Seyyid Muhammed Emin Arvâsî Efendinin yazmış olduğu dörtlük

Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin "kuddise sirruh" büyük oğlu aynı zamanda halifelerinden olan Seyyid Muhammed Emin Arvâsî Efendinin "kuddise sirruh" yazmış olduğu dörtlük.

Seyyid Muhammed Emin Efendi hacda Ravza-i Mutahhara‘da iken Resulullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin aşkından ciğerleri yanmış, dönüş yolunda Tur-ı Sina’da vefat etmiştir. Cenabı hak derecelerini Âli eylesin Amin.

Ez tabibî hâsitem ez behri derdi dil devâ,

Gufti hey hey in hayâl çün nakşi bâşed ber hevâ,

Guftemeş migufte end her derdi râ dermânı hest,

Gufti ney ney gerguzer gerdez kanun-i şifa.


Doktorumdan gönül yaram için ilaç istedim.

Dedi hey hey, bu havaya nakşedilmiş yazı gibi bir hayaldir.

Ona dedim, ama her derdin bir devası vardır derler,

Dedi ney ney, senin derdin şifa kanununu aşmış.

İkindiyi kıldın mı?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birgün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bana; *(İkindiyi kıldın mı?)* dedi. Hayır efendim kılmadım, dedim. *(Ben abdest alayım, mescidde berâber kılalım)* dedi. 


Hemen şadırvanda *(Abdest)* aldı. İkimiz mescide girdik, sünnetleri kıldık, kâmed getirdim. Farzı kılacağız. Efendi bana; *(Sen geç, imâm ol)* dedi. 


(Olmaz) denir mi? *(Başüstüne efendim)* dedim. Beni imâm yapdı Mübârek. İkimiz namaz kıldık. Hiç unutmam, ne *(Tatlı Namaz)* dı o yâ Rabbî. 


Mehmet Ma’sûm hazretleri, birgün talebelerinin arasına geliyor ve; *(Ne konuşuyordunuz?)* diye soruyor. 


Diyorlar ki; Efendim birbirimizin yaşını merak ediyorduk, *(Sen kaç yaşındasın?)* *(Sen kaç yaşındasın?)* diye soruyorduk. Halîfelerinden biri de *(Rükneddîn Hân)*. 


(Hân) demek, bir memleketin *(Vâli)* si demek. Mehmed Ma’sûm hazretleri, Vâli Rükneddîn Hâna dönüp; *(Yâ Rükneddîn sen kaç yaşındasın?)* diye soruyor. 


Rükneddîn Hân cevâben; *(Efendim, bendeniz üç yaşındayım)* diyor. Herkes şaşırıyor tabii. Koca adam üç yaşında olur mu diye. 


Rükneddîn Hân; Yâni efendim, sizinle tanışalı *(Üç sene)* oldu. Daha evvelki *(Hayâtı)* saymıyorum, çünkü o vakitler *(Ölü)* gibiydim, diyor. 


Üç senedir anladım *(Hayât)* ın ne olduğunu, onun için üç yaşındayım diyorum, diye arz ediyor. İşte *(Sevgi)* böyle olacak kardeşim. 


Rabbimiz hepimize din ve dünyâ *(Seâdeti)* vermiş. Ne *(Ni’met)* dir bu. Bu zamanda bu *(Büyük)* leri tanımak, ne büyük *(Şeref)* dir. 


*(El-ulemâ vereset-ül enbiyâ)* Yâni bizim Büyüklerimiz, Peygamberlerin *(Vâris)* leridir, *(Vekîl)* leridir. Ne mutlu onları tanıyanlara. *(Sevmek)* şöyle dursun, *(Tanımak)* bile ne büyük ni’met. 


Hele tanıdıkdan sonra bir de *(Sevdi)* mi, o zaman seâdete kavuşdu demekdir. Çünkü *(Feyz)* yolu açılır, feyz gelmeye başlar, *(Kalp)* den kalbe akar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kimse, eğer kendisinde zerre kadar bir *(Üstün)* lük, bir *(Meziyet)*, bir üstün *(Sıfat)* düşünürse, o, kâmil bir mü’min değildir. 


