KÖYÜNE GİDİP AYRAN İÇSİN

Anadolu köylülerinden biri, Medîne-i münevverede senelerce kalmış, evlenmiş ve Hucre-i se’âdetde belli bir hizmet yaparmış.

Ateşli bir hastalığa yakalanmış. Canı ayran istemiş. Eğer köyümde olsaydım, yoğurtdan ayran yapdırıp içerdim, düşüncesini gönlünden geçirmiş. 

O gece, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,  Şeyh-ul-Harem  efendiye rü’yâda görünüp, o kimsenin yapdığı işin başkasına verilmesini emr buyurmuş. Şeyh-ul-Harem, Yâ Resûlallah! O hizmeti, ümmetinden filan kimse yapmakdadır deyince,  *‘’O kimseye söyle! Köyüne gidip, ayran içsin!’’* buyurmuşdur. 

Ertesi gün, bu emr bildirilince, köylü baş üstüne diyerek memleketine gitmişdir.

Yalnız gönülden geçen bir düşünce, bu kadar zarar verince, Allah korusun, şaka bile olsa, uygunsuz bir sözün yâhud edebe uymıyan bir hareketin ne büyük bir zararı olacağını bundan anlamalıdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu zamanda *(Enver Abiye)* sormadan yapılan işler meşrû değildir. Meşrû olmıyan iş demek, *(Bunun hesâbını vereceksin)* demekdir. 


Ama sordukdan sonra yapılan iş, meşrûiyyet kazanır, *(Meşrû)* olur. Mes’ûliyyet sizden kalkar. Eğer bir şeyin sonu *(Mutlak)* sa, olacaksa, onu *(Olmuş)* bilin. Kurtuluş yok çünkü. 


Bizim, *(Başarı)* dan kastımız, âhiretdeki başarıdır kardeşim. Yoksa dünyâyı *(Îmâr)* eden, dünyâyı *(Ma’mûr)* eden kişiye, başarılı denmez. Başarı, *(Kalıcı)* olandır. 


Kalıcı olan da *(Âhiret)* dir, dünyâ değil. Hepimiz bir işlerle uğraşıyoruz. Bunun sonunda bir muhâsebe var, bir hesaplaşma var. Bu hesaplaşmada *(Kazanmak)* da var, *(Kaybetmek)* de. 


Velhâsıl âhiretde kendisini Cehennemden kurtaran kişi, *(Başarılı)* dır. Kendisini *(Yanmak)* dan kurtaramıyana hiç başarılı denir mi? 


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *(Kitap)* okumakla geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, yeni bir *(Şey)* öğrenmek için okumuyorum ki. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, mûteber kitaplardan, *(Mehaz)* ını, *(Kaynağı)* nı, *(Vesîka)* sını, *(Senedi)* ni arayıp bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, aramakla geçdi. Ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: *(Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar.)* 


Ancak, bir *(Mürşid-i kâmil)* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı öğrenmişse, onun kitap okuması, zarar vermez. Çünkü bir *(Mürşidi)* var. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin şu kerâmeti varmış, bu kerâmeti varmış, benimle hiç *(Alâka)* sı yok kardeşim. Neden? Çünkü ben *(Yanlış)* yolda idim, ben *(Küfr)* de idim.


Beni *(Küfr)* den kurtardılar, *(Müslümân)* olmama sebep oldular, bundan daha büyük *(Kerâmet)* olur mu? Yâni ben *(Ateş)* de idim, beni yanmakdan kurtardılar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, bir gün evde, yukarıki odada oturuyordum. Kapının zili çaldı. Enver bey inip açdı, sonra gelip; *(Efendim arkadaşlar kitap satışından gelmişler, satış raporunu getirmişler)* dedi. 


*(Açın, okuyun)* dedim. Okudu, çok sevindim efendim. Çok kitap satmışlar, dağıtmışlar. Çok *(Memnun)* oldum, çok *(Duâ)* etdim.


Hattâ pencereyi açıp, o arabaya bakdım. Arkadaşı da gördüm. Enver beye; *(Gidin, çok sevindiğimi ve duâ etdiğimi o arkadaşa söyleyin)* dedim. 


Ve ayrıca; *(Arabayı sürerken dikkat etsin. Melekler kanatlarını, o arabanın altına döşüyorlar)* diye söyleyin dedim. 

