Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Işık* soyadını, bize Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri koydu. Şöyle ki, yeni soyadı kânunu çıkdı, ondan evvel soyadı yokdu. Namazdan sonra oturduk, konuşuyorduk. 


Sen ne koyacaksın, sen ne koyacaksın? diye konuşuyorlardı. Efendi hazretleri; *Işık koymalı, Işık soyadı hoş olur*, buyurdu. Ben hemen sessizce oradan çıkdım.


Kimse farkına varmadan, dooğru nüfus müdürlüğüne gitdim. Soyadımı *Işık* koydurdum ve döndüm. Efendi hazretleri beni görünce, *Sen ne koydun soyadını?* buyurdular. 


Ben de, *Işık* koydum efendim, dedim. Efendi; *Öyle miii, çok güzel olmuş, çok iyi, çok iyi*, buyurdu. İltifât buyurdular. Efendi’den *Işık* ismini işitenler, doğru nüfus müdürlüğüne gidiyorlar. 


O gün, ertesi gün, Eyüp Sultân’da nüfus memuru; *Bu Işık soyadını bir subay geldi aldı*, diyor. Hepsi üzülüyor tabii. 


Bunun üzerine, kayınpederim Ziyâ bey, *Akışık* koydu soyadını. Kimisi *İki ışık* koydu, Efendi hazretlerinin de soyadı *Üçışık* oldu. Hikmet-i ilahî, biz bilmeyiz. 


Bu büyükler, *Kalb câsusu*’durlar. Câsus ne yapar? İnsanlar arasında haber araşdırır, memleketine bildirir. Bu büyükler de insanların kalblerini tek tek araşdırırlar. 


Bir *Cevher*, bir *İstîdâd* görünce, onu *Cezb* ederler. Yâni karşısına ya bir *talebesini* veyâ bir *kitap* veyâ bir sebep çıkararak, kendilerine çekerler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe hazretlerinin iki büyük halîfesi var efendim, iki büyük talebesi var. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretleri. 


O zamanlar bir *âdet* vardı. Sevdikleri bir cümleyi yüzüklerine kazır, *imzâ* yerine o *Mühr’ü* kullanırlardı. 


Meselâ İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe hazretlerinin yüzüğünde; *Kulil hayr ve illâ feskût* yazılıydı. Ne demek bu? Yâni, ya hayır söyle, ya da sus!


İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretlerinin mühründe de; *Men amile bi re’yihî nedime* yazılı idi. Yâni, kim aklına göre hareket ederse, pişmân olur. 


Azrâil aleyhisselâm, Peygamberimize geliyor ve rûhunu almak için *İzin* istiyor. Çünkü izinsiz alamaz. İzin isteyince, Efendimiz aleyhisselâm;


*Peki, yalnız bir duâ edeyim, sonra rûhumu al*, buyuruyor ve şöyle duâ ediyor:


*Yâ Rabbî, günâhlarımı afv ve mağfiret eyle, yâ Rabbî bana merhamet eyle ve bana refîk-i âlâyı ihsân et*. 


Böyle duâ ediyor. *Refîk-i âlâ*, Peygamberlerin rûhunun yükseldiği yerdir. Hiç bir rûh oraya çıkamaz. Efendimiz, vefâtından önce bu *üç duâ’yı* yapıyor. 


Efendim, *Din Kardeşliği* mevzû bahis olunca, ne anne, ne baba, ne hanım, ne çocuk sevgisi, hepsi aradan kalkar. Önce *din kardeşliği*, sonra diğerleri. Bu, birinci sıradadır kardeşim. 


Onun için âbileri *üzen*, âbileri *kıran* ve onları *şikâyet* eden, benim muhâtabım değildir.


Âhiretde *Şefâat izni* verilirse, onlara şefâat etmiyeceğim. Neden? Çünkü bir kardeşimizin üzülmesine, ben de çok üzülüyorum da ondan.

TÜTÜN GÜNÂH MIDIR?

(Dürr-ül-muhtâr)ın beşinci cildinde buyuruyor ki:


Şâfi’î mezhebindeki âlimlerden Necmeddîn-i Gazzî diyor ki: (Tütün, önceleri yok idi. İlk olarak, 1015 [m. 1606] de, Şâmda kullanıldı. İçenler, serhoş etmediği­ni iddi’â ediyorlar. Buna inanılsa bile, gevşeklik verdiği meydândadır. Bu ise, ha­râm olmağa sebeb olur. Çünki imâm-ı Ahmedin, Ümm-i Selemeden “radıyallahü anhâ” bildirdiği haberde, (Serhoş eden ve gevşeklik veren şeyler yasak edildi) bu­yuruldu. Bir iki kerre içmek günâh olmaz. Hükûmet yasak edince, harâm olur. De­vâm edilirse, büyük günâh olur. Çünki, küçük günâhlara devâm etmek büyük günâhdır).


Hanefî mezhebine gelince; büyük âlim İbni Nüceym-i Mısrî “rahmetullahi te­âlâ aleyh”, (Eşbâh) kitâbında buyuruyor ki, (Âyet-i kerîmede ve hadîs-i şerîfler­de harâm olduğu bildirilmiyen şeyler, aslı üzere halâl olur. Veyâ halâl ve harâm di­ye hükm olunamaz. Hanefî ve Şâfi’î âlimlerinin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle şeyler halâl olur dedi. İbni Hümâm, (Tahrîr) kitâbında da böyle söylüyor. Bunun için, Besmele ile kesildiği bilinmiyen hayvâna ve zararı görülmi­yen ota halâl denir). Tütün de böyledir. Âlimlerin çoğuna göre, halâldir. Birkaçı­na göre ise, hükm verilemez. [(Uyûn-ül-besâir)de, Hamevî (Eşbâh)ı şerh ederken, (Bundan, tütün içmenin halâl olduğu anlaşılmakdadır) buyuruyor.] Hanefî âlim­lerinden, Şâm müftîsi, Abdürrahmân İmâdî, (Hediyye) adındaki kitâbında, (Tü­tün; soğan, sarmısak gibi mekrûhdur) buyurdu. İbni Âbidîn, bu satırları açıklar­ken buyuruyor ki:


(Vehbâniyye) şerhinde, (Tütün içmek ve satmak yasak edilmelidir) diyor. [Dör­düncü Murâd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tütün içilmesini yasak etmişdi. Bu­nun zemânında bulunan Şernblâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de, (Halîfe mubâh­ları yasak edince harâm olur) diyenler gibi, tütüne yasak demişdir. Dikkat edilir­se, yasak edilmelidir, dediği hâlde, yine harâm veyâ mekrûh dememişdir.]


Tütün içmek, orucu bozar. İsmâ’îl bin Abdülganî Nablüsî, (Dürer) şerhinde di­yor ki, (Zevcenin soğan ve sarmısak gibi ağzı kokutan şeyleri yimesi yasak edile­bilir. Tütün kokusunu sevmiyen kimse de, tütün içmesini men’ edebilir).


Mısrda, Mâlikî âlimlerinin büyüklerinden Alî Echürî, tütünün halâl olduğunu bildiren kitâb yazmış, burada dört mezheb âlimlerinin, tütünün halâl olduğunu bil­diren fetvâlarını nakl etmişdir. Allâme Abdülganî Nablüsî de tütünün mubâh olduğunu bildiren, (Essulh-u beynel-ihvân) kitâbını yazmışdır. Bu kitâb ve terce­mesi, Nûr-i Osmâniyye kütübhânesinde vardır. Harâm ve mekrûh diyenlere ce­vâb vermekdedir. (Ba’zı kimselere zarar verirse, yalnız bunlara harâm olur. Baş­kalarına harâm olmaz demekde ve bal, safra hastasına zarar verir. Fekat, başka­larına harâm değildir. Hattâ şifâdır. Herşey aslında halâldir. Harâm veyâ mekrûh diyebilmek için, delîl lâzımdır. Şerâb habîslerin en kötüsü olduğu hâlde ve Resû­lullah “sallallahü aleyhi ve sellem” islâmiyyetin bildiricisi olduğu hâlde, şerâba ha­râm diyemedi. Âyet-i kerîme ile yasak edilmesini bekledi. O hâlde, tütün içmek mubâhdır, halâldir. Kokusu mekrûhdur. Tab’an mekrûhdur. Şer’an mekrûh değil­dir) demekdedir.


İbni Âbidîn, devâm ederek buyuruyor ki, (Tütün içmek Şâfi’î mezhebinde ha­râm değildir. Kitâblarında, tenzîhen mekrûh denilmekdedir. Hattâ, zevce tütünü bırakınca, zarar görmezse, meyve gibi olur. Zevcin, tütün parası vermesi lâzım olur. Tütünü bırakınca, kadın zarar görürse, ilâç gibi olur. Tütün parasını vermesi, vâ­cib olmaz dediler. Câmi’ içinde tütün içmek, soğan, sarmısak yimek harâmdır.)


