Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Efendi Hazretleri, bana daha ilk görüşde; *Küçük efendi, ben seni sevdim!* dedi. Onların *Sevgi*’si, bizim *Sevgi*’mize benzemez. 


Demek ki, kendi *Kalb*’inde bana bir *Yer* ayırmış Mübârek, elhamdülillah. İşte o *Yer* ve o *Sevgi* bereketiyle bütün bu *Hizmet*’ler nasîb oldu kardeşim. 


Şurada toplanmamız bile o *Sevgi* bereketiyle *Nasîb* oldu. Ama ben, *Sevgi* nedir? Bir büyüğün muhabbetine *Mazhar* olmak ne demekdir? Hiç bilmiyordum ki. 


Sonradan anladım. Onların *Kalp*’leri, Resûlullah Efendimizin mübârek *Kalb*’inden açılan bir *Pencere*’dir. O pencereden bakan, Resûlullah Efendimizi görür. 

● ● ●

*Hak*, doğru demek, *Bâtıl* da bozuk demek. Hakkı bâtıldan ayırmak ne *Ni’met*’dir kardeşim. Hele bu zamanda. Aslında, Hakkı bâtıldan ayırmak çok *Zor*’dur. 


Ama Abdülhakîm Efendi hazretleri bize bunu *Kolay*’laşdırdı. *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, bize öğretdi elhamdülillah. 


Elli *Sene* evvel, *Bâyezid* câmiinde *İkindi* namâzından sonra, Efendi *Vaaz* veriyor, bir başka *Vâiz* de kürsüye çıkmış konuşuyor. Ama ne konuşma! 


Heyecanla, *Bağıra Çağıra* birşeyler anlatıyor, öyle ki, *Sesi* kubbeyi çınlatıyor. Hem *Genç* hem de *Çene*’si kuvvetli biriydi. Câmi, *Mihrâb*’dan tâ *Kapı*’ya kadar hınca hınç dolu.  


Bütün cemâat *Kürsü*’nün etrâfında toplanmış, bu adamı dinliyor. Hâlbuki o adam *Bâtıl*’ı anlatıyor. kürsüde ikide bir *Ayağa* kalkıyor, elleriyle bâzı *İşâret*’ler yapıyor, yâni *Kendi*’ni satıyor. 


Ama anlatdığı şeyler hep *Yanlış*, hep *Bâtıl*. Millet de onun anlatdıklarını *Hak* zannedip dinliyorlar. Peygamber aleyhisselâmın bir *Duâ*’sı var. 


Nedir o? *Allahümme erinel hakka hakkan ve erinel bâtıla bâtılan*. Ne demek bu?


Yâni yâ Rabbî! Bana *Hakk*’ı hak olarak tanıt. *Bâtıl*’ı da, bâtıl olarak tanıt. İkisini birbirine karışdırmıyayım, diyor. 


O *Böyle* söylerse, biz *Ne* yapacağız? Biz de, *İhlâs Vakfı*’nın kitaplarını okuyup, *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, öğreneceğiz kardeşim. Bu da, ne büyük bir *Ni’met*.

Mukallidlerin bir müctehidi taklîd etmeleri farzdır

Allahü teâlâ, *Muhammed aleyhisselâma indirdiği Kur’ân-ı kerîmde*, insanlara lâzım olan herşeyi bildirdi.  


Onunla gönderdiği *islâm dînini kıyâmete kadar değiştirilmekden koruyacağını* da bildirdi. 


Muhammed aleyhisselâm da, bu *ümmetin kıyâmete kadar bozulmayacağını müjdeledi*. Bütün insanların bu yola sarılmalarını emr eyledi. 


Allahü teâlâ,*(Nisâ)* sûresinin 114. âyetinde meâlen, *(Mü’minlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız)* buyurdu. Bunun için, *islâm âlimlerinin(müctehid alimlerin) İCMA'ı*, din bilgileri için *delîl, huccet ya’nî sened* oldu. 


