Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Mahşer)* meydanı, Ortadoğu’da olacak, mahşerin merkezi orası. O zaman dünyâ dümdüz olacak ve Âdem aleyhisselâmdan kıyâmete kadar her insan, o meydanda toplanacak. 


Yer, beton olacak, tek bir ağaç olmıyacak. Güneş, bir mızrak boyu alçalacak. İnsanlar sıkış sıkış olacak. Zamânı ise, *(elli bin)* âhiret senesi olacak. 


Âhiretin bir günü, dünyânın *(bin)* senesi gibi olacak. Ama bu kadar uzun müddet, ehl-i sünnet bir müslümân için, iki rekât namaz kılacak kadar kısa olacak kardeşim. 


Hele *(mücâhid)* ler, yâni dünyâda iken İslâmın yayılması için çalışanlar, bu süreyi Cennetde geçirecekler. Onlar için hiç sıkıntı yok. 


Bu, zor değil ki, bunu Allahü teâlâ yaratıyor. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, Onun gücünün yetmediği bir şey yokdur kardeşim. 


En büyük günâh, kalb kırmakdır. Kâfire dahî güzellikle emr-i mâruf yapacağız. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin vasiyetnâmesinin en son iki kelimesi şu idi: *(Kimseyi incitmeyin!)* 


Dolayısıyla, müslüman olmak, çok güzel bir şeydir. Hakîkî mü’min olmak, kendisinin bir *(Hiç)* olduğuna inanmak ve bütün varlığıyla hizmet etmekdir. 


Kendinin *(hiç)* olduğunu anlıyan bir mü’min, *(kâmil)* bir mü’mindir. 


Ankara’da Bağlum’da bulunuyorduk. Zelzeleden sonra gitmişdik. Arkadaşlar bizi görmeye gelmişler. Kitap okuduk, sohbet etdik, büyüklerden bahsetdik. 


Büyüklerin *(ismi)* nerede anılırsa, ruhları orada hâzır olur efendim. Bakın gelir demiyorum, çünkü zâten oradadır, ismi söylenince irtibât başlar. 


Çünkü rûh zamansızdır, ruh’da zaman yok. Yeter ki o büyüklerin ismi anılsın, hattâ onları düşününce bile, o anda *(irtibât)* kurulur ve istifâde başlar. 


Ne gibi? Radyo dalgaları her yerde var. Radyonun düğmesini çevirdiğin anda irtibât kuruluyor ve yayın başlıyor, onun gibi.   


*(Îmân)* ın bir kişide varlığı veyâ yokluğu nasıl anlaşılır? Bunun birkaç yolu vardır. Bir insanda îmânın asıl varlığı veyâ yokluğu, hubb-u fillah ve buğd-u fillaha bağlıdır. 


Eğer bir insan, Allahın düşmanlarıyla *(dost)* olur, onlarla samîmî görüşür, Allahın dostlarına ise soğuk olur, onlardan uzak olursa, bu adam ne işe yarar ki?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm, elinde ekseriyâ *(asâ)* taşırmış. Bir gün o sopayla, yere düz bir *(çizgi)* çizmiş. O çizginin iki yanına da, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler ayırmış ve; 


(Ey Eshâbım, bu doğru çizgi, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği *(yol)* dur. Şu eğik çizgiler de *(sapık)* yollardır) buyurmuş.


Eshâbı kirâm; (Yâ Resûlallah! Bu doğru yol hangisidir?) diye sormuşlar. Efendimiz de aleyhisselâm cevâben; *(Mâ ene aleyhi ve eshâbî)* buyurmuş. 


Yâni, (Benim ve eshâbımın bulunduğu yolda bulunanlardır. Bunlar, Allahın sevgisine kavuşurlar. Yetmişiki sapık yolda olanlar ise, Cenennemlikdir) buyurmuşlar. 


Eshâb-ı kirâmın birçok kıymetli *(hâl)* leri var. Allahü teâlâ, onların bu kıymetli hâllerinden bir tânesini Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor. 


O da şu: *(Onlar, devâmlı olarak birbirlerini çok severlerdi)*. Rabbimiz böyle buyuruyor. Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, birbirlerini çok severlerdi.


Allahü teâlânın da hoşuna giden en mühim sıfatları bu idi ki, o büyükleri, Kur’ân-ı kerîminde, bu *(sıfat)* ları ile zikrediyor cenâb-ı Hak. 


Veysel Karânî hazretleri, muhabbet îtibâriyle, Eshâb-ı kirâmdan sonra, Peygamber aleyhisselâma en çok *(âşık)* olan, bir mübârek zât idi. 