Tütüne harâm diyenlerin dayandığı, vesîka olarak ileri sürdükleri, (Berîka) ki­tâbının sâhibi Hâdimî “rahmetullahi teâlâ aleyh” seksenbeşinci sahîfesinde diyor ki: Âyet-i kerîmede, (Habîs olan şeyler harâmdır) buyuruldu. (Vâhidî) tefsîrinde, (Âyet-i kerîmedeki habîs, leş, kan ve domuz eti demekdir. Âyet-i kerîme, bu üçünü harâm etmekdedir) diyor. Hâlbuki, habîs olan herşey harâmdır. Her harâm habîsdir. Meselâ şirk, zulm, fâiz ve rüşvet habîsdir. İnsanın iğrendiği, pis dediği her­şey habîsdir denildi. Buna göre tütün de habîs ve harâm olur.


Yüzotuzüçüncü sahîfede diyor ki: İbâdet için, sevâb kazanmak için olmıyan bid’atlere, (Âdetde bid’at) denir. Un eleği, kaşık kullanmak gibi. Âdetde bid’at olan şeyleri yapmak, dalâlet, yoldan sapmak değildir. Vera’, takvâ sâhibleri de bunla­rı zarûret olunca kullanır. Kullanması günâh değil ise de, kullanmamak iyi olur. Ba’zıları, (Tütün ve kahve kullanmak da, âdetde bid’atdir. İkisi de harâm değil­dir ve mekrûh da değildir. Doğrusu da budur. Bunlara harâm diyen, bid’at-i âdiy­yeyi harâm etmiş olur. Sultânın yasak etmesine gelince, islâmiyyete uygun olan emr­leri dinlenir. Tabî’atine ve nefsine uyarak verilen emrleri değil) dedi. Bize göre, kah­ve belki böyledir. Fekat, bunu da, kullanmamak dahâ iyidir. Çünki, hakkında söz birliği yokdur. Tütüne gelince, harâm olmadığı doğru ise de, mekrûh olduğunda şübhe yokdur. Çünki, halâl olmasında söz birliği yokdur. Sultân, umûmun fâide­si için, bir mubâh şeyi yasak edince, dinlemek vâcib olur. Söz birliği olmıyan şeyi yasak edince, elbette vâcib olur. (Telvîh) kitâbında diyor ki, (Şübhe edilen şeyler harâm olur).


Binikiyüzkırküçüncü sahîfesinde diyor ki: Yimeği ve içmeği harâm eden sebeb­ler altıdır: Serhoş edenler, şerâb gibi. Necs olanlar, bevl ve kan gibi. Zarar veren­ler, kum, toprak gibi. İğrenç olanlar, menî ve sümük gibi. Habîs olanlar, tahta ku­rusu [biti] gibi. Öldürücüler, zehrli maddeler gibi. Tütün içmeği âdet edinenlere gelince, tütün bunlara zarar verir denildi. Çoğunun hastalığa yakalandığı görülmek­dedir. Böyle şeylerde, cinse, umûma bakarak karâr verilir. Birkaç kişiye göre ka­rar verilmez. Tütün ba’zı hastalıklara fâideli olmakdadır. Meselâ balgam, safra sök­mekdedir deniliyor. Fekat bu, câhillerin sözüdür. Doktorlar kullanmıyor. Müte­hassıslar böyle yazmıyor. Tersini bildiriyorlar. Ba’zı doktorlardan işitdik ki, tütün olmasaydı, Âdem oğlu bin sene yaşardı demişlerdir. [Mütercim fakîr, doktorlar­dan nakl olunan bu sözü, akla uygun bulmamakda ve hayret etmekdedir. Çünki, tütün ortaya çıkmadan önce de, insanlar, tabî’î ömrlerine uygun olarak yaşamış­dır. Asr-ı se’âdetden beri, bin sene yaşıyan bir kimse işitilmemişdir.]


Tütün serhoş eder de denildi. Yeni başlıyanlarda böyledir. Yavaş yavaş alışan­ları serhoş etmiyor. Şerâb da böyledir. İmâm-ı Muhammed, çoğu harâm olanın, azı da harâmdır dedi. Ba’zıları, bu sebeble, tütüne harâm dedi. Ba’zıları da, içmemek iyi olur dedi. Ba’zıları, tütün içmek, başkalarını râhatsız ediyor. Başkasına eziyyet vermek harâmdır dedi. Ba’zısı da, tütün; (Soğan, sarmısak yiyen, mescidimize yak­laşmasın!) hadîs-i şerîfine girer dedi. Fıkh âlimleri dedi ki, pis kokan şeyleri mes­cidden çıkarmak lâzımdır. Tütüne bid’at denildi. Fekat, i’tikâdda, inanmakda ve ibâdetlerde olan bid’at [devrim, değişiklik] harâmdır. Âdetlerde olan bid’atler ha­râm değildir, mubâhdır. Sünnete ve sünnet olmakdaki sebebe uymıyan bid’atler yasakdır. Meselâ, misvâkın sünnet olması, ağızdaki pis kokuyu giderdiği içindir. Tü­tün ise, bu hikmeti bozmakdadır. Dîne fâideli olan bid’atler güzeldir. Tütün böy­le değildir. Tütün habîsdir denildi. Selîm tabî’atli kimse, tütünden iğrenmekdedir. Oyun için, keyf için, kibr için içilir de denildi. Tütün aslında mubâh olsa da, bu se­beble harâm olur. Tütün isrâfdır denildi. Çünki, lüzûmlu değildir. Keyf için mal ver­mekdir. Çok mal verip alan da olur. İbâdetleri, meselâ cemâ’at ile nemâz kılma­ğı bırakmağa sebeb olur. Yalan, gıybet, nemîme, gevezelik gibi harâmlara da se­beb olur. Tütün içenlerin öldükden sonra rü’yâda görülmesi, mezârları açılınca, yüz­lerinin, ağızlarının değişmiş olması, mezârı duman dolmuş olması da bu sözü kuv­vetlendirmekdedir. Görülüyor ki, tütün için sözler ve fetvâlar başka başkadır. Değil câhiller, âlimler de, bu işin içinden çıkamamışdır. Ba’zıları halâldir, mubâh­dır dedi. Ba’zıları tehlükelidir dedi. Halâl diyenlere göre, birşeyin harâm olması için, harâm olduğu açıkca bildirilmiş olmalı veyâ harâm olduğu kolay anlaşılma­lıdır. Tütün, açıkca harâm edilmemişdir. Harâm olduğunu anlamak için de şimdi de müctehid yokdur. Eski müctehidlerin de, tütün için bir sözü yokdur. Müctehid olmıyanların, halâl veyâ harâm demesinin bir kıymeti olmaz. O hâlde tütün içmek, aslı üzere mubâhdır, halâldir. Tehlükeli diyenler ise, dahâ yukarda bildirilen sebeb­leri göz önünde tutmuşlardır. Tehlükeli diyenler, belki dahâ haklıdır. Çünki, bu se­beblerden birkaçı yanlış olsa bile, şübheden kurtulmaz. Hepsi bir araya gelince, kuvvetlenmiş olur. Şimdi müctehid kalmadı demek de, şübhelidir. Mutlak mücte­hid yok ise de, ictihâdları karşılaşdırabilecek (Mes’elelerde müctehid) şimdi bel­ki vardır. Eski müctehidler, tütün için birşey bildirmedi ise de, tütün, onların açık bildirdiği karârlardan birine bağlanabilir. Müctehid olmıyan âlimler, bu işi yapa­bilir. Tütün içmek, nihâyet şübheli kalmakdadır. Şübheliler ise, harâm olur. Ha-dîs-i şerîfde, (Şübheli şeyleri yapan, harâm da işler) buyuruldu. Mubâh veyâ teh­lükeli olan şeyi de çok yapmamak lâzımdır. Tütüne tehlükeli demek insâf olur. Mu­bâhlara fazla dalmak da, küçük günâh olur. Tütüne, aslında halâl desek bile, in­san buna alışıyor. Mubâhlar için de, kıyâmetde hesâb vardır. Tütünü ençok fâsık­lar içiyor. Başkaları, bunlardan görerek alışıyor. İhtiyâtlı davranmak her yerde iyi­dir.


Binüçyüzkırkyedinci sahîfede diyor ki: Hadîs-i şerîfde, (Soğan, sarmısak yiyen, mescidimize gelmesin!) buyuruldu. Çünki, melekler pis kokudan incinir. Pırasa gi­bi pis kokulu şeyleri yiyenler ve cüzzâm, baras hastaları, yarası kokanlar, üzeri ba­lık, et kokanlar da böyledir. Bunlar mescide sokulmaz. Mescide giderken çiğ so­ğan, sarmısak yimek, tenzîhen mekrûhdur. Pişmiş yimek mekrûh değildir. İlâc ola­rak yimek câizdir. (Yahyâ efendi fetvâsı), tütünü içmek de bunun için mekrûh olur dedi. Sâlih olan kimse, bu hadîs-i şerîfden korkarak tütün içmez. (Berîka) kitâbın­dan terceme burada temâm oldu.