● ● ●

Abdülhakim Efendi hazretleri; *(Biz Mektûbâtı teberrüken, yâni bereketlenmek için okuruz, kitâbın heryerini anlıyamayız)*, buyururdu. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine *(Sevgi)* ve *(Muhabbet)* le bakdıkları anda, o talebenin kalbi *(Zikr’e)* başlarmış. 


Bir kişi o kadar *(Zengin)* olsa ki, bütün dünyânın herşeyi onun olsa, malının hepsini *(Sadaka)* olarak dağıtsa, bundan aldığı *(Sevap)*, unutulmuş bir *(Sünneti)* meydana çıkarmanın sevâbına yetişemez. 


Hele *(Farz)* sevâbıyla hiç kıyaslanamaz. İşte bizim *(Kitap)* larımızın yayılmasıyla, *(Farz)* lar yayılıyor kardeşim.

Cihâd

 Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm

Bizi İslâm Milleti'nden, müslimânlardan kılan Allâhü Teâlâ'ya hamd; Allâhü Teâlâ'nın alemlere rahmet olarak gönderdiği Rasûlü'ne, O'nun Âilesi'nin,Ehl-i Beyti'nin, Evladının, hanımlarının ve Eshâbı'nın hepsine salât ve selâm ederim.

Efendim;

Birkaç söz arz etmek isterim. Muvâfık görülürse, aynen veyâhud mes'elenin ruhuna dokunulmaksızın ba'zı kelimelerini ta'dîl ile gazetenizde derc edersiniz!

Gazetenizde intişâr etmekde olan "Esrârlı Hakîkatler" ünvanı altındaki tefrikanızda "Cihâd", "Cihâd-i Ekber ", "Sancak-ı Şerîf Çıkarılması ", "Şeyhülislâm'ın Beyânları" ve sâ'ir ba'zı ibâreler ve kelimeler gördüm. Gayet parlak; fakat içyüzü hakîkatden çok, pek çok uzak ve çürük olan bu ma'nâlar, o zemânlar fi'len vukû' bulduğundan ve şimdi de gazetenizde tefrika dolayısıyla hatırlattırıldığından; bu kelimeleri, İslâm Dîni'nin mahiyyetine ve hakîkatine aşina olmayan mü'min ferdlerin metîn i'tikâdlarını ve îmânlarını sarsmakla ve düşmanların kalblerinde yerleşmiş olan İslâm mehâbetini ve hürmetini de kal' ve kam' eder, kökünden kazır olarak buldum ve anladım.

Efendim; "cihâd" kelimesi, Arab Lugati'nde "Tam bir himmetle, gayretle çok çalışmak, cehd etmek" ma'nâsınadır. İslâm ıstılâhında da "Hâlisan ve muhlisan ancak ve ancak, sırf İslâm Dîni'nin ulviyyeti, yayılması, yardımı uğurunda tam bir azmle, himmetle, gayretle, cehdle çarpışmak, döğüşmek, muharebe etmek" demektir. "Cihâd'ın ve "gazâ"nın ma'nâsı birdir. Muharebe, bu niyyetle olursa, "cihâd" olur ve mutlak sûretde ve her halde galibiyyetle, zaferle nihayet bulur. Bu maksadla yapılan hiçbir muharebe mağlûbiyyet ile bitmez ve bitmemiştir. Zîrâ, Allâhü Teâlâ'nın nusreti, yardımı cihad edenlerle beraberdir. Bunun iki çeşit delîli vardır: Birincisi, naklî delîller ya'nî Âyet-i Kerîmeler ve Sahîh Hadîs-i Şerîfler'dir. Bunlar, İslâm'ın hakîkatine âşinâ ve kalbleri bu hakîkate âgâh olanlara gayet aşikardır ve apaçık meydandadır.İkinci delil ise, sûrî ya'nî maddi delil olup, yukarıda beyan ettiğim vech ile, cihâd var iken İslâm'ın her yerde gâlib ve hakim bulunup hiçbir zemânda, hiçbir mekanda ve hiçbir suretle mağlûb olmadığı, mağlûb edilemediğidir ki, icmâlî olarak arz ederim.

Allah yolunda cihad eden iki yüz kişi de olsa, bir devlete gâlib gelir. Kılıç ya'nî zemânın silahı kâfîdir. Erzaka ve sâ'ireye lüzum kalmaz. Evet, yeryüzünde on iki bin müslimân olsa, müslimânlar mağlûb olmaz. Fakat bu müslimânların bir imam idaresinde bulunması lazımdır. Müslimânlar, müteferrika, darmadağınık olmamalıdır. 