Ama Efendimizin sohbetine kavuşamadığı için, Eshâb-ı kirâm gibi olamadı. Çünkü bu yolun aslı, *(sohbet)* ve *(muhabbet)* dir. Meselâ bir talebe, hocasına *(râbıta)* etse, istifâde eder.


Ama yine de onu *(görmüş)* gibi olmaz. Çünkü zihninde tecessüm eden, yâni hayâline gelen o *(zât)* ile, asıl *(kendisi)* arasında, mutlaka fark vardır. Aynısı olamaz. 


Bu kadar kitâbdan, kendim hiç *(para)* almıyorum, ihlâs şirketinden *(maaş)* da almıyorum. Efendi hazretlerinden böyle gördük. Her şeyi Ondan öğrendik.


Kardeşim, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini çok özledim. Kavuşacağım ânı nasıl beklediğimi bilemezsiniz. Tabii kavuşduğum zaman, Efendi hazretleri bana;


*(Hilmi, dünyâdan bize ne getirdin?)* diye soracak. Ben vefât etdiğim zaman, yâni Efendi hazretlerine gitdiğim zaman, kendilerine; 


(Efendim, size büyük bir hediye getirdim) diyeceğim. Efendi hazretleri, *(O hediye nedir?)* buyuracak. Ben de kendilerine;


(Efendim, arkamda çok iyi bir cemâat, çok iyi talebelerimi bırakdım. Onlar, *(Ehl-i sünnet)* îtikâdı üzereler ve insanlara, bu *(îtikâdı)* anlatıyorlar, bunu yayıyorlar) diyeceğim.

Rızık darlığının sebepleri

İman


Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kişi, o kadar *(zengin)* olsa ki, bütün dünyânın herşeyi onun olsa ve malının hepsini fukarâya *(sadaka)* olarak dağıtsa.


Aldığı sevap, unutulmuş bir *(sünneti)* ortaya çıkarma sevâbına yetişemez. Hele *(farz)* sevâbı ile hiç kıyaslanamaz. 


İşte bizim kitaplarımızın satılmasıyla ve dağılmasıyla *(farz)* lar yayılıyor kardeşim. Bütün dünyâ, ehl-i sünnet kaynıyor. Ehl-i sünnet âlimi çok, fakat *(kitap)* yok. 


Dâima *(iyi)* insanlarla arkadaşlık edelim. Niçin? Çünkü onlardan her zaman *(iyi)* şeyler işitilir. 


Kötü, fâsık, fâcir veyâ kâfirlerle ve bid’at ehliyle arkadaşlık edilirse, onlardan da her zaman *(kötü)* şeyler işitilir. 


Kötü arkadaş, *(Şeytan)* dan daha beterdir, *(Yılan)* dan daha zararlıdır. Bir kimse, zehirli yılanla berâber bulunursa ne olur? Yılan sokar, o insanın canını alır. 


Ama *(kötü)* arkadaşla berâber olursa, o kötü arkadaş, onun dînini ve îmânını alır, onu ebedî felâkete, Cehenneme sürükler. 


Velhâsıl zehirli *(Yılan)*, insanı ölüme sürükler, *(kötü)* arkadaş ise, insanı ebedî Cehenneme sürükler. 


Allahü teâlâ, hepimize, din ve dünyâ seâdeti versin. Bu günlerimizi aratmasın. Dünyâda *(Cennet)* hayâtı yaşıyoruz kardeşim.


O kadar râhatız. Allah, Enver âbiden râzı olsun. O'nun sâyesinde *(râhat)* ediyoruz. 


Allahı çok *(seven)*, O’ndan çok *(korkar)*. Sevgi ile korku berâberdir. Allah sevgisinin alâmeti, harâmlardan sakınmakdır. 


Allahü teâlâ; *(Beni seveni, gidilemiyen yerlere bir anda götürürüm, görülemiyen şeyleri ona gördürürüm)* buyuruyor. 


Onlar, kalplerin içini, röntgen *(Şuâ)* ları gibi görürler. Bu büyükler, kalblerin içini görürler. 


Allah sevgisine kavuşabilmek için, bu *(büyük)* leri sevmek ve onların sevgisini kazanmak lâzım. 


Biz, Abdülhakim Efendi hazretlerinin sevgisini, terbiye ve edebimizle kazandık. Bu büyükler, herkesi, kendi *(sıfatı)* ile görürler. İnsanlar, kabirlerinden kendi sıfatlarıyla kalkarlar. 


Nasıl mı? Meselâ can yakanlar, *(Kurt)* şeklinde mezardan kalkarlar. Yalancılar *(Tilki)* şeklinde, kibirliler de *(Karınca)* şeklinde haşr olunurlar.

