Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanın giydiği elbisesi *Helâl*’den olsa, sâdece bir düğmesinin ipliği *Haram*’dan olsa, o elbiseyle kıldığı namâzı kabûl olmaz. 


Hattâ en büyük günah, *Dînini bilmemek*’dir. Bütün âbilere tavsiye ediyoruz. Mutlaka çocuklarına birşeyler okusunlar, anlatsınlar. 


Onların sîneleri şimdi tertemizdir. Bu temiz *Rûh*’a, bu saf *Sîne*’ye şimdi ne konulsa, o kalıcı olur. 


Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, peygamberler göndererek, her şeyin fâidelerini ve zararlarını bildirdi. Fâideli şeyleri *Emr*, zararlı şeyleri ise *Yasak* etdi. 


Bu emirlere *Farz*, yasaklara *Harâm* ve dünyâ denir. Bu emir ve yasakların hepsine de İslâmiyet denir. *Dünyâdan sakınınız!* demek, harâmlardan sakınınız demekdir, bunu iyi anlamak lâzım. 


*Dünyâ*’nın ikinci mânâsı, ölmeden evvelki hayât demekdir. Bu dünyâdaki lezzetlerin, zevklerin hiçbiri harâm değildir. Bunların zararlı şekilde kullanılmaları *Harâm*’dır. 


Bâzıları; *İslâmiyet her şeyi yasak etmiş*, diyorlar. Hâlbuki hiçbir zevk harâm değildir. Harâm olan, bunların zararlı şekilde kullanılmalarıdır. Fâideli şekilde kullanılmaları, *Farz* veyâ *Sünnet*’dir. 


Her uzvun, kalbin, nefsin, zevk ve lezzet aldığı şeyler başkadır. Meselâ, *Göz*’ün lezzet aldığı şeyden *Kulak* lezzet almaz. Kulağın lezzet aldığı şeyden de göz lezzet almaz. 


İnsanın bütün uzuvları, *Kalb*’in emrindedir. *Gönül* dediğimiz bu kalb, görülmez. Kalb, yürek dediğimiz et parçasında bulunan mânevî bir *Kuvvet*’dir. 


*Nefs*, harâm işlemekden zevk alır. Nefs, şeytan ve fenâ arkadaş, sözleri ile, yazıları ile, radyo ve televizyon ile insanı aldatarak, kalbi harâm şeylere sürüklerler. 


Dünyâ, *Köpek* gibidir. Kovalıyandan kaçar, kaçanı kovalar. Köpeği kovalarsanız, kaçar. Köpeğin önünden kaçarsanız, o sizi kovalar. Onun için dünyâ, köpeğe benzetilmiş. 


Dünyâya düşkün olunmaz. Büyüklerimiz; *Eddünyâ ci’fetün, tâlibuhâ kilâbün*, buyuruyor. Yâni dünyâ, sanki *Leş*’dir, tâlibleri de ancak *Köpek*’lerdir. 


Peki, dünyâ için çalışmıyacak mıyız? Elbette çalışacağız, ama dîne uygun olarak çalışacağız. 


Hadîs-i şerîfde; *Ümmetimin ilk zamanlarının fakîrleri, son zamanlarının da zenginleri daha hayrlıdır*, buyuruluyor.

Ben size amellerinizi bırakıp benim sevgime sarılın demiyorum

“Ben size amellerinizi bırakıp benim sevgime sarılın demiyorum.Size “Öyle kimseler var ki ticaret ve alış veriş onları Allah’ı zikretmekten alıkoymaz.”*ayeti celileye muhatap olanların ahlakı ile ahlaklanınız diyorum.”

 

Gavs Seyyid Sıbğatullah Arvasi kuddise sirruhu 

*Nur suresi ,37. ayet

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hepimiz, Allah rızâsı için kıymetli giyineceğiz kardeşim. Hele bu zamanda, *İslâm*’ın vakarını muhâfaza etmemiz lâzım. 