Çünkü kâmil bir mü’min bilir ki: Benim her yapdığım *(İyilik)*, Allahın kudretiyle olmakdadır. Benim herhangi bir *(Kudret)* im yok ki, der. 


Allahü teâlâ iki tâne *(Güneş)* yaratmış. Biri, *(Beden)* için, biri de *(Kalp)* içindir. Kalb’in güneşi, Efendimiz aleyhisselâmdır. Yâni Onun *(Kalbi)* dir. 


*(Vücûd)* umuzun güneşi ise, bildiğimiz gökdeki bu *(Güneş)* dir. 


*(Küfür)* den kurtulmamız için, *(Îmân)* ımızın kuvvetlenmesi için, *(Îmân)* lı ölmemiz için, *(Mürşid-i kâmil)* ler, sevdiklerinin *(Kalb)* ine teveccüh ederler.


İçindeki *(Pislik)* lerin, yâni *(Günâh)* ların temizlenmesi için üstün *(Gayret)* sarf eder ve o kalbi, o pisliklerden *(Temiz)* lerler. 


Bir insanın *(Kalb’i)* böyle temizlenirse, onun için *(Îmân)* sız ölme tehlikesi yokdur. Bir başkası, bütün *(İlim)* leri bilse ve bu ilimlere uygun *(Amel)* etse, bunun îmânsız ölme *(Tehlike)* si vardr. 


Çünkü bu yol, *(Îmân)* yolu’dur. Nitekim; *(Cennetin kapısından, îmânı olanlar girer)* buyuruluyor. Yoksa çok ibâdet yapanlar, çok âlimler değil. 


Peki, bu *(İlim)* ler, bu *(Amel)* ler, ne içindir? Sırf îmânı *(Korumak)* içindir. Dolayısıyla, büyüklerin kalbe olan *(Teveccüh)* lerinin sebebi budur. 


Peki *(Kim’e)* teveccüh ederler? Talebelerine, sevdiklerine, ona bağlı olanlara. *(İmâm-ı Rabbânî)* hazretlerinin *(Yolu)* nun diğerlerinden farkı şudur: 


Diğer büyükler, talebelerini, sevdiklerini, *(Küfr’e)* düşmekden ve Cehenneme girmekden kurtarmak için, *(Şöyle şöyle yap ve kurtul)* derler. 


Bu *(Büyük)* ler ise, son nefesine kadar onu *(Tâkib)* ederler, son nefesinde de gelirler, *(Îmân)* la ölmesine yardım eder ve onu *(Îmân)* la âhirete gönderirler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


(İslâmiyet), iki kelimeyle özetlenebilir. Bu iki ke-lime, (Evet) ve (Hayır) dır. Ama bunun için de (İlim) lâzım, yâni bilmek lâzım. Nerede [evet] di-yecek, nerede [hayır] diyecek? 


Bunu iyi bilmek lâzım. Bunu da, herkes bilemez ki. 

Bunu, ancak (Allah dostları) yâni (Evliyâ zâtlar) bilir. (Evet) denecek yerde [hayır] derse, yanar efendim. 


Meselâ Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Peygamber Efendimize (Evet) yerine [Hayır] deseydi, (Ebû Cehil) den daha (Tehlike) li olurdu. 


Yâhut da Ebû Cehil, (Hayır) diyeceğine, [Evet] deseydi, Hazret-i Ömer’den daha (Üstün) olurdu. Bu iş (Nasip) meselesidir kardeşim. 


(Eshâb-ı kirâm) efendilerimiz, Resûlullah Efen-dimizden (Mûcize) beklemediler. Hiç böyle şeyler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü buna (İhti-yaç) ları yokdu. 


Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek (Sohbet) inde bulunmakla (Şeref) lendiler. Hiçbir şey, sohbet gibi (Kıymetli) olamaz. 