*Bu icmâ’dan ayrılmak yasak oldu.*


Bu yolu, bu icmâ’ı bilmeyen câhillerin *bilenlerden sorup öğrenmeleri* lâzımdır. 


Bunu,*(Nahl)* sûresinin 43. âyeti emr etmekdedir. *(Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz! Cehlin ilâcı, sorup öğrenmekdir)* hadîs-i şerîfi, bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmekdedir. 


İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, bir kimsenin *(MÜCTEHİD)* olabilmesi için arabî lügatını ezberlemiş olması, lügat farklarını, kelimelerin, hakîkî ve mecâz ma’nâlarını bilmesi, fıkh âlimi olması, dört mezhebin ihtilâflarını, delîllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, kırâet şekllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsîrlerini bilmesi, muhkem ve müteşâbih, nâsih ve mensûh ve kasas âyetleri tanıması, hadîs-i şerîflerin sahîhlerini, müfterîlerini, muttasıl, münkatı’, mürsel, müsned, meşhûr ve mevkûf olanlarını ayırd etmesi, ayrıca vera’ sâhibi, nefsi tezkiye bulmuş, sâdık, emîn olması lâzımdır. 


*Bütün bu üstünlükler bulunan bir zât taklîd olunabilir. Fetvâ verebilir. Bu şartlardan biri bulunmazsa, müctehid olamaz.*


*Dinde söz sâhibi olamaz.*


*Onu taklîd etmek câiz olmaz. Bunun da, bir müctehidi taklîd etmesi lâzım olur.*


Bundan anlaşılıyor ki, müslimânlar, yâ *Müctehiddir.* Yâhud *Mukalliddir.* Bunun bir üçüncüsü yokdur. 


*Müctehid olmıyanların hepsi, mukalliddir.* 


*Mukallidlerin, bir müctehidi taklîd etmeleri farzdır. Böyle olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir.*


Faideli Bilgiler - Sayfa 103, 104

Hazreti Vahşi radıyallahü anh

Tegâbün sûresi onaltıncı âyetinde meâlen, (Gücünüz yetdiği kadar, Allahdan korkunuz!) buyuruldu.


Furkan sûresi yetmişinci âyetinde meâlen, (Îmân edip tevbe eden ve sâlih ameller işliyenlerin günâhlarını sevâblara çeviririm. Allahü teâlâ günâhları afv edici, acıyıcıdır) buyuruldu.


Hazreti Vahşî radıyallahü anh, bu âyeti işitince, afv için şartlar bildiriyor. Bu şartları yapamazsam korkarım. Bunun dahâ kolayı yok mudur dedi.


Buna karşılık, (Allahü teâlâ, dilediği kullarının şirkden başka herşeyini afv eder) meâlindeki âyet geldi. Vahşî radıyallahü anh, bunu işitince, Allahü teâlâ, beni afv etmek dilemezse, ne yaparım dedi.


Bunun üzerine, (Ey kendilerine zulm eden kullarım! Allahın rahmetinden ümmîdinizi kesmeyiniz! Allahü teâlâ, bütün suçları afv eder. O, gafûr, rahîmdir) meâlindeki âyet-i kerîme geldi. Vahşî, bu müjde bana yeter dedi. Îmân etdi.


Bu âyet-i kerîme, kıyâmete kadar gelecek olan herkes için müjdedir.


Kıyamet ve Âhiret syf. 311

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Yeryüzünde bizim *Kitap*’lar gibisi yok kardeşim. Bu kitaplar, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *Hediye*’si bize. Onların *İhsân*’ları, *Lutf*’ları bu kitaplar. 


Çünkü *Efendi*’yi görmeseydik, bir *Şey*’den haberimiz olmıyacakdı. Ne biliyorsak, hepsini *Ondan* öğrendik. Velhâsıl bu *Kitap*'lar, ehl-i sünnet âlimlerinin *Yazı*’larıdır. 