Peygamber aleyhisselâm, Yemen kumaşından yapılmış kıymetli *Palto* giyerdi. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri, ders verirken her kürsüye, başka *Ebise* ile çıkardı. 


Çünkü çok zengin bir tüccar idi. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yolu, İmâm-ı a’zam Efendimizin yolu, Peygamber aleyhisselâmın yolu, budur işte. 


Onun için biz de, öyle eski püskü ve kirli elbise giymiyeceğiz kardeşim, Temiz giyineceğiz. Temizlik, *Îmân*’ın kuvveti ve alâmetidir. 


Allahü teâlâ *Güzel*’dir, her şeyin *güzel*’ini sever. Güzele bakmak sevapdır efendim. Peygamber Efendimiz; 


*Zamanların en iyisi, benim zamanımdır. Sonra bana yakın zamandır. Sonra, onlara yakın zamandır*, buyurmuş. Yalnız bundan, Peygamberler ve evliyâlar hâriçdir. 


Meselâ *Evliyâlar* içinde, babası dedesinden, dedesi onun dedesinden *Efdâl* olabilir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kendinden önceki evliyâdan daha *Üstün*’dür 


Yavuz sultân Selîm hân, sefere giderken bir yerde konaklamış. Oraya yakın kilisenin *Papazı*, kendisine bir zarar olmasın diye, Yavuz Selîm hânı, 20-30 kişilik kurmay heyetiyle birlikde, yemeğe dâvet ediyor.


Yavuz Selîm Hân, papaza sormuş: *Benim zamânım mı iyi, yoksa babamın zamânı mı iyi idi? Size adâlet yapılıyor mu? Râhat mısınız?* demiş. 


Papaz da cevap verip; *Elbette sizin zamânınız iyi, çok rahatız. Babanızın zamânında böyle râhatlık yokdu*, şeklinde konuşmuş. 


Yavuz Selîm Hân bu cevâbı beğenmemiş ve o papazı cellâda teslîm edip, *Gereğini yap!* demiş. 


Şeyhülislâm, pâdişâhı günâh işlemekden korumak için, seferde bile yanında bulunurmuş. Zembilli Alî Efendi, pâdişâhı îkaz etmiş ve *Sultânım, şimdi bunun ne suçu vardı?* demiş.


Yavuz Selîm Hân, hiddetle; *Sen de mi anlamadın? Bu adam, hadîs-i şerîfe karşı geldi* demiş. Şeyhül islâm; (Nasıl karşı geldi?) deyince de;


*Çünkü babamın zamânı, asr-ı seâdete daha yakındı. Onun için benim zamânımdan daha iyi idi. Bu adam tersini söyledi*, buyurmuş.

Tarîkat-i Nakşibendiyye

“Tarîkat-i Nakşibendiyyede pîrlik, mürîdlik ta’lîm iledir.Külâh ve elbise ile değildir.”

İmam-ı Rabbani kuddise sirruhu

Yâdigâr mektûblar 62.mektûb

 Kuleli'den talebeleri İsmail Hakkı Erdoğan'a Arabî harflerle yazılmıştır.

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim İsmâil Hakkı

Zâhir bâtının aynasıdır. Mektûbunuz, yazılarınız, temiz mayanızı, yüksek isti'dâdınızı i'lân etmekdedir. Cenâb-ı Hak, sizlere ihsân etmiş olduğu ni'metleri artdırsın.

1. Nemâzda niyyet yalnız kalb ile olur. İftitâh tekbîrini alırken (bugünki öğle nemâzının farzını kılıyorum. Onun benim nemâzıma, hiçbir şeye ihtiyâcı yoktur, emr etdikleri için onun emirlerini yapmakla, onun huzûrunda durmakla şerefleniyorum) diye kalbden geçirib hemen tekbîr almalıdır. Tekbirin ma'nâsı budur. Fâtiha'nın ma'nâsını düşünerek okumalı. Böylece nemâzın zevki hâsıl olmaya başlar. Cenâb-ı Hak hepimizi nemâzın zevkine, hakîkatine kavuşmakla şereflendirsin. Âmin!