(Hadîka)nın [1290] hicrî senesi İstanbul baskısı, yüzkırküçüncü sahîfesinde diyor ki, (Un eleği ve kaşık gibi şeyler zemân-ı se’âdetde yok idi. Sonradan mey­dâna çıkdılar. Böyle, Allahü teâlâya ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ol­maksızın meydâna çıkarılan şeylere, (Âdetde bid’at) denir. Bunlar, hadîs-i şerîf­de dalâlet, sapıklık olarak bildirilmiş olan bid’atlerden değildirler. Bunları yapan­lara cezâ verilmiyecekdir. Vera’ sâhiblerinin yapmaması dahâ iyi olur. Erkeklerin fazla yiyerek yağ bağlaması da böyledir. İmâm-ı Münâvî, (Câmi’-us-sagîr) şerhin­de, kıyâmet alâmetlerinden biri, erkeklerin yağlanmasıdır dedi. Âdetde bid’atler­den biri de, tütün ve kahve içmekdir. Zemânımızda iyi kötü her insan bunları kul­lanmakdadır. Bunlar için çeşidli şeyler söyleniyor ise de, sözün doğrusu, ikisine de harâm ve mekrûh dedirtecek bir sebeb yokdur. Her ikisi de, (Âdetde bid’at)dir. Herhangi bir sebeb göstererek bunlara harâm diyen kimse, âdetde bid’at olan şe­ye harâm demiş olur. Âdetde bid’ate harâm denilemiyeceğini, cumhûr-i ulemâ bil­dirmişdir. Sultânın emr ve yasak etmesine gelince, bunlar, Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uygun olursa, itâ’at vâcib olur. Kendi düşüncesi, görüşü ile olana itâ’at vâcib değildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün emr ve ya­sakları, Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uygun idi. Kendiliğinden birşey bildir­medi. Böyle olmasaydı, Onun her sözüne itâ’at vâcib olmazdı. Sultânın, kendi ak­lı, düşüncesi ile verdiği emre itâ’at da, elbette vâcib olmaz. Ancak, emri veren, zulm, işkence yaparsa, milleti sıkışdırırsa, onun şerrinden, öldürmesinden korkan kim­senin, hele kan dökücü başkanın böyle mubâhları yasaklamasına itâ’at etmesi vâ­cib olur. Çünki, bir müslimânın kendini tehlükeye sokması câiz değildir. İşte, böyle yasaklandığı zemân, kahve, sigara içmemek vâcib olur. Fekat, yine, harâm veyâ mekrûh oldukları için değil, kanını, ırzını kurtarmak için içmemeğe niyyet et­mek lâzımdır. Ülül-emre itâ’at demek, müslimân olan âmirlerin, hak üzere olan emr ve yasaklarına uymak demekdir).


İsmâ’îl Hakkı hazretleri, ilk zemânlarında tütünün harâm olduğunu yazmışdı. Çünki, sultân Murâd, tütün içmeği yasak etmişdi. İçen öldürülüyordu. Bu âlim, tü­tünü değil, tütün içmeği, i’dâma sebeb olduğu için harâm demişdi. Hükûmet, tütün yasağını kaldırdıkdan sonra, yazdığı kitâbında, tütünün harâm olmadığını bildirmiş­dir. Mütercim fakîr, Bursada Orhân kütübhânesinde bu kitâbını gördüm.


(Feth-ur-rahîm) kitâbının yirmidokuzuncu sahîfesinden başlıyarak diyor ki: Mâ­likî âlimlerinden Alî Echürî (Gâyet-ül-beyân) kitâbında, şeyh Halîlden alarak bu­yuruyor ki, (Aklı götürüp hissi gidermiyen ve keyf veren maddeye (Müskir), ya’nî serhoş edici denir. Aklı giderip, hissi gidermez ve keyf vermezse (Müfsid), uyuşdu­rucu, heroik denir. Aklı da, hissi de gideren maddeye, (Mürkıd) veyâ (Münev­vim), uyutucu, hipnotik denir. Serhoş eden maddeyi içene Had cezâsı vurulur ve ser­hoş etmiyen az mikdârını içmek de harâmdır ve bu maddeler necsdir. Abdüllah-i Me­nûfî, esrâr otu veyâ haşîş denilen, hind keneviri otunun yaprakları için, müskirdir, çünki, esrâr almak için evinin eşyâsını satıyorlar dedi. Keyf vermeseydi, böyle yapmazlardı dedi. Şâfi’î âlimlerinden Zerkeşî de böyle dedi. Esrârın azı da, çoğu da harâmdır dedi. Şeyh Ebül-Hasen “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Müdevvene) şerhin­de ve allâme İbni Merzûk ve Şehâb Karâfî ise, esrârın, müfsid, uyuşdurucu olduğu­nu bildirdiler. Çünki, bunu alanlar kavga etmiyor, uyuşup kalıyorlar. Şâfi’î âlimle­rinden İbni Dakîk-ul İyd “rahmetullahi teâlâ aleyh” de böyle söyledi ve haşhaşdan elde edilen afyon, esrârdan dahâ kuvvetlidir. Çünki, afyonun az mikdârı serhoş edi­yor. Hâlbuki, necs olmadığında sözbirliği vardır dedi. Esrâr da necs değildir. Şerâ­bın serhoş etmiyen az mikdârını içmek harâm olduğu hâlde, esrârın serhoş etmiyen az mikdârının harâm olmadığını imâm-ı Nevevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mü­hezzeb) şerhinde bildirdi. Benc ya’nî Jüskiyam [ban otu] ve afyon da, esrâr gibi olup, serhoş etmiyen az mikdârını yimek câizdir. [Fazla alındığı zemân, aklı ve a’sâbı bo­zan böyle otlardaki zararlı maddeleri ayırıp, bunları ve benzerlerini hap ve iğne hâ­linde keyf ve zevk ilâcı ismi ile talebelere, işcilere ve futbolculara satıyorlar. Ahlâk, nâmûs, din ve îmân ve vatan sevgisi gibi mukaddes bağlarımızı koparan bu uyuştu­rucu maddeleri satın almak ve kullanmak harâmdır. Büyük günâhdır.]


Tütün içmeğe gelince, aklı gidermiyor. Necs de değildir. Böyle olunca, tütün iç­mek harâm değildir. Başka dürlü zararlara sebeb olursa harâm olur. Zarar vermi­yen kimseye harâm değildir. Güvenilen bir ârifin [ya’nî mütehassıs tabîbin] haber vermesi ile veyâ kendi tecribesi ile zarar verdiğini anlıyana harâm olur. İslâmiyye­tin bildirmediği şeylerde ahkâm değişir. Zarar verince harâm olur. Zarar vermezse, harâm olmaz. Tütünü yeni içenlerde gevşeklik yapması, sıcak suya girende veyâ müs­hil ilâcı içende gevşeklik hâsıl olması gibidir. Yoksa, aklı giderdiği için değildir. Ak­lı giderdiği için gevşeklik yapıyor denilse bile, yine müskirdir denilemez. Çünki, keyf vermemekdedir. Afyonu, aklı gidermiyecek az mikdârda yimek câiz olduğu gibi, tü­tünü de aklı gidermiyecek mikdârda içmek câiz olur. Bu ise, insanlara göre ve içi­len mikdâra göre değişir. Bir kimsenin aklını gideren mikdâr, başkasının aklını gi­dermez. Görülüyor ki, tütün harâmdır, diyip kesin söylenemez. Bunu ancak din câ­hili veyâ inâdcı, müte’assıb olan söyler. Aklı gidermeyince, halâl olduğu anlaşılmak­dadır. Tütün, ispirto ile yıkanıp temizlendiği için necsdir de denilemez. Çünki bu söz, tütünün değil, ispirtonun harâm olduğunu göstermekdedir. İspirtosuz temiz­lenenlerin harâm olmadığı anlaşılır. Tütün, isrâf olduğu için harâmdır da denilemez. Çünki, mubâh olan şeyi almak için verilen mal isrâf olmaz. Zararlı olduğundan ha­râmdır demek de ilmî bir söz değildir. Çünki, zarar verene harâm olur. Zarar ver­miyene harâm olmaz. Herkese zararlıdır demek ilme ve tecribeye uygun değildir. Ba’zı hastalıklara fâidesi olduğu da görülmüşdür. Hanefî âlimlerinden şeyh Muham­med Nihrîrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tabîb-i müslim-i ârifin sözü ile veyâ tec­ribe ile zarar verdiğini anlıyan kimseye tütün içmek harâm olur. Böyle kesin an­laşılmadıkca, halâl olduğuna fetvâ vermişdir. Bir başka fetvâsında da, aklını gi­deren veyâ zarar veren kimseye harâm olur. Başkalarına harâm olmaz, demişdir.


