Yazdığı kitaplarından örnekler vererek kendisini tanıtalım:
Adı Seyyit ise de, kendisi seyyid değil, fellahtır. Başta Eshab-ı kiram olmak üzere, Ehl-i sünnet büyüklerine dil uzatmıştır. Kur’an-ı kerimi, kendi kafasına göre tefsir etmiştir. İbni Teymiyyeci ve mason Abduhcu, sosyalist zihniyetli bir mezhepsizdir. Kitapları, Türkçeye tercüme edilirken galiz hatalar çıkarılmıştır. Bu hâliyle bile, tercümelerde büyük hatalar vardır. Türkçe tercümelerinin sayfa numaralarını da vererek görüşlerini ve maksadını açıklıyoruz:
Bekir Sadak tarafından tercüme edilerek (Cihan Sulhu ve İslam) ismi verilen kitaba bakıyoruz:
(İslamiyet, diğer dinlere nefret manasını taşıyan dinî taassubu asla kabul etmez.) [C. Sulhu s. 22]
Hristiyan ve Yahudi gibi kâfirleri sevmemek, taassup olarak gösterilmektedir. Hâlbuki Allah dostlarını dost, Allah düşmanlarını düşman bilmeyenin imanı geçersizdir. İki âyet-i kerime meali şöyledir:
(Müminler, müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allahü teâlânın dostluğunu bırakmış olurlar.) [Âl-i İmran 28] (Allah'ın dostluğunu bırakan da kâfir olur.)
(Ey müminler, Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin!) [Maide 51]
Yine diyor ki:
(İslam, bütün insanlığı birbiriyle yardımlaşan bir tek birlik sayar. Hattâ İslam’a göre bütün insanlar yekdiğerine yakın bağlarla bağlı olan bir ailedir. Allah’ın adaletinden eksiksiz faydalanma babında, ırk, renk ve din ayrımı yapmadan bütün beşeriyete mutlak adaleti vâdeder.) [C. Sulhu s. 32]
İslam’a göre kâfirlerle Müslümanlar bir aileymiş(!). Bugüne kadar hangi İslam âlimi böyle söylemiştir? İnsanların kardeş olduğunu masonlarla hümanist sosyalistler söylemektedir. Dinimiz, (Ancak Müslümanlar kardeştir) buyuruyor. Evet dinimizde ırk ve renk ayrımı yapılmaz, ama din ayrımı yapılır. Müslümana, zimmiye ve kâfire ayrı ayrı muameleyle emredildik. Müslümandan uşur ve zekât alındığı hâlde, zimmiden zekât değil, harac ve cizye alınır. Müslüman zekât vermeye, namaz kılmaya cebredilir, fakat kâfirler zorlanamaz. İslam âlimlerinin bu hükümleri mevcutken, sosyalist kafalı yazar, kendi başına kurallar koymaktadır.
Nisa sûresi 95. âyet-i kerimesinde, (Allah’ın dinini yaymak için, mallarıyla canlarını feda ederek din düşmanlarıyla cihad edenler, evlerinde ibadet edenlerden daha üstündür) buyurulurken Mısırlı sosyalist şöyle zırvalıyor:
(İslam’ın harpten gayesi hiçbir zaman, zorla Müslümanlığı kabul ettirmek değildir.) [C. Sulhu s. 32]
Bu fikirlerine delil olarak T.D. Arnold isimli bir gayrimüslim gösteriliyor. (C. Sulhu s. 32)
Ne diye bir İslam âliminden değil de, bir yabancıdan delil gösteriliyor? Çünkü ona göre kâfirle Müslüman eşittir, hattâ yabancılara karşı hayranlığı daha fazladır. Öyle olmasaydı, bu kadar müfessirlerimizin birinden nakil yapardı. (İmam-ı Gazali böyle buyurdu) derdi. Böyle demiyor, (Arnold böyle dedi) diyor.
S. Kutup (Fi-zılal) isimli tefsirinde ise, yukarıdaki âyet-i kerimeyi açıklarken, harbin, Allah nizamını beşeri hayata hâkim kılmak için yapılmasının gerektiğini yazmak mecburiyetinde kalmış, böylece tenakuzu meydana çıkmıştır. Yine Fi-zılal’de, (İslam, kendisine inanmayanları zorla davet etmez) diyor. Bir taraftan da, dine davet için savaş yapılmasını söylüyor. Az sonra da, (Savaşla, zorla dine davet olmaz) diyor. Hâlbuki âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki
(Hak din olan İslam’ı kabul etmeyen kâfirlerle, cizye verinceye veya hak dini kabul edinceye kadar savaşın!) [Tevbe 29]
Dinimiz kâfirleri Müslüman yapmak için cihadı emrettiğinden dolayı, Eshab-ı kiram yeryüzüne dağılıp ölünceye kadar cihad ettiler. İstanbul’u fethetmek için kaç kere sefer yapılmıştır. Eyyüb Sultan hazretleri 80 yaşında bunun için İstanbul’a gelmiştir. S. Kutba göre ise, (Bütün insanlar birbiriyle kardeştir, nasıl olur da zorla savaşılır? Kâfirleri Müslüman yapmak için yapılan cihad barbarlıktır.)
S. Kutup bir taraftan, (Müslümanlar ihtilalci olur, ihtilalle başa geçer) derken, bu kitabında da şöyle demektedir:
(İktidara geçmek isteyen, ancak bir tek yoldan bu makama ulaşır: Halkın mutlak arzusu ile, hür seçim yolu ile.) [C. Sulhu s. 119]
Dinimizdeki seçim şekilleri farklıdır. Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık, tayin suretiyle, Hazret-i Ömer’i seçmiştir. Hazret-i Ömer de, halife seçimini altı kişilik bir şûraya havale etmiş, Hazret-i Osman’ı da bu altı kişilik şûra seçmiştir. Ondan sonra biatler yapılmıştır. Mevdudi de, S. Kutup gibi aynı hezeyanı savurmaktadır. Bunların bildirdiği gibi, dinimizde günümüzdekilere benzer bir seçim sistemi yoktur. Dinimizde insanlar kabiliyetleri yönüyle eşit olmadığı gibi, Müslümanlar da, kendi aralarında bile eşit değildir. İnananla inanmayanın oyu eşit değildir. İmam-ı Gazali’nin oyu ile dağdaki çobanın veya çöldeki fellahın oyu eşit değildir. Herkesle istişare edilmez.
