Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cehennem, *(Kâfir)* lerin ve din *(Düşman)* larının yanacağı yerdir kardeşim, derece derece. *(Günâhkâr)* ların yeri değildir. Günâhkârlar, *(Suçlu)* insandır. Cehennem ise, *(Düşman)* ların yeridir. 


*(Kâfir)*, Allahın düşmanıdır. Öyleyse Cehennemde kâfirler yanacak. *(Müslümân)* lardan da Cehenneme giden olacak. Niçin? İşlediği günahda, *(Küfr)* bulaşıklığı olduğu için. 


*(Kâfir)* lik bulaşıklığı olduğu için. Yoksa *(Günâh)* ları sebebiyle değil. *(Küfr)* bulaşıklığı yoksa, Cehenneme girmiyecek. Korkmayın kardeşim, bizim *(Arkadaş)* lara birşey olmaz. 


Onlar, bu zamânın *(Evliyâ)* sıdır. Çünkü onlarda üç özellik var. *(Îtikad)* ları düzgün, yâni ehl-i sünnet. *(Namaz)* larını kılıyorlar ve *(Haram)* dan sakınıyorlar. İşte bu üçü, bu zamanda evliyalık alâmetidir. 


Biz çok *(Bahtiyâr)* ız kardeşim. Bizim arkadaşlar, Peygamber aleyhisselâmın *(Vâris)* leridir. Neden? Çünkü islâmiyeti yayıyorlar. 


Peygamber aleyhisselâmın *(Vazîfe)* si de, islâmiyeti *(Yaymak)* dı. Âbiler de bu hizmeti yapdıkları için, Peygamber aleyhisselâmın *(Vârisi)* olurlar. Mûris, vârisini yolda bırakmaz. 


Şu koca kâinatda, dönen her şey *(Allah)* der kardeşim. Çünkü Allah kelimesinin sonu *(H)* dır. Başındaki eliflâm, bu *(H)* harfini çıkartmak içindir. Allahü teâlânın simgesi *H* harfidir. 


Nefes alırken *(H)* harfi çıkıyor, verirken yine öyle. Hayvanlar, bağırırken *(Zikr)* ediyor. Yapraklar, sallanırken *(Zikr)* ediyor. Su, akarken *(Zikr)* ediyor. 


Çünkü her hareketde *(H)* harfi çıkar. Elini sallasan *H* harfi çıkar. Rüzgâr esse *H* harfi çıkar. Yâni devâmlı sûretde kâinâtda hep *(H)* harfi var. Velhâsıl şu kâinatda Onu *(Zikr)* etmiyen tek nesne yok. 


*(Dostu)* da, *(Düşmanı)* da, canlı cansız herşey, hattâ *(Atom)* un içindeki *(Elektron)* lar, çekirdek etrâfında dönerken *H* harfi çıkıyor. Velhâsıl her dönen şey *(H)* der, yâni *(Allah)* der.

Tevbe

 Din-i islâmda tevbeden daha mühim ve ziyâde müşkül [çok zor] bir ibâdet yoktur.


Tevbenin birinci rüknü [şartı] nedâmettir [pişmanlıktır]. Ciddî nedâmet, büyük helâke sebeb olmuş ihtiyârî bir kabahatten daha büyük bir pişmanlık ve nedâmet hissi duymaktır.


İkinci rüknü, bir daha o cürme avdet etmemek [o günâha dönmemek] azminde bulunmaktır. Ciddî ve hakîkî bir azim ve o azim de kararlılık ve metanet etmek.


Tevbenin üçüncü rüknü, sırf Hak teâlânın rubûbiyyet hakkını edâ etmek; ne dünyevî, ne de uhrevî bir maksad için olmamak.


Bu üç rükün tedrîcen hâsıl olur. Bir anda olmaz ve işlenebilen günâhlarda olur.  Kudretin hâricinde hiçbir kimse mükellef değildir. Bu bildirilenleri göz önünde bulundurmak sühûlete [kolaylığa] sebeb olur.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

Mahşer hayatı

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kıyâmete yakın, çok dehşetli, büyük *(Zelzele)* ler olacak. Dağlar *(Pamuk)* gibi atılacak. Dünyâ, yörüngesinden çıkacak ve yavaş yavaş *(Güneş)* e doğru yaklaşacak. 


Sonra *(Mîzân)*, yâni terâzî, ortadoğu taraflarında kurulacak. *(Sırat)* köprüsü, dünyâdan Cennete giden bir *(Merdiven)* olacak. 


*(Zaman)* olmıyacak. Zaman, dünyâda olur efendim. Orada zaman duracak. O mahşer azâbının *(Şiddeti)* ne insanlar dayanamıyacaklar. 


Yâ Rabbî, azabsa *(Azab)*, Cehennemse *(Cehennem)*, ne olur, şu *(İzdiham)* dan bizi kurtar, bu *(Azâbı)* bizden kaldır, diyecekler. Kolay değil kardeşim. 