Tütün hakkında bir hadîs-i şerîf yokdur. (Pis kokulu ağaçdan yiyen, mescidimi­ze yaklaşmasın! İnsanlara eziyyet veren şeyi melekler de sevmez) hadîsinde bildi­rilen ağacın, soğan, sarmısak olduğu (Eşi’a) üçyüzyirmisekizinci sahîfede yazılıdır. Şâfi’î âlimlerinden Alî bin Yahyâ Ziyâdî fetvâsında, aklını giderene harâm olur. Baş­kalarının içmeleri harâm olmaz dedi. Büyük Şâfi’î âlimi Abdür-Raûf-i Münâvî de böyle fetvâ verdi. Şâfi’î âlimlerinden Şems-üd-dîn Muhammed bin Ahmed Şevbe­rî de böyle cevâb yazdı. Tütün, başka mubâhlar gibidir. Ya’nî kendisi harâm değil­dir. Aksini bildirenlerin ellerinde hiçbir vesîka yokdur. İnâd etmekdedirler dedi.


Hanbelî âlimlerinden Mer’î bin Yûsüf Mukaddisî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tahkîk-ul-burhân fî-şân-id-duhân) kitâbında, başka zarar vermedikce tütünün ha­râm olmadığını, ateş dumanını ağza çekmek gibi olduğunu, bunun harâm olaca­ğını ise kimsenin bildirmemiş olduğunu yazmakdadır.


Yeni meydâna çıkan birşey, mubâha benzerse mubâh olur. Harâma benzerse ha­râm olur. Aklı olan bir din adamı, tütünü elbet mubâhlara benzetir. Zarara sebeb olmadıkca harâm diyemez.


Abdür-Raûf-i Münâvî, tütünü kötüliyen bir hadîs-i şerîf yokdur dedi. Görülü­yor ki, aklı gidermiyecek kadar tütün içmenin harâm olmadığını dört mezheb âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir). Alî Echürînin sözü burada temâm oldu.


1355 [m. 1936] senesinde, İskenderiyyede basılan (Celâl-ül-hak fî keşf-i ahvâl-i şirâr-il-halk) kitâbında ve Zerkânînin (İzziyye) şerhinde diyorlar ki, Alî Echürîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” soruldu: Tütün için, (Şerâbdan ve yeşil otdan sakınınız!) hadîsi vardır. Çünki, Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sal­lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile gidiyorduk. Bir ot görüp başını salladı. Sebebi­ni sordum. (Âhır zemânda, bu otun yapraklarını içecekler. Onunla serhoş olup, ne­mâz kılacaklar. Onlar kötü kimselerdir. Benden uzakdırlar. Allahü teâlâ onları sev­mez) buyurdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bildirdiğine göre, (Onu içen­ler, Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Şeytânın arkadaşıdırlar. Tütün içenle mü­sâfeha etmeyiniz! Boynuna sarılmayınız! Ona selâm vermeyiniz! Çünki o, benim ümmetimden değildir) buyurdu. Bir habere göre de, (Onlar, eshâb-ı şimâldendir. Tütün, şakîlerin içkisidir. İblîsin bevlinden yaratılmışdır. Allahü teâlâ, sevdiğim kul­larımı aldatamazsın buyurunca, bevl yapmışdı. Ondan tütün otu hâsıl oldu) deni­liyor. Bunlara ne dersiniz? Alî Echürî hazretleri, cevâbında buyurdu ki, (Bunların hiçbiri hadîs değildir. Hadîs âlimleri, bunların yalan ve iftirâ olduklarını bildirdi­ler. Hem de, bu sözlerin düzgün ve edebiyyâta uygun olmaması da, Resûlullahın mu­bârek ağzından çıkmadıklarını göstermekdedir. Rebî’ bin Haysem buyurdu ki, güneşde ışık olduğu gibi, hadîs-i şerîflerde de nûr vardır. İftirâ olarak uydurulan söz­lerde ise, zulmet vardır. Hadîs uyduran, Cehenneme gidecekdir. (Buhârî) ve (Müs­lim)de yazılı hadîs-i şerîfde, (Söylemediğim birşeyi hadîs diyerek yalan söyliyen, Ce­hennemde ateşden kazık üzerine oturtulacakdır) buyuruldu. İmâm-ül-Haremeyn Abdülmelik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hadîs uyduran kâfir olur dedi ise de, küfr değil, büyük günâhdır. Tütün içmek aklını giderir veyâ zarar verirse yâhud nafaka­sı vâcib olanın nafakasını terke veyâ nemâzın vaktini kaçırmağa sebeb olursa, bu kimseye harâm olur. Başkalarının içmesi harâm olmaz.)


Müfsid, ya’nî uyuşdurucu olan maddelerin aklı gidermiyecek kadar az mikdâr­larını satmak ve her ilâcı satmak câizdir. Tütünü de, aklını gidermiyen kimselere satmak câizdir.


Yukarıdaki örnek yazılardan anlaşılıyor ki, tütün içmek, alkollü içkiler ve afyon, morfin, esrâr ve benzerleri uyuşdurucu maddeler gibi, harâm edilmemişdir. Bu fa­kîr, tütün dumanından hoşlanmıyorum. Hiç içmedim. Evimde bulunanlar da içmez. Fekat tabî’atim sevmiyor diye, harâm diyemem. Halâller belli, harâmlar bellidir. Müctehidlerin bildirdiği şübheliler de meydândadır. Şübheliler, müctehidlerden bir kısmının halâl, bir kısmının harâm dediği şeylerdir. Harâm diyenlerin, yapma­ması lâzım olur. Câiz diyenlerin de yapmaması, iyi olur. Tütün böyle değildir. Müctehid olmıyanların, üsûl ilmlerini okumıyanların, halâli, harâmı bilmemesi, şüb­heli demek olmaz. (Müctehid olmıyanların sözü, delîl-i şer’î olmaz) buyurulduğu, (Berîka)nın 94. cü sahîfesinde yazılıdır. Birşeyin halâl olması için delîl aranmaz. Fekat, harâm olması için aranır.


Bir cinsden olan şeylerin bütünü, nass ile harâm edilmiş olursa, bunlardan bir­kaçına halâl diyebilmek için, ancak bu zemân, bunların halâl olmasına delîl ara­mak lâzım olur. Harâm olduğu bildirilmiyen birşeye, halâl denir. Buna harâm di­yebilmek için, delîl aramak, isbât etmek lâzımdır. İbni Âbidîn “rahmetullahi te­âlâ aleyh”, (Zebâ’ih) kısmında, En’âm sûresinin yüzkırkbeşinci âyetini ve (Alla-hü teâlânın, halâl ve harâm diye açıklamadığı şey, Allahü teâlânın afv etdiği şey­lerdendir) hadîs-i şerîfini yazarak, harâm olduğu bildirilmiyen ve harâm edilmiş olanlara benzemiyen her şeyin mubâh olduğunu göstermekdedir. O hâlde, tütün için birşey bildirilmedi diyenlerin, tütüne harâm, mekrûh dememeleri, mubâh demeleri lâzımdır. Tütün hakkında hadîs-i şerîf denilen sözlerin iftirâ ve yalan ol­dukları açıkdır. Çünki, asr-ı se’âdetde Arabistânda tütün yokdu. İslâm memleket­lerine 1015 senesinde geldiğini yukarıda bildirmişdik.


Din bilgisi olan bir kimse, tütüne tahrîmen mekrûh diyemez. Çünki, İbni Âbi­dîn, beşinci cildde (İmâm-ı Muhammed buyurdu ki, tahrîmen mekrûh demek, ha­râm demekdir. İki imâm ise, harâma yakındır dedi. Ya’nî, vâcibi terk eden gibi, Ce­hennemde azâb görür ise de, inanmıyan kâfir olmaz dedi. Şübheli şeyler de böy­ledir. Şübheli şey demek, müctehidin, muhkem olmıyan, açık olmıyan, te’vîl edi­len âyet-i kerîmelerden veyâ hadîs-i şerîflerden, yâhud muhkem ise de, bir kişinin bildirmiş olduğu hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükm demekdir. Tehlükeli demek, islâmiyyetin yasak etdiği şey demekdir) diyor. Görülüyor ki, tütün içmeğe tehlü­kelidir de denilemez.


Kötü alışkanlık, harâm işlemeğe alışmak demekdir. Harâm olmıyan şeyi kullan­mağa kötü alışkanlık demek, din adamına yakışmaz. Câhil olan, cesûr olur. İslâ­miyyetin izn vermediği sözleri, sıkılmadan söyler. Kendi tabî’atine, görüşüne uy­madığı için, din büyüklerinin sözlerine saçma demekden, Allahü teâlâya sığınırız.


