Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumakla geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


Efendi hazretlerinden herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı*’nı, *Kaynağı*’nı, *Vesîkası*’nı, *Senedi*’ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, aramakla geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu iyi, bu kötü. Bu doğru, bu yanlış. Bu sevilir, bu sevilmez.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. Dünyâ işlerinde de yanılmaz, âhiret işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti yayan kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize nasîb ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmayan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. Son nefesin ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


Ama mürşidi olanın hâli, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah mürşid-i kâmil gördük. Siz de gördünüz kardeşim.


Bizim kitaplar, bu yolu bilen, bu yolu tanıyan, seçilmiş büyük *Âlim* ve *Velîler*’in kitaplarından seçilmiş, alınmışdır. Başka kitâba lüzum yok ki.


Kardeşim, bu dünyâda ibâdetlerden maksad, kalbden *Küfr*’ü çıkarıp, dünyâ sevgisini çıkarıp, mal hırsını çıkarıp, onun yerine *Âhiret* sevgisini yerleşdirmekdir.


*Allah* sevgisini, *Evliyâ* sevgisini yerleşdirmekdir. Bunun da bir tek ilâcı var. Bunun ilâcı, ne namazdır, ne oruçdur, ne zekâtdır. Peki nedir? Bunun ilâcı ibâdet de değildir. 


Onun bir tek ilâcı var, o da, ancak bu *Allah adamları*’nı tanımak, sevmek ve itâat etmekdir. Üçü de çok mühim. O büyükleri seven, onların kalblerinden *Feyz* alır, kalbi temizlenir. 


Ancak, sâdece tanımak ve sevmek yetmez, *İtâat* da şart. Çünkü seven, sevdiğine itâat eder. Etmiyorsa, *sevmiyor* demekdir. 


*Silsile-i aliyye*’de bulunanlardan bir tânesi, hangisi olursa olsun, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretleri, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri gibi. 


Bunlardan birine *Âşık* olmalıdır. Onları sevmek için de, hayât hikâyelerini okumak lâzım. Onların hayât hikâyelerini okuyunca, onların *Sevgisi* insanın kalbine yerleşir. 


Onların sevgisi kalbe yerleşince de, *Dünyâ* sevgisi kalpden çıkar. Dünyâ sevgisi çıkdı mı, *Allah* sevgisi yâni muhabbetullah o kalbe yerleşir. 


Velhâsıl, dünyâ muhabbetinin kalbden çıkması için, bir *Mürşid-i kâmili* sevmek lâzım. Silsile-i aliyye büyüklerine muhabbet lâzım. Silsile-i aliyyeyi okuyan, muhakkak *Feyz* alır onlardan.

Seyyidlere hürmet

Sual: Resulullahın soyundan gelenler yani seyyidler ve şerifler günah işleseler de, onlara hürmet etmek gerekir mi?

CEVAP

Elbette hürmet etmek gerekir. Bir kimseyi sevenin, onun sevdiklerini, çocuklarını, torunlarını da sevmesi gerekir. Düşmanlarını ise sevmemesi gerekir. Bir kimsenin çocuğu, torunu yaramazlık yapsa ona kızar, hatta belki döver, ama başkası yan gözle baksa üzülür, çocuğuna sahip çıkar, onu korur. İşte bütün seyyidler ve şerifler de Peygamber efendimizin torunlarıdır. Günah işleseler de, onlara kötü davranan, hürmetsizlik eden Resulullahı üzmüş olur.