Dinimizde, ancak ilim ehliyle, bilenlerle istişare edilirken, S. Kutup, istişareye bile herkesin iştirak etmesini isteyerek şöyle diyor:
(Meşveretin icabı, insanların işlerini idare hususunda hepsinin iştirakinden ibarettir.) [C. Sulhu s. 120]
Mümin kâfir, âlim cahil, salih fâsık ayırt etmeden, eşitlik esası üzerine herkesi davet ediyor. Bu sapık fikrine de İslam diyor.
S. Kutup önceleri sosyalistti. Bir kimsenin öncelerinin sosyalist olması onu kınamayı gerektirmez. Fakat dinimizi sosyalist açıdan anlatmakta, Marksistliğin tesirinden kurtulamadığı ve hâlâ sosyalistliğine devam ettiği görülmektedir. Zekât konusunda ise Marksistliğini hiç gizlememektedir.
Zekât, malın belli bir kısmını Kur’an-ı kerimde bildirilen sınıflara vermektir. Zenginin zekâtını, fakirin eline vermesi gerektiğini bütün Ehl-i sünnet âlimleri bildirmektedir. Meşru hükûmet, aldığı zekât parasıyla, yol köprü yaptıramadığı gibi hiçbir hayır kurumuna da veremez. Zekât, yalnız bu sınıftakilerin hakkıdır. Kur’an-ı kerimde, bildirilen bu hakkı, herhangi bir mezhepsizin değiştirmeye hakkı yoktur. Marksist ruhlu diyor ki:
(Şurası bir gerçektir ki, zekât adını taşıyan bu vergiyi, her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Ve yine cemiyetin ihtiyaç ve şartlarına göre değişebilen belirli bir usul dâhilinde sarf edilmesiyle vazifeli olan da devlettir.) [C. Sulhu S. 152]
S. Kutup zekâtı, günümüzdeki devletlerin topladığı vergiler gibi görüyor. Hâlbuki zekât, fakirin hakkıdır. Cemiyetin ihtiyaçlarına sarf edilmez. Sarf edilmesi dört mezhebe aykırıdır, mezhepsizliktir. Sosyalist Kutbun dini tahrif edici bir başka ifadesi de şöyledir:
(Devlet, ordu kurmak ve onu silahlandırmak için, az olsun, çok olsun, her servetten %2,5 nispetinde bir vergi alınmasını mecburi kılan bir kanun vazetse ve bu vergiden gelen varidatı umumi sarfiyat bölümlerinden askerin masrafına tahsis etse, vay efendim, asker dilencilik etme durumuna düşürüldü, şan ve şerefi ayaklar altında çiğnendi mi denecektir?) [C. Sulhu S. 152-53]
Dinimizde yeni kanunlara ihtiyaç yoktur. Hangi servetten ne miktar zekât, uşur alınacağı bellidir. Bir kere, her servetten zekât alınmaz. Her servetin bir limit noktası vardır. Az olsun, çok olsun denmez. Mezhep imamları dinimizin koyduğu ölçüleri bildirmişlerdir. Havâic-i asliyye denilen lüzumlu ihtiyaç eşyası zekâta tâbi değildir. Zekât her servetten % 2,5 alınmaz. Saime hayvanların zekâtı verilir. Yük taşımak için, yün için beslenen hayvanların zekâtı verilmez. Deve zekâtı beşte birdir. Fakat miktar arttıkça verilecek zekât durumu da değişmektedir. At hayvanı için nisap yoktur. Her at için bir miskal altın verilir.
Belli bir kilodan sonra uşur vermek farz olur. Hayvan gücü, dolap vesaire ile sulanan arazilerde uşur % 5 iken salma su ile sulanabilen arazilerde % 10’dur. S. Kutbun dediği gibi her servetten % 2,5 alınmaz. Dinin bildirdiği hudutlardan dışarı çıkılmaz. S. Kutup, mezhep imamlarının bildirdiği hükümleri din kabul etmeyip, kendi görüşünü din kabul ettiği için böyle saçmalamakta, az olsun, çok olsun, her servetten % 2,5 vergi alınmak için kanun konabileceğinden bahsetmektedir. Dinimiz, binek için olan, yük taşımak için olan hayvanın zekâtı olmaz derken, S. Kutup, her servet tâbirini kullanmaktadır. Dinimizin bütün hükümleri bildirilip, Ehl-i sünnet âlimlerince de, açıklandığı için yeni bir kanuna, S. Kutbun dediği gibi % 2,5’luk vergiyi mecbur kılacak bir kanuna ihtiyaç yoktur. Öyle bir kanun konursa da, onun adı vergi olur, zekâtla ilgisi olmaz.
Yine C. Sulhu kitabının 153. sayfasında aynı hezeyanı savurmakta, şöyle demektedir:
(Zekât bir elden çıkıp diğer ele geçen ferdi bir ihsan ve sadaka değildir. Eğer bugün bazı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleriyle ayırıp yine kendi elleriyle dağıtıyorsa, bu İslam’ın kıldığı bir şekil ve nizam değildir.) [C. Sulhu s. 153]
Hâlbuki yeminle bildirilen hadis-i şerifte, fakir akraba varken başkalarına verilen zekâtın makbul olmayacağı bildirilmektedir. Müslüman bir millet zekâtını elden fakirlere veriyorsa, devlet buna karışamaz.