Buğazına düşkün olanlar, yiyeceğe benzetilemez diyerek de tütünü kötülüyor­lar. Tütün bitkisini yakıp, dumanını çekmek, ihtiyâc değildir, câiz olmaz diyorlar. Günnük, ud ağacı, tütsü otunu yakıp koklamağa, acabâ ne diyecekler? Bunlar, yin­mez, içilmez, câiz olmaz mı diyecekler? Ölülerde ve dirilerde kullanılması sünnet olan şeyi de, yakılıp dumanı savruluyor diye, kötüliyecekler mi? Hâlbuki bunlar ve pis kokulu olan birçok otlar, A’râf sûresindeki, (Yerden çıkardığı zînet) kelime­sine dâhil olunmuşdur. Fukahâ-i kirâm “aleyhimürrahme” menâzır-i hasene ve ce­vârî-yi cemîle ile tena’um etmeği bile, (Allahü teâlânın kulları için, yerden çıkar­dığı zînetleri harâm edecek kimdir?) meâlindeki âyet-i kerîmeye dâhil etmişdir. Bu­nun için, câizdir buyurmuşlardır [(Mültekâ), (Mecma’ul-enhür)]. Pis kokulu olan sezâb, ya’nî sedef otunun, soğan kokusunu örtmesi için yinilmesi, (Şir’at-ül-islâm)da emr olunmakdadır. Tütün içmeği, günnük, tütsü otu yakmakdan ve sedef otundan ayırmak, te’assubdan başka ne olabilir? En’âm sûresinin, ellidokuzuncu âyet-i ke­rîmesindeki (Kitâb), Levh-i mahfûz veyâ ilm-i ilâhî olduğu, bütün tefsîrlerde ya­zılıdır. Kur’ân-ı kerîmde de, o kitâbdaki bütün harâmlar bildirilmişdir. Herkes, ilm ve ihlâsı kadar görebilir. Sünnet, icmâ’ ve kıyâs, Kur’ân-ı kerîmde bulunmıyan şey­leri eklemek değildir. Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin içinde kapalı olarak bulunan bil­gileri meydâna çıkarmakdadır.


İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Zebâ’ih) kısmı sonunda buyuruyor ki, (Habîs demek, Eshâb-ı kirâmın beğenmediği şey demekdir. Çünki Kur’ân-ı kerîm, bunu onlara bildiriyor. Onlardan sonra meydâna çıkan şeyler, onların iyi veyâ ha­bîs dediklerinden hangisine benziyorsa, o da öyle olur). Tütün habîs değildir. Fıkh kitâbları, uyuşdurucu otlara bile habîs demiyor. (Redd-ül-muhtâr) beşinci cild, ikiyüzdoksanbeşinci sahîfede, (Çok yiyince serhoş eden katı maddelerin, otların aslı tâhirdir, temizdir, mubâhdır) diyor.


Bir kimseye zarar veren mubâh şey, ona harâm olur. Zarar vermediği kimsele­re harâm olmaz. Tütünün zarar vermediği kimseler çokdur. Aşırı içen ba’zı kim­selere zarar verirse, bunların çok içmesi harâm olur. Fekat, bunların az içmeleri­ne ve zarar görmiyenlere de harâm olur denilemez. Çoğu zarar veren şeyin azı da harâm olur demek pek yanlışdır. Herşeyin çoğu zarar verir. Ekmeğin, suyun da ço­ğu, zarar verir. Bunun içindir ki, doydukdan sonra yimek harâmdır. Fekat, çoğu za­rar veriyor diye, az yimek, içmek, harâm olur mu? Hattâ, ibâdet yapacak kadar yi­yip içmek farzdır. Yukarıda yazılı yanlış söz, âlimlerin, (Çoğu serhoş eden şeyin azı harâm olur) sözünden, bir câhilin anladığı şey olabilir. Serhoş eden şeyler zarar­lıdır. Fekat, her zarar veren şey serhoş edici değildir. Bu inceliği anlamak lâzım­dır.


Kendi sevmediği için, kendi düşünüşü ile tütünü harâmların arasına karışdırmak, çok tehlükelidir. Kur’ân-ı kerîmi, kendi re’yi ile tefsîr etmek olur.


(Hadîka) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, yimesi harâm olanları an­latırken buyuruyor ki, (Yimesi, içmesi zararlı olanlar üçe ayrılır: Birincilerinin za­rarını herkes bilir. Bunlar öldürücüdür. Her zehr ve cam tozu, demir ve cıva bile­şikleri, kirec ve benzerleri böyledir. Bunları yimek, içmek harâmdır. İkincilerinin zararlı olduğu bilinir ise de, öldürücü değildirler. Toprak, çamur, kil ve benzerle­ri böyledir. Bunları çok yimek, içmek mekrûh olup, zararsız mikdârları mubâhdır. Üçüncüleri, organlarında za’fiyyet olanlara zarar verirler. Sağlam olanlara zarar vermezler. Ba’zı kimselere balık eti, süt [yumurta, pasdırma, turşu, konserve eti], bal, zeytin yağı, biber zarar verir. Bunlar, yalnız zarar verenlere harâm, mek­rûh olur. Zarar vermiyenlere ise mubâhdırlar). Tütüne zararlıdır diyenler de, üçüncü kısmdan olduğunu söyliyebilmekdedirler. Her içeni öldürücü bir zehr olduğunu bildiren bir ilm adamı yokdur. Çünki, böyle olmadığını herkes bilmek­dedir. Tütünde bulunan (Nikotin) maddesi zehrli olduğu için, günde bir iki siga­ra içmek de, zehrlenmek olur diyen de işitilmemişdir. Çünki bu söz, havada, bo­ğucu olan karbon di-oksid gazı bulunduğu için, nefes almak zehrlenmek olur de-meğe benzer. Nikotinden katkat dahâ zehrli olan siyanür asidi, acı bâdemdeki amig­dalin glikozidinde vardır. Bu zehr bulunduğu için, acı bâdem zehrlidir diyen ve acı bâdem yimek harâmdır, mekrûhdur diyen yokdur. İstanbul diş hekimliği fakülte­si öğretim üyelerinin 1972 senesi toplantısındaki konuşmada, (Günde birkaç si­gara içmekle ağızda meydâna gelen nikotinin diş etlerini koruduğu, fazlasının ise zararlı olduğu) bildirilmişdir. Herşeyi fazla yimek, içmek zararlı olur. Aşırı mik­dârda tütün içenlerin de zarar görecekleri şübhesizdir. Bunu işitenlerin, sigara za­rarlıdır, kansere sebeb oluyor diyerek, günde bir, iki sigaranın da zararlı olacağı­nı sanmaları, bu yüzden harâm olur, mekrûh olur demeleri ilme ve akla uygun de­ğildir.


Hanefî âlimlerinden seyyid Ahmed Tahtâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Dürr­ül-muhtâr) hâşiyesinde diyor ki, (Necmüddîn Gazzî şâfi’î, tütün serhoş etmese de, gevşeklik verdiği için, harâm olur. Bir iki kerre içmek, büyük günâh olmaz dedi. Harâm demesi, küçük günâhdır demekdir. Şâfi’î âlimlerinin çoğu, tenzîhen mek­rûh dedi. Hanefî mezhebinde, soğan, sarmısak gibi, tenzîhen mekrûhdur.)


Tekrâr edelim ki, ictihâd, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sel­lem” bildirmediği şeyleri bulup bildirmek değildir. İctihâd, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde kapalı bildirilenleri anlayıp meydâna çıkarmakdır. Resûlullah “sal­lallahü aleyhi ve sellem” ileride ümmetinin başına gelecek şeyleri bilmiyor mu idi? Yoksa, harâm şeylerin meydâna çıkacağını bilip de, bildirmedi mi? Hâlbuki bildir­mesi farzdır. Herşeyi bildirmesine lüzûm yokdur. Fekat harâmları bildirmesi vazî­fesidir. Harâmların adını ayrı ayrı bildirmeğe de lüzûm yokdur. Tütünün, hadîs-i şerîflerde ve ictihâdlarda açıkca söylenmemesi, onların zemânında bulunmadığı için değildir. O zemânda bulunan birçok şeyin adı da, ayrı ayrı bildirilmedi. Müc­tehidler, kıyâmete kadar meydâna çıkacak herbirşeye halâl veyâ harâm diyebilmek için, umûmî üsûller, metodlar, kâ’ideler kurmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde adı bildirilen şeyler, bu üsûlleri kurmağa yarayan temel ölçülerdir. Lü­zûmu olmıyanlar bildirilmemişdir. İşte, Hanefî mezhebinin kavâid ve üsûl-i mez­hebiyyesine göre, harâmlık şartlarını taşımıyan herşey mubâh olur. İbni Âbidîn, abdestin sünnetlerini ve üçüncü cildde, kâfirlerin islâm memleketlerini almasını anlatırken diyor ki, (Pezdevî) üsûlünde denildiği gibi, harâm olduğu açıkca bildi­rilmiyen herşey, sözbirliği ile mubâhdır. Çünki, Allahü teâlâ Bekara sûresinde, (Yer­lerde olan herşeyi sizin için yaratdım) meâlindeki âyet-i kerîmede, hepsinin mu­bâh olduğunu bildirmekdedir. Harâm edilmiyen şeylerin mubâh olduğunu mu’te­zilî olanlar söyler demek de, üsûl kitâblarına uygun değildir. (Tahrîr) kitâbında bil­dirildiği gibi, Hanefî ve Şâfi’î âlimlerinin çoğunluğuna göre, herşey yaratılışında halâldir. Ekmel-üd-dîn, (Pezdevî) şerhinde de böyle bildiriyor ve birşeyin harâm olduğunu işitmiyen kimselerin, o şeyi yimesi mubâhdır diyor. İmâm-ı Muhammed, (Leş ve şerâb, yasak edildikden sonra harâm oldu) diyerek, herşeyin aslında mu­bâh olduğunu, yasak edilince harâm olduklarını bildiriyor.