Bir gün *Bâyezid* câmiinde, *Abdülhakîm Efendi* hazretleri cemâate buyurdu ki: 


Bu gün, *İslâmiyet*’den bir tek *Kıvılcım* kaldı. Yâni söndü, söndü, söndü, bir kıvılcım kaldı. Bir *Gün* gelecek, bu *Kıvılcım* tekrar tutuşacak. İslâmiyyetin *Nûr*’u bütün dünyâya yayılacak. 


Böyle buyurdu Efendi. Öyle *Zan* ediyorum ki, *Efendi*’nin buyurduğu o *Nûr*, işte bizim *Kitaplar*’dır kardeşim. Elhamdülillah, kitaplarımız bütün dünyâya gidiyor. 


Allahın *Lutf*’ü. Bizim kitapları okuyanlara ne *Mutlu* kardeşim. Niçin? Çünkü onlar, bu *Kitap*’larda adı geçen mübârek *Zevât*’dan *Feyz* alacaklar. 


70 sene evvel *Eyüp* câmiine gitdim. Efendi hazretleri *Vaaz* veriyordu. Tam karşısına diz çöküp oturdum. Anlatdıklarını o kadar *Zevk*’le dinledim ki, *Hazîne* bulmuş gibiydim. 


Herkes *Câmi*’den çıkmağa başladı. Ben de kalkıp *Kapı*’ya gitdim. Ayağımda askerî *Postal*’lar var, onların *İpleri*’ni geçirmekle, bağlamakla meşgûl idim. Biri omuzuma eğildi ve; 


*Küçük Efendi*, ben seni *Sevdim*. Bizim evimiz, yukarda, mezarlık içinde. Arada bir *Gel* de seninle konuşalım, *Sohbet* edelim, dedi. 


Bir de *Bakdım* ki, az önce vaaz veren hoca, *Abdülhakîm Efendi*. Bana; *Seni Sevdim* diyor. Ben hem şaşırdım, hem de sevindim. Bir Hoca efendi beni *Sevmiş*.


Hâlbuki böyle *Büyük* zâtların *Sevgi*’sini, teveccühünü kazanabilmek için Ona senelerce *Hizmet* etmek lâzımmış. Ama ben, *Bedava*’dan kavuştum kardeşim.

"Ya Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek

 🌹"Ya Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek!. "

Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri birgün Ebû Bekr bin Mücâhid Mükre hazretlerinin bulunduğu mescide girince, İbn-i Mücâhid hemen ayağa kalktı. Daha sonra İbn-i Mücâhid hazretlerinin arkadaşları kendisine; 

“Sen niçin Vezir Ali bin Îsâ için ayağa kalkmadın da, Şiblî için ayağa kalktın?” diye sordular. İbn-i Mücâhid cevaben şöyle dedi: 

“Ben Resûlullahın aleyhisselâm ta’zîm ettiği bir zât için ayağa kalkmıyayım mı? Ben Peygamber efendimizi aleyhisselâm rü’yâmda gördüm. 

Bana: 

“Ya Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek. O geldiğinde, ona ikramda bulun!"  buyurdu. İki gece sonra yine Peygamber efendimizi tekrar rü’yâda gördüm. 

Bana: 

“Ya Eba Bekr! Allahü teâlâ, Cennet ehlinden olan kimseye ikram ettiğin gibi sana da ikram etti” buyurdu. 

Ben, 

“Yâ Resûlallah! Şiblî bu dereceyi nasıl elde etti?” diye sordum. 

Peygamber efendimiz aleyhisselâm, 

“O, beş vakit namazını kılıp her namazın arkasından beni hatırlıyor ve meâlen, “And olsun size, içinizden bir Peygamber geldi, ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür. Mü’minlere çok merhametlidir. Onlara hayır diler” (Tevbe-128) âyet-i kerîmesini okuyor. Bunu seksen seneden beri yapıyor” buyurdu. Ben bunu yapanı ta’zîm etmeyeyim mi?”