Peygamber efendimiz, (Benim evlâdımın iyilerini, Allah rızası için kerim tutun! Onlara hürmet edin! İyi olmayanlarına da benim hatırım için hürmet edin!) buyuruyor. Büyüklerden birinin küçük bir kızı, oyuncak bebeklerine birer isim takar. Birine de, Seyyid ismini verir. Babası, bunlar put sayılır diye, oyuncak bebekleri ateşe atar. Kızı feryat eder, (Baba, onu ateşe atma, o Seyyid’dir) der. Babası, oyuncak bebek olduğu için, hiç aldırmadan ateşe atar. Bu zat rüyada Resulullah efendimizi kızgın bir halde görür. (Benim Ehl-i beytime bu hürmetsizliği niye yaptın?) diye azarlar. Âlim korkuyla uyanıp tevbe ve istigfar eder. (Riyad-ün-Nasihin, Resail-i İbni Âbidin)

Siz âhireti istemeye bakın

 Dünya bir sona doğru başını alıp gitmekte, âhiret ise koşarak bize doğru gelmektedir. İnsanlar arasında dünyanın da âhiretin de isteklileri vardır. Siz âhireti istemeye bakın. Günü gün etmeyin. Bugün hesap günü değil, iş günüdür. Ama yarın artık iş yok, yalnız hesap vardır.


Hazret-i Ali radıyallahü anh

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim *Sedat*, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin elini çok öpmüşdür. Efendi hazretlerinin elini öpenlerin elinde, *Bin* sene gitmiyen bir *Feyz* vardır. 


Hattâ o büyükler, ellerini bir *Taş’a* böyle koysalar, bin sene, o taşdan *Feyz* gitmez. Meselâ ben, *Ay’a* bakarım. Ama niye bakarım? 


Resûlullah Efendimiz aleyhisselâm bakdı diye bakarım. Ay, o mübârek *Nazar’a* kavuşdu, o *Feyz’i* aldı, bin sene geçse de, ondan o feyz gitmez. 


İşte *Ay*’a, bu niyetle bakan da *Feyz* alır. Bin sene geçse de feyz alır. Çünkü, O’na (aleyhisselam) zerre kadar benzerlik, bütün dünyâ ni’metlerinden, bütün âhiret zevklerinden daha büyükdür. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, şaka için lâf söylemezdi. Bir gün Efendi hazretlerine sordular. *Efendim, tekkeler kapandı, artık evliyâ yetişmez mi?* dediler. 


Efendi hazretleri, böyle soranlara; Bu gün, Ehl-i sünnet îtikâdında olan, haramlardan sakınan, farzları yapan bir mü’min, bu asrın *Evliyâsı*’dır. Allahın *Dostu*’dur ve kıyâmete kadar da böyledir, buyurdular.


Efendi hazretleri, bir gün bana buyurdular ki: *Hilmi, ben çok hastalandığım zaman, Mektûbâtı göğsüme koyuyorum, öyle yatıyorum ve şifâ buluyorum*. 


Bir gün de; *İmâm-ı Rabbânî hazretleri gibi bir zât, ne gelmişdir, ne de bundan sonra gelir. Ben Onun âşıkıyım*, buyurdular. 


Dünyâdaki derd-ü belâlar hep *Ni’met*’dir kardeşim. Öyle yazıyor Mektûbât’da. Kıyâmetde, karşılığında sevap verilecek. Ama derd-ü belâya sevap verilmez, derd-ü belâya *Sabredince* sevap verilir.


Sabredene verilir. *Yâ Rabbî! Senden geldi bu bana, şükürler olsun*, diyene, kıyâmetde mükâfât var. 

Derd-ü belâ ne kadar çok olursa, kıyâmetdeki sevap da o kadar çok oluyor. 


Onun için, dünyâda derd-ü belâ gelmiyenler, o derd-ü belâ gelenlere imrenecekler. *Keşke dünyâda iken bana da derd-ü belâ gelseydi de, ben de bu dereceye kavuşsaydım*, diyecekler. 


Peygamber Efendimiz haber veriyor bunları efendim, *Hadîs-i şerîf* bunlar. Kim bilir bunları? Bizim Seâdet-i Ebediyye’miz ve sekiz tâne kitâbımız, Allahü teâlânın sevdiği kullarının yazılarıdır.

Kaç rekat kıldığını unutan

Sual: Namaz içinde veya namaz bittikten sonra kaç rekat kıldığını unutan kimse ne yapmalıdır? Namazda dünya işlerini düşünürken bir rükün gecikirse secde-i sehiv gerekir mi?


