cihâd-ı ekber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cihâd-ı ekber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cihâd

 Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm

Bizi İslâm Milleti'nden, müslimânlardan kılan Allâhü Teâlâ'ya hamd; Allâhü Teâlâ'nın alemlere rahmet olarak gönderdiği Rasûlü'ne, O'nun Âilesi'nin,Ehl-i Beyti'nin, Evladının, hanımlarının ve Eshâbı'nın hepsine salât ve selâm ederim.

Efendim;

Birkaç söz arz etmek isterim. Muvâfık görülürse, aynen veyâhud mes'elenin ruhuna dokunulmaksızın ba'zı kelimelerini ta'dîl ile gazetenizde derc edersiniz!

Gazetenizde intişâr etmekde olan "Esrârlı Hakîkatler" ünvanı altındaki tefrikanızda "Cihâd", "Cihâd-i Ekber ", "Sancak-ı Şerîf Çıkarılması ", "Şeyhülislâm'ın Beyânları" ve sâ'ir ba'zı ibâreler ve kelimeler gördüm. Gayet parlak; fakat içyüzü hakîkatden çok, pek çok uzak ve çürük olan bu ma'nâlar, o zemânlar fi'len vukû' bulduğundan ve şimdi de gazetenizde tefrika dolayısıyla hatırlattırıldığından; bu kelimeleri, İslâm Dîni'nin mahiyyetine ve hakîkatine aşina olmayan mü'min ferdlerin metîn i'tikâdlarını ve îmânlarını sarsmakla ve düşmanların kalblerinde yerleşmiş olan İslâm mehâbetini ve hürmetini de kal' ve kam' eder, kökünden kazır olarak buldum ve anladım.

Efendim; "cihâd" kelimesi, Arab Lugati'nde "Tam bir himmetle, gayretle çok çalışmak, cehd etmek" ma'nâsınadır. İslâm ıstılâhında da "Hâlisan ve muhlisan ancak ve ancak, sırf İslâm Dîni'nin ulviyyeti, yayılması, yardımı uğurunda tam bir azmle, himmetle, gayretle, cehdle çarpışmak, döğüşmek, muharebe etmek" demektir. "Cihâd'ın ve "gazâ"nın ma'nâsı birdir. Muharebe, bu niyyetle olursa, "cihâd" olur ve mutlak sûretde ve her halde galibiyyetle, zaferle nihayet bulur. Bu maksadla yapılan hiçbir muharebe mağlûbiyyet ile bitmez ve bitmemiştir. Zîrâ, Allâhü Teâlâ'nın nusreti, yardımı cihad edenlerle beraberdir. Bunun iki çeşit delîli vardır: Birincisi, naklî delîller ya'nî Âyet-i Kerîmeler ve Sahîh Hadîs-i Şerîfler'dir. Bunlar, İslâm'ın hakîkatine âşinâ ve kalbleri bu hakîkate âgâh olanlara gayet aşikardır ve apaçık meydandadır.İkinci delil ise, sûrî ya'nî maddi delil olup, yukarıda beyan ettiğim vech ile, cihâd var iken İslâm'ın her yerde gâlib ve hakim bulunup hiçbir zemânda, hiçbir mekanda ve hiçbir suretle mağlûb olmadığı, mağlûb edilemediğidir ki, icmâlî olarak arz ederim.

Allah yolunda cihad eden iki yüz kişi de olsa, bir devlete gâlib gelir. Kılıç ya'nî zemânın silahı kâfîdir. Erzaka ve sâ'ireye lüzum kalmaz. Evet, yeryüzünde on iki bin müslimân olsa, müslimânlar mağlûb olmaz. Fakat bu müslimânların bir imam idaresinde bulunması lazımdır. Müslimânlar, müteferrika, darmadağınık olmamalıdır. 