O (Sohbet) de bulunmakdan daha büyük (Kerâmet) yokdur. Bunu, Mektûbât bildiriyor. 

Evliyânın (Sohbet) inden istifâde etmenin de şart-ları var. 


Nedir onlar? Önce, o zâta karşı (Edeb) li olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: (Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır.) 


Sonra o büyüklerden (Kerâmet) beklemiyecek. Biz kazandıklarımızı, (Abdülhakim Arvasi Efendi) hazretlerine olan (Edeb) imiz sâyesinde kazandık. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri çok (Sevimli) idi. Ama çok da (Heybet) liydi. Heybetinden yüzüne bakamazdık. Bu (Büyük) lerin her [zerre] si, her [hücre] si Al-lahü teâlâyı (Zikr) eder. 


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: (Hak gelirse, bâtıl gider). Hakkın gelmesi için de gay-ret lâzım, yorulmak lâzım, üzülmek lâzım, ağlamak lâzım. 


Osmânlılar, (Viyana) ya kadar gitmeselerdi, dö-vüşmeselerdi, oralara (Hak) gitmezdi. Dolayısıyla oradaki insanlar (İslâmiyet) le şereflenemezdi.

Eshab-ı kirâm ile pek güzel bir gün geçirdik

 Yükümüz cam, merkeb topal, yolumuz çok uzun.

Perşembe günü 1347, ezanî sâat 9. Sa'dabadda eshab-ı kirâm ile pek güzel bir gün geçirdik.

Abdülhakîm

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 419]

Hak verirse kabiliyet şart değil

 Fârisi beytler:

Bu kalbin çaresi nihâyet ihsândadır,

Hak verirse, kabiliyet şart değil,

Belki kabiliyetin şartı, Onun vermesidir,

Vermek öz ise, kabiliyet kabuktur.


(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild,sf: 419]

FELSEFE

İmâm-ıRabbânî (Kaddesallahu teala sirreh) hazretleri buyurdular ki;

"Felsefî ilimler, mu'teber (kıymetli) ilimlere dâhil değildirler.  Çok konuları lüzumsuzdur ve kişiye bir şey vermezler. İslâm kitablarından aldıkları bir kaç konuyu da değiştirmişlerdir. Bunlarda da hâkim olan cehl-i mürekkeb olmakdır. Çünkü aklın oralarda işi yoktur. Nübüvvet (Peygamberlik) hâli ve bilgileri, normal insanların aklının çok üstündedir."


(Mebde ve Me'âd Risâlesi, 38. Fıkra)

İSM-İ ÂZAM Duası

 Bismillâhirrahmânirrahîm. Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin abdike ve nebiyyike ve rasûliken nebiyyil ümmiyyi ve alâ âlihi ve sahbihi ve bârik ve sellim. Allâhümme yâ Hayyü yâ Gayyûm! Yâ İlâhenâ ve ilâhe külli şey'in ilâhen Vahîdâ. Lâ ilâhe illâ ente. Yâ zel celâli vel-ikram! Allâhümme innî es-elüke bi enne lekel hamdü lâ ilâhe illâ entel Hannânül Mennânü bi dîus-semâvâti vel erd! Yâ zel celâli vel-ikram! Yâ Hayyü yâ Gayyûm! Allâhümme innî es-elüke bi enneke entellâhüllezî lâ ilâhe illâ entel Ehadüs Samedüllezî lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad. Ve ilâhüküm İlâhün Vâhidün lâ ilâhe illâ hüver rahmânürrahîm. Lâ ilâhe illâ hüvel Hayyül Gayyûm. Allâhümme innî es-elüke bi enneke Ehadün Samedün lem yettehıiz sâhibeten ve lâ veled. Allâhümme lekel hamdü  lâ ilâhe illâ ente Yâ Hannânü Yâ Mennân! Yâ bedîas-semâvâti vel erd! Yâ zel celâli vel-ikram! Lâ ilâhe illâ hüvel Hayyül Gayyûm. Ve ilâhüküm İlâhün Vâhidün lâ ilâhe illâ hüver-rahmânürrahîm.  Lâ ilâhe illâ hüv. Lehül esmâ-ül hüsnâ Yâ Zâhir! Yâ Gayyûm! Allâhümme innî es-elüke bi enneke Ehadün Samedün lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad. Allâhümme innî es-elüke bi enne lekel hamdü entellâhüllezî lâ ilâhe illâ entel Mennânü bedîüs-semâvâti vel erdi Yâ zel celâli vel-ikram! Yâ Hayy! Yâ Gayyûm! Ehraztü nefsî bil hayyillezî lâ yemût. Ve elce'tü zehrî lil Hayyil Gayyûm.  Lâ ilâhe illâ ente ni'mel gâdir.  Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez zâlimîn. Ve üfevvidü emrî ilallâhi innallâhe basîrun bil ibâd. Ve lâ havle ve lâ guvvete illâ billâhil aliyyil azîm! Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İslâmiyet, iki kelimeyle özetlenebilir. *(Peki)* ve *(Hayır)*. Ama bunun için de *(İlim)* lâzım. Nerede (peki) diyecek, nerede (hayır) diyecek? 