*(Güneş)* alçaklara inmiş, hiç *(Gölge)* yok, yer *(Beton)*. Ama bütün bu sıkıntılar, *(Kâfir)* ler için. Mü’minler râhat. Mevlânâ Hâlid hazretleri buyuruyorlar ki: 


Mahşerde, *(Ehl-i sünnet)* îtikâdında olan mü’minler için hiç azap yok. *(Mahşer)*, kâfirler için elli bin *(Sene)* sürerken, bu, mü’minler için birkaç *(Dakîka)* olacak. 


Onlar, *(Arş)* ın gölgesinde iki rekât *(Namaz)* kılacaklar, selâm verince, elli bin sene *(Bitmiş)* olacak. Onun için, bu doğru *(Îtikâd)* çok kıymetli kardeşim. 


Çünkü düşmanı çok. Doğru îtikâdın *(Üç)* düşmanı var. Biri, *(İblîs)*, o mâlum, bütün şeytanların *(Baba)* sı. Bir de, onun evlâtları olan cin *(Şeytan)* ları var. 


Bir de insanın *(Nefsi)* var. Nefs en *(Kötü)* sü. İnsanı *(Kâfir)* yapmadıkça râhat etmez. Onun nihâî hedefi, sâhibini *(Küfr)* e sokmakdır, Allah korusun.

İslâmiyeti duymıyanlar öldükden sonra Cehenneme gitmiyecekler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Dağ)* başında yaşıyan, yâhut amazonlarda, *(Kutup)* larda yaşayıp da islâmiyeti duymıyanlar, öldükden sonra Cehenneme gitmiyecekler. Hayvanlar gibi *(Toprak)* olacaklar. 


Neden? Çünkü *(İnkâr)* yok. İnkâr etmediler ki. *(Cehennem)*, inkârcıların yeri, *(Münkir)* lerin yeri. Duyup da inanmıyanların yeri. Cehennem, *(Küfr)* ün karşılığıdır kardeşim. 


Mü’minin evinde *(Kur’ân-ı kerîm)* okununca, *(Namaz)* kılınınca, oraya dağlar gibi *(Feyz)* gelir. Dağlar gibi. Hattâ dışarı *(Taşar)* efendim. Evin kapısının altından, pencerenin dışından taşar. Konu komşuya gider. 


Müsâit *(Komşu)* ları arar, o *(Ev)* lere girer. Başkasının evinden de size öyle *(Feyz)* gelir. Orada da Kur’ân-ı kerîm okunuyorsa, namaz kılınıyorsa, *(Başkası)* nın evinden de size doğru feyz akar. 


Onun için *(Mü’min)*, mü’minlerin oturduğu mahallede *(Ev)* almalıdır. Bu, çok mühim efendim. 

● ● ●

Vefât etmiş olan bir mübârek zâtın, *(Kabir)* de ne işi olur? O büyük zât, *(Arş-ı âlâ)* dadır, yâni *(Cennet)* dedir. Kabirde olan, sâdece *(Bedeni)* dir. 


Rûhun o *(Kabir)* de ne işi var? İnsan, *(Rûh)* demekdir, o da *(Cennet)* de. Ama biri, onu kabrinde ziyârete geldiği zaman, bir *(İrtibât)* yeri lâzım. 


İşte *(Kabir)*, irtibât yeridir. Bir bağlantı yeridir. Biri onu ziyârete gidip de *(Selâm)* verince, *(Rûh)* ânında o kabre geliyor. Niçin? *(Kim)* gelmiş beni ziyârete, onu *(Görsün)* diye. 


Onun için kabir ziyâretine gitdiğimizde, o zâtın bizi *(Gördüğü)* nü düşüneceğiz. Böyle inanarak ziyâret edeceğiz, çünkü o bizi *(Görüyor)* efendim. 

● ● ●

Bir *(Kız)* ın okuyacağı, yetişeceği yer, onun her şeysi, *(Evi)* dir kardeşim. Evinin dışı *(Ateş)* dir. Ne niyetle olursa olsun. İsterse Kur’ân-ı kerîm kursuna gitsin. 


Nitekim *(Enver)* bey söyledi. Kur’ân-ı kerîm kursuna giden *(Kızlar)* dan bahsetdi. Üç beş tânesi bir araya gelmişler, bilmem nereye gitmişler. Çok *(Fenâ)* kardeşim, çok *(Yanlış)* 


Çok üzüldüm. Hele de bu zamanda. Bir kızın yeri, kendi *(Evi)* dir, annesinin *(Yanı)* dır. Dışarısı *(Ateş)* dir kardeşim. Bütün bunlar, bizim *(Kitap)* larımızı okumamaktan oluyor.

