kitaplarından nakil yoluyla geldi. (İbn-i Halîfe Alîvî Hazretleri)

***Allahü teâlânın izni ile ilmim o kadar genişledi. O kadar çok şey biliyorum, fakat bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesîle, vâsıta olan mübârek hocama karşı edebe riâyet ederek, edepte noksanlık olmaması ve daha çok ihsânlara kavuşmak için, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Lâyık ve uygun olan da budur.(Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî Hazretleri)

***Din bilgileri, zamanla değişmeyen ilimlerdir. Bu bakımdan din hakkında türedi yazarların yeni fikirlerine ihtiyâç yoktur. islâm âlimleri, açıklamadık konu ve mes'ele bırakmamışlardır. Yapılacak iş, islâm âlimlerinin kitaplarını bugünkü gençliğin anlıyacağı şekilde tercüme etmektir.(Milel-nihâl c.2, s.116,218; Mir'ât-ül-usûl son kısmı)

***Dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluk-çocuğuna öğretmesi, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren,câhil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehennem'e atmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri)

***Pis borudan şifa gelmez.(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri)

***Mukaddes dînimizi, şanlı ve şerefli ecdâdımızın mübârek elleri ile yazdıkları hâlis ve afif (temiz) kitaplarından okuyup öğrenmelidir.(Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh")

***Cüneyd-i Bağdadi hazretleri buyurdu ki:Bu din edep dinidir,ahde vefa dinidir.Kendiliğimden bir şey söylemedim. Hocamdan naklettiklerimi,kendi bilgim gibiymiş gibi anlatsaydım,hırsızlık etmiş olurdum.Büyükler evden bir şey getirmezler,hırsızlık etmezler,kendilerine mal etmezler.

***Fıkıh kitablarına uymayan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanılmaz. (Abdurrahmân Silhetî hazretleri)

***Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri)

****Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan din adamlarının yazılarını okuyanın kalbi kararır.(Süleymân bin Cezâ hazretleri)

***İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: İmanın alameti,dinin emirlerini seve seve yapmaktır.Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda gitmedikçe,kurtuluş imkânsızdır.

***Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşîdi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun. (Ferîdüddîn Şeker Genc hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden ne bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da –Hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım*, demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit çocuk imiş. Bunu duymuş ve gidip Peygamber aleyhisselâma söylemiş. 


Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz hemen babasına koşmuş. 


Ve hiddetle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile. Demediysen, demediğini söyle!* demiş. 


O da korkup *inkâr* etmiş. Bir de *yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için *İzin* istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine bu münâfık şehre girerken, oğlu *Hâris* radıyallahü anh koşup yolunu kesmiş. 


Ve babasının karşısına dikilip; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demedikçe, şehre giremezsin! demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

,,,,,,,,,,


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri ameliyat olmasını söylediler. Efendi hazretleri bir gün bana; *Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. 


Ben de cevâben; *Efendim, sizin onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz*, buyurdu.


Abdülhakim Efendi hazretlerinin tanınmamasına  biz üzülürdük kardeşim. *Böyle derin bir âlim tanınmıyor, bilinmiyor, buralarda yazık oluyor*, derdik. 


Şimdiki Lise hocaları hep çocuk. Bizim zamânımızda oturaklı hocalar vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce müdürlük yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük*’dü. Ama ne zamana kadar? Efendi hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi hazretlerini* gördüm, *Sohbet*’ini dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, Efendi hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.