Cevap: Bir kimse, kaç rekat kıldığını unutsa, bu şaşırması, ilk olarak başına geldi ise, selâm verip namazı tekrar kılmalıdır. Şaşırmak âdeti ise, düşünüp, çok zan ettiğine göre kılar. Kuvvetli zan edemezse, az kıldığını kabul ederek tamamlar. Namazı kıldığında şüphe eden kimse, vakit çıkmadı ise, tekrar kılar. Çıktı ise kılmaz.


Kaç rekat kıldığını şaşırıp, namaz içinde düşünmesi, sonraki rüknün veya vacibin, bir rükün zamanı kadar gecikmesine sebep olursa, bu arada, âyet ve tesbih okusa bile, secde-i sehiv lâzım olur. Namazın içindeki farzlara (Rükn) denir. Bir âyet okumak, rükü ve iki secde, son rekatte oturmak, birer rükündür. Düşünmek, farzı veya vacibi geciktirince, secde-i sehiv lâzım oluyor. Mesela, son rekatte oturunca düşünürse, selâm vermesi gecikirse, secde-i sehiv lâzım olur. Fazla okuduğu salevat ve dua, sünnet olarak değil, düşünce, dalgınlık sebebi ile olduğu vakit, vacibin gecikmesi suç oluyor. Başka bir namazı kılıp kılmadığını veya dünya işlerinden herhangi birini düşünürse, bir rüknün gecikmesine sebep olsa bile, secde-i sehiv lâzım olmaz. Namaz bittikten sonra, kaç rekat kıldığında şüphe ederse, buna vesvese denir. Buna ehemmiyet vermez. Namazdan sonra, bir âdil Müslüman, yanlış kıldın derse, tekrar kılması iyi olur. İki âdil kimse söylerse, tekrar kılması vacib olur. Âdil olmazsa, sözünü dinlemez. İmam doğru, cemaat ise, yanlış kıldık derse, imam kendine güveniyorsa veya bir şâhidi olursa, tekrar kılınmaz.


İftitah tekbirini söyledi mi, abdesti var mı, elbisesi temiz mi, başına mesh etti mi şüphe ederse, ilk olarak şüphe etti ise, namazı bozup tekrar kılar. Abdest almaz. Elbisesini yıkamaz. Her zaman şüphe ediyorsa, namazı bozmaz, temamlar. (Tam İlmihal s. 228

Mirac gecesi

Sual: Mirac gecesi ne demektir ve bu geceyi nasıl değerlendirmelidir?

Cevap: Mirac gecesi, Receb ayının yirmiyedinci gecesidir. Mirac, merdiven demektir. Resûlullahın göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir. Elliiki yaşında iken, bir gece Mekke’den Kudüs’e ve oradan göklere götürülüp getirildi. Bu yolculuğuna (Mirac) denir. Miracda, Cennetleri, Cehennemleri ve Allahü teâlâyı gördü. Beş vakit namaz, bu gece farz oldu. (Rûh-ul-beyân)da (Tefsîr-i Hüseynî)den alarak ve (Bahr)de, imamlığı anlatırken, diyor ki, (Resûlullahın Mekke’den Beyt-ül-mukaddese götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, dâl ve mübtedi olur). Yani sapık olur.

Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, dua ve tevbeleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibadet yapması, dua ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır. Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günü öğle namazı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan zamandır. Mübarek geceleri ihya etmeli, yani kaza namazları kılmalı, Kur’ân-ı kerim okumalı, dua, tevbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevablarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günah işlememekle olur. Gecenin oniki kısmından bir kısmını [bir saat kadar] ihya etmek, bütün geceyi ihya etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (Tam İlmihal s. 352)

Sevgi nedir?

 🍃🍃🍃MÜBAREK ENVER ABİMİZDEN✔️✔️✔️

💦Bir adamcağızın birine, ihlas dediğin nedir, diye sormuş. Ben size ihlasın ne olduğunu anlatayım, demiş.