Kur’ân-ı kerîmin üstünlüğü

*Kur’ân-ı kerîmin*, hadîs-i şerîflerden ve başka ilâhî kitâblardan bir ayrılığı ve *üstünlüğü* de şudur ki, bu *kitâb-ı mecîd (ya’nî Kur’ân-ı kerîm)* bugüne kadar *semâdan indiği gibi, değişmemiş olarak kalmıştır.*


*Harfleri ve noktaları bile değişmemiştir demek yetişmiyor*. Çünkü Kur’ân-ı kerîmdeki kelimelerin çeşitli okunuşundan başka, bu kelimelerin *uzun, kısa, açık, kapalı, kalın, ince* gibi okunmaları da, *Resûlullahın bildirdiği ve okuduğu gibi kalmıştır.* 


*(İlm-i kırâet)* denilen ve pek çok kitâbı olan *büyük bir ilme* ve *islâm âlimlerinin bu yoldaki çalışmalarına ve hizmetlerine* bakıp da *şaşmamak elde değildir.*


*Kur’ândan olup da çıkarılmış* veyâhud *Kur’ândan olmayıp da sonradan katılmış* tek bir kelime yoktur. Çünkü, *islâm âlimleri, Kur’ân-ı kerîme dokunulmaması*, ufak bir *şübhenin bile ona yaklaşamaması* için, *çok sağlam bir esâs koymuşlardır.* 


Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmin her asrda *söz birliği* ile gelmesi şarttır.


*Eshâb-ı kirâmdan bugüne kadar,* her asırda, yalan üzerinde söz birliği yapacakları düşünülemeyen *yüz binlerce hâfızlar vâsıtası* ile bizlere gelmiştir. 


Sanki bir an durmayan *coşkun bir nehir* gibi *ebediyete doğru* akıp gitmektedir.


Bugün islâm düşmanlarının yeryüzünü kapladığı bir zamanda bile, elhamdülillah, dünyânın her tarafında, *Allah kitâbının her kelimesi, her noktası birbirine benzemektedir*. 


Bu kitâb-ı mübînin (ya’nî Kur’ân-ı kerîmin) ne kadar çok sağlam olduğu şundan da anlaşılır ki, *Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden bazıları bildirdiği* hâlde, *tevâtür,* yanî *söz birliği* hâlini almayan okuma şekilleri, ne kadar kuvvetli olsa bile, *Kur’ândan olmak için kâfî görülmemiştir.*


Meselâ, *yemîn kefâretini* bildiren *(üç gün oruç)* âyet-i kerîmesini, *Abdüllah ibni Mesûd* “radıyallahü teâlâ anh”, *(üç gün arka arkaya oruç)* olarak bildirmiş ve bunu *fıkıh âlimleri* vesîka bilerek, *kefâret orucunun* üç gün *(mütetâbi’ât)* olarak, yanî *ard arda tutulması* lâzım olmuştur. 


Fakat *Abdüllah ibni Mesûd hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, çok güvenilir ve çok sağlam bir zât* olmakla berâber, sözünde yalnız kaldığı için *(Mütetâbi’ât)* kelimesi *Kur’ân-ı kerîme girememiştir.*


İhtiyât olunarak *bu kelimenin manâsı* alınmış ve yine ihtiyât olunarak *Kur’ân-ı kerîme sokulmamıştır*. Bunlara *(Kırâet-i şâzze)* denir.


Faideli Bilgiler 273-274

Tefekkürün dinimizdeki yeri

Tefekkür, dinimizde önemli bir ibadettir. Tefekkür, günahlarını, mahlukları ve kendini düşünmek Allahü teâlânın yarattığı şeylerden ibret almaktır. Kur’an-ı kerimde iyiler övülürken buyuruluyor ki:

(Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını inceden inceye düşünürler. “Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen [boş, manasız şeyler yaratmaktan] münezzehsin. Bizi Cehennem azabından koru” derler.) [A. İmran 191]


Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:

(Allahü teâlânın azameti, Cennet ve Cehennem hakkında bir an tefekkür, bir geceyi ihya etmekten iyidir.) [Ebuşşeyh]


(Tefekkür, ibadetin yarısıdır.) [İ. Gazali]


(Tefekkür gibi kıymetli ibadet yoktur.) [İbni Hibban]


(Biraz tefekkür, bir sene [nafile] ibadetten kıymetlidir.) [K. Saadet]


(“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardından gelişinde [uzayıp kısalmasında] akıl sahipleri için elbette ibret verici deliller var” [A. İmran 190.] âyeti varken nasıl ağlamayım? Bu âyeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun!) [İ. Hibban]


(Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde düşünün, zatı hakkında düşünmeyin!) [Beyheki]


(Sükûtu tefekkür, bakışı ibret olup çok istiğfar eden kurtuldu.) [Deylemi]


Âlimler buyuruyor ki:

Tefekkür, insanı bilgili eder. Bilgili olan da amel eder. (Vehb bin Münebbih)


Tefekkür, iyilik ve kötülüğünü gösteren bir aynadır. (Fudayl bin Iyad)


Allahü teâlânın azametini düşünen insan, Ona isyan edemez. (Bişr-i Hafi)


Tefekkür zekâyı açar. (İmam-ı Şafii)


Dünyayı düşünmek, ahirete perdedir. Ahireti düşünmek, gafletten kurtarıp hikmet konuşturur. (Ebu Süleyman Darani)