Tütünü seven yok demek, güneş yok demeğe benzer. Milyonlarca insan seve se­ve içiyor ve övüyor, savunuyor. Tütünü beğenmek, ona karşı aşk i’lân etmek de­ğildir. Zevk alarak içmek demekdir. Müftî, vâ’ız, imâm, âlim, câhil, fen adamı, dev­let adamı, tabîb, kimyâger, beğ, paşa, her zümrenin, zevkle içdiği nasıl inkâr olu­nabilir? Milyonlarla sâlih müslimânın ve halîfe-i müslimînin, şeyh-ül-islâmların kul­landığı şeye, kendi aklı ile ve kendi beğenmediği için, kötü alışkanlık demek, bu­nu harâmlara benzetmeğe kalkışmak, ancak câhillerin yapacağı işdir. İkinci Ab­dülhamîd hân “rahmetullahi aleyh” tütün içerdi. Kendisine Şemdinândan ve İske­çe şehrinden tütün gelirdi. İskeçe, Şemdinân ve Samsun tütünleri, kıyılmış hâlin­de, birkaç karış uzun, sarı ve latîf kokmakdadır. Çubuğa koyup içerlerken, etrâ­fa hoş kokusu yayılmakdadır. Bozuk, karışık tütün içerken iyi kokmazsa, hâlis ve hoş kokulusu kötülenemez. Acı biberi sevmiyen kimse, tatlı biberi, hattâ acısını da kötüliyemez. Bunlara mekrûh diyemez. Eğer derse, sözünün kıymeti olmaz. Her­kes, sevmediği şeye harâm, mekrûh derse, dîn-i islâm, hıristiyanlığa döner. Onun gibi karmakarışık olur.


İsrâf, harâm olan kötü birşeydir. Ceffel kalem, tütün mutlak olarak isrâfdır de­mek, ne büyük cesâretdir. Din âlimlerinin sözlerine temâmen yersiz ve değersiz de­mek ise, aczin, cehâletin ifâdesi olur. Bunları önce anlamak, sonra birer birer ve­sîkalarla çürütmek gerekir. Evet, isrâfın islâmiyyetdeki îzâhını, kısmlarını anlama-yıp, lügat ma’nâsı ile tasarlıyan bir kimse, isrâfın en fenâsı, tütün içmekdir deyip geçer. Çoluk çocuğun nafakasını kesmek suçdur. Bu durumda olanın suçu, niçin yalnız tütüne yükletiliyor da, en büyük sebeb olan tenbellik ve parayı çeşidli ha­râmlara, ihtiyâc olmıyan yerlere harc etmek kötülenmiyor? Zenginin günde bir iki dâne içdiği sigara veyâ fakîrin kendine ikrâm olunan bir sigarayı içmesine harâm diyebilmek için, fakîrin hergün nafakadan kesip tütün alması, sebeb olarak, neden ileri sürülüyor? Bu sözler, tütün düşmanlığını, koyu bir te’assubu göstermekdedir.


Tütünü bırakmak nefs ile mücâdele sevâbı kazandırmaz. Bedene ihtiyâcını ver­memek, zulm olur. Günâh olur. Nefs, ihtiyâca kavuşmakla doymaz. İhtiyâcdan faz­lasını ve harâmları ister. O hâlde, nefsle mücâdele, harâmlardan ve mubâhların faz­lasından sakınmakdır. Günde bir kerre tütün içmemek, nefsle mücâdele değildir. Tütünü, sıhhate ve keseye zararlı olacak mikdârda fazla içmemek mücâdeledir. Yal­nız tütün ile değil, bütün mubâhlarla da nefs mücâdelesi böyle olmak gerekir.


Tütünü, afyona benzetmek de, onun herkese harâm olacağını göstermez. Ter­sine olarak, zarar yapmıyacak kadar az içenlere mekrûh bile olmadığını, gösterir. Çünki, derin âlimler, ya’nî müctehidler, afyon gibi uyuşdurucu maddeleri, harâm olan içkilerden ayırmakdadır. (Dürr-ül-muhtâr) üçüncü cild, yüzaltmışaltıncı sa­hîfede, (Benc, ya’nî Ban otu denilen uyuşdurucu otu yimek mubâhdır. Çünki ot­dur. Bununla serhoş olmak harâmdır) diyor. (Hâd-id-dâllîn) kitâbına bakınız! Ban otuna tabâbetde jusquiame ve Hyoscyaunus denilmekdedir. İnsana zararlı ve fâideli te’sîrleri Dr. A.Heraudun fransızca (Plantes medicinales 1927) kitâbında uzun yazılıdır. İbni Âbidîn bunu açıklarken buyuruyor ki, (İmâm-ı a’zam ile, İmâm-ı Ebû Yûsüf mubâh dedi. İmâm-ı Muhammede göre, çoğu serhoş edenin azı da harâm olur. Fetvâ da böyledir denildi. Fekat çoğu serhoş edenin azı da harâm olur sözü, sıvı olan içkiler içindir. Ba’zı kitâblar, böyle olduğunu açıkca bildirmek­dedir. Böyle olmasaydı, safran, anber gibi, fazlası serhoş eden birçok katı madde­lerin az mikdârını yimek de harâm olurdu. Bunlara harâm diyen hiçbir âlim gör­medim. Hattâ şâfi’î âlimlerinden, çok içilince serhoş eden sıvıların, azını içene de had vurulur diyenler, yalnız sıvılar için söylemişlerdir. İmâm-ı Muhammede göre, Ban otu ve safran gibi maddelerin az mikdârını yimek harâm olsaydı, bunlar necs, pis olurdu. Çünki, imâm-ı Muhammede göre, çoğu serhoş edenin, azı da ha­râmdır ve necsdir. Hâlbuki, Ban otu ve benzerlerinin necs olduğunu hiçbir âlim bil­dirmedi. Ban otunun ilâc olarak kullanılması câizdir. Aklı giderip keyf verici ola­rak kullanılması câiz değildir. İmâm-ı Muhammedin sözü mâyı’, ya’nî sıvı hâlde­ki içkiler içindir. Ban otu ve benzerleri, katı oldukları için, ancak serhoş olmak için kullanılmaları harâm olur. Bu da, çok mikdârda kullanılmaları harâm olur demek­dir. Az mikdârda kullanılmaları harâm olmaz. Meselâ, Anberi ve benzerlerini ko­ku için ve Skamonya denilen zehrli mahmûde otunu müshil olarak kullanmak ve diğer katı zehrli ilâcları az mikdârda kullanmak harâm olmaz. Bunların az mikdâ­rını kullanmak câizdir. Zarar veren çok mikdârlarını kullanmak harâmdır). Çok içilince serhoş eden sıvı hâlindeki içkilerin, serhoş etmiyen az mikdârlarını ilâc için kullanmak ise, böyle değildir. Sıvı içkilerin az mikdârını zarûret olmadan, ilâc ola­rak kullanmak, sözbirliği ile câiz değildir, harâmdır. Kırkbirinci maddede tiryâk kelimesine bakınız!


Kötü alışkanlıkların islâmiyyetde yeri yokdur. Çünki, kötü alışkanlık, harâm iş­lemeğe alışmak demekdir. İçki, kumâr, zinâ alışkanlığı böyledir. Tütün harâm değildir ki, kötü alışkanlık olsun. Tütünün harâm, kötü olduğunu isbât için söyle­dikleri bütün sözlere dikkat edilirse, bunlar birer sebeb, vesîka olmayıp, tütünü zâ­ten harâm kabûl ederek, peşin verilen hükmler olduğu hemen görülür. Böyle başlangıclar ise, mantık ilminde, delîl, sened olmakdan uzakdır.


Tütün neden abes olsun? Abes, lehv ve la’b demekdir. Fâidesiz iş yapmağa, boş­yere vakt geçirmeğe denir. Çalgı ile, oyun ile vakt geçirmek böyledir. Tütün, vakt öldüren bir iş değildir ki, abes denilsin. Tütün içmek, fâideli iş yapmağa mâni’ ol­muyor. Tütün içerken kitâb okunur. Müsâfir ile sohbet edilir.


Büyüklerin yanında, câmi’lerde, va’zlarda, muhterem yerlerde içilmemesi de, harâm veyâ mekrûh olacağını göstermez. Büyüklerin yanında yatılmaz. Bunlara ve Kâ’beye karşı ayak uzatılmaz. Va’zda, dersde meyve, ekmek bile yinmez. Böy­le, birçok yerlerde ve sıkıntı duyanların yanında yapılmıyan çok şey vardır ki, baş­ka yerlerde ve yalnız iken hiçbiri harâm veyâ mekrûh değildir. Câmi’de alış veriş etmek, yüksek sesle konuşmak, kan aldırmak mekrûhdur. [Birinci kısmda, yetmiş­birinci maddeye bakınız!]. Fekat bunlar, câmi’ dışında mekrûh değildir. Hattâ dı­şarda alış veriş ibâdetdir. Kan aldırmak, mekrûh değil, sünnetdir. Tütüne abes de­nilemez. Nitekim, çatal, kaşık kullanmak, koku, esans sürünmek de abes değildir.