Ben Mekke-i mükerremeye hacca gittim. Aslen Basra'lıyım, Basra'nın çok zengin bir tüccarıyım. Ama kesemi çaldılar, paramı hırsızlar götürdü, beş kuruşsuz kaldım. Bakkala gittim, borç, fırına gittim, borç. Veren verdi, vermeyen vermedi; ama Basra'ya mektup yazdım. Bir ayda, hatta iki ayda zor para geldi. Para gelecek, onu kullanacağım. Baktım ki her tarafım saç olmuş, bir berbere gittim. Berber de orada birini tıraş ediyor. Param da yok. Berber'e, hiç param yok, beni Allah rızası için tıraş eder misin, dedim. Hemen tıraş ettiği adamı yarıda bıraktı, gel baba, dedi. Ben oraya oturdum, o ilk tıraş olan, yahu ne oluyor? Sıra bizde! Sen beni tıraş ediyordun, niye beni bıraktın, dedi. Berber, ben seni para için tıraş ediyordum. Bunu Allah rızası için tıraş edeceğim. Sıra bunun, dedi, beni tıraş etti. Tıraştan sonra, benim Basra'dan param gelecek, geldiği zaman seni inşallah fazlasıyla mutlu ederim, dedim. Sen garipsin dedi, bir kese altın verdi. Allah Allah, böyle insanlar var mı dünyada, dedim. Basra'dan param geldi, bir torbaya iki mislini koydum, yine berbere gittim. Arkadaş, benim param geldi. Ben zaten zengin bir tüccardım, bu da benden sana dedim, torbayı verdim. Bunun üzerine berber dedi ki; Baba, al onu geri. Ben, Rabbimin rızasını parayla değişecek kadar ahmak değilim. Sen bana dedin ki; Allah rızası için. Ne demek sen biliyor musun Allahü tealanın rızası? Kimin rızasından bahsediyorsun? Beni yoktan var eden, seni yoktan var eden, hepimizi varlıkta durduran yüce Allahın rızasını, altınla, parayla değişir miyim? Ben O'na kurban olayım. Sen beni kandıramazsın, altınla, parayla Rabbimin rızasını değişemem, dedi. Onun için, Rabbimin rızası olduğu zaman, akan sular durur...


İnsanlara hizmet etmek, onları sevindirmek lazımdır. Bir kimse bir kimseyi sevindirirse, Allahü teala onun bu iyiliği için bir huri yaratır. Vefat edince, iyiliklerine karşılık ne kadar huri varsa onu kabirde karşılarlar. Ona; korkma, şimdi, münker ve nekir gelecek, sual soracaklar. Takıldığın yerde biz sana yardımcı olacağız. Bizim vazifemiz, seni burada rahatlatmak ve Cennetin kapısından içeriye sokuncaya kadar arkadaşlık etmektir, derler. Kim hizmet ederse, karşılığını burada veya ahirette mutlaka görecektir. Çünki, hadis-i şerif vardır."Men Hadime, hudime". Hizmet eden hizmet görür.

 

Bir sabah Mübarekler buyurdular ki; aynen mübareklerin sözü; vallahi, billahi, tallahi, şöyle buyurdular; "Kardeşim, sizin muvaffak olmanızın yarısı, bu güler yüzünüzdendir. Sizin başarılı olmanızın yarısı, güler yüzlü olmanızdır". Neden biliyor musunuz? Şimdi herkesin üzüntüsü, derdi var. Bir de biz ilave etmeyelim. Biz de milleti biraz ferahlandırmaya uğraşıyoruz. Çünki, o da bir ibadet. Şimdi Enver abi burada bir üzgün, süzgün olsa, herkes üzülür. Eyvah, neden Enver abi üzgün. Acaba kötü bir haber mi aldı? Acaba Mübarekler hasta mı? Borcumu arttı? Hastalığı mı arttı, diyecekler. Doksan tane fikir, öyle değil mi?