S. Kutup, C. Sulhu kitabında, (Zekâtı verilmiş de olsa, malı saklamak suçtur) diyor. (s. 149)
Hâlbuki zekâtı verilmiş olan malı, saklamak suç değildir. Hadis-i şerifte, (Zekâtı verilmiş mal, kenz yani biriktirilmiş, istif edilmiş mal değildir) buyuruluyor. (Ebu Davud)
Yani bir zengin malının zekâtını vermişse, o malını saklayabilir.
Dinin emirlerinin kanun şeklini aldığı Mecelle’de, Dürr-ül-Muhtar’da ve hadis-i şerifte, bir kimsenin özel malının onun rızası olmadan alınamayacağı, kullanılamayacağı bildirilmektedir. Fakat Kutup, C. Sulhu kitabında, (Devlet, özel mülkiyetten ihtiyaç kadar, iade etmemek üzere, alır ve toplumun umumi ihtiyaçlarına sarf eder) diyor. (s. 149,150)
Hâlbuki hükûmet, zimmîlerin de mal, can ve ırzlarını korumakla vazifelidir. Özel mallarını almaya hakkı yoktur. Devletin genel ihtiyaçları, ancak beytülmalden sarf edilir. Beytülmalde tüyü bitmemiş çocuğun hakkı vardır. Beytülmal ile sosyalist devlet hazinesi bir değildir. Halkın elinden özel malını almak, sadece komünizmde vardır. Demek ki, kapitalizm düşmanlığı komünizm hayranlığını doğurmuş. Hiçbir muteber kitaptan nakil yapmadan, kendi kafasına göre yazıyor ve sonunda da şöyle diyor:
(İşte İslam budur.) [C. Sulhu s. 150]
Diğer mezhepsizler gibi, (İslam düşüncesi) tâbirini kullanmaktadır. (C. Sulhu s. 167).
Bütün mezhepsizler, İslam düşüncesi, İslam nazariyesi, İslam teorisi, faiz nazariyesi gibi tâbirleri kullanmaktadır. Düşünce, nazariye, teori gibi ifadeler şüpheyi gerektirir. Mutlak bir hükmü belirtmez. İslam ise kesin bir hükümdür. Faiz nazariyesi değil, faiz hükmü denir. İslam düşüncesi denilmez, İslam dini gibi kesin bir ifade kullanmak gerekir.
***
Dua etmek İslamiyet değilmiş!
S. Kutbun, İslami Etütler isimli kitabını Hasan Beşer tercüme etmiş, 2. baskısında İslamiyet’i şöyle tarif ediyor:
(Dualar mırıldanmak, tesbih tanelerini şıkırdatmak, aman Allah’ım sen koru, sözlerine dayanmak, gökten hayır, doğruluk, hürriyet ve adalet yağacağına güvenmek İslamiyet değildir.) [İ. Etütler s. 35]
Neler İslamiyet değilmiş? 1- Dua etmek 2- Tesbih çekmek 3- (Aman Allah’ım sen koru!) demek 4- Yapılan dua vasıtasıyla gökten hayır yağacağına güvenmek.
Her maddeye cevap verelim:
1- Allahü teâlâ duayı emrediyor, bu ise dua ile alay ediyor. Hâlbuki Peygamber efendimiz, (Dua, müminin silahıdır) buyuruyor. Duayı inkâr hakkında dinimizin hükmü şudur:
(Duayı inkâr eden kâfir olur.) [Fetava-i Fıkhiyye s. 149]
2-Tesbih çekmek dinin emridir. Tesbih şıkırdatmak tâbirini kullanarak, sünnet olan tesbihle alay ediyor. Hâlbuki sünnetle alay da küfürdür.
3- (Aman Allah’ım) demek Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlânın emri ile alay etmek küfürdür.
4- Yapılan dua vasıtasıyla gökten hayır yağacağına güvenmek, tevekkül etmek Müslümanlık değilmiş. Rabbimiz dilerse gökten rızık da yağdırır, mezhepsizlerin başına taş da yağdırır. Yağdıramaz sanmak küfürdür.
Bilindiği gibi komünizmde mal, cemiyetin mülküdür. Dinimizde ise özel mülkiyet vardır. Herkes mülkünün sahibidir. Ancak şahsın, zekâtı ve uşru Cenab-ı Hakk'ın gösterdiği yerlere, bildirdiği kadar verme mecburiyeti vardır. Bunun dışında kimseye sadaka vermek, ödünç vermek mecburiyetinde değildir. Ama sevab kazanmak isteyen, dilediği yerlere dilediği kadar hayır yapmakta serbesttir. Hâl böyleyken, sosyalist ruhlu adam, Müslümanlığı komünistliğe uydurmak için diyor ki:
(Mal, cemiyetin mülkiyetinde olduğundan ve ferdin vazifesi ondan yararlanmaktan öte gitmediğinden, cemiyetin başka fertlerinin de, bu mala ihtiyacı olduğunda yahut yararlanmak istediklerinde, içtimai tesanütü tahakkuk ettirmek bakımından fert onlara faizsiz borç vermekle mükelleftir.) [İslami Etütler s. 74]
Dediğini tekrarlayalım:
1- (Mal cemiyetin mülkiyetindedir) demekle komünistler gibi özel serveti kabul etmiyor.
2- (İçtimai tesanütü [sosyal dayanışmayı] tahakkuk ettirmek için zenginler fakirlere borç para vermekle mükelleftir) diyor. Dinimizde bir kimseyi ödünç vermeye mecbur etmek, zulüm olur, gasp olur.
S. Kutup, İslam âlimlerinin hükümlerine ters olarak, kendi kafasına göre her çeşit zekâtı devlete aldırtıyor, sonra da şöyle diyor:
(Zekât, elden ele verilen ferdi bir bağış değildir.) [İ. Etütler s. 75]
Bir zengin, zekâtını hadis-i şerifte ve fıkıh kitaplarında bildirildiği şekilde, fakir akrabasının eline verse, S. Kutba göre bu dine uygun değildir. Dinimizin koyduğu hükmü beğenmeyene ne denir?