"Cihâd-i Ekber" ya'nî  "en büyük cihâd", her mü'minin bizzât kendisinin en büyük düşmanı olan nefsi ile mücâdelesinden, mücâhedesinden, muharebesinden; kendi nefsi ile uğraşmasından; ya'nî ahlâk-ı zemîmesinin ahlâk-ı hamîdeye tahvîline çalışmasından ibâretdir.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hicretlerinin başlangıcından Ebû Bekr-i Sıddîk'ın "radıyallahü anh" halifelikleri zemânına kadar olan se'âdet devrinde yapılan bütün gazalarda ve bütün seriyyelerde ya'nî gerek Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın emîr ve kumandan olarak bizzat bulundukları muharebelerde ve gerekse nasb ve ta'yîn buyurdukları herhangi bir kumandanları idaresinde yapılan muharebelerin hiçbirisinde, düşmanlarının her husûsda kendilerinden üstün bulunmalarına rağmen, İslâm mücâhidleri mağlûb edilememiş; on sene gibi cüz'î bir zemânda bir şehrden Arabistan Kıt'ası gibi geniş bir ülke İslâm'a dahil olunup kâfirler yerle bir edilmiş; Ebû Bekr-i Sıddîk'ın "radıyallahü anh" halifelikleri zemânında Arablar ile yapılan bütün muharebelerde İslam mücâhidleri muvaffak ve muzaffer olmuştur.

İmâm-i Ömer "Radıyallahü anh" , on seneyi geçen halifelikleri zemânında her nereye teveccüh ettiyse, Allâhü Teâlâ'nın satveti ve nusreti kendileriyle beraber olduğu halde bütün muharebelerde gâlib gelmiş, hiçbir yerde, hiçbir zemânda ve hiçbir suretle mağlub olmamış ve mağlûb edilememiştir. Yine halifelikleri zemânında tâ Kum Dağları'na kadar bütün Afrika Kıt'ası mübarek ellerine geçip Mısr ve Mısr Kıt'aları İslâm Ülkesi'ne dahil olup İslâm'ın satveti altına girmiş; Yemen, Asîr,Aden, Hadramût, Çelîpâr, Bahreyn,Meskat,Necd,Katîf, İslâm hükmüne dahil edilmiş; Arab Irâkı,Acem Irâkı, Kürdistan'ın temâmı,Acemistân, Efgânistân,Belûcistân Nihâvend, tâ Filîpîn Adaları'na kadar ülkeler İslâmiyyet'in satvetine ve şevketine boyun eğmiş; Güneş'in doğup da battığı yerler arası hep îmân nûruyla nûrlanmış, her taraf İslâm ile şereflenmiştir. O zemânlar dünyanın en büyük iki devletinden biri olan Mecûsî Kisrâ Devleti mahv ve perîşân ve Mecûsîler darmadağın edilmiş; hadde ve hesaba sığmayacak kadar çok ganimet İslâm'ın eline geçmiştir. Cüz'î bir zemân içerisinde İslam'ın hükmü Doğu'da, Batı'da, Kuzey'de,Güney'de velhasıl dünyanın her tarafında tahkîm ve te'sîs edilmiştir. Yine bu on senede Hind ve Sind ahâlîsinin Büyük bir kısmı imana gelip İslâm ile şereflenmiş; Doğu Hindistan, Batı Hindistan, Deşt-i Kıpçâk, Güneş'e tapan bütün Türkistan ve o zemânın en meşhur ve en mu'azzam şehrleri olan Hîve,Buhârâ, Semerkand, Taşkend,Gazneyn, Kandhâr ve Hârezm İslâm hududuna dahil edilmiş, buraların ahalisi İslâmiyyet ile şereflenmişlerdir. Kuzey'e doğru Kafkâs'a,Kırım'a ve Kazan'a kadar uzayan Rus memleketi de İslâmiyyet'in satveti ve saltanatı altına girmiştir.

Emevî melikleri zemânlarında yedi sene kadar devam eden İstanbul muhasarasında mücâhidlerin emîri Mesleme bin Abdülmelik, İstanbul imparatorunu sulha mecbûr edip, imparatorun ahd ve va'd ettiği vechile atının üzerinde Eğrikapı'daki sûrlardan şehre girip ve yine atından inmeden gittiği Ayasofya'dan taleb ettiklerini koparıp, alıp Şam'dan İstanbul'a kadar bütün memleketleri zabt ederek buralarda İslâm ahkâmını icrâ etmiştir. 