📚 Evliyâlar ansiklopedisi

MÜLHİD ve ZINDIK

*Müslimân görünüp* de, *Ehl-i sünnetten ayrılanlardan kâfir olanlar*, iki kısmdır: 

*MÜLHİD:*

1-Birincisi *âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere* ma’nâ verirken, *kendi akıllarına, görüşlerine o kadar bağlı* kalmışlar ki, *yanılmaları, kendilerini küfre sürüklemiştir.* Kendilerini *doğru yolda sanmakta,* hâlis müslümân olduklarına *inanmakdadırlar. *Îmânlarının gitdiğini anlıyamamışlardır.* Bunlara *(Mülhid)* denir. 

*ZINDIK:*

2-İkincileri, *islâmiyete* zâten inanmazlar. *İslâm düşmanıdırlar*. Müslimânları aldatıp, *dîni içerden yıkmak için müslimân görünürler.* Yalanlarını, iftirâlarını *dîne karışdırmak için âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere ve fen bilgilerine, yalan yanlış, bozuk ma’nâlar* verirler. Bu sinsi kâfirlere *(Zındık)* denir. 

Mısırdaki *mason din adamları(Abduh, Efgani, Reşid Rızaya tabi olan ve çoğu ezher mensubu kişi)* ve yeni türeyen *(sosyalist müslimânlar)* böyledir.  Bu zındıklara *(Fen yobazı)* ve *(Dinde reformcu)* da denir. 

Faideli Bilgiler - Sayfa 96

[Din düşmanları; zındıkları, yani dinde reformcuları kullanarak mülhidlerin sayısını artırıyorlar ve İslamiyeti içerden yıkmaya çalışıyorlar. Çünkü mülhid, halis müslümân olduğunu zannediyor. *Tövbe de edemiyor*. Sapıtmış din anlayışı sebebiyle, İslamiyeti içerden yıktığının farkında değil. Nitekim; Afgani, Abduh, Reşid Rıza gibi masonlar yüzünden birçok Müslüman farkında olmadan ehli sünnetten ayrıldı.]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, ben hep *Mektûbât*’dan veyâ *Abdülhakîm Efendi* hazretlerinden bahsederim. Hattâ birşeyi tekrar tekrar anlatırım. Maksadım, onların *İsmi* anılsın, oraya *Rahmet* yağsın, *Feyz* gelsin diye. 


Çünkü o büyüklerin *Rûh*’ları, isimlerinin anıldığı yerde hemen *Hâzır* olurlar. *Ruh*’da *Zaman* yok, rûh zamansızdır, yeter ki *İsmi* anılsın, hattâ *Hâtırlan*’sın, o anda, o yerde *Hâzır* olurlar. 


İnsan ölürken, her şeyi *Unutur* efendim. Çünkü vücuddan *Can* çıkarken, önce *Beyin*’den çıkmaya başlar, sonra *Aşağı*’ya doğru iner. Canın çekildiği her kademede, orası *Ölür*. 


Meselâ can, *Boğaz*’a geldiğinde, buradan yukarısı *Ölmüş* oluyor. Sonra yavaş yavaş *Aşağı*’ya doğru iniyor. Boğaza kadar gelince, beyindeki *Bilgi*’lerin hepsi siliniyor, *Beyin* ölüyor çünkü. 


Bırakın *Ölüm*’ü, insan yaşlandığı zaman bile, kendi *Evi*’ni unutabiliyor, arkadaşının *İsmi*’ni unutuyor. Hattâ kendi *Oğlu*’nun, kendi *Kızı*’nın ismini bile unutabiliyor efendim. 


Unutkanlık, biz *Kul’lar* için. Hele ölürken, o *Telâş*’la, insan her şeyi *Unutur*. Ama kalp, ölmedi henüz. Çünkü *Kalp*, en son ölür. Can, en son *Kalp*’den çıkar. 


Dolayısıyla bir kalpde *Aşk* ve *Sevgi* varsa, hele *Îmân* varsa, Allah *Sevgi*’si, Resûlullah *Sevgi*’si varsa, bu *Büyük*’lere muhabbet varsa, sevdiği bu *Kimse*’leri karşısında *Görür* efendim. 


Hele Resûlullah *Efendimiz*’i mutlaka görür ve ölüm *Acısı*’nı hiç duymaz. Aslında *Acı* var, ama o duymaz. Niçin duymaz? 