S. Kutup da, diğer mezhepsizler gibi, dinimizi vahy-i ilahi olarak kabul edemiyor, kesin hükümler topluluğu olarak inanamıyor. Dinimizi bir teori olarak kabul ediyor. Teori yani nazariye demek, henüz kesin olmayan, düşünce alanında kalan bilgi demektir.
İslam nazariyesi, İslam sosyalizmi, İslam faşizmi, İslam felsefesi gibi terimler dinde şüphe gerektiren ifadelerdir. S. Kutup İslam’a nazariye, bâtıl sistemlere de kuvvetli nazariye diyor. Hiç İslam dini bâtıl nazariyelerle mukayese edilebilir mi? İslam’ı nazariye, insan düşüncesi zanneden cümleleri şöyledir:
(Bugün onları Peygamber (s.a.s)’in zamanında yapmış olduğu şekilde, kısa ve mufassal bilgilerle İslam’a davet etmemiz kifayet etmez. O devirde bugünkü gibi İslam nazariyesi karşısında duran teferruatlı içtimai nazariyeler yoktu.) [İ. Etütler s. 32]
Bu cümlede kaç hata vardır?
1- Bâtıl sistemlere, (teferruatlı içtimai nazariye) deniyor.
2- Dinimiz, İslam nazariyesi yani görüş, düşünce olarak gösteriliyor, teferruatlı veya teferruatsız olup olmadığı bildiriliyor.
3- Peygamber aleyhisselam ile Eshab-ı kiramın davet şekli kifayetsiz bulunmaktadır.
İslam’a davet bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi bunda da en kâmil daveti şüphesiz Peygamber efendimiz yapmıştır. Onun davetini beğenmeyen mezhepsizlere ne denir?
S. Kutup, hümanist bir düşünceyle bütün bâtıl ve bozulmuş dinlere de, hürriyet verilmesini istiyor. Üstelik (İslam böyle emrediyor) diyor:
(Marksizm, dünya çapında bir nizama davet ettiğini iddia eder. Fakat hangi nizam olursa olsun, inanç hürriyetini sağlamadıkça, din hürriyeti ikame edilemez.) [İ. Etütler s. 84]
Kendisi sosyalist olduğu için, Marksizm’in dünya çapında bir nizama davet ettiğini söylemesi yadırganamaz. Fakat (Hangi nizam olursa olsun) ifadesinin içinde İslam nizamı da vardır. Olduğunu zaten az ileride kendisi de açıklamaktadır. İslam inanç hürriyetini sağlar diyor:
(Biz, bütün inançları aynı eşitlikte ve hürriyetle gölgesinde ilerleyebileceği bir nizama davet ederiz. Bu nizamda inanç hürriyetini korumak devletin ve Müslüman cemiyetin zaruri vazifesidir. Hem bu nizamda gayrimüslimler özel hâllerinde kendi dinlerine intisap edebilirler. Bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahip, aynı kanunlara bağlı ve eşit mesuliyetlerle yüklüdür.) [İ. Etütler s. 85]
Allah katında tek hak din yalnız İslamiyet’tir. Bu bakımdan S. Kutbun dediği gibi, bütün inançlar, aynı eşitliğe ve aynı hürriyete sahip değildir. İslam nizamında bir Müslümanla bir gayrimüslim imtiyazsız olarak aynı haklara sahip değildir. Eşit mesuliyetlerle yüklü değildir. İslam nizamında Müslümanlar, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlüdür. Fakat İslam nizamında yaşayan gayrimüslimler, yani zimmiler ise, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlü değildir. Onlar harac verirler. Kanunlar eşit olarak uygulanmaz. Fasığın da, kâfirin de, şahitliği muteber değildir. Zimmiler imam olamadığı için, halife de olamaz. Hâkim de olamaz. Daha birçok görevler bunlara verilmez. Nerede imiş o eşit hükümler?
S. Kutup insanları nereye çağırıyor:
(Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi [eşit] hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibariyle Allah tarafından yetki verilmiş olan cemiyete aittir. Ferdî mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma şuurları dâhilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir.) [İ. Etütler s. 86]
S. Kutbun çağırdığı nizam budur. Bu nizamda mülkiyet esas itibariyle cemiyete aitmiş. Mülkiyet yalnız komünizmde cemiyete aittir. Bu da komünizmde göstermelik olup, aslında küçük bir üst grup, (Fakirlere dağıtacağız) diyerek, zenginlerin mallarını alıp kendileri kullanır. Kendileri kullanmasalar bile, zenginlerin mallarını almak, çalışıp kazanmayı suç saymak, bir zulümdür. Mallarımız elimizden alınacak diye hiç kimse çalışmaz, mal biriktirmez, zenginlerin malına göz diker.
S. Kutup s. 89’da, (İslâm’ı ya bütün olarak alın yahut bırakın!) diyor. Hâlbuki İslâm âlimleri bir şeyin tamamı mümkün değilse, mümkün olanı almak gerektiğini belirtmişlerdir. Oruç tutmayana veya tutamayana namaz da kılma denir mi? Dinimizde zengin, sadece zekât, uşur, sadaka-i fıtır gibi malî ibadetlerle yükümlüdür. Bundan başka zengin, bir şey vermeye mecbur değildir. Ama S. Kutup diyor ki:
(Devlet lüzumu hâlinde cemiyetini korumak için ihtiyacı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.) [İ. Etütler S. 92]
Kayıtsız şartsız alır diyor. Mezhepsiz, tam komünistliği tarif ediyor, adına da İslam diyor.
