Allahü teâlâ refîkdir

 💠Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, 

(Allahü teâlâ refîkdir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiçbir şeye vermediğini, yumuşak davranana ihsân eder). 

Bu hadîs, İmâm-ı Müslimin “rahmetullahi aleyh” (Sahîh)inde vardır. 1/98

(Mektûbat-ı Rabbânî)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir arkadaşın evine gitmişdim. Otururken kütüphâneye bakdım. Bir sürü kitaplar vardı. Bizim kitaplarımız var, *Berekât* yayınevinin de var, *Bedir* yayınevinin kitapları da var. 


Bir sürü yayınevlerinin kitaplarını sıralamış. Üzüldüm tabii. Hâlbuki bizim kitaplarımız, bir kütüphâneye yeter efendim. Hattâ yalnız *Tam İlmihâl* yeter. 


Çünkü onun içinde herşey var. Onu okuyan, içindekileri öğrenen, *Âlim* olur. Hele öğrendiği şeyleri yaparsa, *Evliyâ* olur. Sonra bu kitaplar bizim değil ki, ehl-i sünnet âlimlerinin.


Bizim kitaplar, bu yolu bilen, bu yolu tanıyan, seçilmiş büyük *Âlim* ve *Velîler*’in kitaplarından seçilmiş, alınmışdır. Başka kitâba lüzum yok ki.


Kardeşim, bu dünyâda ibâdetlerden maksad, kalbden *Küfr*’ü çıkarıp, dünyâ sevgisini çıkarıp, mal hırsını çıkarıp, onun yerine *Âhiret* sevgisini yerleşdirmekdir.


*Allah* sevgisini, *Evliyâ* sevgisini yerleşdirmekdir. Bunun da bir tek ilâcı var. Bunun ilâcı, ne namazdır, ne oruçdur, ne zekâtdır. Peki nedir? Bunun ilâcı ibâdet de değildir. 


Onun bir tek ilâcı var, o da, ancak bu *Allah adamları*’nı tanımak, sevmek ve itâat etmekdir. Üçü de çok mühim. O büyükleri seven, onların kalblerinden *Feyz* alır, kalbi temizlenir. 


Ancak, sâdece tanımak ve sevmek yetmez, *İtâat* da şart. Çünkü seven, sevdiğine itâat eder. Etmiyorsa, *sevmiyor* demekdir. 


*Silsile-i aliyye*’de bulunanlardan bir tânesi, hangisi olursa olsun, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretleri, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri gibi. 


Bunlardan birine *Âşık* olmalıdır. Onları sevmek için de, hayât hikâyelerini okumak lâzım. Onların hayât hikâyelerini okuyunca, onların *Sevgisi* insanın kalbine yerleşir. 


Onların sevgisi kalbe yerleşince de, *Dünyâ* sevgisi kalpden çıkar. Dünyâ sevgisi çıkdı mı, *Allah* sevgisi yâni muhabbetullah o kalbe yerleşir. 


Velhâsıl, dünyâ muhabbetinin kalbden çıkması için, bir *Mürşid-i kâmili* sevmek lâzım. Silsile-i aliyye büyüklerine muhabbet lâzım. Silsile-i aliyyeyi okuyan, muhakkak *Feyz* alır onlardan.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İmâm-ı Gazâlî* hazretleri çok büyük bir zâtdır. Çok büyük âlimdir. Kitaplarının sahîfelerini ömrüne bölmüşler, bir gününe *On sekiz* sahîfe düşmüş. 


Ama meselâ *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı, o asırdaki, yâni *Bin sene* önceki insanlara hitâben yazılmışdır. O insanların ihtiyâçlarına göre yazılmışdır. 


Bu günkü *Sapıklık*’lara karşı, bugünkü *Küfr*’e, bu günkü *Bid’at*’lere karşı değil kardeşim. Evet, *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı kıymetlidir, çok kıymetlidir, ama bu zamana göre değildir. 


Onu okumak, bizim kitâplarımızın okunmasına *Mâni* teşkîl etdiği için doğru değildir. Bizim kitapları okumadan onu okumak doğru değil kardeşim. Zamânı harcıyor çünkü. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz, bu kitaptan ve bunun gibi daha *Bin küsür* kıymetli kitaplardan, bu zamânın ihtiyâcı olan kısımları alıp, bizim kitaplara koyduk zâten. 