Her fırsatta Allahü teâlânın yarattıklarını tefekkür etmelidir. Mesela eline bakmalı. Parmakları olmasaydı, bir şeyi tutup alması ne kadar zor olurdu. Yahut parmakları hiç kıvrılmasaydı, eller hiç olmasaydı, gözümüz olmasaydı, gözümüz başka yerde olsaydı, halimiz nasıl olurdu? Tırnağın devamlı büyüdüğü gibi, dişlerimiz de büyüseydi ne olurdu? Dişlerimiz kemikle beraber olsaydı, çürüyünce nasıl çekilecekti? Saç uzadığı halde, kaşın ve kirpiğin uzamadığını düşünmeli. İnsan kavak gibi büyüyüp gitseydi, ne olurdu? Bitkilerin, meyvelerin yaratılışını, yıldızların, gezegenlerin bir ahenk içinde oluşunu düşünmeli. Bunları ne kadar mükemmel yarattığı için Allahü teâlâya hamd etmeli! Böylece insanın imanı da kuvvetlenir. Fakat devamlı bunlarla uğraşıp da kendine gereken fıkıh bilgisini ihmal etmek ise çok tehlikelidir.


Tefekkür, dört türlü olur:

1- Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzellik ve faydaları düşünmek, Ona inanıp Onu sevmeye sebep olur.


2- Onun vaat ettiği sevapları düşünmek, ibadet yapmaya sebep olur.


3- Onun bildirdiği azapları düşünmek, Ondan korkmaya, kötülük etmemeye, günahtan kaçmaya sebep olur.


4- Onun nimetlerine, ihsanlarına karşılık, nefsine uyarak günah işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek, Allah’tan utanmaya sebep olur. Allahü teâlâ, yerlerde ve göklerde bulunan mahlûkları düşünerek ibret alanları sever.


Hazret-i Musa’nın ümmetinden biri, 30 sene ibadet eder, bir bulut kendisini gölgeler. Bir gün bulut gelmez, güneşte kalır. Annesi, (Bir günah işlemişsindir) der. Çocuk, (Hayır, günah işlemedim) der. Annesi, (Göklere, çiçeklere bakıp da Yaratanın azametini düşünmediysen, bundan büyük hata olur mu?) der.

Eshâb-ı kirâm arasında vâkı' olan münâkaşa ve hadiseler

 HÜLÂSA VE LÂHIKA

       [Özet ve Ek]

Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) yolunda canını fedâ, mal ve menâlini bezl ile yardımcı olan bil-umum Eshâb-ı kirâmın (rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) isimlerini ta'zîm ve hurmetle yâd etmek [saygıyla anmak] üzerimize vâcibdir. Ayrıca şanlarına yakışmayan ve yaraşmayan sözleri konuşmak ve dile almak, asla câiz değildir. Buna cür'et edenler sapıktır ve vebâldedir.

Peygamberi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sevenlere, Eshabını da sevmek vâcibdir. Zirâ Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever, onları sevmeyip, onlara düşmanlık edenler, bana düşman olduğu için düşmanlık eder. Onları inciten, beni incitmiş olur, bu sûretle bana ezâ ve cefâ edip, hâtırımı kıran da, muhakkak Allahu teâlâyı incitmiş olur. Hiç şübhe yoktur ki, Hak teâlâyı inciten, onun azabına ve kahrına giriftâr olur [tutulur]" buyurdular.

Ve yine buyurdular: "Hak celle ve alâ Bir kuluna hayır murâd ederse dâimâ Eshâbımın sevgisini kalbine indirir ve can-ü gönülden Eshâbımı sever".

Hal böyle olunca, Resûlullahın eshabı arasında meydana gelen münazaa ve münâkaşaları başkanlık sevgisi ve nefislerinin hevâ ve heveslerine bağlayıp onlara dil uzatan ve böyle itikad edenin bu hali, o bedbahtın nifâk ve şakî olduğuna alâmettir.

Zirâ Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün eshabının nefisleri tertemiz olup, sohbet ile müşerref ve o sohbetin bereketleriyle nefsin istekleri, taassub [inad], başkanlık sevdası ve dünya makamları arzusu gibi şâibelerden münezzeh ve mutahhar [beri ve temiz], hırs, kin, garaz ve sâir nefsin rezîl ahlâkından müberra' olmuşlardır.

İz'an ve insâf lâzımdır ki, bir kimse bu ümmetin evliyâsından birinin sohbetine yetişip birkaç gün sohbetinde bulunarak, o sohbet sebebiyle ahlâk-ı hamîde ve faziletlerinden istifâze ve istifâde edenlere yedi iklimde beha [değer] biçilmezken, nasıl olur da Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân), Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) büyük muhabbetleri sebebi ile, onun uğrunda can, mal, mülk, evlâd, ezvâc, peder, vâlide [baba, ana] ve vatanlarını terk ve fedâ edip, uzun zaman sohbetlerinde bulunarak her bakımdan feyz ve ilme kavuşarak ahlâk-ı peygamberî ile ahlâklanıp, ahlâk-ı rezîleden temizlenmiş ve nefisleri tezkiyeye ve itminana kavuşmuş iken, kendi aralarında meydana gelen müşâ-cere ve münâkaşalara, bir takım maksadlı kimselerin, kendi nefislerine benzeterek söyledikleri ve yazdıkları gibi, çirkin ve yakışıksız ifâdeler kullanılsın, Hâşâ sümme hâşâ!