Endelüs'e geçen çok az sayıdaki İslâm mücahidleri kendilerinden çok, pek çok sayıdaki düşmanlarına gâlib gelmişler; çok kısa bir zemânda koca kıt'ayı zabt ve İslâm hükmünü te'sîs, tahkîm ile ilmler ve ma'rifetler neşr etmişlerdir.

Bağdâd Hükûmeti ve onlara tâbi' olan yirmi kadar İslâm Hükûmeti de İslâmiyyet'in esaslarını az bir zemân içerisinde âlemde yaymışlar, İslâm Mülkü'nü genişletmişler ve İslâm ahkâmını te'sîs ve tahkîm etmişlerdir.

Bunların hepsi, yukarıda icmâlen yazdığım hâlis ve muhlis niyyetlerle yapılan ve böyle olduğu için de Allâhü Teâlâ'nın nusretini ve zaferini va'd ettiği cihâd idi.

Sultan Salâhuddîn-i Eyyûbî de, senelerce devam eden Ehl-i Salîb ya'nî Haçlı Muhârebeleri'nde her sûretle mücehhez, mükemmel ve sayıca çok üstün Ehl-i Salîb'e Allâhü Teâlâ'nın nusretiyle karşı koyup galebe çalmıştır. Kralları başta olduğu halde bütün Avrupa, bütün himmetlerine ve gayretlerine rağmen münhezim olmuş, bozguna uğratılmış; en büyük gâyeleri olan Kudüs'ü İslâm'ın elinden alamamışlar, büyük hüsranlarla zelîl ve murâdlarına kavuşamadıkları halde dönüp gitmişlerdir. Haçlılar ile muhârebe eden İslâm mücâhidlerinin niyyetleri hâlis ve muhlis cihâd idi.

Daha sonraları, Osmanlı sultanları zemânında bütün Avrupa ile yapılan Kosova Meydan Muhârebesi ve Fatih Sultan Muhammed'in o zemânın en metîn, en muhkem, her taraftan denizle, kalın surlarla, birbirinin gerisinde kademeli su bendleriyle ihâta olunmuş dünyanın en müstahkem kal'ası İstanbul'u fethi de İlâhî nusret vasıtasıyla ve buna vedî'a olan cihâdla olmuştur. Bunun gibi, çocuklarının ve torunlarının az bir zemân içerisinde İslâm Mülkü'nü Viyana Sûrları'na kadar genişletip İslâmiyyet'in şevketini ve satvetini asrlarca icrâ etmeleri yine bu cihâda teferru' eden, bu cihâdla alâkalı İlâhî nusretledir. Çok yakın zemânda, Gâzî Edhem Paşa'nın emrindeki ve kumandasındaki İslâm mücâhidleri yine bu İlâhî yardımla birkaç gün gibi cüz'î bir zemânda Yûnân'ı Atina'ya kadar sürdüler. Bunların temâmı cihâda vedî'a olan nusretle icrâ edilmiştir ve bunun içindir ki, her bir muharebe tam bir zaferle ve galibiyetle neticelenmiştir.

Bu muharebelerin hepsinde düşmanlar harb âletleri, techîzât ve sayıca dâ'imâ üstün ve kat-be-kat çok idiler. Bununla beraber kâfirler, muharebelerin hepsinde yerle bir edilmişler ve müslimânlar dâ'imâ hâkim ve dâ'imâ gâlib olmuşlardır.

Asr-ı Se'âdet'den bu son zemânlara kadar İslam sultanlarından hiçbirisi tarafından "Cihâd-i Ekber" i'lân edilmemiş ve "Sancâk-ı Şerîf" çıkarılmamış; bu, belki hatırlarına bile gelmemiştir. Umûmî Muhârebe'de [Birinci Dünya Savaşı'nda] nasılsa işi elde eden rezil ve alçak ba'zı kimseler, kendi fâsid fikrlerini, emellerini ve habîs maksadlarını dîn perdesi altında icrâ etmekte fâ'ideli gördüler. Buna binâ'en çok büyük, ifade edilemeyecek kadar çok büyük iki suçu ya'nî "Cihâd-i Ekber" i'lânı ve "Sancâk-ı Şerîf"in çıkarılması gibi iki büyük suçu işlemekte bir be's görmeyerek bu muhterem ibâreleri ve kelimeleri heder ettiler.