Çünkü Allahü teâlâ, ona, *Efendimiz* aleyhisselâmı gösterir. Onun o akıl almaz *Güzel*’liğini görünce, kendinden Geçer. Aynen *Narkoz* verilmiş kimse gibi olur. 


Nasıl ki, beş vakit *Namaz*’da *Ettehiyyâtü*’yü okurken *Esselâmü aleyke!* diye Peygamber aleyhisselâma selâm veriyoruz ya, işte o *Selâm*’ı, Efendimiz aleyhisselâm işitiyor.


*Bana selâm veren Kim?* diye bakıyor ve o kimsenin yüzünü *Hâfıza*’sına kaydediyor. Vaktâki o mü’min *Vefât* edeceği zaman, hemen geliyor ve nûr *Cemâl*’ini ona gösteriyor. Bu, ne büyük *Müjde* kardeşim!

Eshâb-ı kirâmın yolu Muhammed aleyhisselâmın yoludur

*Dinde reformcuların*, din adamı görünüp, müslimânları aldatmak, böylece *dört mezhebi içerden yıkmak gayretinde* oldukları anlaşılıyor. 


*Dört mezhebi yıkmak, Ehl-i sünneti yıkmakdır*. 


*Çünki, Ehl-i sünnet, amelde dört mezhebe ayrılmışdır. Bu dört mezhebden başka Ehl-i sünnet yokdur.* 


*Ehl-i sünneti yıkmak da, islâmiyyeti yıkmak, Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirdiği hak dîni, islâm dînini yıkmakdır.* 


*Çünki, (Ehl-i sünnet) demek, Eshâb-ı kirâmın yolunda giden hakîkî müslimânlar demekdir.* 


*Eshâb-ı kirâmın yolu, Muhammed aleyhisselâmın yoludur.* 


Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,*(Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz)* hadîs-i şerîfinde, *Eshâb-ı kirâma uymamızı* emr buyuruyor.

 

Uymak, tâbi’ olmak, iki dürlü olur: 

Biri, *i’tikâdda, ya’nî îmânda ya’nî inanmakda* uymaktır. 


İkincisi, *yapılacak işlerde* uymakdır. 


Eshâb-ı kirâma uymak, *inanılacak şeylerde uymak demekdir. Onlar gibi îmân etmek* demekdir. 


*Eshâb-ı kirâm gibi îmân eden müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir.*


*Amelde, ya’nî yapılacak ve sakınılacak işlerin herbirinde Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsine uymak lâzım değildir. Buna imkân da yokdur.*


Her işi Eshâb-ı kirâmın nasıl yapdıkları bilinemiyor. Çok işler de, Eshâb-ı kirâm zamânında yokdu. Sonradan meydâna çıkdılar. 


Ehl-i sünnetin reîsi, *imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir* “rahmetullahi aleyh”. 


*Dört mezheb de, İmâm-ı a’zamın Eshâb-ı kirâmdan öğrenip söylediği gibi inanmakdadır*. 


İmâm-ı a’zam, *Eshâb-ı kirâmdan birkaçını gördü.* Çok şeyleri *bunlardan* işitip öğrendi. Çok şeyleri de, *hocaları* vâsıtası ile öğrendi. 


*İmâm-ı Şâfi’înin ve imâm-ı Mâlikin*, inanılacak ba’zı şeyleri değişik söylemeleri, *İmâm-ı a’zamdan ayrılmak* değildir. 


*İmâm-ı a’zamdan işitdiklerini öyle anlamışlar. Anladıkları gibi bildirmişlerdir*. 


*Sözlerinin aslı birdir. Anlatmaları farklıdır. Dördüne de inanırız. Dördünü de severiz*. 


Faideli Bilgiler - Sayfa 95,96

At insanı anlayamaz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bâzen bir dînî meseleye *Aklım* takılıyor. Kitaplara bakıyorum, bulamazsam, *Hafta*’sı geçmiyor ki, bu mesele ile ilgili bir *Kitap* geliyor. Ömrüm boyunca ne istediysem, hep böyle oldu. 