"Cihâd-i Ekber" ya'nî  "en büyük cihâd", her mü'minin bizzât kendisinin en büyük düşmanı olan nefsi ile mücâdelesinden, mücâhedesinden, muharebesinden; kendi nefsi ile uğraşmasından; ya'nî ahlâk-ı zemîmesinin ahlâk-ı hamîdeye tahvîline çalışmasından ibâretdir.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hicretlerinin başlangıcından Ebû Bekr-i Sıddîk'ın "radıyallahü anh" halifelikleri zemânına kadar olan se'âdet devrinde yapılan bütün gazalarda ve bütün seriyyelerde ya'nî gerek Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın emîr ve kumandan olarak bizzat bulundukları muharebelerde ve gerekse nasb ve ta'yîn buyurdukları herhangi bir kumandanları idaresinde yapılan muharebelerin hiçbirisinde, düşmanlarının her husûsda kendilerinden üstün bulunmalarına rağmen, İslâm mücâhidleri mağlûb edilememiş; on sene gibi cüz'î bir zemânda bir şehrden Arabistan Kıt'ası gibi geniş bir ülke İslâm'a dahil olunup kâfirler yerle bir edilmiş; Ebû Bekr-i Sıddîk'ın "radıyallahü anh" halifelikleri zemânında Arablar ile yapılan bütün muharebelerde İslam mücâhidleri muvaffak ve muzaffer olmuştur.

İmâm-i Ömer "Radıyallahü anh" , on seneyi geçen halifelikleri zemânında her nereye teveccüh ettiyse, Allâhü Teâlâ'nın satveti ve nusreti kendileriyle beraber olduğu halde bütün muharebelerde gâlib gelmiş, hiçbir yerde, hiçbir zemânda ve hiçbir suretle mağlub olmamış ve mağlûb edilememiştir. Yine halifelikleri zemânında tâ Kum Dağları'na kadar bütün Afrika Kıt'ası mübarek ellerine geçip Mısr ve Mısr Kıt'aları İslâm Ülkesi'ne dahil olup İslâm'ın satveti altına girmiş; Yemen, Asîr,Aden, Hadramût, Çelîpâr, Bahreyn,Meskat,Necd,Katîf, İslâm hükmüne dahil edilmiş; Arab Irâkı,Acem Irâkı, Kürdistan'ın temâmı,Acemistân, Efgânistân,Belûcistân Nihâvend, tâ Filîpîn Adaları'na kadar ülkeler İslâmiyyet'in satvetine ve şevketine boyun eğmiş; Güneş'in doğup da battığı yerler arası hep îmân nûruyla nûrlanmış, her taraf İslâm ile şereflenmiştir. O zemânlar dünyanın en büyük iki devletinden biri olan Mecûsî Kisrâ Devleti mahv ve perîşân ve Mecûsîler darmadağın edilmiş; hadde ve hesaba sığmayacak kadar çok ganimet İslâm'ın eline geçmiştir. Cüz'î bir zemân içerisinde İslam'ın hükmü Doğu'da, Batı'da, Kuzey'de,Güney'de velhasıl dünyanın her tarafında tahkîm ve te'sîs edilmiştir. Yine bu on senede Hind ve Sind ahâlîsinin Büyük bir kısmı imana gelip İslâm ile şereflenmiş; Doğu Hindistan, Batı Hindistan, Deşt-i Kıpçâk, Güneş'e tapan bütün Türkistan ve o zemânın en meşhur ve en mu'azzam şehrleri olan Hîve,Buhârâ, Semerkand, Taşkend,Gazneyn, Kandhâr ve Hârezm İslâm hududuna dahil edilmiş, buraların ahalisi İslâmiyyet ile şereflenmişlerdir. Kuzey'e doğru Kafkâs'a,Kırım'a ve Kazan'a kadar uzayan Rus memleketi de İslâmiyyet'in satveti ve saltanatı altına girmiştir.

Emevî melikleri zemânlarında yedi sene kadar devam eden İstanbul muhasarasında mücâhidlerin emîri Mesleme bin Abdülmelik, İstanbul imparatorunu sulha mecbûr edip, imparatorun ahd ve va'd ettiği vechile atının üzerinde Eğrikapı'daki sûrlardan şehre girip ve yine atından inmeden gittiği Ayasofya'dan taleb ettiklerini koparıp, alıp Şam'dan İstanbul'a kadar bütün memleketleri zabt ederek buralarda İslâm ahkâmını icrâ etmiştir. 