Dînde "Sancâk-ı Şerîf" çıkarmak yoktur! Hiçbir zemân böyle yapılmadı. Bunu, Enver Paşa ihdâs etti. "Cihâd-i Mukaddes" kelimesindeki "mukaddes" ibâresi, Hristiyânlıktan alınmıştır. İslâmiyyet'de "Kudsî" deniyor.

Umûmî Harb'deki "Cihâd-i Ekber" i'lânı, şeytânın ilkâsıyla söylenmiştir. Bu, cihâd değildi. Onun için mağlûb oldular. Bunların gâyesi, Hilâfet-i İslâmiyye'yi ya'nî İslâm Hilâfeti'ni, İslâm Halîfeliği'ni yıkmak idi. Allâh, belâlarını versin! Türkistân'da olup kâfirlerin tâm gâlibiyyetiyle netîcelenen ve birçok müslimânın heder olan kanı da yine o rezîl, aşağılık kimselerin eserlerinden olarak dökülmüştür.

1313 Yûnân Harbi [1897 Teselya Harbi] cihâd idi. 1293 [1877] Harbi, cihâd değil idi. Sultân Azîz'in vekîlleri tertîb etmişlerdi.

Umûmî Harb'in [Birinci Dünya Savaşı'nın] büyük bir mağlûbiyyetle sona ermesi üzerine doğan iki fâhiş zarardan, iki büyük afetden birisi; İslâm'ın hakîkatine vâkıf olmayan mü'min ferdlerin bu netîce ile "Hani yâ cihâdın galebesi, hani yâ cihâdın semeresi?!" diye i'tikâdlarının za'fa uğratılması ve îmânlarının sarsılmasıdır. Harbin büyük bir mağlubiyyet ile sona ermesinin doğurduğu fahiş zarardan ve iki büyük âfetden ikincisi, muharebede gâlib gelen İslâm düşmanlarının öteden beri kalblerinin derinliklerine kadar nüfûz etmiş, işlemiş İslâm hürmetinin, mehâbetinin, korkusunun ve dehşetinin bu gâlibiyyetleriyle kalblerinden sökülmüş, atılmış olmasıdır. Bunlar, hep yerinde olmayan hareketlerin, heder edilen muhterem ibârelerin ve lafzların netîcesidir.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"]

Not: Bu mektûb, Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretleri tarafından "Tasvîr-i Efkâr Gazetesi" nde neşr edilen "Esrârlı Hakîkatler" adlı tefrikaya cevâb olarak yazılmıştır. "Cihâd'ın hakîkatlerini; hâlis, muhlis, sırf Allahü Teâlâ'nın rızası için yapılan muharebelerde İslâm mücâhidlerinin hiçbir zemânda ve hiçbir mekânda mağlûb olmadıklarını anlatmaktadır.

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

Bu zaman kaçmak zamanıdır

 "Şeyhlik yoluna tevessül etme. İmkân nisbetinde insanlardan uzak dur. Çünkü bu zaman kaçmak zamanıdır."

Ebüssü’ûd Cârihî hazretleri evliyânın büyüklerindendir. 930 (m. 1523) senesinde Mısır’da vefât etti. Şehâbeddîn Merhûmî’den ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Hârika ve kerâmetler sahibi idi. Çok talebe yetiştirdi. 

Bu mübarek zat buyurdu ki:

“Otuzüç yaşında idim. Senelerce çalışıp öğrendiğim bilgileri ve güzel ahlâkı, insanlara öğretmek için çırpınıyordum. Tek kişi olsun, benden Allahü teâlâya kavuşturan yolu talep etmiyordu. Gelenler, ancak şu sözleri söylemek için geliyorlardı: 'Efendim bana zulmetti', 'Hanımım beni üzüyor', 'Hizmetçim kaçtı', 'Komşum bana eziyet ediyor', 'Ortağım bana ihanet etti...' Ben de bu sözler karşısında onlarla uğraşmak istemedim. Yalnızlığı seçtim. Bunun, benim için daha hayırlı olduğunu anladım. Ne kimse beni anladı. Ne de ben kimseyi tanıyabildim...”