Peygamberin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Eshabı hakkında böyle şeyler tasavvur etmek [hatırına getirmek] asla ve kat'a [kesinlikle] câiz değildir.

Bu kötü düşünceliler, bilmezler mi ki, Eshâb-ı kirâma buğz edenler, doğrudan doğruya Server-i Âlem'e (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buğz ve adâvet [düşmanlık] etmiş oluyorlar. Ve onlara noksanlık isnâd etmek Fahr-i Âlem'e (sallallahü aleyhi ve sellem) noksanlık isnâd edilmiş olur.

Bunun içindir ki, din büyükleri: "Sahabeye ta'zîm ve tevkîr etmeyen [saygı göstermeyen] Resûlullah'a îman etmemiş olur" demişlerdir.

Cemel [deve] ve Sıffîn hâdiseleri, ta'n ve teşnî [dil uzatma ve ağzını bozma] sebebi değildir. Her iki tarafta bulunanların cümlesi mazûr ve belki mecûrdurlar [sevaba kavuşmuşlardır]. Zirâ hadîs-i şerîfde vârid olduğuna göre, ictihâdında hatâ eden müctehide bir ve isâbet edene iki sevab vardır.

Şübhe yoktur ki, o büyükler arasında vâkı' olan münâkaşa ve hadiseler dünyevî emel ve ihtiraslar sebebiyle olmayıp, sırf ictihâda binâen meydana gelmiştir. İmam Kurtubî'nin Tezkiresinin Muhtasarının yüzyirmi üçüncü sahîfesinde İmam Şa'rânî diyor ki:

Muâviye ve Alî'nin (radıyallahü anhüma) savaşları, ictihadlarının birbirine muhalif olmasından doğan dînî bir mes'ele idi. Dünyevî değildi ki, mezmûm [çirkin, ayıblı] olsun. Belki dinî olduğundan memdûh ve makbûl idi.

İmam Kurtubî ve Abdülvehhâb Şa'rânî ki -bu dînin büyüklerindendir- yine aynı sahîfede bildiriyorlar: Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz buyurmuşlardır ki: " Benden sonra Eshabım arasında fitne çıkacak, kıtal ve muhârebe olacaktır. Benimle olan sohbetlerinden dolayı Cenâb-ı Hak onları afv ve mağfiret eder. Onlardan sonra müslüman iki fırka arasında, bunların muharebeleri gibi, vâkı' olacak fitnede iki taraftan hiç kimse ma'zûr değildir". Zirâ onlarda sohbet yoktur. Ya'nî Sahabe değillerdir. Zirâ insan sevdiği ile haşr olur.

Eshâb-ı kirâmın hepsi esasen Server-i Âlem'i (sallallahü aleyhi ve sellem) severdi. Yine bu sahîfede yazılı olan bir hadîs-i şerîf gösteriyor ki, sahabenin aralarındaki muharebelerde öldüren de, ölen de Cennetliktir.

Sahabe-i kirâm efendilerimizin cümlesi büyük müctehidlerdir. Bir müctehid, her ne kadar, kendinden yüksek bir başka müctehidin, ictihâdına uymayan ictihadda bulunsa da, yine de kendi ictihâdı ile amel etmesi, üzerine farzdır. Bir başkasını taklîd etmesi ve ona uyması câiz değildir.

İmam-ı A'zamın şâkirdleri [talebesi] olan İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ve kezâ İmam Şâfi'nin tilmizinden olan Ebû Sevr ve Müznî'nin, üstâdlarının reyine muhâlif ne kadar [çok] ictihâdları vardır.

Onların haram dediğine halâl ve halâl dediğine haram demişlerdir. Ve bunlara, günah işlediler ve hata ettiler denilmez ve diyen de yoktur. Zirâ ihtilâfları ictihâdla alâkalıdır ve kendileri müctehiddir. Netice-i kelâm:

İmam Ali'nin (radıyallahü anh) Mu'âviye ve Amr İbni As'dan (radıyallahü anhümâ) efdal [daha üstün] ve a'lem [daha bilgili] olup, onlardan üstün olduğunu gösteren daha birçok fazîlet ve kemaller ile mütehalli [süslenmiş, bezenmiş] bulunması ve ictihaddaki isâbet ve kudret derecesi, düşünce ve tefekküründeki metanet ve sağlamlığı hususuna müncer olur ki, buna da biz, evet, doğrudur, deriz. Lâkin onlar da sahabe idi ve bu yüzden hepsi müctehid idiler. İmam Ali'nin (radıyallahü anh) doğru görüşünü ve hakka isâbet eden ictihâdını taklîd eylemeleri câiz değildi. Belki kendi rey ve ictihadlarının muktezâsıyla [gereği ile] amel etmeleri lâzım ve vâcib idi.