Bunu iyi bilmek lâzım. Bunu da, herkes bilemez ki. Bunu, ancak *(Allah adamları)* bilir, herkes bilemez, (peki) denecek yerde *(Hayır)* derse, yanar efendim. 


Meselâ *(Hazret-i Ömer)* radıyallahü anh, Peygamber Efendimize (evet) yerine *(Hayır)* deseydi, *(Ebû Cehil)* den daha *(Tehlike)* li olurdu. 


Veyâhut da *(Ebû Cehil)*, (hayır) diyeceğine, *(Peki)* deseydi, *(Hazret-i Ömer)* den daha *(Üstün)* olurdu. Bu iş *(Nasip)* meselesidir kardeşim. 


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, Resûlullah Efendimizden *(Mûcize)* beklemediler. Hiç böyle şeyler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü buna *(İhtiyaç)* ları yokdu. 


Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *(Sohbet)* inde bulunmakla *(Şeref)* lendiler. Hiçbir şey, (sohbet) gibi *(Kıymetli)* olamaz. 


O *(Sohbet)* de bulunmakdan daha büyük *(Kerâmet)* yokdur. Bunu, *(Mektûbât)* bildiriyor efendim. Allahü teâlânın *(Sevgili kulu)* olmanın ölçüsü, Onun dînini *(Yaymak)* dır. 


Evliyânın *(Sohbet)* inden istifâde etmenin şartları var kardeşim. Önce, o zâta karşı *(Edeb)* li olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *(Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır.)* 


Sonra o büyüklerden *(Kerâmet)* beklememelidir. Biz kazandıklarımızı, *(Büyük)* lerimize olan *(Edeb)* imiz sâyesinde kazandık. Efendi hazretleri çok *(Sevimli)* idi. 


Çok da *(Heybet)* liydi. Heybetinden yüzüne bakamazdık kardeşim. Bu *(Büyük)* lerin her bir (zerre) si, her bir (hücre) si Allahü teâlâyı *(Zikr)* eder. 


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: *(Hak gelirse, bâtıl gider)*. Hak gelmesi için (gayret) lâzım, (yorulmak) lâzım, (üzülmek) lâzım, (ağlamak) lâzım. 


Osmânlılar, *(Viyana)* ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara *(Hak)* gitmezdi. Dolayısıyla oradaki insanlar *(İslâmiyet)* le şereflenemezdi.

HAK EDİLMİŞ BİR TEŞEKKÜR

Çok sevdiğim bir ağabeyim yayınevi kurmaya karar verdiğinde böyle sürpriz problemlerle karşılaşacağını hiç düşünmemişti şüphesiz... 

Daha ilk adımda bir çelme ki sormayın... 

Şöyle oldu: Öğrencilik yıllarından beri severek okuduğu ünlü bir tarihçinin “bir solukta” bitirdiği bir kitabı ile başlamak istiyordu yayın hayatına... 