Yâni bizim kitaplar okununca, o kitaplar da okunmuş olur.


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumakla geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


Efendi hazretlerinden herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı*’nı, *Kaynağı*’nı, *Vesîkası*’nı, *Senedi*’ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, aramakla geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu iyi, bu kötü. Bu doğru, bu yanlış. Bu sevilir, bu sevilmez.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. Dünyâ işlerinde de yanılmaz, âhiret işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti yayan kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize nasîb ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmayan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. Son nefesin ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


Ama mürşidi olanın hâli, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah mürşid-i kâmil gördük. Siz de gördünüz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her gün, her an, dünyânın her yerinde namaz kılınıyor ve o namaz kılanlar, bize *Selâm* ve *Duâ* ediyorlar. Şu anda biz burada otururken, uyurken, bize duâ ediyorlar. 


Aynı şekilde, biz de namâza duruyoruz, bütün eshâb-ı kirâma, bütün meleklere, bütün evliyâlara ve dünyâdaki bütün müslümânlara *Duâ* ediyoruz. 


Velhâsıl biz her an, binlerce milyonlarca müslümandan duâ alıyoruz. Yine her namazda biz de milyonlarca müslümana duâ ediyoruz. 


O büyüklerin kalb gözü açıkdır efendim. Onlar, *Kabir’de* olanları görüyorlar, *Mahşer’de* olanyarı görüyorlar, *Sırat* köprüsünü, *Mîzânı*, yâni terâziyi görüyorlar.


Hattâ *Cenneti* görüyorlar. *Cehennemi* görüyorlar. Çünkü âhiretde zaman yok. Zaman, bu dünyâda var, orada yok. 


Meselâ Peygamberimiz aleyhisselâm, *Mîrâc’da* hazret-i Osmânın, koşarak Cennete girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân henüz ölmedi, dünyâda yaşıyor. 


Orada zaman olmadığı için, hazret-i Osmânın *Rûh’unu* Cennete girerken gördü. Çünkü bu dünyâ bir *Hayâl*. Ne demek hayâl? Yâni aynadaki görüntü. Aslı olmasa, görüntü olur mu? Olmaz.


Dünyâ, asıl değil ki. Asıl olan, *Âhiret’dir*. Hazret-i Osmânın gerçek hayâtı, âhiretde. Burada zaman olduğu için ölümü bekliyor. Niçin? Öldükden sonra o gerçek hayâtda Cennete gitsin diye. 


Âhirette zaman yok. *Ezel* ve *Ebed*, orada bir *An*’dır. Mebde ve müntehâ, yâni baş ve son, milyarlarla sene, orada bir *An*’dır. Biz zamanlı yaratıldık. Zamanlı doğduk, büyüdük. 


Zamansızlık ne demek, aklımız ermez. Aklımız ermiyor bizim bu işe. İşte *Kalb gözü* açık olanlar, kıyâmeti de görüyor, Cenneti de görüyor, Cehennemde yananları da görüyor. 


Şimdiki islâm düşmanları geberiyorlar ya, geberip Cehenneme gidiyorlar ya, onların Cehennemde yandıklarını, *Kalb gözü *açık olanlar görür efendim. 


Nasıl görür? Kalblerinden âhirete bir *Pencere* açılır, o pencereden *Âhireti* görürler.

Peygamberin gayrisine Mustafa ismi verilmesi pek de muvâfık değildir

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) alemi [özel ismi] MUHAMMED, künyesi Ebûl-Kasım, lakabı MUSTAFA'dır.

Peygamberin gayrisine Mustafa ismi verilmesi pek de muvâfık değildir. Kelâm-ı evliyâda ve büyük mürşidler içerisinde Mustafa ismi verilmiş bir kimse görülmüyor. Hele künyesi olan Ebûl-Kasım ile isimlendirmek hiçbir zaman edeb dâiresi içinde bulunamaz.

Mustafa kelimesi, ma'nâ itibariyle -ki seçilmiş, arınmış demektir. Zât-ı ilâhî içinde kullanılamaz. 