Çok zaman Ebüssü’ûd Cârihî’yi hâl kaplar, kendinden geçerdi. Bir gün vâli ona, bir sepet içinde muz ve nar getirdi. Fakat o kabul etmedi. Bunun üzerine vâli; “Bunu Allahü teâlânın rızâsı için getirdim” dedi. Cârihî de; “Niyyetin öyle ise, onu fakirlere vermen daha iyidir” buyurdu. Vâli, o muz ve nar sepetini alıp geri döndü. Evine gitti. Cârihî, vâli gittikten sonra, biri âmâ, iki fakiri ona gönderip; “Muz ve nardan Allahü teâlânın rızâsı için bize veriniz” demelerini söyledi. O iki fakir de vâliye gidip, muz ve nar istediler. Fakat vâli onları kovdu. Hiçbir şey vermedi. Fakirler geri geldiler ve durumu Cârihî’ye söylediler. Bunun üzerine Cârihî, birini vâliye gönderip, şöyle söylemesini tenbîh etti: 'Sen, muzun ve narın Allah için olduğunu söylerken yalan söyledin ve sen, Allah için bize bir şey ver diyenleri de kovdun. Bundan sonra sakın bizim dergâhımıza gelme.' Sonradan o vâlinin bedeninde bir hastalık meydana geldi ve çok geçmeden de öldü...

Ebüssü’ûd Cârihî, vefâtından önce bir talebesine şu tavsiyeyi yaptı: “Müridin olmasın. Şeyhlik yoluna tevessül etme. İmkân nisbetinde insanlardan uzak dur. Çünkü bu zaman kaçmak zamanıdır.”

Münâvî onun hakkında şöyle dedi:

“Cârihî’nin gece karanlığında yazdığı yazılar ile gündüz yazdıkları arasında hiç fark yoktu.”

Cârihî hazretleri buyurdu ki: “Rabbinin ismini hürmetle ve ondan korkarak an.”

Kızma!

 Bu Hadîs-i Şerîf'in ravîsi, Ebû Hüreyre "radıyallahü anh" hazretleridir. 

Sahabe-i kirâmdan birisi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a arz etmiş: "Yâ Rasûlallah! Bana bir nasihat et!" Allahü Teâlâ'nın Rasûlü "sallallahü aleyhi ve sellem" hazretleri de [Kızma!] buyurmuşlar. Bir daha arz edince, yine [Kızma!] buyurmuşlar. Bir daha arz edince, yine [Kızma!] diye emr etmişler. 

Gadablanmak, ya'nî kızmak, bir ateştir. Kalb, donmuş kandan ibaretdir. Suyun altındaki ateşin şiddetlenmesiyle, üstünde kaynayan suyun galeyâna gelip taşması gibi, kalb de kızınca, taşar. Bütün vücûddaki damarlar, kalbe bağlıdır ve kalbdedir. Kalbdeki ateş, vücûdun bütün uzvlarına, sinirlerine, damarlarına yayılır. Kalb temâmen boş olursa, derhal ölür. Kalbin sektesi, budur. Kalbin hayatı, kan iledir. Kalb kızdığında, kalbden gönderilen kan, gözün içindeki damarlara kadar te'sîr eder ve göz kızarır. Ellerin hareketleri gayr-i ihtiyârî darbelenir ve bu darbelerde şiddetli olur. Dil, gayr-i ihtiyârî söyler. Ayakların kuvveti artar; uçar gibi yürür. Ba'zan olur ki, utanır veya korkar. Etrafındaki kanlar, içeriye gider. Kalbden taşınca da, ölüm vâkı' olur. Her çeşit günâh, kalbin kızmasındandır. Hadîs-i Şerîf'de üç def'a tekrar buyurulmasının sebebi, budur. Dinde, bu lâzımdır. Her fesâd şey'in, her şerrin menşe'i, gadabdır, kibrdir, haseddir ve ucbdur.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"] 

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

Tütün mes'elesi

 Tütün hakkında hiçbir nehy, yasaklama mevcûd olmadığı halde, nasıl haram veya mekrûh olabilir?! Kahvenin ve tütünün kullanılmasında vâcib olmak, haram olmak, mekrûh olmak, müstehab olmak ve mübah olmak üzere beş vech vardır: Bir kimse, mazarratı ya'nî zararı mûcib olduğunu bilse, hiss etse, tecrübe etse, içmesi haram olur. Bir illeti ve hastalığı varsa ve bu hastalığın ancak tütün ve kahve ile şifa bulacağını bilse ve başka şifası yoksa ve onu almaya muktedir ise, içmesi farz olur. Bilse ki hastalığı başka bir şeyle de şifa bulacak, tütünle de şifa bulacak ve onu almaya da kudreti var; o zemân içmesi, sünnet olur. Eğer malı kendisinin, evladının ve ailesinin nafakasına kifayet etmezse, kullanması mekrûh olur. Bu takdîrde et yemesi de, şerbet içmesi de mekrûhdur. Eğer bu sebeblerden hiçbirisi mevcûd değilse,mübahdır. Bir kadın, babasının evinde tütün içmeyi alışkanlık haline getirmiş, tütüne me'lûf olmuş ise, kocasının evinde o kadının nafakasına ekmek ve su gibi dahil olur.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"]

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

Bid'at Sahipleri ile Kardeş Olmak

*Allahın kulları, kardeşler olunuz!* hadîs-i şerîfine bid'at sahipleri, yanlış manâ veriyorlar. 