ÖLÜM

"Kalb birini sevgili eder ve onu severse, muhakkak onu müşâhade etmek ve likâsına kavuşmak (görmek) ister.  Bunun aksi düşünülemez. Ona kavuşmanın, dünyadan göçmedikçe mümkün olmadığını öğrenince, ölümü sevmek lâzım olur. Bunun için muhibbe (sevene), sevdiğinin yanında bulunup, onu görmek büyük nimetine kavuşma arzusu için vatanından (bulunduğu yer olan dünyadan) sefer (yolculuk) etmek ağır gelmez. İşte ölüm, likânın (görüşmenin) anahtarıdır.

(Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî)
"Kaddesallahu teala sirreh"

Çözülemeyen mevzu nasıl çözüldü?

 Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kağıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kağıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kağıtta olan yazıyı bir defada okuyup ezberledi. Çünkü bir defa okuduğu yazıyı ezberlemek onun hususiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir miktar meşgul olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kağıttaki yazının manasını bilir misiniz?" dedi. "Evet" cevabını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şubeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tatil edildi. Reisü'l-ulema başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mana ve mefhumunu anlamaktan aciz kaldı" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir" buyurunca, âlim daha çok hayret etti.


Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi izah etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kağıt kalem alıp Fehim-i Arvasi hazretlerinin izahını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kiraladıkları eve döndü.


Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reisü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reisü'l-ulemâ tarafından Câmiu'l-Ezhere davet edildiğini ifade ettiler. Seyyid Fehim hazretleri daveti kabul buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reisü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reisü'l-ulemâ yan yana oturdular. Sohbet başladı. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve manası anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur" dedi.


Birçok müşkil meselelerin halledildiği sualli cevaplı sohbet, saatlerce devam etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsaade isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsaade ettikten sonra birkaç nefes de Reisü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reisü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dair dört fetva vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reisü'l-ulemâ cevaben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zatın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvamız da bu zatın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zata uyarak bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zat ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz" dedi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bugün, *(ehl-i sünnet)* îtikâdında kalanların hepsi, Eshâb-ı kirâmın soyundandır kardeşim. Eshâb-ı kirâm, dünyânın her yerine yayıldılar. 


Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, öyle *(şerefli)* kimselerdir ki, Allahü teâlâ onları, Resûlüne *(arkadaş)* olarak yaratdı. Her biri, çeşitli yerlerden gelip toplandılar. 


Meselâ Selmân-ı Fârisî hazdetleri, *(Îran)* dan; Bilâl-i Habeşî, *(Afrika)* dan gelip, sahâbî oldular. Bu şerefi kazandılar.


Hâlbuki Efendimiz aleyhisselâmın en yakın akrabâları, amcaları, *(îmân)* etmedi. Eshâb-ı kirâma, bu şeref bile yeter. 


Peygamber Efendimizin *(kabir)* resmi diye bir resim satılıyor. Bu resim, aslında Bursada, Osmânlı Sultânlarından birine âitdir. Peygamber Efendimizin *(kabr-i şerîfi)* ile hiç alâkası yok. 


Çünkü oranın resmini çekme imkânı yokdur. Sebebine gelince, kabr-i şerîfin dışında, kapısız, penceresiz bir *(duvar)* var. 


Onun dışında, gene kapısız ve penceresiz bir *(duvar)* daha var. Onun da dışında *(settâre)* denilen bir örtü, onun dışında da bilinen demir parmaklıklar var. 


Yâni kabr-i şerîf görülmüyor. Sâdece, tepede küçük bir *(hava)* deliği gibi bir boşluk var. Oradan 500 sene evvel, bir *(kuş)* düşmüş ve ölmüş. 


Onun çıkarılması ve oranın temizlenmesi için, beş yaşlarında küçük bir *(kız)* çocuğunu, belinden bağlamışlar, tepedeki o delikden aşağıya indirmişler. Orayı görmek, yalnız o çocuğa nasîb olmuş. 


Bu yolun sünneti, *(çile)* çekmekdir efendim. Başda Efendimiz aleyhisselâm, hayâtı boyunca hep çile çekdi. Bize ve kitaplarımıza çok *(sıkıntı)* verdiler. Sıkıntı verenler de çok sıkıntı çekeceklerdir. 


Hem sünnete uygun olması, hem de hizmetlerimizin *(kabûl)* olacağının ve bu hizmetlerin devâm edeceğinin alâmeti bakımından, bu sıkıntılar, bizim için bir *(ni’met)* dir kardeşim. 