Bir ara nakşibendî *Büyük*’lerinden birinin *Tefsîr*’ini aradım, haftası geçmedi, *Tefsîr-i Mazharî* diye 10 cild *Kitap* geldi. Senâullahi Pâni Pütî hazretleri yazmış, bu *Eser*’ine de hocasının *İsmi*’ni vermiş. 

● ● ●  

Zaman o zaman ki, şimdi *Îmân*’la ölen çok azaldı. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdular ki: Otuz senedir, insanlara yalnız *Îmân*’ı anlatdım, anlıyan *Üç*’ü *Beş*’i geçmedi. 


*Îmân*’ı olan, Allahü teâlâdan *Korkan* bir kimse, nasıl ayaklarını *Uzatıp* da yatabilir? Âhiretde, ne kadar çok ibâdet yapdığın değil, *Kul Hak*’ları daha mühimdir.


*Korkmak* lâzım. Evet, *İbâdet* çok güzel şey, ama *Kul Hakkı*’nı ödemeden Cennete girilmez. Ayrıca *Gıybet*, zinâdan daha büyük *Günâh*’dır. 

● ● ●  

Meselâ *At*, insana en yakın *Hayvan*’dır. *At*’a, bir *Aritmetik* denkleminden bahsetseniz, bir *İnşaat* projesinden bahsetseniz ve *bin Sene* anlatsanız, At bunları kat’iyyen anlıyamaz. Niçin? Çünkü *Aklı* yok


İşte, *At* ile *İnsan* arasındaki fark, bu kadardır. İnsan, bunları, *Akl*’ı olduğu için anlıyabiliyor. Bunun gibi, *İnsan*’lar ile *Evliyâ*’lar arasındaki fark da böyledir. Normal insan, *Evliyâ*’yı anlıyamaz.


Bu kadar kıymetli olan *Evliyâ*’lar da, *Eshâb-ı kirâm* ile mukâyese edilirse böyledir. Eshâb-ı kirâm da, *Peygamber*’leri anlıyamazlar. 


Peygamberler de, *Ülül-azm* Peygamberleri anlıyamazlar. Onlar da, derece bakımından, *Peygamber Efendimizi* anlıyamazlar. Neden?


Çünkü her Peygamber ve her müslümân Allahü teâlâya *Âşık*’dır. Allahü teâlâ ise, Peygamber Efendimize *Âşık*’dır. Çünkü Ona, *Sevgilim* diyor, *Habîbim* buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün, Ankara’da çok *Sevdiğim* bir arkadaşıma rastladım. Bakdım, çok *Üzgün*. Sebebini sordum. 


Dedi ki: Ben bitdim, *Yirmi* yaşındaki *Kızım*, ölmek üzere. Hastâneden çıkardılar, üç-beş gün ya *Yaşar*, ya *Yaşamaz* dediler. Biz de eve getirdik. Böyle anlatdı. 


Ben de ona; *Peki, siz eve gidin, ben de geliyorum*, dedim. Abdestimi alıp gitdim ve *Bana bir tabak getirin!* dedim. Getirdiler. Tabağın içine *Şifâ* âyetlerıni yazdım. 


Biraz da *Su* koydum ve sürâhiye dökdüm. *Kızınız hep bu sudan içsin, azaldıkça su ilâve edin!* dedim ve çıkdım. Birkaç gün sonra yine rastladım o arkadaşa. Bakdım ki *Neş*’eli, gülüyor. 


*Kız nasıl oldu?* dedim. Hilmicim, vallahi kızım *İyi*’leşdi, hastalığı *Geçdi*, iştahı da yerine geldi. Allah senden râzı olsun, dedi. Ben de *Sevin’dim* tabii. 

● ● ●

*Rastgele* kitap okumayın kardeşim. Bizim *Kitap*’lar size yeter. Bunları okuyan, *Âlim* olur. İçindekilerini yapan da, *Evliyâ* olur. Hem *Okuyun*, hem de *Dağıtın* kardeşim. Niçin böyle söylüyorum? 