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf,109] 


Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Suç işliyen, günahkâr olan, sonsuz olarak Cehennemde yanmaz efendim. Suçlu insanları, nasıl ki annesi affederse, babası affederse, Allahü teâlâ da suçlu kullarını affedebilir.


Belki Cehenneme bile sokmaz. Ancak Allahü teâlâyı *İnkâr* eden, Resûlullah Efendimize inanmıyan, yâni *Kâfir* olan, Allahın düşmanıdır  ve Cehennemlikdir. 


Onlar sonsuz olarak Cehennemde yanacaklar. *İnkâr* etmek başka, *Suçlu* olmak başkadır. Cehennem ateşi, suçlular için değildir, *Düşman*’lar içindir. 


*Ateş*, Allahü teâlâya karşı işlenen suçların karşılığı değildir. İlmihâl’de geçiyor ya. Cehennemde kimler sonsuz yanacak? Namaz kılmıyanlar mı? Oruç tutmıyanlar mı? Günâh işliyenler mi? 


Hayır, Cehennemde kâfirler sonsuz yanacak. Cehennem, *Küfr* için yaratıldı kardeşim, *Kâfirler* için yaratıldı. Cehennem, suçluların yeri değil, düşmanların yeridir. 


*Kâfir*, Allahü teâlânın düşmanıdır. *Cehennem* de, Allahü teâlâya düşman olanların yeridir. Allah düşmanlarının cezâsı, Cehennem ateşinde *Sonsuz* olarak yanmakdır. 


Namazda, Ettehiyyâtü’yü okurken, *Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü*, diyoruz ya. Sana selâm olsun yâ Resûlallah, diyoruz. Evliyâların *Rûh’u*, isimlerinin söylendiği yerde hazır olur. 


Ya Peygamber aleyhisselâmın *Rûh’u?* O anda, orada hâzır olur. Hemen, derhâl, ânında. Ve; *Bana kim selâm verdi?* diye bakar, selâm vereni görür ve hâfızasına alır. 


O müslümân vefât ederken, ânında karşısına gelir, ona gözükür. O mü’min de Onu görür ve zerre kadar ölüm acısı çekmez. Öldüğünün farkına bile varmaz. 


Neden? Çünkü Resûlullahın mübârek cemâlini gördü. Onun zevkinden hiç bir şey duymaz efendim, aynen *Narkoz* almış gibi. 


Sonra, *Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn* deyince de, bütün Peygamberlere, bütün eshâb-ı kirâma, bütün evliyâlara, bütün meleklere ve bütün müslümânlara selâm veriyoruz, duâ ediyoruz. 


Onlar, bu selâmı alınca; *Bize bu selâmı kim verdi?* diye bakıyorlar, bizi tanıyorlar ve hâfızalarına kaydediyorlar. Niçin? Âhiretde şefâat etmek için. Çünkü o büyükler, iyiliğin altında kalmazlar efendim.

Mü’minlerin âdeti olan şeylerle örtünmelidir

 Kâdî Senâullah-ı Pâni-pütî, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevînin (Tefhîmat) kitâbı sonundaki yedinci vasıyyetini açıklarken, (Gömlekle ve peştemal sararak ve na’lın giyerek ve benzeri şeylerle sokağa çıkmak, eskiden islâm âdeti idi. Şimdi, bu âdetin bulunmadığı yerlerde, bunlarla sokağa çıkmak, gösteriş olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, gösterişi, şöhret yapmağı yasak etmişdir. Mü’minlerin âdeti olan şeylerle örtünmelidir. Ayrılık yapmamalıdır) buyuruyor. Geniş manto ile örtünmek âdet olan yerlerde, kadının çarşafla sokağa çıkması da böyledir. Ayrıca, islâm örtüsü ile alay edilmesine sebeb olarak, günâh da olur.

MUHABBET

“(Hocama) Sevgim arttıkça, Onlardan istifâdem artıyor, istifâde ettikçe muhabbetim ziyadeleşiyordu. Muhabbet arttıkça Onlara yaklaşıyor, kendimi Onların oğlu, veya bir parçası, hattâ zaman zaman nerede ise kendileri buluyordum.”

(Süleyman Kuku rahmetullahi teâlâ aleyh)

[Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf. 36]

Aşk kılıcı

“Bir kimsenin bir kılıçla ikiye bölündüğünü çok gördüm. Ama, şu aşk kılıcına bak ki, bir vurdu mu iki kişiyi bir ediyor.”