2. Farz nemâzdan sonra Allahümme entesselâm ve minkesselâm [tebârekte yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm] okumalıdır. Sünneti evde kılmak efdal olduğundan, eve gidip kılacak ise veya farzdan sonra sünnet yok ise veya kazâ kılacak ise farzdan sonra hemen âyetülkürsî okunur ve tesbihler çekilir ve duâ edilir. Tesbihler ile duâ arasında başka şeyler okunabilir. Meselâ Kul eûzüleri, İhlâs ve Fâtiha sûrelerini üç kere okumak iyidir. Diğer duâları, başka tesbihleri, nemâz duâsından sonra yapmalıdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Üç türlü *Sevap* var efendim. Biri, insan kendisi için Rabbine ibâdet yapar, bir sevap alır. İkincisi, bir din kardeşinin sıkıntısını giderir, yâni onun *Dünyâsı*’na yardımcı olur, daha çok sevap kazanır. 


Ama birinin *Âhireti*’ne yardımcı olursa, meselâ ona bir *Din kitâbı* verirse, bunun ölçüsü yok. Nitekim harpde, er meydanında düşmanla savaşan, çok kâfirleri öldüren bir eri düşünün. 


O er, sonunda kanlar içinde atından düşüp şehîd olsa, bu mücâhide verilen sevap ne kadar çokdur değil mi?


İşte bu *Cihâd* sevâbı, *Emr-i mâruf* sevâbının yanında, yâni birine dînini öğretmenin, meselâ bir kitap vermenin sevâbı yanında, deryâ’da *damla* gibi kalır.

 

Elhamdülillah, bu bize nasîb oluyor işte. Bütün dünyâya çeşitli dillerde kitaplar gönderiyoruz kardeşim, hem de bedava. Cenâb-ı Hak, bize bu büyük hizmeti nasîb ediyor.


Bunun için çok bahtiyârız. Çünkü çok sevap kazanıyoruz. Ama bu sevâba, hepimiz ortağız. Bu, bir *Şirket*’dir ve bu büyük sevâblara, bütün arkadaşlar *Ortak*’dır kardeşim. 


İnsan, her zaman, her yerde, hep *Sevdiği zât*’dan bahsedilmesini ister, mevzû hep ona açılsın arzu eder. Ya kendisi bahseder, ya da birinden dinlemek ister. Ama hep *Onu* ister. Ondan bahsetmeyi sever. 


Bu, onun elinde değildir. Çünkü *Âşıkdır* ona. İşte, bu sevgiyle işbâ’ hâlinde olanlar, kabir’de de, mahşer’de de, Cennet’de de, hep sevdikleriyle berâber olacaklardır. Bu, ne büyük *Müjde* kardeşim.


*El-mer’ü mea men ehabbe*, buyurulmuş. Kim buyuruyor bunu? Sevgili peygamberimiz. Yâni kişi, dünyâda kimi seviyorsa, âhiretde de onunla berâber olacakdır. 


*Mürşid-i kâmil* odur ki, iki talebesinden biri *Şark*’da, biri de *Garb*’da olsa, ikisine de aynı anda *emr-i Hak* vâki olsa, ikisinin de imdâdına yetişip, *Îmân* ile vefât etmelerini te’min eden kişidir. 


Nasıl ki, Azrâil aleyhisselâm, aynı anda rûhlarını alıyor. Bunun gibi Allahü teâlâ, *Mürşid-i kâmil*’lerin rûhuna da, bir anda çeşidli yerlerde bulunma kuvvetini vermişdir. 


İnsan demek, *Rûh* demekdir, beden değil. *Rûh*, biz dünyâya gelmeden evvel de vardı. Biz öldükden sonra yine devâm edecek. 


Evliyâların da, büyük zâtların da rûhları ölmez. Onun için, onların rûhlarından dâima istifâde etmek mümkündür. Yeter ki, İrtibât kurmayı Allah nasîb eylesin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Âsumân secde künet, behr-i zemîni ki derû, yek dü kes, yek dü nefes, behr-i Hüdâ, binişînend*. Ne demek bu?