Mübarekler buyurdular ki; Efendim, kainatta hiçbir şey sebepsiz olmaz. Mesela, ben konuşuyorum, sesim size gelinceye kadar arada hava var, hava, taşıyıcı oluyor. Benim konuşmalarımı size kadar taşıyor. Bu bir sebeptir. Yani, taşıyıcı olarak iletken var. İkincisi; telefonlar, cep telefonları, televizyon, radyo, telsizler var. Bunlar da uzak uzak yerlere, insanın sesini, görüntüsünü götürüyor. Bu da taşıyan farkındandır. Elektromanyatik dalgalarla taşınırlar. Bir üçüncü vasıta daha vardır, o da evliyalarla irtibat kurmak. Evliyalarla irtibat nasıl kuracak? En kolayı o efendim. İsmini söyleyin, yeter. Çünki, Rabıta Risalesinde var, Allahü teala her an hazır ve nazırdır; büyüklerin ruhları, anıldığı yerde hazırdır. Onların ismini söyleyin yeter. Mesela, satırların arasındayım, buyurdular. Özür, bahane yok! Her şey âşikar. Hiç kimse başkasını suçlu bulmasın! Hata bende diyen kurtulur.

 

Bir gün Mübarekler buyurdular ki; iki türlü talebe vardır. Birileri ihlaslı, birileri de kabiliyetsizdir. O kabiliyetli talebelere bir yön verirler, onlar o kabiliyeti ile ilerlerler. O kabiliyeti olmayanlarla hocalık talebe ilişkisi başlar. Dolayısıyla, böylece kabiliyetsiz talebe kalmaz. Ne malum, o kabiliyetsize hocası belki kendi kabiliyetinden verir. Hiç kimse açıkta kalmaz. Yeter ki o Allahü tealayı tanısın. Çünki ne buyuruluyor? İyiliğe elverişli olmayan kimse, faidelenemez Peygamberi dahi görse. 


Mübarekler buyurdular ki; Bir mü'min, bir büyük zâtın kabrine giderse, o kabirdeki zât, kalbindeki feyzden, gelenin kalbine akıtır. Bir kalbe feyzin gelip gelmemesi, onun ahirete karşı olan muhabbetini, Allahü tealaya karşı olan sevgisini arttırmasından belli olur. Eğer ahiret sevgisi artmıyorsa, dünya muhabbeti devam ediyorsa, iki kusur vardır. Ya kendisinde kusur vardır, ya gittiği yerde kusur vardır. Tabii evvela kendisinde kusur araması lazımdır. Bunun için de tabii ki istiğfar etmesi, ya Rabbi, bende bir kusur var, madem ki istifade edemiyorum, bende bir bozukluk var, demesi lazımdır. Bozukluğun ilacı istiğfardır. Tevbe istiğfar edecek, tekrar gidecek. Yine aynı şey devam ediyorsa, bu sefer vazgeçecek. O bakımdan, birgün Mübarekler buyurdular ki; Huzur, bir an dahi olsa, dünyayı unutmaktır. Çünki Allahü azimüşşân, ahireti ferahlık için, dünyayı sıkıntı için yaratmıştır.

 

Bir gün üç kişi beraber kahvaltıdayız. Biri, Mübarekler, biri, Enver abi, biri de bizim hanım. Mübarekler; Allahı ve Peygamberini seven kurtulacaktır, buyurdular. Bizim hanım, hepsi mi, buyurdu. Mübarekler; tabii, sevenlerin hepsi kurtulacaktır. Fakat sevgi, seviyorum demek değildir. Sevgi, sevdiği için gözyaşı dökmek değildir. İki türlü sevgi vardır. Biri, nefsin sevgisi, biri de Allah sevgisi. Ben, nefsin sevgisinden bahsetmiyorum, Allah sevgisinden bahsediyorum. Allahü tealayı seven bir insan, sevdiğine itaat eder. Sevgilisi kırılmasın diye, bir yanlış yapmamak için, gözünün içine bakar. Eğer, seviyorum diyenler, rahmani olarak Allahü tealayı sevselerdi, Allahın emir ve yasaklarına uyarlardı, buyurdular.