Dinimize göre, zimmîlerden haraç, cizye gibi vergilerin haricinde başka bir mal alınamaz. S. Kutbun hiçbir mezhebe uymayan bu bozuk fikirleri komünistliktir. Komünistler, S. Kutbun heykelini dikseler, kendilerince uygun iş yapmış olurlar. S. Kutup, (Ya hep ya hiç) fikrinde şöyle ısrar etmektedir:
(Bugün İslâm adına, kadının parlamentoya girmesini istemeyen, çalışmaktan men edilmesi için haykıranlar, kendilerini bu tarafa iten duygularına saygımla birlikte, meselelerin hepsini bu ayrıntılara inhisar ettirmekle İslâm’ı kolaya ve eğlenceye aldıklarını söylememe müsaade etsinler.) [İ. Etütler s. 94]
Mısır’da bazı Müslümanlar, dinin tamamının tatbikinin, yozlaşmış bir hükûmetten istemenin manasızlığını düşünerek, bir kısmının olsun şimdilik tatbik edilmesini istemişlerdir. S. Kutup, bunlara kızıyor, ya tamamını isteyeceksiniz veya hiç diyor. Sonra bu Müslümanları İslâm’ı eğlenceye almakla itham etmektedir. Eğer bunlar İslâm’ı eğlenceye almışlarsa küfre düşmüşlerdir. Küfre düşen bu insanların bu fikirlerine nasıl saygı duyulur? Küfür olan bir fikre saygı duymak küfür değil mi? S. Kutup bu Müslümanların bu duygularına saygı duyduğunu da belirtiyor, S. Kutup için fikir fikirdir. Bâtıl da olsa hürmete lâyıktır.
***
Hak mezheplere ihtilaf diyor
İslâm’da Sosyal Adalet kitabının 5. Baskısında, S. Kutup, mezheplerin birleşmesini istiyor:
(İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleşmeli, ihtilaflar ortadan kalkmalıdır.) [İ. S. Adalet s. 35]
Dört hak mezhebi ihtilaf olarak kabul etmektedir. (Bu ihtilaflar birleşmelidir) diyor. İhtilaflardan maksadı sapık mezhepler değildir. Öyle olursa daha tehlikeli olur. Hakla bâtılın birleşmesine zaten imkân yok. Hak mezhepleri de birleştirmek telfîk oluyor ki, bu da icma-i ümmetle bâtıldır. Hocası mason Abduh gibi mezhepleri ayrılan cüzler kabul etmekte ve birleşmesini istemektedir. Mezheplerin çıkması, ihtilafları rahmet iken, S. Kutup diğer mezhepsizler gibi bunları birleştirmek, yani kaldırmak istemektedir.
(Aralarındaki farklı mezhepler [doktrinler] birbirlerine yardımcı olmalıdırlar ki emniyet ve salâh için tabiat kuvvetlerinden elbirliğiyle istifade mümkün olsun.) [İ. S. Adalet s. 35]
Bu cümlesinde, mezheplerden maksadı hak mezhepler mi, yoksa sapık mezhepler mi? Hak mezhepler ise, onlar zaten icma-i ümmetle bir rahmet olarak çıkmıştır, (Birbirine yardımcı olmalıdır) gibi bir ifade kullanılamaz. Eğer sapık mezheplerin birbirine yardımcı olmasını istiyorsa bu daha kötüdür. Hocası Abduh bâtıl dinlerin birbirine yardım etmesini istiyor ki, çömezi olan S. Kutbun bâtıl mezheplerin birbirine yardım etmesini istemesi normaldir. Abduh, Londra’da, bir papaza yazdığı mektupta da, bâtıl olan Yahudilik ve Hristiyanlığı büyük bir hak din gibi göstererek, (İslamiyet ve Hristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat, İncil ve Kur’an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur ve her milletçe saygı görür) demiştir.
S. Kutup, (Din zamana göre değişir) diyor, İslâm’a insan düşüncesi olan (bir görüş) diyor. Şöyle devam ediyor:
(İnsanlık hakkındaki İslâm’ın görüşü ile yapılan bu fikrî hamlenin bir eşini henüz tarih kaydetmemiştir.) [İ. S. Adalet s. 69]
Feminist bir zihniyetle de diyor ki:
(İslâm, iki cins arasında, erkekle kadın için tam bir eşitliği teminat altına almıştır.) [İ. S. Adalet s. 75]
Hâlbuki kadın erkekle hiçbir zaman eşit değildir. Nikâhta ve boşamada eşit değildir. Şahitlikte de eşit değildir. Mirasta erkeğin aldığı hisseyi alamaz. Bütün bunlar eşitlik değildir. S. Kutup, böylece kafasındaki komünizmi İslam olarak anlatmaktadır. Her komünist gibi, S. Kutup zenginin köşk ve saray yaptırmasına karşı çıkarak diyor ki:
(Milyonlarcasının basit bir meskene yirminci asırda sac veya adi tenekeden, kerpiçten başını sokacağı bir elbiseye muhtaç bulunduğu bir memlekette, milyonlarca lira sarf ederek muhteşem köşkler ve saraylar yaptırmak israf ve haramdır. Ölçü budur.) [İ. S. Adalet s. 189]
Sosyalist ölçüyü gördük. Devamlı şekilde zenginlik ve servet düşmanlığı... Bir insan, meşru yoldan kazanıp, meşru yollarda harcıyorsa, zekât ve uşrunu veriyorsa, ne diye düşmanlık beslenir? Hiçbir delile dayanmadan köşk yaptırmaya haram demek mezhepsizce bir cürettir. İmam-ı Şâfiî çok fakir, İmam-ı a’zam çok zengin idi.
Sapık olan İbni Hazm’ı övmekte, (Büyük İslâm âlimlerinden El-imam İbni Hazm’ın bir fetvasına göre…) demektedir. (İ. S. Adalet s. 252)
Eshab-ı kirama saldırdıktan sonra mütercim s. 254’de dipnotta şöyle diyor:
(Müellif, bu görüşlerin şahsî kanaati olduğunu tasrih etmektedir.)