Endelüs'e geçen çok az sayıdaki İslâm mücahidleri kendilerinden çok, pek çok sayıdaki düşmanlarına gâlib gelmişler; çok kısa bir zemânda koca kıt'ayı zabt ve İslâm hükmünü te'sîs, tahkîm ile ilmler ve ma'rifetler neşr etmişlerdir.

Bağdâd Hükûmeti ve onlara tâbi' olan yirmi kadar İslâm Hükûmeti de İslâmiyyet'in esaslarını az bir zemân içerisinde âlemde yaymışlar, İslâm Mülkü'nü genişletmişler ve İslâm ahkâmını te'sîs ve tahkîm etmişlerdir.

Bunların hepsi, yukarıda icmâlen yazdığım hâlis ve muhlis niyyetlerle yapılan ve böyle olduğu için de Allâhü Teâlâ'nın nusretini ve zaferini va'd ettiği cihâd idi.

Sultan Salâhuddîn-i Eyyûbî de, senelerce devam eden Ehl-i Salîb ya'nî Haçlı Muhârebeleri'nde her sûretle mücehhez, mükemmel ve sayıca çok üstün Ehl-i Salîb'e Allâhü Teâlâ'nın nusretiyle karşı koyup galebe çalmıştır. Kralları başta olduğu halde bütün Avrupa, bütün himmetlerine ve gayretlerine rağmen münhezim olmuş, bozguna uğratılmış; en büyük gâyeleri olan Kudüs'ü İslâm'ın elinden alamamışlar, büyük hüsranlarla zelîl ve murâdlarına kavuşamadıkları halde dönüp gitmişlerdir. Haçlılar ile muhârebe eden İslâm mücâhidlerinin niyyetleri hâlis ve muhlis cihâd idi.

Daha sonraları, Osmanlı sultanları zemânında bütün Avrupa ile yapılan Kosova Meydan Muhârebesi ve Fatih Sultan Muhammed'in o zemânın en metîn, en muhkem, her taraftan denizle, kalın surlarla, birbirinin gerisinde kademeli su bendleriyle ihâta olunmuş dünyanın en müstahkem kal'ası İstanbul'u fethi de İlâhî nusret vasıtasıyla ve buna vedî'a olan cihâdla olmuştur. Bunun gibi, çocuklarının ve torunlarının az bir zemân içerisinde İslâm Mülkü'nü Viyana Sûrları'na kadar genişletip İslâmiyyet'in şevketini ve satvetini asrlarca icrâ etmeleri yine bu cihâda teferru' eden, bu cihâdla alâkalı İlâhî nusretledir. Çok yakın zemânda, Gâzî Edhem Paşa'nın emrindeki ve kumandasındaki İslâm mücâhidleri yine bu İlâhî yardımla birkaç gün gibi cüz'î bir zemânda Yûnân'ı Atina'ya kadar sürdüler. Bunların temâmı cihâda vedî'a olan nusretle icrâ edilmiştir ve bunun içindir ki, her bir muharebe tam bir zaferle ve galibiyetle neticelenmiştir.

Bu muharebelerin hepsinde düşmanlar harb âletleri, techîzât ve sayıca dâ'imâ üstün ve kat-be-kat çok idiler. Bununla beraber kâfirler, muharebelerin hepsinde yerle bir edilmişler ve müslimânlar dâ'imâ hâkim ve dâ'imâ gâlib olmuşlardır.

Asr-ı Se'âdet'den bu son zemânlara kadar İslam sultanlarından hiçbirisi tarafından "Cihâd-i Ekber" i'lân edilmemiş ve "Sancâk-ı Şerîf" çıkarılmamış; bu, belki hatırlarına bile gelmemiştir. Umûmî Muhârebe'de [Birinci Dünya Savaşı'nda] nasılsa işi elde eden rezil ve alçak ba'zı kimseler, kendi fâsid fikrlerini, emellerini ve habîs maksadlarını dîn perdesi altında icrâ etmekte fâ'ideli gördüler. Buna binâ'en çok büyük, ifade edilemeyecek kadar çok büyük iki suçu ya'nî "Cihâd-i Ekber" i'lânı ve "Sancâk-ı Şerîf"in çıkarılması gibi iki büyük suçu işlemekte bir be's görmeyerek bu muhterem ibâreleri ve kelimeleri heder ettiler.