*Âsumân*, gökdeki melekler, *Secde künet,* gıbta ederler, imrenirler. *Behr-i zemîni ki derû*, öyle bir yere imrenirler ki, orada.


*Yek dü kes*, birkaç kişi, *Yek dü nefes*, birkaç nefeslik kısa bir zaman, *Behr-i Hüdâ*, Allah rızâsı için. *Bi nişînend*, toplanıp otururlar. 


Yâni birkaç kişinin, birkaç nefes alacak kadar kısa bir zaman için bile olsa, sırf *Allah için* bir araya gelip, Allahdan ve Peygamberden bahsetdikleri yere, gökdeki melekler gıbta eder, imrenirler. 


Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâma emredip; *Çocukların birer kurbân kessin!* dedi. Onlar da kesdiler. 


Sonra cenâb-ı Hak; *Hâbil’in kurbânını kabûl etdim, Kâbil’inkini kabûl etmedim*, diye bildirdi. Kâbil de; (Neden benim kurbanım kabûl olmadı) diye isyân etdi. 


Allahü teâlâ, *Ben, Allah için olanı kabûl ederim. Benim için olmıyanı kabûl etmem*, buyurdu. 


Dolayısıyla, bu dünyâda yaşıyan herkes, hepimiz, âhirete gitdiğimiz zaman, *Allah için* yapdıklarımız bir tarafa, *Nefsimiz için*, yâni başkası görsün de takdîr etsin diye olanlar, başka tarafa konacak. 


Hepsi tartılacak, herkes orada, dünyâdaki gayretlerinin, çalışmalarının *Ecr*’ini, *Ücret*’ini alacak. 


Efendim, *Din* bir bütündür, onun da aslı *Sevmek*’dir. Sevgi olmazsa dîni anlatmak, emirleri yapdırmak zordur. Onun için, büyüklerimiz bize *Sevgi*’yi anlatmışlardır. 


Peygamber aleyhisselâma, Eshâb-ı kirâm o kadar *Âşık* idi ki, Onun uğrunda canlarını fedâ etmek, onlara *Su içmek* gibi kolay geliyordu. İşte o sevgiyi artdırmak için, onların hayâtlarını okumak lâzım.


Onlardan çok bahsetmek, onları sevenlerle birlikde olmak lâzımdır. Böylece aralarında *Fikir birliği* olur ve *Sevgi akımı* başlar. 


*Silsile-i aliyye* demek; evliyâlar, sâlihler, mürşid-i kâmil'ler demekdir. Onların isimleri okununca, Allahü teâlânın rahmeti yağar. Kim diyor bunu? Peygamber Efendimiz söylüyor. 


*İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme*. Hadîs-i şerîfdir bu. Sâlihlerin ismi söylenen yere, Allahü teâlânın rahmeti yağar. Yâni merhamet eder cenâb-ı Hak.

YABANCI GÖZÜYLE OSMANLI ÇOCUKLARI

 “Türk çocukları başka memleketlerdekilere benzemezler. Ne gürültü ederler, ne de ağlayıp dururlar. Şark’ta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında hiçbir Türk çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim. Mektebe gittiklerini gördüğüm yavruların tavırları sakin, yürüyüşleri vakuraneydi (ağırbaşlıydı).” (A.Brayer)

“Türk toplumunda, baştan çıkmış, yüz kızartıcı işler yapan çocuk nadirdir. Ana ve baba saygısı çok büyüktür. Aile büyüklerinin sözleri dinlenir.” (Guer)

Çocuklar çok dürüsttür. Sokakta bir şey bulan çocuk derhal sahibini aramaya başlar.” (La martine, 1897)