Sanki kitap nakil esası üzerine yazılmış da, ara sıra böyle birkaç da kendi görüşünü ilâve etmiş gibi bir dipnot eklenmiş. Baştan sona kendi görüşü bulunmaktadır. Bariz hatalar için, müellifin şahsî görüşüdür demek, mütercimin işgüzarlığıdır. Müellifin, (Bunlar benim şahsî görüşüm, şunlar da Ehl-i sünnet âlimlerinin hükümleridir) dediği varit midir?
Ehl-i sünnet olmadığı için devamlı hataya düşmektedir. Hayır ve şer Allah’tan olduğu hâlde S. Kutup tesadüfe bağlamakta ve şöyle demektedir:
(Yine tesadüf, ama iyi bir tesadüf, hilâfet ruhuna sahip bir hükümdarı, Ömer İbni Abdülaziz’i İslam’ın başına getiriyor.) [İ. S. Adalet s. 256]
Ömer bin Abdülaziz’i İslam’ın başına Allahü teâlâ değil de, hâşâ tesadüf getiriyormuş. Tesadüf kelimesi her yerde kullanılmaz. Mesela, (Kâinat veya bu iş, tesadüfen oldu) denmez. Her şey Allah’ın takdiriyle olur.
Aynı sayfada deniyor ki:
(Buna dün Ömer bin Abdülaziz muktedir olmuş, bugün de bütün Müslümanlar olabilirler.) [s. 256.]
Yavuzlar, Kanuniler ve Abdülhamidler halifeliği iyi idare edememiş de, bugün Mısır’ın sosyalist yazarları Ömer bin Abdülaziz gibi iyi idare edeceklermiş. Ömer bin Abdülaziz hazretlerini över görünerek, aslında ondan önceki bütün halifeleri hilâfet ruhuna sahip olmamakla suçluyor.
Pisipisine ölmek marifet değildir. Peygamber efendimiz, Hendek kazdırmıştır. Düşmanın üzerine gidip de, birçok şehit verdirmek istememiştir. Sosyalist bir dava için dinsiz Nasır’a kellesini vermek ahmaklıktır, İhvan-ı müslimînin fitnesi yüzünden S. Kutup zamanında ve daha sonra Mısır’da dinden kopmalar çoğalmış, mevcut Müslümanlara da baskılar artmıştır. Hükûmet adamları devamlı Müslümanların peşindedir. Bunun vebali büyüktür.
Kendine pay çıkarabilmek için, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i solculukla itham ediyor yani o büyüklere iftira ediyor:
(Hazret-i Ömer’in siyaseti, Hazret-i Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını alıp fakirlere eşit olarak tevzi etmek idi [dağıtmaktı.]) [İ. S. Adalet s. 254]
Burada sadece Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’e iftira edilmekle kalınmıyor. Eshab-ı kirama da iftira ediliyor. Zenginlerinin fakirlere yardım etmediği söyleniyor. Zenginler, vazifelerini yapmayınca, halife müdahale ediyor, mallarını alıp fakirlere eşit olarak dağıtıyormuş. Kurmak istediği düzene, İslâm komünizmi demek istiyor galiba.
Allahü teâlâ, İsa aleyhisselamı öldürmediğini, asılmadığını Kur’an-ı keriminde bildirirken S. Kutup, Maide sûresinin 115. âyetini tefsir ederken şöyle diyor:
(Hazret-i İsa’nın vefatından çok sonra kaleme alınmış bu İncillerde...)
Bu ifade, başka bir tercümeden çıkarılmıştır.
İbni Teymiyye, nasıl vahdet-i vücud evliyasından Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi hazretlerine kâfir diyorsa, S. Kutup da, vahdet-i vücud mensuplarına gayrimüslim diyor. Bekara sûresinin 117. âyet-i kerimesini tefsire kalkarken (Vahdet-i vücud felsefesi tamamen İslami tasavvurun dışında kalır) diyor. Vahdet-i vücuda felsefe demekte, vahdet-i vücud evliyasına da gayrimüslim demektedir.
***
Necip Fazıl diyor ki:
S. Kutup, bir İbni Teymiyye meddahıdır. Ve kellesini kaptırdığı sosyalizm yularının zoruyla Hazret-i Osman’a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır. (Tercüman Gazetesi)
Mehmet Şevket Eygi de diyor ki:
S. Kutup selefi ve mezhepsiz bir zihniyete sahiptir. (Büyük Gazete)
***
Türkçeye birçok kitabı tercüme edilen S. Kutup, İslam’ın iktisat sistemini sosyalizme göre açıklamış, mason Abduh’un dinde reform yolunu tutmuş ve çıkardığı fitneler yüzünden birçok Müslümanı sıkıntıya sokmuştur. Hadis-i şerifte, (Uyuyan fitneyi uyandırana Allah lânet etsin) buyuruluyor. (İ. Rafii)
Prof. S. Kutup, (İslâm toplumunu inşa ederken, İslâm fıkhına bağlı kalmamak gerekir. Fıkıhla meşgul olmak ömrü ve sevabı zayi etmektir) diyor. Hâlbuki hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Her şeyin direği vardır. Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyhekî]
Ancak mezhepsiz olan, bazen Hanefî’nin hükmüne, bazen Şafiî’ninkine uygun der. Maide sûresinin 33. âyetinin tefsirinde 4 mezhebin hükmünü yazıp, (Biz bu hususta, İmam-ı Mâlik’in fikrini tercihe şayan görürüz) diyor. Mezhepler arasında hakemlik yapıyor. Kendisini her mezhebin üstünde görüyor.
Zümer suresinin 3. âyetinin tefsirinde, (Bugün İslâm ülkelerinde evliyaya ibadet ediliyor, onlardan şefaat isteniyor) diyerek Vehhabi inancında olduğunu gizlemiyor. Tasavvufu da inkâr ediyor, İbni Arabi hazretlerine gayrimüslim diyor.