Randevu aldı, Ankara’ya gitti; ünlü tarihçi ile görüşüp, hatırı sayılır bir paraya anlaştı, o harika kitabın yayın hakkını satın aldı. Ağabeyim yurt dışında çocuğunun tedavisi ile meşgul iken, kitabı bilgisayara aktaran çalışanı telefon etti:

- Abi, rahatsız ediyorum ama... Bu kitabın bir yerinde diyor ki; “Sultan 2. Abdülhamid içki içerdi.” Darmadağın olmuştu ağabeyim... 

Kaç para vermiş olursa olsun, bu kitap bu şekilde basılamazdı. “Parayı, yayınevini fedâ ederim, yaşama gayesi saydığım din ve ecdat büyüklerime iftira atılmasına göz yumamam.” dedi. 

Tarihçinin titizliği dillere destandı. Tek kelimesine dokundurmayan bir adamdı. Ağabeyim her şeyi göze alarak telefonu tuşladı: 

- Rahatsız ediyorum efendim. 

- Buyurun lütfen, ne rahatsızlığı... 

- Efendim bu kitabı bu şekilde basamam... Çünkü Cennetmekân Abdülhamid Hânla ilgili yazdığınız cümle bize göre kesinlikle doğru değil.

Parasını peşin olarak almış o yazar, ağabeyimi şaşırttı: 

- Rica ederim, istediğiniz gibi düzeltin. Kitaptan o cümle çıkarıldı. 

*** 

O gece rüyâsında Abdülhamid Hân o ağabeyimin evine geliyor. 

“Sana teşekkür etmeye geldim evlât, berhudar ol! Allahın izniyle çocuğun iyileşecek...” diye bir de müjde veriyor.

Sürpriz bu kadarla bitmiyor. Ağabeyimiz gündüz hastaneye; “Geçmiş olsun”a gelen tanıdıklara bu rüyâsını anlatırken telefonu çalıyor: 

“Çocuğunuzun başına gelenleri duydum, çok geçmiş olsun, inşallah iyileşecek!” diyor Abdülhamid Hânın torunlarından Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu Efendi!.. 


Sadık Söztutan - Türkiye Gazetesi

Gıybet etmek

Gıybet, adam çekiştirmek demektir. Birini gıybet etmenin, ölmüş insanın etini yemek gibi olduğu bildirildi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Miraca çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan kimseler gördüm. "Bunlar kim" dedim. Cebrail aleyhisselam, "Gıybet ederek insanların etini yiyen, şahsiyetlerini zedeleyen kimselerdir" dedi.) [Ebu Davud]

(Kıyamette bir kimse, sevap defterinde, yapmadığı ibadetleri görür. "Bunlar seni gıybet edenlerin sevaplarıdır" denir.) [Harâiti]

(Bir cemaat içinde bulunurken, bir kimse hakkında gıybet edildiğini görürsen, o kimse için yardımcı ol. Ve cemaatı da ondan men etmeye çalış veya oradan kalk git.) [İ.Ebiddünya]

(Din kardeşinin yüzüne söylemekten hoşlanmayacağın şey gıybettir.) [İbni Asakir]

(Bir kimsenin yanında din kardeşi gıybet edilir de, yardıma muktedirken ona yardım etmezse, Allahü teâlâ o kimseyi dünya ve ahirette rezil eder.) [İbni Ebiddünya]

(Bir kimsenin malı az, çoluk çocuğu çok, namazı güzel olursa ve müslümanları gıybet etmezse, kıyamette onunla yan yana oluruz.) [Hatib]

(Falancanın boyu kısadır) diyen birine, Peygamber efendimiz, (Bu sözün denize atılsa, denizi kokutur) buyurdu. (Tirmizi)

Gıybet, insanın sevaplarının azalmasına, başkasının günahlarının kendine verilmesine sebep olur. Bunları her zaman düşünmek, gıybet etmeye mani olur. (İslam Ahlakı)