Allah, hepsine hidâyet versin. Tabii bizim yüzümüzden kimsenin sıkıntı çekmesini istemeyiz. Biz işimize bakarız. İşimiz nedir? İslâma hizmet. O hizmet nedir? Kitaplarımızın dağılması, gazetemizin yayılması. 


Birine bir kitap vermek veyâ kitap verilmesine sebep olmak o kadar *(sevâb)* dır ki, bunu yapana, gökdeki kuşlar, karadaki hayvanlar, denizdeki balıklar; *(Yâ Rabbî, bu kulunu affet)* diye duâ ederler. 


Bizim dînimizin iki esâsı vardır. Biri *(öğrenmek)*, diğeri *(öğretmek)*. Dînimizin en büyük düşmanı cehâletdir. Onun için nerede ilim varsa, *(din)* oradadır. Nerede din varsa, *(ilim)* oradadır. 


İlimsiz din olmaz. Onun için ilim öğrenmek çok büyük *(ibâdet)* dir, çok büyük *(sevâb)* dır kardeşim. Hizmetlere katılan arkadaşlarımızın alnından *(öpmek)* lâzım. 


Allahü teâlânın dîni yayılıyorsa, dînin yayılmasına hizmet ediliyorsa, bu hizmet devam etdiği müddetçe, o yere umûmî belâ, umûmî felâket gelmez efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Enver âbi, çok sevdiği bir âbiye demiş ki: (Başarılı olmak istiyorsan, kendini *(yok)* bil. Kendinde bir *(varlık)* vehmetme, yoksa başarılı olamazsın.) 


Böyle demiş efendim. Kendisi anlatdı bana. Çok hoşuma gitdi, çok *(güzel)* söylemiş. Hakîkaten öyledir. Allahü teâlâ buyuruyor ki: 


*(Kulum benden ne isterse, ona, o kapıları açarım, o yolu, ona kolaylaştırırım.)* Yâni, kalbimizdeki istikâmet çok mühim kardeşim. 


Kitap okumak, dînini öğrenmek için şartdır. Efendimiz aleyhisselâm bir hadîs-i şerîfde buyuruyor ki: *(İlmin rütbesi, derecesi, bütün rütbelerin en yücesidir)*. 


Bir hadîs-i şerîfde de Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *(Bir âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir)*. Yâni bir âlim vefât ederse, bütün âlem, bütün insanlar ölmüş gibi olur. 


*(Sadaka)* için verilen para, Allah yolunda *(gazâ)* için verilen paranın kıymeti yanında *(hiç)* kalır. Gazâ için harcanan para da, *(emr-i mâruf)* için harcanan para yanında *(hiç)* kalır. 


Tarîkate intisâb etmek müstehab dır, *(vâcib)* olan, kalbin temizlenmesidir. Ahlâk bilgilerini, bizim İslâm Ahlâkı kitâbından okumak ise *(farz)* dır. 


Bu bilgileri öğrenip, onları yapmaya çalışmakla da kalb temizlenir. Kalbin temizlenmesi, yalnız tarîkat ile olsaydı, o da vâcib olurdu. Hâlbuki kalbin temizlenmesi için çok *(yol)* vardır. 


Onun için tarîkat, *(müstehab)* dır. Kalbin temizlenmesi *(vâcib)*, bizim İslâm Ahlâkı kitâbını okumak, öğrenmek de *(farz)* dır. 


Müstehabı yapmakla da vâcib yapılır, ama zordur. Hâlbuki, *(farzı)* yapınca, *(vâcib)* kendiliğinden yapılmış olur. 


İnsanın iki zîneti vardır efendim. Biri *(edeb)*, diğeri de *(tevâzû)* dur. Bu din, tamâmen edebdir. Başı da, ortası da, sonu da edebdir. Edeb, haddini bilmekdir. 


Haddini aşdığın anda, yâni, adımını *(iki)* adım ileri atdığında, bir başkasının ayağına basarsın. Herkes, atacağı adımı öyle hesaplasın ki, bir başkasının ayağına basmasın. 


Her kemâlât, her iyilik, her üstünlük, *(tevâzû)* dan meydana gelmişdir. Allahü teâlâ âhiretde, bu hizmetlerimizden dolayı, bana bir *(ni’met)* verirse, yâni Cennetini nasîb ederse, hemen girmem, derim ki: 


(Yâ Rabbî! Ben bu hizmetleri *(yalnız)* başıma yapmadım, bana yardım eden kardeşlerim vardı, arkadaşlarım vardı, onları da isterim) derim.


Mahşer meydanına dönerim. Bu hizmetlere iştirak eden âbilerin hepsini alır, hattâ onları başımın üzerinde taşır, hep birlikte Cennete gireriz kardeşim.