***
Taberani’deki hadis-i şerifte (İlim ancak üstaddan öğrenilir) buyuruldu. Hiçbir âlimden ilim okumamış olan S. Kutup, Cemıyyet-ül-meşari tarafından neşredilen Nehc-üs-Seviy... kitabında Allah’a, mucize kalem, yaratıcı kalem, diyor. Nebe suresini tefsir ederken de, Allah’a Akl-i müdebbir diyor. Akıl ve şuur mahlûktur. Mahlûka ait bir sıfatı Allah için söylemek küfürdür. Böyle söylemek ilhaddır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(En güzel isimler Allah’ındır. Ona onlarla dua edin! Onun isimleri hakkında sapanları bırakın!) [Araf 180]
S. Kutup, (Küçük meselelerde de olsa, idareciler Allah’ın hükmü ile hükmetmedikleri müddetçe yeryüzünde Müslüman yoktur) diyor. Hâlbuki İmam-ı Kurtubi hazretleri buyuruyor ki:
Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler hakkındaki âyet-i kerimenin manası şöyledir:
(Kur’an-ı kerimi reddederek ve Resulullah’ın sözünü inkâr ederek Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir.) [Ahkâm-ul-Kur’an]
Hazret-i İkrime de, bu âyetin tefsirinde, (İnkâr ederek, Allahü teâlânın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir. İnanıp da hükmetmeyen zâlimdir, fâsıktır) buyurdu. Ehl-i sünnette amel, imandan parça değildir. Günah işleyene kâfir denmez. S. Kutup, günah işleyene kâfir demekle de Ehl-i sünnet olmadığını açıklıyor.
S. Kutup, aynı kitapta, herkesi mürtetlikle itham ederek diyor ki:
(Bütün beşer mürted olmuştur. İslâm, bütün hayatı içine alır. Bir meselede de ona uymayan, imandan ayrılmış, dinden çıkmıştır. Küçük bir meselede beşer kanununa uyan, La ilahe illallah dese de, müşrik olur, dinden çıkar. Bugün İslamiyet yoktur. Biz müşrik bir toplumda yaşıyoruz. Bütün beşeriyet mürtettir, cahiliyet devrine dönmüştür. Bugün Müslüman hükümdar ve Müslüman tebaa yoktur. Müslümanlar asırlar önce yok olmuştur.)
Bu sözlere kendi yolunda olanlar da dâhil midir? Dâhil değildir denemez. Çünkü kâfir sultana sadece uyan değil, uymayan da kâfirdir diyor. Dünyadaki herkese kâfir diyor. Ne hayrettir ki, kendilerine kâfir denilen kimseler onu savunuyorlar.
S. Kutbun izinden gidenlerin bir kısmı avukat; bir kısmı da pasaport çıkarmak, vize almak gibi işlerde beşeri kanunlarla hareket ediyorlar. Onların başka bir kısmı da, bu beşeri kanunlar çerçevesinde eserlerini izinsiz basmıyorlar. Yani beşeri kanunlara tâbi oluyorlar. Hani beşeri kanuna uyan kâfirdi? Belki taraftarları zaruret olduğu için bu kanunlara tâbi oluyoruz diyecekler. Peki, diğer Müslümanların zaruri olarak uymadıklarını nereden biliyorlar da, onlara mürted diyorlar? Herkese mürted damgası basıyorlar.
S. Kutup, (O [Allah], nerede olursanız olun, sizinledir) mealindeki âyet-i kerimenin manasında da bütün İslâm âlimlerine muhalefet ederek, (Allah herkesle, her şeyle beraberdir ve her yerdedir) diyor. Bu görüş küfürdür. Hâlbuki bütün İslâm âlimleri, bu âyet-i kerimenin (Allahü teâlânın ilminin bütün mahlûkatı kuşattığı) manasında olduğunu bildirmişlerdir.
Hazret-i İbrahim’den ve Hazret-i Yusuf’tan sonra, Hazret-i Musa’yı da kötüleyerek diyor ki:
(Hazret-i Musa, asabi mizaçlı, atak bir liderdir. On sene sonra hayatının ikinci devresinde onunla buluşmak üzere, onu şimdi burada bırakalım. Belki sükûnete kavuşmuş, sakin tabiatlı ve hâlim selim olmuştur. Ama hayır, olmamıştır.) [Nehc-üs-Seviy... kitabının Arabi aslı Hakikat Kitabevi tarafından da neşredilmiştir. P.K. 35 - Fatih adresinden temin edilebilir.]
S. Kutbun, Musa aleyhisselam gibi din sahibi, ülülazm bir peygambere, asabi mizaçlı atak bir lider demesi ve devamında alay etmesi, gözünün ne kadar dönmüş olduğunu göstermiyor mu? Bu sözleri, bütün peygamberlerin masum olduğunu kesin olarak bildiren İslam akidesine tamamen zıt olduğu gibi, bugünkü ehli kitaplıkları bile kalmamış Hristiyan ve Yahudilerin bile inanacakları, kabul edebilecekleri bir ifade değildir.