Dînde "Sancâk-ı Şerîf" çıkarmak yoktur! Hiçbir zemân böyle yapılmadı. Bunu, Enver Paşa ihdâs etti. "Cihâd-i Mukaddes" kelimesindeki "mukaddes" ibâresi, Hristiyânlıktan alınmıştır. İslâmiyyet'de "Kudsî" deniyor.

Umûmî Harb'deki "Cihâd-i Ekber" i'lânı, şeytânın ilkâsıyla söylenmiştir. Bu, cihâd değildi. Onun için mağlûb oldular. Bunların gâyesi, Hilâfet-i İslâmiyye'yi ya'nî İslâm Hilâfeti'ni, İslâm Halîfeliği'ni yıkmak idi. Allâh, belâlarını versin! Türkistân'da olup kâfirlerin tâm gâlibiyyetiyle netîcelenen ve birçok müslimânın heder olan kanı da yine o rezîl, aşağılık kimselerin eserlerinden olarak dökülmüştür.

1313 Yûnân Harbi [1897 Teselya Harbi] cihâd idi. 1293 [1877] Harbi, cihâd değil idi. Sultân Azîz'in vekîlleri tertîb etmişlerdi.

Umûmî Harb'in [Birinci Dünya Savaşı'nın] büyük bir mağlûbiyyetle sona ermesi üzerine doğan iki fâhiş zarardan, iki büyük afetden birisi; İslâm'ın hakîkatine vâkıf olmayan mü'min ferdlerin bu netîce ile "Hani yâ cihâdın galebesi, hani yâ cihâdın semeresi?!" diye i'tikâdlarının za'fa uğratılması ve îmânlarının sarsılmasıdır. Harbin büyük bir mağlubiyyet ile sona ermesinin doğurduğu fahiş zarardan ve iki büyük âfetden ikincisi, muharebede gâlib gelen İslâm düşmanlarının öteden beri kalblerinin derinliklerine kadar nüfûz etmiş, işlemiş İslâm hürmetinin, mehâbetinin, korkusunun ve dehşetinin bu gâlibiyyetleriyle kalblerinden sökülmüş, atılmış olmasıdır. Bunlar, hep yerinde olmayan hareketlerin, heder edilen muhterem ibârelerin ve lafzların netîcesidir.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"]

Not: Bu mektûb, Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretleri tarafından "Tasvîr-i Efkâr Gazetesi" nde neşr edilen "Esrârlı Hakîkatler" adlı tefrikaya cevâb olarak yazılmıştır. "Cihâd'ın hakîkatlerini; hâlis, muhlis, sırf Allahü Teâlâ'nın rızası için yapılan muharebelerde İslâm mücâhidlerinin hiçbir zemânda ve hiçbir mekânda mağlûb olmadıklarını anlatmaktadır.

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

Nefs ile savaş, cihâd-ı ekber, 41. Mektûb

41
KIRKBİRİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, şeyh Dervîşe gönderilmişdir. Sünnet-i seniyyeye yapışmağa teşvîk etmekde ve tarîkati, hakîkati ve Sıddîklığı bildirmekdedir:

Hak teâlâ, zâhirimizi ve bâtınımızı [dışımızı, içimizi] sünnet-i seniyye-i Mustafâviyyeye “alâ sâhib-i hessalâtü vesselâmü vettehıyye” uymakla zînetlendirsin! Muhammed Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mahbûb-i Rabbil’âlemîndir. Ya’nî Allahü teâlânın sevgilisidir. Herşeyin en iyisi, en güzeli, sevgiliye verilir. Bunun içindir ki, Nun sûresi dördüncü âyetinde meâlen, (Elbette sen, en büyük, en yüksek olarak yaratıldın) buyuruldu. Yasîn sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Elbette sen, Peygamberlerimden birisin ve doğru yoldasın) buyuruldu. En’âm sûresi, yüzelliüçüncü âyetinde meâlen, (Onlara söyle: Benim gitdiğim yol, doğru yoldur. Bu yolda yürüyünüz, başka dinlere, nefslerinize uymayınız. Doğru yoldan ayrılmayınız!) buyuruldu. Onun dînine, (Doğru yol) buyuruyor. Onun dîni dışında kalan yollara, felâket yolu deyip, bu yollardan kaçınınız buyuruyor.