Çocuklarını daha fazla şefkat ve alâka içinde yaşatan bir memleket de bilmiyorum. Sokaklarda çocuğunu omzuna, kucağına alarak yürüyen, onu fazla yürütmekten, yormaktan sakınan çok baba görülür. Ama büyüyen çocuk, babasına büyük saygı gösterir. Emretmedikçe oturmaz. Yalnız “Baba” şeklinde değil, babasının unvanı neyse ‘Efendi Baba’, ’Ağa Baba’, ’Bey Baba’, ‘Paşa Baba’ diye hitab eder. Küçük kardeş, büyüğüne saygı gösterir. Büyük kardeş asla ismiyle çağırılamaz, ‘Abla’ veya ‘Ağabey’ denir ki bizim dilimizde bu kelimeler meçhuldür.” (Ubicini)

Dr. A. Brayer’nin “Neuf annees â Constantinople” ismindeki kitabının 1836 Paris baskısının 1. cildinin 224. sayfasında Türklerin evlât sevgisi şöyle anlatılır:

“Erkeklerde de, kadınlarda da evlât sevgisi çok barizdir. Türklerin hafta tatiline tesadüf eden Cuma günü ve bilhassa Ramazan ve Bayram günleri sokaklarda Müslüman-Türk’ün göğsünü kabartan oğlunun elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima devam ettiği kahvenin pikesinde yanına oturup şefkatle hitabettiği, evlâdına tam bir ana şefkatiyle baktığı görülür.”

Aynı eserin 225. ve 226. sayfasında da Türk ve Frenk çocuklarının farkı şöyle anlatılmaktadır:

“Türkiye’de analarla babaların ve ninelerle büyük ninelerin çocuklarına en tatlı sözlerle hitâb edip en candan ihtimamlarla baktıklarını yukarıda görmüştük. İşte bundan dolayı Türkiye’de çocuklar yetişip adam oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları hâlde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez, analarıyla babalarından ayrılmakta, mali menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları hâlde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar."

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Göz* ne ile meşgûl olursa, *Kalb* de onunla meşgûl olur. Göz, büyüklerin yazılarına ne kadar çok bakarsa, kalb de o kadar çok istifâde eder. 


Eskiden her gün, bir kaç sâat *Mektûbât* okumaya vakit ayırırlarmış ve istifâde ederlermiş. Hattâ yarım sâat bile olsa.


Hattâ birkaç mektûb okumuş olsa bile, anlasa da, anlamasa da *Feyz* alır. Mânâsını bilmese de feyz alır. 


Efendim, bir çocuk dünyâya geliyor. Hiçbir şeyden haberi yok. Annesi onu beslemeye, büyütmeye başlıyor. Eh biraz palazlanınca, yavaş yavaş kelimeleri öğretmeye başlıyor. 


Sonra biraz daha büyüyünce, hadi bir adım atıp düşüyor, bir daha derken, oradan oraya koşuyor. Sonra bir şeyler öğretmeye başlıyor. Derken, mektebe gönderiyor. 


Orada yamuk yumuk çizgiler çiziyor. Öğretmeni, (Mâşallah güzel çiziyorsun) diyor. Efendim bu, o çocuğun *dünyâ*’sı için, anne baba’nın verdiği, bir emekdir. *Mürşid-i kâmil* ise gerçek *Baba*’dır, gerçek *Hoca*’dır. 


Nasıl ki, doğan çocuğu, annesi babası ihtimâmla büyütüp, onun *Dünyâ*’sı için çalışırlarsa, gerçek bir *Hoca* da, eline düşen müslümânı, gerçek bir anne baba gibi *Âhirete* hazırlar. 


Hatâlarını görmez, birden bire herşeyi söylemez, azar azar, sohbetle yetişdire yetişdire, mühim bir seviye kaydeder. 


Ondan sonra, içimize düşen o ateşle, biz kendimiz *abdest* almaya ve İslâmın şartlarını severek yerine getirmeye çalışırız. 


Niçin birçok müftü çocukları, hoca çocukları, bu şekilde dindâr olamıyorlar? Çünkü çocuk, daha yeni yeni gelişirken, alıyor eline *Sopa*’yı, sevgiden ziyâde, *Korku* ile yetişdiriyorlar. 