Harama bakmayalım

Osman Sincârî [kuddise sırruhû] anlatır:


 Hocam Süveyd Sincârî ile Sincar’da bir sokakta yürüyorduk. Hocam bir adamın bir kadına dikkatlice baktığını gördü. Adam gözü ve gönlü ile ona yönelmişti. Hocam ona yaklaşıp haram olan bu işi yapmamasını bildirdi. Ancak adam bundan vazgeçmedi. Bunun üzerine hocam,


- Yâ Rabbi! Bunun bakışını al. Tâ ki bir daha yabancı kadınlara bakmasın, diye dua etti. O sırada adamın gözleri görmez oldu.


Aradan bir hafta geçtikten sonra o kişi Süveyd hazretlerinin dergâhına gelip tövbe ve istiğfar etti, günah işlediğine pişman olduğunu bildirdi. Gözlerinin açılması için dua etmesini rica etti. Süveyd hazretleri [kuddise sırruhû] ellerini açtı ve,


- Yâ Rabbi! Bunun görür hale gelmesini nasip eyle. Zira o, tövbe ve istiğfar etti. Zatına karşı özür diledi, diye duada bulundu.


Bunun üzerine o kişinin gözleri görmeye başladı. Sonradan o kişinin gözü harama değse derhal gözleri görmez olur, haramdan uzak dursa görür hale gelirdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kul hakkı o kadar mühimdir ki, bir *(dank)* kul hakkı için, âhiretde, yetmiş yıllık, cemâatle kılınmış ve kabûl olmuş namâzın *(sevâbı)*, karşı tarafa verilecek. 


Yetmezse, onun *(günâh)* ları buna yükletilip, Cehenneme atılacakdır. Bunu bilen bir müslümân, münâkaşa edemez, kavga edemez, kalp kıramaz. 


Çünkü korkar kul hakkından. Hattâ bir mü'minin kalbini kırmak, *(Kâbe)* yi, yetmiş defâ yıkmakdan daha büyük günâhdır. 


Bu zamanda, islâmiyete hizmeti muvaffakıyetle yapabilmek için, muhâtabın anlıyacağı gibi konuşmalı ve herkese *(tatlı)* dilli ve *(güler)* yüzlü olmalıdır. 


Cenâb-ı Hak, kuluna verdiği ni’metin izhâr edilmesini ister. Yâni cenâb-ı Hak; *(Ben sana şu şu ni’metleri verdim, onları ifşâ et, göster)* buyurur. 


Allahü teâlânın dînine hizmet ni’metinin ifşâsı, gösterilmesi de, *(tatlı)* söz ve *(güler)* yüze bağlıdır. Eğer ben, arkadaşların hatâlarına, kusurlarına *sert* davransaydım, burada hiçbiriniz olmazdınız. 


Peygamber Efendimiz, Eshâb-ı kirâma; *(Ahlâkı güzel olan, Cennetde benim yanımda olacak)* buyurdu. İnsanın şerefi, üstünlüğü, meziyyeti, kıymeti, ilim sâhibi ve edebli olmasıdır. 


Yoksa, çok zengin, çok etiket sâhibi olması, çok meşhur olması, veyâhud filâncanın oğlu olması değildir. Allah indinde insanın kıymeti, *(ilim)* sâhibi olması ve *(edeb)* sâhibi olmasıdır. 


*(Edeb)*, haddini, sınırını bilmekdir. İş yerinde, evlilikde, cemiyetde, her yerde, herkesin bir *(sınırı)* vardır. O sınıra riâyet edildiği müddetçe, bu dünyâ *(Cennet)* olur. 


Bütün sıkıntılar, üzüntüler, kavgalar, hep sınır tecâvüzünden olmakdadır. İşte bu sınır, *(ilim)* dir, yâni islâmiyeti *(bilmek)* dir. 


Dînini öğrenmiyen, ne sınır tanır, ne de sınırsızlık. Önce *(îmân)*, ondan sonra *(ilim)*. Çünkü bütün ibâdetler ilme bağlıdır. Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: 


(Bir talebe, dînine âit bir *(mesele)* öğrenmek için evinden çıksa, hocasının evine kadar yürüse, melekler, bu şerefli kul benim üzerime bassın diye, kanatlarını bunun ayaklarının altına döşerler. 


Ayrıca, havadaki bütün *(kuşlar)*, karadaki bütün *(hayvanlar)* denizdeki bütün *(balıklar)*, bu kul için istiğfâr ederler ve *(Yâ Rabbî, bunu affet)* diye duâ ederler.)