Burada hatıra bir düşünce gelebilir: Cemel ve Sıffîn vak'alarında İmam Alî (kerremallahü vecheh) ile beraber Muhacir ve Ensâr'dan pek çok Sahabe-i kirâm da var idi ki, bunlar da Hazreti Ali'nin (radıyallahü anh) re'yi hilâfına ictihâd etmeyip, ona mutî ve münkad olup, müctehid oldukları halde imama ittiba'ı [hazreti Ali'ye uyumayı] vacîb bildiler. Bu da gösteriyor ki, muhaliflerin ittiba' etmemeleri, her ne kadar ictihâd sebebi ile olsa da, yine İmam Ali'ye (radıyallahü anh) uymaları vâcib idi.

Cevâb olarak deriz ki, İmam Alîye (kerremallahü vecheh) muvâfakat edip ittiba' edenler, taklîdle muvâfakat etmeyip, ictihâdlarının, uyuşmasından dolayı imama tâbi' olmuşlardır. Çünkü onların ictihadları İmam Ali'ye (radıyallahü anh) ittibaı vâcib göstermiş olduğundan, bu ictihadları da imamın ictihadına uygun olmuştur. Bunun içindir ki, Eshâb-ı kirâmın büyükleri ictihadları icâbı, hakkı tahsîl maksadıyla [doğruyu bulmak için] niza' ve cidaller [münâkaşalar ve muhârebeler] yaparak bunca kan döktüler.

Hasıl-ı kelâm o vakit Eshâb-ı kirâm efendilerimiz üç bölük oldular. Bir kısmı hakkı, İmam Ali (radıyallahü anh) tarafında görüp ona ittibâ'ı vâcib bildiler. Bir kısmı da Muâviye (radıyallahü anh) tarafını haklı görüp ona muvafakat edip İmam Ali'ye (radıyallahü anh) muhalefette bulundular. Üçüncü kısım her iki tarafın reyine itibâr göstermeyip, tarafsız kalmışlar, sükûnet ve selâmeti tercih etmişlerdir.

Bu üç bölüğünde hareketleri isabet ve hak olup, ma'fû ve mecrûrlardır. [Afv edilmiş ve sevaba kavuşmuştur].

Burada bir sual hatıra gelebilir: Bu takrîr ve beyandan anlaşıldığına göre, İmam Ali (radıyallahü anh) ile harb edenlerin hareketleri hak ise, bu meşhûr olana aykırıdır. Zirâ hak İmam Ali'nin (kerremallahü vecheh) tarafında olup, berikiler ma'fû ve belki de me'cûr olmakla beraber muhtîdirler [hatalıdırlar]. İslâm kitablarının çoğunda da böyle değil midir? 

Cevab olarak deriz ki, İmam Şâfiî ve Ömer İbni Abdülazîz gibi din büyükleri Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından hiç birine hatalı demeği câiz görmediler. Yine büyükler buyurmuşlardır: " Büyüklere hatâ nisbet etmek hatadır". Ve haklarında red veya kabûl, haklı veya haksız gibi sözlerle dilini uzatarak ağzını açmak büyük küstahlıktır.

Cenâb-ı Hakkın bizlere fermanı şu yoldadır ki, onların kanlarını hedere ve akıtmağa ellerimizi bulaştırmak nasıl ki en şeni' [alçakça işlenmiş] bir cinâyet ise, Eshâb-ı kirâma haklı-haksız isnadlarla dillerimizi bulaştırmak da asla ve kat'a câiz değildir. En doğru yolda işte budur. Delilleri tedkîk ve iyice anlayan, vak'aları inceden inceye araştırdıktan sonra, hakîkatte hak İmam Alî (kerremallahü vecheh) iledir ve muhalifleri hatâdadır, demeleri ve hükm etmeleri şu şekilde takyîd olunur ki, eğer İmam Ali'nin (radıyallahü anh) muhalifleri ahval ve vaziyeti enine boyuna ve derinlemesine mulâhaza edip düşünseler, meseleyi esaslı münâzaralarla müzâkere [etüt] etmiş olsalardı, itikadlarıından dönmeleri mümkündü. Nitekim Cemel vak'asında, Zübeyr (radıyallahü anh) sonraları, esas mes'eleyi dikkatle teftîş ve tefehhus eyleyip [iyice inceleyip araştırınca] işin hakîkatini etraflıca mülahaza eyledi ve müşâcere ve münâzaadan pişman oldu, vaz geçti. İşte hakîkat itikad ve hüküm budur. Yoksa İmam Alî (radıyallahü anh) ve beraberinde bulunanlar hak üzere ve muhâribleri olan Âişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) ve ona uyanlar batıl işle meşgul oldular demek ve onlara hatâ isnâd etmek asla câiz olamaz.