İhtiyâc deyince yalnız mi’deye giren şeyleri anlamak, pek basît bir görüşdür. Be­denin, rûhun çeşidli ihtiyâcları olduğu, din kitâblarında da, aktüel anlayışda da yer almakdadır. Bütün duyu organlarımızın başka başka ihtiyâcları olduğu gibi, sinir sisteminin, hattâ her organın ayrı ihtiyâcları vardır. Bu ihtiyâcların, ekmek, su gi­bi mühim olduğu, bedîhiyyât hâlini almışdır. Fıkh kitâblarında, akla gelmiyen, çe­şidli ihtiyâclar görüyoruz. Meselâ, (Dürr-ül-muhtâr)da, (Burnu ve teri silmek için mendil satın almak, ihtiyâc için olursa câizdir. Kibr, gösteriş için olursa, tah­rîmen mekrûhdur) diyor. Görülüyor ki, birşeyi kullanmak bile, niyyete göre ihti­yâc olmakdadır. Doydukdan sonra yimek harâmdır. Fekat, oruc tutmak veyâ mü­sâfiri utandırmamak için olunca, halâl, hattâ sevâb oluyor. Müsâfire ikrâm için, ha­râm, halâl oluyor da, harâm olmıyan tütünü ikrâm etmek neden suç olsun? Tütü­nü kötüliyenler, bu hücûmlarını, keşki, islâmiyyetin harâm etdiği şeylere karşı yap­salardı, çok sevâb kazanırlardı. İslâma büyük hizmet etmiş olurlardı. Fekat, şey­tân herkesi bir tarafdan yakalıyor. Hem islâmiyyete saldırtıyor, hem de, ibâdet yap­dığını sanarak, kibre, ucba sürüklüyor. Bunları anlamadan konuşmak, dîne de, söz sâhibine de kusûr getirir. Din adamının önce iyi yetişmesi, bundan sonra konuş­ması ve yazması lâzımdır. Hissî konuşmak, ya’nî kendi görüşlerini, dînin emrleri ve yasakları durumunda göstermeğe kalkışmak ve yapılan işlerin, halâl mi, harâm mı olacağını ayırırken te’assuba kapılıp, nüsûsa dayanmamak, insanı hüsrâna gö­türür. Hele, tütüne harâm demek için, bunun fizyolojik, terapötik ve toksik te’sîr­lerini, (Elbette şöyledir, elbette böyledir) diye kesin açıklamak, pek gülünc olmak­dadır. Tütünün te’sîrlerini bildirmek için, almancadan terceme etdiğim ve Ame­rikan doktorlarının neşr etdiği mütehassıs raporları, üçüncü kısm, ellidördüncü madde sonuna doğru bildirildi. İyi okunursa, bu konudaki söz sâhiblerinin, tütü­ne kötü demediği, birkaç günde bir içilen bir iki sigaranın, alkol gibi zararlı olma­dığı anlaşılır.


Tütüne harâm diyen birkaç âlim ve mekrûh diyenler oldu. Dikkat edilirse, bü­tün bu kitâblarda, tütüne ba’zı şartlar (Nafakadan kesilmesi, dumanı ile başkası­nı râhatsız etmesi, çok içerek bedene zarar vermesi... gibi şeyler) bağlanmakda, bu şartlar için kötülenmekdedir. Yoksa, mücerred tütünün içilmesini kötüliyen hiç­bir âlim yokdur. Hâdimînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Berîka) kitâbından yap­dığım, yukarıda yazılı terceme bunu açık göstermekdedir. Dinde söz sâhibi olmı­yan kimselerin, ilmî kıymetden mahrûm konuşmaları ve duhân risâleleri, şübhe­siz, sözümüzün dışında kalmakdadır. O hâlde, sigara içmenin kötülenmesine se­beb olan şartları taşımıyan bir kimsenin az mikdârda tütün içmesine, harâm ve mek­rûh dememek lâzım gelir. (El-Ukûd-üd-dürriyye)nin ve (Hadîka) ikinci cildinin so­nunda, tütünün harâm olmadığı vesîkalarla isbât edilmişdir. Tahtâvînin (Merâkıl­felâh) hâşiyesi, orucu bozanlarda da uzun yazılıdır.


Şâm âlimlerinden Mustafâ Rüşdünün [1318] senesinde İskenderiyyede basılan (Tuhfet-ül-ihvân mâ kîle fiddühân) kitâbında, insanın sıhhatini bozan, zarar veren şeyleri ve isrâfı uzun anlatıyor. Tütünün böyle olmadığını bildiriyor. Tütüne ha­râm demek, vera’ ve takvâ da olmaz. Vera’ sâhibleri, Allahü teâlânın harâm etme­diği şeye, harâm diyemez diyor. Hanefî âlimlerinden allâme Abdüllah bin Muham­med Nihrîrî ve Şâfi’î âlimlerinden Alî bin Yahyâ Nevreddîn Ziyâdî ve Abdürra­ûf-i Münâvî ve şeyh Alî Şevberî ve şeyh İsmâ’îl-i Sencîdî ve Mâlikî âlimlerinden allâme Küllî ve Hanbelî âlimlerinden şeyh Mer’î “rahmetullahi teâlâ aleyhim ec­ma’în”, tütünün harâm olmadığına fetvâ vermişlerdir diyor. Zararı ve lüzûmu ol­mıyan şey için mubâh, zihn durgunluğunu giderip, hâfızasını kuvvetlendirene mendûb, terk edince zarar verene vâcib, kullanınca zarar verene harâm, içmek is­temiyene, tütün içmesi mekrûh olur, diyor. Şerâb böyle değildir. Şerâba alışan, tev­be etse, şerâbı terk etdiği için hasta olup, ölse, sevâb olur.


Tütünü, alkollü içkilerden dahâ kötü bilenlere ve sigara içenleri sevmiyenlere doğru yolu göstermek için, uzun yazmak zorunda kaldım. Kendi hislerine aldan­mamalı, âlimlerin çoğunun, meselâ şeyh-ul-islâm Ebülbekâ, Ahmed bin Alî Ha­rîrî, İsmâ’îl Mer’aşî, kâdî Abdürrahîm, Ganîm bin Muhammed Bağdâdî, şeyh-ul­islâm Behâî, Muhammed Tarsûsî, Muhammed Kehvâkî, Mısr âlimlerinden Yûsüf Decvî ve Muhammed bin Abdülbâkî Zerkânî, allâme Abdülganî Nablûsî, Abdür­rahmân bin Muhammed İmâdî [978-1051], allâme Alî Echürî, Mahmûd-i Saminî, Osmân Bedreddîn, seyyid Abdülhakîm efendi ve büyük âlim, veliyy-i kâmil mev­lânâ Hâlid-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” buyurdukları gibi, zarar ve alışkanlık yapmıyacak kadar az içilen tütüne harâm ve mekrûh demek­den sakınmalı, kesesine ve sıhhatine zarar vermiyecek kadar az içenleri fâsık, gü­nâhkâr bilmemelidir. Türkiye gazetesinin (İnsan ve Kâinât) dergisi, 1986 Mayıs nüs­hasında diyor ki, (78 Amerikan hastahânesinde, beşbin hastada yapılan tecribe­lerde anlaşıldı ki, fazla sigara içenlerde kalb hastalığı tehlükesi üç misli artmak­da, sigarayı bırakdıkdan bir sene sonra, tehlüke yarıya inmekde, iki sene sonra hiç içmiyen gibi olmakdadır.)  

[Tam ilmihal Seâdet-i Ebediyye]

Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır?

 💠Ey evlâdım! Yalancılığı çok def’a görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlüke bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli,uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi? Muhbir-i sâdık, ya’nî hep doğru söyleyici, doğruluğu ile şöhret bulmuş “aleyhissalâtü vesselâm”, tekrâr tekrâr, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar.Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermekdedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır? Îmânım var demek, müslimânım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır.

(İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh)

[1.cild,73. mektûb]

Dünyaya sarılanlar ind-i ilâhîde köpekdir

 Allahü teâlâya şükrler olsun çok bahtiyârız. Elhamdülillah çok çok râhatız. Huzûr içindeyiz. Evvelâ seyyidlerle tanışdık. Seyyidlere hizmet ediyoruz. Enver Abi'ye, seyyid dedin mi, akan sular duruyor. Hemen iş isterim diyene, baş üstüne diyor, Ne iş isterseniz buyurun diyor. Çok şükür.