(Çünkü ayeti kerimeye, hadisi şerife kafalarına göre mana verilmemesi gerektiğini bilmiyorlar. Bu yaptıklarının bid'at olduğunun farkında bile değiller. Üstelik yaptıklarını doğru zannediyorlar. O yüzden bid'at sahibine tövbe nasip olmuyor. )


Bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı, *(Umdet-ül-Kâri)* ve *başka kitâblarda* da bildirildiği gibi, *(Kardeşler olmanızı sağlayacak şeyleri yapınız!)* demektir. 


Buna göre, bid’at sâhiblerinin, hak yolda bulunan müslimânlarla kardeş olabilmeleri için, *bid’atlerini terk etmeleri ve sünnet-i seniyyeyi kabûl etmeleri lâzımdır.* 


*Bid’atlerinde devâm edip* de, *Ehl-i sünnet olan müslimânları kendileri ile kardeş olmağa çağırmaları, açık bir dalâlet, sapıklık ve çirkin bir hîledir.* 

(Zehirli süt ile, sağlıklı sütü karıştırmayı istemektir. Herkesi zehirlemek istemektir.)


Faideli Bilgiler 429-430

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiç kimse, hiç kimseye bir şey yapmaz, ancak *(Kendi)* ne yapar. Kötülük edenler, birini üzenler, incitenler, *(Helâl)* lık dilemezlerse, âhiretde *(Cezâ)* sını görürler.


Yâni yine *(Kendi)* lerine etmiş olurlar. Allahü teâlânın iyilik murâd etdikleri, hep *(İyilik)* yaparlar. Çünkü yaratılışdan öyledirler. *(Hilkat)* leri, iyilik yapmak üzerinedir.


*(Kötülük)* yapamazlar. Bütün düşünceleri, *(İyilik)* etmek üzerinedir. Bâzıları da hep *(Kötülük)* yapmayı düşünürler, bunlar da *(İiyilik)* yapamazlar. 


*(Arkadaş)* ımız iyi olursa, bu *(Nefs)* in şerrinden kısmen kurtuluruz. En azından yapdığımız işin *(Kötü)* olduğunu biliriz. 


Bunu bilmek de bir *(Fazîlet)* dir. Tersi de olur Allah korusun. İşlediğimiz *(Günâhı)* beğenmek de olabilir. 


İnsan, işlediği günâhı beğenirse *(Küfr’e)* girer, çok tehlikeli. Yapdığının *(Günâh)* olduğunu bilmesi, gene fazîletdir. 


Çünkü *(Tövbe)* yolu açık. Ama, *(Bunda ne var ki canım?)* derse, felâket olur. Niçin? Çünkü *(Îmân)* gider, Allah korusun. 


Âhiretde *(Zaman)* mefhûmunu kaldırıyor Cenâb-ı Hak. Orada zaman yok. Zaman, *(Dünyâ)* da idi. Orada yok. 


Gene orada *(Gün)* ler var, ama güneşin doğup batmasıyla alâkası yok. Oraya *(Mahsus)* bir tarzda günler var. 


Orada zaman yok. Onun için meselâ Efendimiz aleyhisselâm *(Mîrâc)* da, hazret-i *(Osmân)* ın koşarak Cennete girdiğini gördü. 


Hâlbuki hazret-i Osmân henüz *(Dünyâ)* da. Zamanlı olduğu için dünyâda yaşıyor. Ama orda, yâni âhirette *(Zaman)* yok. 


Onun için, Efendimiz aleyhisselâm, *(Mîraç)* gecesinde dünyâdan çıktı, *(Âhiret)* e karıştı ve Allahü teâlâyı âhirette *(Görmüş)* oldu. 


Hazret-i Osmânı da *(Cennet)* e girerken gördü. Onu da âhirette görmüş oldu. Çünkü bu dünyâ *(Hayâl)*, yâni bir *(Görüntü)*. 