Hulâsa-i kelâm bu mes'ele şerîatte fer'-i [itikadla alâkalı olmayan] fıkhî bir mes'eledir ve ictihadlardaki ihtilâflardan ibârettir.

Her ne kadar bu zamanda kalbleri bâtınî [iç] hastalıkları ile hasta bir çok kimse, Muâviye ve Amr bin Âs (radıyallahü anhümâ) haklarında uzun dillilik ederek hürmetsizlikte bulunsalar da, meselenin hakîkati, yukarıda açıkladığımız ve anlattığımızdan öte bir şey değildir.

Bu şekilde olan kimseler anlamaz ve düşünmezler mi ki, Sahabe-i kirâmdan birini incitmek ve kusur isnâdıyla haklarında lâyık olmayan sözler söylemek, bizzât Server-i Âlem'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ezâ ve kusur isnâd etmektir. Allahu teâla bizi böylelerinin şerlerinden korusun. 

Şifâ-ı Şerîf'de Mâlik bin Enes'den naklen buyuruluyor ki: Muâviye ve Amr İbni Âs'a (radıyallahü anhümâ) kâfir veya dalâlet ehli diyen, yahud söven veya teşni' [ağır sözlerle] dil uzatan kimse, ne demişse, o odur ve söyledikleri aynen kendisine döner. Bu habis [çirkin] sözler insanların yanında söylenirse, söyleyeni şiddetle cezâlandırmak lâzımdır.

Allahu teâlâdan din, dünyâ ve âhırette afiyet ister ve Ondan kerîm olan Peygamberinin hurmetine, haklarında: "Onları seven mümin ve müttaki, onları sevmeyen münâfık ve şakîdir [kâfir veya facirdir]" buyurulan Eshâbının muhabbetini kalbimize doldurmasını dileriz. Âmin.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 552-...-557]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine gitdim, bakdım, Efendi çok *(Üzgün)*, korkdum tabii. İçimden; *(Hayrdır inşallah)* dedim. Efendi hazretleri beni görünce anlatdı. 


Buyurdu ki: Hilmi, filân *(Kişi)* bize ve bu câmiye, çuvalla *(Pirinç)* gönderdi, çok *(Şeker)* gönderdi, çok *(Un)* gönderdi, böyle çok *(İyilik)* leri oldu. 


Fakat, Allah bana bir *(İmkân)* verse, her zerresini *(Geri)* veririm. Hepsini *(İâde)* ederim, ona o kadar *(Krıldım)* buyurdu. Sonra ne oldu biliyor musunuz? 


O kimse, oranın *(Eşrâf)* ından biriydi, ama çok *(Zelîl)* oldu, *(Aklı)* gitdi, afedersiniz sokaklarda *(Pisliği)* ni yapar hâle geldi. Tövbe yâ Rabbî, Allah muhâfaza etsin. 

● ● ● 

İşte böyle kardeşim, Abdülhakim Efendi hazretlerine *(Gider)* dim. Ellerinden *(Öper)* dim, otururdum. *(Sabah)* namâzında giderdim, tâ *(Yatsı)* ya kadar kalkmazdım. 


Başkaları da gelirdi. Onlar bahçede *(Oyun)* oynarlar, *(Koşar)* lar, *(Zıplar)* lardı. Ben ise hiç bahçede oyun filân oynamazdım. Hep Efendi’nin yanında olurdum. 


Mübârek anlatır, anlatır, sonunda; *(Anladın mı?)* diye sorardı. Ben de; Evet efendim anladım, derdim. Bir gün yine Efendi ile *(Bahçe)* de oturuyorduk. 


*(Beni dinliyen kazanır, ama dinliyen yok, dinliyen yok!)* buyurdu, bunu iki defâ söyledi. Sonra bana bakıp; *(Ama sen dinlersin değil mi?)* diye sordu Mübârek. 


Ben hemen; *(Evet efendim, dinlerim)* dedim. Onların himmetleri işte, onların teveccühleri. Bütün bu *(Hizmet)* ler, Abdülhakim Efendiyi dinlememizin bereketi kardeşim. 

● ● ● 

Allahü teâlâdan *(Ümit kesmek)* olmaz. Hattâ O’nun mağfiretinden ümit kesmek, *(Küfr)* olur. Neden? Çünkü, *(Kur’ân-ı kerîm)* de çok yerde geçiyor. 


*(Benden ümit kesmeyin!)* diyor Allahü teâlâ. Öyleyse O’ndan ümîdini kesen, Kur’ân-ı kerîme karşı gelmiş olur, mâzallah *(Kâfir)* olur. 


Ama efendim, benim günâhım *(Çok)* derseniz, evet, senin *(Günâh)* ın çok. Ama Allahü teâlânın *(Afvı)* ve *(Mağfireti)* daha çok. Hattâ *(Sonsuz)*. 