O Server “aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlâya şükr etmek ve insanlara hakîkati bildirmek için, (Yolların en hayrlısı, doğrusu, Muhammedin “aleyhisselâm” yoludur) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Rabbim beni en güzel edeble, edeblendirdi) buyurdu.

İnsanın bâtını, zâhirini temâmlamakdadır. Zâhir ile bâtın, birbirinden kıl kadar ayrılmaz. Meselâ, ağız ile yalan söylememek islâmiyyetdir. Yalan söylemek arzûsunu, zahmet çekerek, uğraşarak, kalbden çıkarmak tarîkatdir. Yalan söylemenin kalbe gelmemesi de hakîkatdir. Görülüyor ki, bâtın işi, ya’nî tarîkat ve hakîkat, zâhir işini, ya’nî islâmiyyeti temâmlamakdadır. Tarîkat yolcularına, yolculuklarında islâmiyyete uymıyan şeyler görünür ve gösterilirse, bunlar, o ândaki serhoşlukdan ve hâl denilen şü’ûrsuzluğun artmasından dolayı olur. Sâliki [tesavvuf yolcusunu], bu makâmdan geçirir, uyandırırlarsa, islâmiyyete uymayan birşey kalmaz. Meselâ, ba’zıları, sekr hâlinde iken, Zât-ı ilâhînin bu âlemi ihâta etdiğini, kapladığını sanmışdır. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri böyle söylemiyor. Allahü teâlânın, kendi değil, ilmi herşeyi kaplamışdır diyor ki, âlimlerin sözü dahâ doğrudur. Sôfiyye-i aliyye, bir tarafdan, Zât-ı teâlâya hiçbir şeyle hükm olunamaz, hiçbir ilm Ona yetişemez diyor. Bir yandan da, herşeyi ihâta etmiş, herşeye sirâyet etmişdir, diyor. Sözleri, birbirini tutmuyor. Sözün doğrusu, Allahü teâlâ, bîçûn ve bî-çigûnedir. Ya’nî, hiçbirşeye, düşüncelere benzemez ve nasıl olduğu bilinemez. Ona kavuşan, hayrân, şaşkın ve Ona câhil olur. Orası, mahlûklar için, cehl diyârıdır. İhâta, sereyân gibi sözlerin, o mukaddes makâmda ne işi var? Böyle şeyleri söyliyen, eğer Zât-i ilâhî yerine, te’ayyün-i evveli söyliyoruz derse, sözü o kadar çirkin olmaz. Te’ayyün-i evveli, Zât-i ilâhîden ayrı bilmedikleri için, buna zât diyorlar. Te’ayyün-i evvele vahdet de derler. Mahlûkların hepsinde sârîdir, mevcûddur. Bunun için, Zât-i ilâhî, herşeyi kaplamışdır diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, Zât-i ilâhî, her düşünceden uzakdır. Hiçbirşey, O değildir. Ondan başkadırlar. Te’ayyün-i evvel diye birşey varsa, Zât-i ilâhîden ayrıdır. Bunun ihâta etmesine, Zât-i ilâhînin ihâtası denemez diyor. Görülüyor ki, âlimlerin görüşü, sôfiyyenin görüşünden dahâ ince, dahâ yüksekdir.

Sôfiyyenin Zât-i ilâhî dediklerini, âlimler, zâtdan ayrı bilmekdedir. Zât-i ilâhînin yakın olması, berâber olması da böyledir.