İki cihânda Hakdan başka işimiz yokdur

 _*Hazret-i Îşân yine buyurdu ki, insanlar dört kısmdır:_*

— Birincisi; *Nâmerd* lerdir. Bunlar dünyâya tâlibdirler. 

— İkincisi; *Merd* olanlar, yiğitlerdir.Bunlar dünyâ ve âhirete tâlibdirler. 

— Üçüncüsü; *Cömerd* lerdir. bunlar âhıreti ve Allahü teâlâya kavuşmayı isterler. 

— Dördüncüsü; *Civânmerd* lerdir. Bunlar sâdece Allahü teâlânın cemâlini isterler. 

Bunların dünyâ ve âhıretle bir işleri yokdur. 

Nitekim büyüklerden biri buyurmuşdur: 

Şii’r:

    _*İki cihânda Hakdan başka işimiz yokdur,_*

    _*Ve hazret-i Cebbârdan başka yârımız yokdur._*

    _*Baş açık yalın ayak Hüdâ âşıklarıyız,_*

    _*Ne cübbe, ne sarığa ihtiyâcımız yokdur._*

Selefîlerin diğer adı Vehhabi’dir

 Selefîler​, görüşlerine muhalif olanlara müşrik derler. Ehl-i sünnet olanların ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler!

 

Selefî denilen kimselerin, Ehl-i sünnete, evliya zatlara ve yatırlara kızıl şal görmüş boğa gibi saldırmalarının sebebini hiç düşündünüz mü?

Onların bu tavırları; Allahü teâlâyı tanıyamayıp Onu, Hristiyanlar gibi, mücesseme fırkası gibi, bir cisim olarak kabul etmelerinden kaynaklanıyor. Hâşâ (O, yaratılmış bir varlık gibidir, eli vardır, bir yerde durur, yani gökte, Arş’ta oturur. Vefat etmiş evliya ve enbiyaya yardım etmekten âcizdir) diyerek evliya zatların kerametlerini inkâr ederler, yatırlarına gidip dua edenlere ateş püskürürler. Genelde Allahü teâlânın dirilere yardım edebileceğine inanırlar, fakat vefat etmiş olanlara yardım edemeyeceğini zannederler.

(Allahü teâlâ cisim değildir, mekândan münezzehtir) diyen Ehl-i sünnet âlimlerine düşmanlık ederler. Allahü teâlânın kâinatı yaratmadan önce de, yarattıktan sonra da bir mekâna muhtaç olmadığını bilmezler. İmam-ı Gazalî hazretlerinin, (Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir, hiçbir yönden hiçbir mahlûka benzemez) ve İmam-ı Rabbanî hazretlerinin, (Arş da diğer eşya gibidir. Hepsi, Onun mahlûkudur) sözlerinden dolayı bu zatlara ateş püskürürler.

Selefîlerin diğer adı Vehhabi’dir. Bunlara "Necdî" de denir. İdris, Şit ve Âdem aleyhimüsselamın peygamber olduklarını inkâr ettikleri ve Müslümanlara müşrik dedikleri için kâfir oluyorlar. (İslam Ahlakı)

İngilizler tarafından kurulan Vehhabiliğin küfür olduğuna dair birçok kitap yazılmıştır.

Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin Müftisi ve reis-ül-uleması ve Şafii şeyhül-hutebasıydı. Birçok eserleri olup, (Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram), (Firreddi alel-vehhabiyyeti-etba-ı mezhebi İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitaplarında Vehhabilerin içyüzlerini açıklamakta, sapıklıklarını âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle göstermektedir.

Yusüf Nebhani’nin (Şevahid-ül-hak) kitabında, İkinci Abdülhamid Han'ın Bahriye Mirlivası [amirali] Eyyub Sabri Paşa’nın (Tarihi Vehhabiyan) ve (Mir’at-ül-Haremeyn) kitaplarında da maksatları açıklanmıştır...