Onun için Allah’dan ümit kesmek yok. *(Ümit)* li olacağız. Sizin her adımınıza *(Sevap)* var kardeşim. 


Bütün ibâdetlerin en kıymetlisi nedir biliyor musunuz?; *(Emr-i mâruf)* ve *(Nehy-i münker)* dir. İşte siz, bunu yapıyorsunuz. Ne mutlu size.

Bişr-i Hafî’ hazretleri ve ikinci defa hacca gidecek olan adam

 _Ebû Nasr Temhâr şöyle anlatmaktadır:_

“İkinci defa hacca gideceklerden biri, Bişr-i Hafî’ye vedâya geldi. Ona;

 _“Ben hacca gidiyorum, bir emriniz var mı?”_ dedi. 

Bişr-i Hafî; _“Ne kadar harçlığın var?”_ diye sorunca; _“İki bin dirhem harçlığım var”_ dedi. Bişr-i Hafî;

 _*“Hacca gitmekle zühdü mü, Kabe’ye olan aşkını mı, yâhud, Allah rızâsını mı kastediyorsun?”*_ diye tekrar sorunca, adam; 

_“Allah rızâsını kastediyorum”_ dedi. 

Bişr-i Hafî; 

_“O hâlde evinde dururken Allah’ın rızâsını kazandıracak bir şeyi söylersem, yapar mısın?”_ dedi. 

O zât;

 _“Evet yaparım”_ karşılığını verdi. 

Bunun üzerine; 

_“O hâlde sen bu iki bin dirhemi, borcunu ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula, nüfûsu kalabalık, geçimi dar olan bir aileye, yetimi sevindiren bir yetim bakıcısına ve bunlar gibi on kişiye yirmişer dirhem ve hattâ istersen hepsini bunlardan birine ver. Zîrâ müslümanı sevindirmek, düşkünlere el uzatmak, sıkıntıyı gidermek ve zayıflara yardım etmek, *nafile yapılan yüz hacdan* daha sevâbtır. Kalk da dediğim gibi yap. Şayet böyle yapmak istemiyorsan, bana kalbindekini söyle”_ dedi. 

Vedâya gelen; 

_“Doğrusu kalbimde hacca gitmek tarafı kuvvetlidir”_ deyince, Bişr gülümseyerek, adama döndü ve; 

_*“Servet, şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde, nefs, kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ve sâlih ameller yaptığını göstermek ister. Halbuki, Allahü teâlâ, yalnız müttekîlerin amelini kabul eder”_* buyurdu.

O nûr sönünce bütün câmiler zulmette kaldı

 Bâyezid câmi-i şerîfindeki Kadî Beydâvî tefsîri dersinin, rahatsızlıkları sebebiyle inkıtaından sonra kendilerini ziyarete gittiğimde sekiz-on ahibba ile şadırvan yanında sohbet ederken ahibbadan bir zât... geldi. Elini öpüp bir kenara oturdu. Bir müddet sonra bir sırasını bulup: Efendim, bana bir hâl oldu. Câmiler bana karanlık geliyor. Hangi câmiye girsem, sıkılıyorum. Dışarı çıkmak istiyorum diyen nefsinden vâkı' şikâyete Îşân (kuddise sirruh):

"Senin gördüğün zulûmât, Bâyezid câmiindeki dersin kesilmesiyle, nûrun sönmüş olmasıdır. O dersin nûru, yalnız o câmi'i değil, bütün câmileri tenvîr ederdi. O nûr sönünce bütün câmiler zulmette kaldı " cevabını verdiler. 

Âcizâne kanâatim odur ki, o nûrun sönmesiyle, yalnız İstanbul câmileri değil, üç ma'lûm mescîd-i şerîf müstesnâ, bütün dünya câmileri karanlıkta kaldı. Çünkü Efendi hazretlerinin buyurduğu gibi, -ki dersin sonunda söylerdi- bu dersin bir mislini, bütün İslâm memleketlerini sayarak, Hind kıt'ası hâriç, hiçbir yerde bulamazsınız sözleri, belirtilen beyâna bir huccettir. Bu vesîle ile bir hüsn-ü hâteme ve büyük müjde olarak şu mühim husûsu da belirtmek istedim:

'El-mer'ü mea men ehabbe" [Kişi sevdiği iledir] hadîs-i şerîfindeki sırrın, Îşân'ın (kuddise sirruh) bütün dost ve muhibleri hakkında tecelli etmiş olmasıdır.


15-Rebi'ülevvel- 1404 [1983]

El-fakîr pür taksîr bende-i Îşân

Ahmed Nûreddin 


[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 270]

Mürtedler ve hayırlı iş

 - Mürtedler sabaha kadar hayırlı bir işin zuhuru [olması] için konuşsalar, tahakkukunda o iş şer olarak zuhûr eder. Mürtedler bir şerrin zuhûrunu temenni etseler, o şer iş kendiliğinden tahakkuk eder. [Îşân mürtedler derken, ervâh-ı habîse diye de ilâve etmiştir].

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 269]