Dünyâ ile alâkamız yok kardeşim, olmasın da. Meselâ, şimdi ekmek İstanbul'da kaç para? Bilmiyorum. Et kaç lira? Haberim yok. Hiç! Maâşımı alır, Hanımanne'ye veririm, al derim, bizim maâşımız bu. Üç aylık emekli albay maâşı, çok da veriyorlar elhamdülillah! Bunu kullanacak yer bulamam ben, al sen kullan bunu diyorum. Allah'a şükr, Allahü teâlânın dînine hizmet ediyoruz. Allah'ın lütfu bu kardeşim. Benim ne gelen maâşdan haberim var ne masrafdan. Ev kirası yok, birşey yok. Ben, kimsenin kaç lira maâş aldığını da bilmem, vallahi bilmem! Ne bileyim! Ne sordum ne lâfı geçer efendim? Alâkam yok çünki. Onunda alâkası yok, benim de!.. Bunların hepsi, Abdülhakîm Efendi'nin, büyüklerin himmeti kardeşim. Onların muhabbeti bir kalbe girerse, dünyâ muhabbeti o kalbden çıkar. Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" Efendimiz ne buyuruyor? "Ed-dünyâ mel'ûnun tullâbühâ kilâbün" "Bu dünyâ habîsdir." Bir hadîs-i şerîfde de, "Ed-dünyâ cîfetün ve tullâbühâ kilâbün" buyuruluyor. "Ed-dünyâ cîfetün", cîfe, leş demek. "Tullâbühâ kilâbün", onu arayanlar da köpeklerdir. Peygamber Efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", "Bu dünyâ da leşdir" buyuruyor. Bir yerde leş olsa, o leşin başında kimi görürsünüz? Köpekleri." O hâlde; bu dünyânın hevesinde koşanlar, dünyâya sarılanlar ind-i ilâhîde köpekdir.

(Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi teâlâ aleyh")

[Unutulmaz nasîhatlar, 1.cild, sf: 332]

Vücudunun Ateşte Yanmaması İçin Rabbimden Söz Aldım

 Seyyîd Abdülkadir Geylani hazretleri  bir gün yakınlarına;

- Benim kabrimi, kırk Çarşamba kim ziyaret ederse, o kimseye, Cehennem ateşinden kurtulduğuna dair bir berat verilir, buyurdu.

Bir gün de;

- Kim benim kabrimi ziyaret için gelirse, vücudunun ateşte yanmaması için Rabbimden söz aldım, buyurmuştur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kâfir, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin *İhyâ-ül Ulûm* kitâbının sayfalarını, muhabbetle çevirse, *Îmâna* gelir. 


Bir mü’min de, bir kâfirin kitâbını muhabbetle çevirse, mâzallah *Kâfir* olur efendim. O gün olmasa da, bir gün olur. Çünkü satırlar arasından çıkan *Zulmet*, mutlaka birgün te’sîrini gösterir.


*Enver âbi* bir rüyâ görmüş efendim, bana anlatdı. *Efendi* hazretlerini görmüş. Oğlu *Mekkî Efendi* de varmış.


*Efendi hazretleri Tam İlmihal Seadet-i Ebediye kitabını kast ederek: 


* Otuz sene İstanbul halkına ne anlattıysam, hepsi o kitâbın içinde var*, buyurmuşlar. Enver âbi bunu bana anlatdı, çok sevindim. 


Bugün yer yüzünde böyle bir *topluluk* yok kardeşim. Böyle bir *hizmet* de yok. Neden? Efendi hazretlerinin bereketi. Mekkî Efendi şâhit. 


Efendi hazretlerinin vefâtlarına yakın ziyârete gitdiğimde, beni yatağının içine alır ve elini uzatıp, *Hilmi, elimi sık!* derdi. Ben de sıkardım, biraz gevşetsem, *Devam et, sık!* derdi. 


Mekkî Efendi de bunu görürdü. Nitekim kendisi, bu hâdiseyi aynen *Enver âbiye* anlatmış efendim. Orada başka arkadaşlar da varmış. 


Hattâ Mekkî Efendi; *Öyle zannediyorum ki, o günlerde babam, kalbinde ne varsa, hepsini Hilmi’ye verdi, hepsini onun kalbine akıtdı*, demiş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir arkadaşımız, hanımı ile berâber, bir *Amerikalı* komşusunun evine ziyârete gitmiş. Ayrı oturmuşlar, ama arkadaşın hanımı mantosunu çıkarmamış. 


Öyle giyimli vaziyetde oturmuş. Amerikalı komşu kadın sormuş. *Niye mantonuzu çıkarmıyorsunuz?* demiş. O hanım da, *Çıkarmasam daha iyi*, demiş. 


Çünkü bizim *İlmihâl* de okumuş ki; *Kâfir kadın, erkek hükmündedir. Onun için müslümân bir hanım, onlara karşı da örtülü olması lâzım*. 


Doğru, biz *İlmihâl*’de böyle yazdık. Fakat sonra bakdık ki, *Hanbelî* mezhebinde bu böyle değil. Hanbelî mezhebinde, kâfir kadın, erkek hükmünde değil. 


Yâni müslümân bir hanım, gayr-i müslim bir kadının yanında başı açık, mantosuz oturabilir. Ancak bir şartla, hanbelî mezhebini *Taklîd* etmesi lâzım. 


Yâni bunu düşünürse, *Câiz* olur efendim. İlmihâli yazdığımızda, böyle şeyle karşılaşmamışdık. Sonra böyle bir *Suâl* gelince, cevâbını kitaplarda aradık, bulduk elhamdülillâh, Bu, büyük *Kolaylık* kardeşim. 


Ben Efendi hazretlerinden çok istifâde etdim, ama bir özelliğim vardı benim, çok *Terbiyeli* idim. Edebi gözetmeye çok îtinâ ederdim. Hattâ korkardım efendim. 


Bir edebsizlik yaparım da Efendi hazretleri üzülür, hattâ *Git, bir daha gelme!* der diye titrerdim, ödüm kopardı. Bu yolda *Edeb*, çok mühim kardeşim. 


Kim olursa olsun, bir milim edebe riâyetsizlik, herşeyi siler atar. *Şâh-ı Nakşibend* hazretlerine sormuşlar, Efendim, sizin yolunuzun başı nedir? demişler.


Mübârek buyurmuş ki: *Edeb’dir*. Ortası nedir? demişler, *Edeb’dir* buyurmuş. Sonu nedir? demişler, yine aynı cevâbı vermiş mübârek, *Edeb’dir* buyurmuş. 


Bu defâ sebebini sormuşlar. Cevâbında; *Çünkü edebe riâyet etmiyen kimse, Allah dostu olamaz, mü’min, edeb sâhibidir*, buyurmuş.

Aşure günü aşure pişirmek

Nûh aleyhisselâm gemide aşûre tatlısı pişirdiği için müslimânların Muharremin onuncu günü aşûre pişirmesi ibâdet olmaz. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm ecma'în böyle yapmadı. Bugün aşûre pişirmeği ibâdet sanmak, bid'atdir, günâhdır.

Muhammed aleyhisselâmın yapdığı veyâ emr etdiği şeyleri yapmak ibâdet olur. Din kitâblarının yazmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirmediği şeyleri yapmak, sevâb olmaz. Günâh olur. O gün, herhangi bir tatlı yapmak, tanıdıklara ziyâfet, fakîrlere sadaka vermek sünnetdir, ibâdetdir.

Fiyâtları düşüren de yükselten de Allahü teâlâdır

 Tabî, Allahü teâlâ akl vermiş, akla uygun hareket edeceğiz efendim. Akla uygun hareket etmezsek, o zemân cezâsını buluruz. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde bunu bildiriyor. Meâlen, "Kullarım, bana karşı muâmelelerini, hareketlerini bozmadıkça, ben de onlara gönderdiğim ni'meti değişdirmem. Ama azgınlık edip de doğru yoldan ayrılırlarsa, ben de ni'metlerini keserim [kısarım], azaltırım" [Enfâl: 53] buyuruyor. Diğer bir âyet-i kerîmede de meâlen, " Eğer beni unutursanız maîşetinizi sıkarım" [Tâhâ: 124] buyuruyor. Enflasyon düşecekmiş! Kim düşürecek enflasyonu? Kimse düşüremez o enflasyonu. Çünki, fiyâtları tespit eden Allahü teâlâdır. Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" Efendimiz zemânında ba'zı münâfıklar pazarda hîle yapmışlar. Eshâb-ı kirâm da Peygamber Efendimize şikâyete gelmişler, "Ya Resûlallah! Münâfıklar hîle yapıp, fiyâtları artırarak bize satış yapıyorlar. Köylüler gelince fiyâtı artırıyorlar, çoluk çocuk gelince fiyâtı artırıyorlar. Siz bir fiyât koysanız" diye arz ediyorlar. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? "Ben fiyât koyamam, fiyâtları Allahü teâlâ koyar." Yiyecek maddeler üzerine sâbit fiyat koymaya, narh koymak derler. Narhı Allahü teâlâ kor." Fiyâtları düşüren de yükselten de Allahü teâlâdır. Cenâb-ı Hak müslimânları muhâfaza eder. Elhamdülillah, biz çok râhatız kardeşim. Rabbimiz, o kadar ni'met veriyor ki, ilâve birşey istemeye utanıyoruz.

Hüseyn Hilmi Işık "rahmetullahi teâlâ aleyh"

[Unutulmaz nasîhatlar, 1.cild, sf: 69-70]

Osmanlı'ya muhabbet

 Osmanlı'ya muhabbet imanın, düşmanlık küfrün alâmetidir.

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sirruh)