Bu görüntünün aslı, âhiretde. Hazret-i Osmân’ın gerçek hayâtı, *(Âhiret)* de. Burda zaman çok uzadığı için *(Ölüm)* ü bekliyor. 


Niye bekliyor? Öldükden sonra *(Âhiret)* e gitsin de, o gerçek hayâtda *(Cennet)* e girsin, diye.

Allahü teâlâ, müslümânlara hizmet edeni çok sever

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, müslümânlara *(Hizmet)* edenleri çok *(Sever)* kardeşim. Şimdi biz de, Türkiye’deki ve bütün dünyâdaki müslümânlara *(Hizmet)* ediyoruz. 


*(Dünyâ)* larına hizmet etmek kıymetli, *(Âhiret)* lerine hizmet etmek daha *(Kıymet)* li. 


Onların Cennete gitmelerine ve *(Küfr)* den, *(Cehennem)* den kurtulmalarına hizmet ediyoruz elhamdülillah. Bütün âbiler, bu sevâba *(Ortak)* dır kardeşim. 


Yeter ki, *(Allah)* için yapsın. Fakat elhamdülillah bizim âbilerin hepsi *(Allah için)* çalışıyor. Hepsi bu *(Sevâba)* kavuşacak inşallah. 


*(Kıyâmet)* de, karşımıza çıkacak bu *(Hizmet)* ler. Efendi hazretlerini seven, Ona *(Bağlı)* olan kimsede, muhakkak bir *(Kıvılcım)* vardır. 


*(Efendi)* hazretlerinin *(Nûr’u)*, onun kalbine bir kıvılcım verir. 


abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, *(Sofra)* da bâzen, tabağındakilerin yarısını yerdi, bir parça kalırdı. Onu da bana uzatırdı ve *(Al, bunu sen tamâmla)* derdi. 


Elhamdülillah, onunla *(İftihâr)* ediyorum kardeşim. Ne büyük ni’met. Bir *(Mürşid-i kâmil)* in yediği yemeğin bakiyesi bana *(Nasîb)* olurdu. 


Onların yemeklerinde *(Feyz)* vardır muhakkak. Bir gün de gitdim yine *(Efendi)* ye, ikindi namâzına. Efendi hazretleri yalnızdı odada. 


Bana; *(İkindiyi kıldın mı?)* dedi. Hayır efendim, daha kılmadım, dedim. *(Hadi gel, gidelim de berâber mescitde kılalım)* dedi. 


Çıkdım, abdest aldım geldim. *(Efendi)* nin peşinde mescide girdim. Sünnetleri kıldık. İkimiz *(Farzı)* kılacağız. Bana döndü; *(Hadi, sen imâm ol)* buyurdu. 


Şaşırdım efendim. Ben *(İmâm)* olacağım Efendiye. Hiç olmaz denir mi? *(Başüstüne efendim)* dedim. Berâber namaz kıldık.


Ben *(İmâm)* oldum, Efendi *(Müezzin)*. Ancak, o namâzı nasıl kıldım bilmiyorum. Titreye titreye, korka korka. 


Efendi’nin imâmı olmak bir *(İltifât)*. Bunlar, hep Efendi hazretlerinin *(Kalp)* lerindeki muhabbetin *(Eseri)* dir kardeşim. 


*(Muhabbet)* olmazsa, bunlar olur mu? Efendi hazretleri, sonra bana; *(Namazdan sonra nereye gideceksin?)* dedi. Efendim, Ankara’ya, dedim.

DİYÂNET

"Diyanet Teşkilatı, devletin bir müessesesi olarak, dinin yanlış anlatılmasına, bozulmasına ve saptırılmasına karşı tarafsız kalamaz. Aksi hâlde “sahte mürşitler”, art niyetli veya cahil kişi ve zümreler ve bunların etrafında oluşan “akımlar”, hem milleti hem de dinî hayatı parçalar. 

Unutmamak gerekir ki, İmâm-ı Âzam, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Hanbel, İmâm-ı Mâtürîdî, İmâm-ı Eş'arî, İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbanî gibi güneşler unutturulunca, ateş böcekleri, kendilerini “aydınlık kaynağı” zannettiler. Gerçekler ortadan çekilince, sahteleri piyasayı doldurdu. 

Diyanet kadrosu, gerçek din büyüklerinin “çizgisinde ve tavizsiz” yürümek zorundadır."


(Seyyîd Ahmed Arvasî)