İbni Âbidin hazretleri de bu hususta buyuruyor ki:

Vehhabiler, kendilerini Müslüman sayıp, görüşlerine muhalif olanlara müşrik derler. Bundan dolayı Ehl-i sünnet olanların ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. (Redd-ül-muhtar)

Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi âlemlere rahmet olarak yaratmıştır. Onun hürmetine dua etmeye şirk ve Müslümanlara müşrik, kâfir diyorlar. Hakim’in bildirdiği sahih hadiste buyuruldu ki:

Âdem aleyhisselam Cennetten çıkarılınca, çok dua etti. Tevbesi kabul olmadı. Nihayet (Ya Rabbi! Oğlum Muhammed hürmeti için, bu babaya merhamet et!) deyince, duası kabul oldu. Âdem aleyhisselam, Cennette iken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde, (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) yazılı gördü. Onun, Allahü teâlânın en sevgili kulu olduğunu bilip onun hürmeti için dua etti.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çocuklarımıza müslümân *İsmi* verelim kardeşim. En önemlisi de, onlara dînimizi öğretelim, haramdan sakınsınlar. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdu ki: 


*İnsanın giydiği elbisesi helâlden olsa, sâdece bir düğmesinin ipliği haramdan olsa, o elbiseyle kıldığı namâzı kabûl olmaz*. 


*Hattâ en büyük günah, dînini bilmemekdir*, buyurdu. 


Abdülhakim Efendi hazretlerini yeni tanıdığım zamanlar, bir gün dergâha gitdiğimde, yatıyormuş mübârek. *Şâkir Efendi* ile haber gönderdim. *İçeri gelsin!* buyurmuş. 


Yatak odasına girdim. Küçük bir karyola vardı. Karyolanın üstünde *Cibinlik* vardı. Efendi hazretleri yatıyordu. Ben girince, kalkıp oturdu. Ve bana dönüp;


*Buna gündüz uykusu, kaylûle derler, sünnetdir*, buyurdu. Biraz sonra karyolanın eteği kıpırdamağa başladı. Bakdım, pencereler kapalı. Dışarda rüzgâr da yok.


Ama karyolanın eteği sallanıyor. Hâliyle merak etdim. Biraz sonra karyolanın eteği tamâmen kalkdı. Ve altından, beş altı yaşlarında bir *Kız çocuğu* çıkdı. 


Efendi hazretleri, bana; *Bu çocuğu tanıyor musun?* diye sordu. Ben de; *Tanıyorum efendim, Ziyâ Beyin kızı*, dedim. Efendi hazretleri güldü. 


Demek ki, ileriyi, yâni bu günleri görmüş de sormuş *Mübârek*. Evliyâ zâtlar, seneler sonra olacak şeyleri, *Kalb gözleriyle* görürler kerdeşim.


Öldükten sonra da, yâni *Kabir’de* iken de, *Dünyâ’da* olan şeyleri görürler ve haber alırlar. Nitekim Abdülhakim Efendi hazretleri bir gün bana buyurdular ki: 


*Ben sana kız buldum, hiç kimseye nasîb olmıyan ni’met sana nasîb oldu. Hanımını, kayınpederini, kayınvâlideni üzersen, mezarda kemiklerim sızlar*. 


Böyle buyurdu. Bu ne demekdir? Yâni *Mezarda olsam bile, görürüm, haber alırım ve üzülürüm* demekdir.

Gidin bakın kendisini tepeleyerek öldürenin adı Ömer diye çağırdığı hayvan mıdır?

 İsmail b. Hammad b. Ebi Hanîfe naklediyor:

Yanımızda râfizîlerden bir değirmenci vardı. Bu değirmencinin de işinde çalıştırdığı iki tane katırı vardı. Birine Ebubekir diğerine de Ömer adını koymuştu. Bu katırlardan biri sahibini tepeleyerek öldürdü. Bu olaydan İmam-ı Azam haberdar olunca şöyle dedi: “Gidin bakın kendisini tepeleyerek öldürenin adı Ömer diye çağırdığı hayvan mıdır?” 

Gidip baktılar, dediği gibiydi.

(İmam Nevevî, Tehzibü’l- Esma ve’l-Lüğat, 2/222)