(Mazhar-ı Cân-ı Cânan “kuddise sirruh")

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim *Sedat*, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin elini çok öpmüşdür. Efendi hazretlerinin elini öpenlerin elinde, *Bin* sene gitmiyen bir *Feyz* vardır. 


Hattâ o büyükler, ellerini bir *Taş’a* böyle koysalar, bin sene, o taşdan *Feyz* gitmez. Meselâ ben, *Ay’a* bakarım. Ama niye bakarım? 


Resûlullah Efendimiz aleyhisselâm bakdı diye bakarım. Ay, o mübârek *Nazar’a* kavuşdu, o *Feyz’i* aldı, bin sene geçse de, ondan o feyz gitmez. 


İşte *Ay*’a, bu niyetle bakan da *Feyz* alır. Bin sene geçse de feyz alır. Çünkü, Ona zerre kadar benzerlik, bütün dünyâ ni’metlerinden, bütün âhiret zevklerinden daha büyükdür. 


Efendi hazretleri, şaka için lâf söylemezdi. Bir gün Efendi hazretlerine sordular. *Efendim, tekkeler kapandı, artık evliyâ yetişmez mi?* dediler. 


Efendi hazretleri, böyle soranlara; Bu gün, Ehl-i sünnet îtikâdında olan, haramlardan sakınan, farzları yapan bir mü’min, bu asrın *Evliyâsı*’dır. Allahın *Dostu*’dur ve kıyâmete kadar da böyledir, buyurdular.


Efendi hazretleri, bir gün bana buyurdular ki: *Hilmi, ben çok hastalandığım zaman, Mektûbâtı göğsüme koyuyorum, öyle yatıyorum ve şifâ buluyorum*. 


Bir gün de; *İmâm-ı Rabbânî hazretleri gibi bir zât, ne gelmişdir, ne de bundan sonra gelir. Ben Onun âşıkıyım*, buyurdular. 


Dünyâdaki derd-ü belâlar hep *Ni’met*’dir kardeşim. Öyle yazıyor Mektûbât’da. Kıyâmetde, karşılığında sevap verilecek. Ama derd-ü belâya sevap verilmez, derd-ü belâya *Sabredince* sevap verilir.


Sabredene verilir. *Yâ Rabbî! Senden geldi bu bana, şükürler olsun*, diyene, kıyâmetde mükâfât var. 

Derd-ü belâ ne kadar çok olursa, kıyâmetdeki sevap da o kadar çok oluyor. 


Onun için, dünyâda derd-ü belâ gelmiyenler, o derd-ü belâ gelenlere imrenecekler. *Keşke dünyâda iken bana da derd-ü belâ gelseydi de, ben de bu dereceye kavuşsaydım*, diyecekler. 


Peygamber Efendimiz haber veriyor bunları efendim, *Hadîs-i şerîf* bunlar. Kim bilir bunları? Bizim Seâdet-i Ebediyye’miz ve sekiz tâne kitâbımız, Allahü teâlânın sevdiği kullarının yazılarıdır.

Yâdigâr mektûblar 12. mektûb

Erzincan’dan zevcelerine yazdıkları mektûb:

Sîret hanım sultan

Atölyenin kıymet takdir kâğıdını burada bulamadım. Zâten buraya getirmediğimi biliyordum. Fakat bir kerre aradım. O kâğıt, yazdığımız istidâ müsveddesi ile birlikte çocukların yattığı odada; yazıhâne üstündeki sümen içinde veya pencere tarafında sağdaki üst veya ikinci çekmecededir. Eğer burada yoksa Enver Bey ile Altay Bey’e gönderdiğimi zannediyorum. Senin gardrobunda yok mu?

Vergi yedi yüz lira idi. Bin dört yüz lira da cezâsı vardı. Cezâsını afvetmişler mi acaba? Cezâsını afvettiler ise, 12.000 liranın vergisi dört yüz yirmi lira ediyor zannediyorum. Eğer bu kadar ise itirâza lüzûm yok. Bunu veririz. Bunu Hikmet Bey’den anlayarak ona göre hareket edilsin.

Hilmi