Bâtının, ya’nî tarîkat ve hakîkatin ma’rifetleri, zâhirin, ya’nî islâmiyyetin bilgilerine, tâm uygun olduğu makâm, Sıddîklık makâmıdır ki, vilâyet derecelerinin en üstünüdür. Bu makâmdaki ma’rifetler, islâmiyyetden kıl kadar ayrı olmaz. Sıddîklık makâmı üstünde, yalnız nübüvvet, ya’nî Peygamberlik makâmı vardır. Peygambere “aleyhisselâm” vahy ile ya’nî melek ile gönderilen ilmler, Sıddîklara “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ilhâm ile bildirilmekdedir. Bu iki ilm arasındaki fark, yalnız, vahy ve ilhâm arasındaki farkdır. O hâlde, hiç ayrılık olamaz. Sıddîklık makâmının altındaki makâmların hepsinde az çok, sekr [şü’ûrsuzluk, dalgınlık] vardır. Sekrsiz olan, tâm uyanıklık, yalnız Sıddîklık makâmındadır. Peygamberlik ile Sıddîklık bilgileri arasında, ikinci bir fark da, vahy elbette doğrudur. İlhâm ise, zan iledir. Çünki, vahy, melek ile gelir. Melek, ma’sûmdur. Ya’nî öyle yaratılmışdır ki, yanlışlık yapamaz. İlhâm yeri de, yüksek ise de, ya’nî ilhâm yeri olan kalb, âlem-i emrden olup, yüksek ise de, akl ve nefs ile birlikde bulunduğu için, yanılabilir. Evet, nefs mutmeinne olmuş ise de, Fârisî beyt tercemesi:

Olsa da o, mutmeinne,
sıfatları gitmez yine.

Nefs, mutmeinne oldukdan sonra, sıfatlarının, kendisinde bırakılmasında, nice fâide vardır. Sıfatları yok edilseydi, insan, yüksek derecelere ilerliyemezdi. Rûhu, melek gibi olurdu. Kendi makâmında kalırdı. Rûh, ancak nefse uymamakla yükselebilmekdedir. Nefsde azgınlık kalmasaydı, nasıl ilerliyebilirdi. Kâinâtın efendisi “aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”, kâfirlerle cihâddan geri dönünce, (Küçük muhârebeden döndük, büyük cihâda geldik) buyurdu. Nefs ile savaşmağa, (Cihâd-ı ekber) dedi. Din büyüklerinin nefslerinin azması demek, çok az (Terk-i azîmet) ve (Muhâlefet-i evlâ) etmesi demekdir. [(Azîmet), islâmiyyetin izn verdiği şeyleri de yapmamak, (Evlâ) da, herşeyin en iyisini yapmakdır. Nefs, azîmeti ve evlâyı istemiyor.] Büyüklerin nefslerinde, yalnız bu terki istemek vardır. Yoksa azîmeti ve evlâyı terk etmezler. İşte, nefslerinin, yalnız bu istemesinden dolayı, cenâb-ı Hakka o kadar çok yalvarırlar, o kadar çok pişmân olur, sızlarlar ki, başkalarının bir senede kazandıkları mertebelere, bir ânda yükselmelerine sebeb olur.

Yine sözümüze dönelim! Sevgilinin ahlâkı, sıfatları, her nerede bulunursa orası da sevilir. Âl-i İmrân sûresinde, (Benim izimde yürüyünüz! Allahü teâlâ, sizi sever) meâlindeki otuzbirinci âyet, bunu işâret etmekdedir. O hâlde, Ona “aleyhissalâtü vesselâm” uymağa çalışmak, insanı, Mahbûbiyyet makâmına kavuşdurur. Aklı olanların, iyi, doğru düşünebilenlerin zâhirleri ile, bâtınları ile Habîbullaha “aleyhissalâtü vesselâm” tâm uymağa çalışması lâzımdır.

Mektûb uzunca oldu. Afv buyurunuz! Her bakımdan güzel olanı anlatan söz, güzel olacağı için, uzadıkça, güzelliği artar.

Sûre-i Kehf, yüzonuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbimin kelimelerini yazmak için, deniz mürekkeb olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden deniz biter. Bir deniz dahâ getirsek o da biter) buyuruldu. Vesselâm.

Sözü başka tarafa çevirelim. Düâlarımı bildiren mektûbumu size getiren Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilm sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Geçim darlığından askere gitdi. Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyuya “rahmetullahi aleyh”[1] maâş alması için veyâ yardım etmesi için söylerseniz kerem etmiş olursunuz. Dahâ fazla yazıp başınızı ağrıtmıyayım.