Hazret-i İbrahim’in yıldızı, Ay’ı, sonra da Güneş’i görünce, (Bu benim Rabbim) sözü, istifham-ı inkârı takdiri üzerinedir. (Sizin zannettiğiniz gibi bu benim Rabbim mi? Yani bu benim Rabbim değil, bu, Rab olmaya layık değildir. O hâlde siz onun Rab olduğuna nasıl inanıyorsunuz?) demektir. Hazret-i İbrahim, bunları söylemeden önce de, yegâne ilahın Allah olduğunu, Ondan başka ilah olmadığını, kesin olarak biliyordu. Çünkü Allahü teâlâ, (Biz daha önce İbrahim’e rüşdünü verdik) buyuruyor. (Enbiya 51)
S. Kutup, Enam sûresinin (Hüküm ancak Allah’ındır) mealindeki 57. âyet-i kerimesini yanlış anladığından, Hazret-i Ali’yi ve onu sevenleri de tekfir etti. Âl-i İmran sûresinin (Sana tâbi olanları Kıyamete kadar küfredenlerin üstünde tutacaktır) mealindeki 55. âyeti, bu ümmetin Kıyamete kadar, kendi dinleri üzerine kalacaklarını bildirmektedir. Bu ümmetin ilk asırda İslâmiyet üzere, ondan sonra cahiliyet üzere yaşadığı nasıl söylenebilir? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, her asırda dini tecdid eden bir zat gönderir.) [Ebu Davud]
(Kıyamete kadar hak üzere olan bir cemaat mutlaka bulunur.) [Buharî]
Hazret-i Osman’a saldırıyor
S. Kutup, İslam’da Sosyal Adalet kitabının Arapça aslı olan (El Adalet-ül ictimaiyyetü Fil islam) kitabında, başta Aşere-i mübeşşere’den, Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hazret-i Osman olmak üzere Eshab-ı kiramın büyüklerine dil uzatmaktadır:
(Pek yaşlı olan Osman’ın hilâfete geçmesi kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Zübeyr’e 600.000, Talha’ya 200.000, Mervan’a ise Afrikıyye haracının beşte birini verdi. Muaviye’nin mülkünü genişletip Filistin’i de ona verdi. Akrabalarını vali yaptı. Bu İslam’ın ruhuna aykırı idi.) [s. 186-92]
Bunlar ne çirkin iftira böyle? İslam’ın ruhunu Hazret-i Osman bilemiyor da, bu fellah biliyor.
Hazret-i Osman hakkında hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Osman’ın şefaatiyle cehennemlik olan 70 bin kişi sorgusuz sualsiz Cennete girecektir.) [İ. Asakir]
(Her peygamberin bir arkadaşı var. Benim cennette arkadaşım Osman’dır.) [Tirmizî]
(Ya Osman, benden sonra sana da hilafet verilecektir. Münafıkların sözüne bakıp da hilafeti terk etme! O gün oruçlu ol, benim yanımda iftar edersin.) [İbni Adi]
(Ya Osman, Allahü teâlâ sana hilafet gömleğini giydirecek, münafıklar çıkartmak isteyeceklerdir. Bana kavuşuncaya kadar onu çıkartma!) [İbni Mace]
Resulullah efendimiz, kızı Hazret-i Rukayye’ye buyurdu ki:
(Ey canım kızım, Osman’a çok sevgi göster! Zira Eshabım arasında ahlâkı bana en çok benzeyen odur.) [Mesabih]
Mirat-ı kâinat kitabında deniyor ki: Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın emri ile kızı Rukayye’yi Hazret-i Osman’la evlendirdi. Hazret-i Rukayye vefat edince, Hazret-i Osman’ın gözlerinden yaşlar akmaya, yani ağlamaya başladı. Bunu gören Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Ya Osman ağlama! Allaha yemin ederim ki, yüz kızım olsa ve vefat etseler, bir tane kalmayıncaya kadar sana verirdim. İşte, Cebrail aleyhisselam geldi. Allahü teâlânın, ölen kızımın yerine kardeşini, [Ümm-i Gülsüm’ü] aynı mehir ile sana vermemi emrettiğini bildirdi.) [İbni Asakir]
Kızı Ümm-i Gülsüm’e de, (Kızım, zevcin Osman, ceddin İbrahim Peygambere ve baban Muhammed'e [aleyhisselam] herkesten daha çok benzemektedir) buyurdu. Hazret-i Osman gelince Peygamber efendimiz, mübarek ayaklarını örttü. Sebebi sual edilince, (Osman’dan melekler hayâ eder, ben hayâ etmez miyim?) buyurdu. Tebük gazvesinde Hazret-i Osman, kendi ticaret malından üç bin deve, yetmiş at, on bin altın getirdi. Resulullah efendimiz, bunları askere dağıtıp, (Bugünden sonra Osman’a günah yazılmaz) buyurdu. (Bundan sonra Allahü teâlâ Osman’ı günah işlemekten korur) demektir. (Tirmizî) Yine (Yâ Rabbi, Osman’ın geçmiş gelecek, gizli açık ve Kıyamete kadar işleyeceği günahları affet!) diye dua etti. (Ebu Nuaym)
Hazret-i Ali, bir gün Hazret-i Fatıma’yı incitmişti. Peygamber efendimiz, Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’in ricalarını kabul etmedi, fakat Hazret-i Osman’ınkini kabul etti. Sebebini sorduklarında buyurdu ki:
(Öyle birinin şefaatini [ricasını, af talebini] kabul ettim ki, yer ile göğün yerini değiştir diye, Allah’tan istese, Allahü teâlâ bunu kabul edip değiştirir. Yahut “Yâ Rabbi bu ümmetin hepsinin günahlarını affet!” dese, affeder.) [Mesabih]
Resulullah’ın yanına bir cenaze getirildi. Namazını kılmayıp, (Bu adam Osman’a düşman idi. Onun için, Allahü teâlâ da, buna düşmandır) buyurdu. (Tirmizî)
Peygamber efendimiz, Ebu Musa Eşari’ye, (Kapıdan girenleri Cennetle müjdele!) buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer girdi. Kapı tekrar çalınınca, (Kapıyı aç! Gelenin cennetlik olduğunu müjdele! Başına belâlar geleceğini de söyle!) buyurdu. İçeri giren Osman idi. (Buharî)
Cennetle müjdelenen on sahabi şunlardır:
(Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf, Sad b. Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Said bin Zeyd) [Tirmizî]
Mezhepsiz S. Kutup, işte böyle büyük bir zata saldırmaktadır. Hazret-i Osman’a karşı bunu savunmak ne büyük gaflettir!
https://dinimizislam.com/detay.asp?Aid=13642