Eğer dağıtmazsak *Mes*’ul oluruz. Ecdâdımız,*Kan*’la, *Can*’la, *Mal*’la, islâmiyetin bize kadar gelmesi için büyük *Fedâkâr*’lık gösterdiler. Eğer onlar bu fedâkârlığı göstermeselerdi, biz *Belki* müslümân olamazdık. 


Eğer biz çalışmazsak, islâmiyeti yaymazsak, bizden sonraki *Nesil*, bizden *Dâvâ*’cı olur efendim. Size kadar gelen bu *Emânet*’i, niçin bize ulaştırmadınız? diye bizden dâvâcı olurlar. 


Biz bu kitapları *Yayalım*, isterlerse *Çöp*’e atsınlar, *Raf*’a kaldırsınlar. Bunlar okumayabilir, ama *Elli sene* sonra gelir, biri *Okur*. Bizim vazîfemiz *Dağıtmak*. Çünkü bunlar mıknatısdır. İçinde *Cevher* olanları kendine çeker.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O *Büyük*’lerin *Sevgi*’sini kazanmak ne büyük *Müjde*’dir kardeşim. İşte ben, böyle büyük bir *Zât*’la, yâni Efendi hazretleriyle *Eyüp* Câmiinde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. 


Bir gün *Bâyezid* Câmiine girdiğimde, tesâdüfen gördüm *Kendi*’sini. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi. Ama üniversitedeki *Ders*’e yetişecekdim, fazla duramadım. 


Çıkarken bu *Zât*’ın kim olduğunu sorup soruşdurdum. *Cumâ* günleri Eyüp Sultân câmiinde *Vaaz* etdiğini öğrendim. Ondan sonra olanlar oldu. Bir daha ayrılmadım huzûrundan.


İnsan, o *Büyük*’lerin sözünü *Kim*’den işitirse, onu *Sever*. Efendi hazretlerini biz *Niçin* seviyoruz? Meselâ ben, o *Mübârek*’den hep büyükleri duydum. Onların *Sohbet*’lerini dinledim. 


Hiç bilmediğim *Şey*’leri Ondan öğrendim. Hiçbir şeyden haberim yokdu benim. Herşeyi o mübârek *Zât*’dan öğrendim, Allah *Nûr* içinde yatırsın. Onların sâyesinde *Adam* olduk. 


Yoksa hasâba dâhil değildik kardeşim. Mektûbât kitâbında; *Onlar hayâtda iken de, vefâtlarından sonra da, kerâmetleri devâm eder*, diye yazıyor. 


Onları *Seven*, onların kalbinden *Feyz* alır. Feyz, *Nûr* demekdir. Onlar *Hayât*’da iken, *Yanın*’da iken, kalplerinden nasıl *Feyz* alınırsa, vefâtlarından sonra da öyle *Feyz* alınır. 


Hattâ başka memleketde dahî olsa, *Onlar*’ı seven, *Sevgisi* kadar Onun kalbinden *Feyz* alır. İşte bu, *Müjde*’dir bize. Hem de *Büyük* bir müjde. 


Onun için *Onlar*, hepimizin dâima yanındadır. Allahın *Dost*’larıdır onlar. Peygamber Efendimizin *Vekîl*’leridir onlar. Onları *Seven*, âhiretde de onların yanında olur. 


Çünkü bu büyükler; *Dünyâda kim kimi severse, âhiretde onunla berâber olacak*, buyuruyor. Birbirine *Sevgi* ile bağlananları, kimse koparamaz. 


Ama *Menfaat* için bağlananlar, koparılır. Hele insanı *Aşk* sardı mı, onu ancak *Âşık*’lar anlar. Allahı çok seven O’ndan çok korkar. *Sevgi* ile *Korku* berâberdir. 


Allah sevgisinin alâmeti, harâmlardan sakınmakdır. Allahü teâlâ; *Beni seveni, gidilemiyen yerlere bir anda götürürüm, görülemiyen şeyleri gördürürüm*, buyuruyor.