Korku’nun hiç bir fâidesi yokdur. Burada biraz korkar, öbür tarafda azar kudurur. Bu yolun aslı, *Sevgi*’dir, *Muhabbet*’dir. Çünkü insan, sevdiğini dinler, sevmediğini dinlemez.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: *Zamanların en iyisi benim zamânımdır. Sonra bana yakın zamandır, sonra onlara yakın zamandır*. 


Yalnız bu, zamanlar için böyledir. *Peygamber*’ler ve *Evliyâ*’lar bundan hâriçdir. Yâni daha sonra gelen, öncekinden *üstün* olabilir. 


Meselâ babası dedesinden, dedesi onun dedesinden efdâldir. Daha önceki Peygamberler bunlardan üstündür 

*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri, kendinden önceki evliyânın hepsinden daha *üstün*’dür


Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kerâmetlerinden biri şöyle: Bir gün sahrâda sohbet ediyorlarmış. Uzakda olanlar da, ayakda dinliyormuş. Uzakdan biri geçerken, ona seslenip; 


*Ey İsrâilli gel, Muhammed aleyhisselâmın sözünü dinle*, buyurmuş. O da gelince, yanına oturtmuş. O kişi, *Hızır aleyhisselâm* imiş, uzakdan geçerken Onu tanımış. 


Bir de, kadının biri, oğlunu Bağdad’da Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yanına, *ilim öğrensin* diye göndermiş. Birkaç sene sonra ayrılığa dayanamamış, oğlunu görmeğe gelmiş. 


Bir de bakmış ki, Abdülkâdir Geylânî hazretleri *tavuk kebâbı* yiyor. Onun oğlu da Abdülkâdir Geylânî hazretlerine hizmet ediyor. Ama öyle zaîflemiş ki, bir *deri*, bir *kemik* kalmış. 


Kadıncağız dayanamamış, tabii ana yüreği. Demiş ki: *O yediğinden oğluma da versene, bak açlıkdan ölecek*, demiş. Abdülkâdir Geylânî hazretleri, o kadına;


*Senin oğlunun tavuk kebâbı yeme zamânı henüz gelmedi*, buyurmuş. Kadıncağız; O vakit ne zaman gelecek, ölünce mi? demiş. Abdülkâdir Geylânî hazretleri bu kadına acımış.


*Şu kemikleri topla, tencereye koy*, buyurmuş. O da dediğini yapmış. Mübârek gelmiş, tencerenin kapağını kapatıp, *Kum biiznillah!* buyurmuş. 


Yâni, *Allahın izniyle diril, kalk!* demiş. O anda tencerenin kapağı açılıp, içinden bir *Horoz* çıkmış ve ötmeğe başlamış. Abdülkâdir Geylânî hazretleri o kadına dönmüş ve; 


*Senin oğlun da, bunu yapınca yiyecek*, buyurmuş. Kadın bunu görünce, sevinip şükretmiş. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü anlamış ve gönül râhatlığıyla memleketine dönmüş.

Arşın gölgesinde kimler gölgelenecek

Ebû Hüreyre hazretlerinin rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte, Resûlullah efendimiz buyuruyorlar ki:


(Allahü teâlâ, yedi kimseyi, Arş-ı azîmin gölgesinde o günde gölgelendirir. O gün Arş-ı azîmin gölgesinden başka gölgelenecek yer olmaz. Yalnız Arş-ı azîmin gölgesi olur. Bunlar:


1- Adil devlet başkanı,


2- Allahü teâlâya taatta bulunarak yetişen genç,


3- Allahü teâlâyı tenhalarda zikredip ve gözlerinden Allahü teâlânın korkusundan yaş akıtan kimse,


4- Kalbi mescide bağlı olan kimse,


5- Sağ elinin verdiği sadakayı, sol elinin bilmediği kimse,


6- Birbirini Allahü teâlâ için seven iki kimse,


7- Bir cemal sahibi, güzel bir kadın kendisini davet ettiği zaman, ondan kaçıp, Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan korkarım diyen kimse.