Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birinin günâh işleyip işlemediğini, işin ehli hemen anlar. Çünkü *(maddî)* şeylerin sıfatları olduğu gibi, renk, koku, tat gibi, *(mânevî)* şeylerin de sıfatları vardır. 


Günâh işliyen bir insanda, o günâhın sıfatı bulunur. Bunu, ehli anlar. Büyükler, birinin yüzüne bakınca, ne tür bir *(günâh)* işlediğini hemen anlar. 


Nasıl anlar? Kalb gözleriyle görürler. Bizim kalb gözümüz *(kör)* olduğundan görmüyoruz. Kör demiyelim de, kör olmasın, *(hasta)* diyelim. 


Dışarıda yağmur yağıyor. İlmihâl’de bir üniversiteliye cevap’da yazdık bunu. Gökden *(rahmet)*, yağmurla iner. Yağmura da bereket, şimşekdeki *(elektrik)* den gelir. 


Yâni şimşekden *(bereket)* geliyor. Dışarıya, *(maddî)* rahmet yağıyor, içeriye görünmiyen *(mânevî)* rahmet yağıyor. 


Mânevî rahmet yağdığını nereden biliyoruz? Silsile-i aliyye’nin son satırı neydi? *(Sâlihleri söyleyince, yağar rahmet-i ilâhî.)* Biz de sâlihlerin isminden bahs etdik. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinden, *Abdülhakîm Efendi* hazretlerinden, *Ebül Hasan-i Harkânî* hazretlerinden, *Bâyezid-i Bistâmî* hazretlerinden, *Abdulhâlık Goncdüvânî* hazretlerinden bahsetdik. 


Onun için burayada *(mânevî rahmet)* yağdı efendim. 


*(El ulemâ-i vereset-ül enbiyâ)* buyuruluyor. Mal mülk çocuğa kaldığı gibi, Peygamberlerin *(ilmi)* de âlimlere kalır. Peygamberlerin vârisleri, İslâm âlimleridir. Bunlar, *(mürşid-i kâmil)* lerdir. 


İlmin bir zâhiri, bir de bâtını vardır. İlmin zâhiri, *(hocalar)* da olur, bâtını, *(mürşid)* lerde olur. Hem zâhiri, hem bâtını bulunanlar ise, *(mürşid-i kâmil)* lerdir. İşte vâris, bunlardır efendim. 


Allahü teâlâyı inkâr edenler, şu üzümün bir  tânesini yapabilseler ya. Bir *(hücre)*, muazzam bir fabrikadır. Bugün fen, bu fabrikanın pek azını anlıyabilmişdir. 


Üzüm, *(şifâ)* kaynağıdır. Şifâ ne demek? Kuvvetlenmek demek, hem *bedenen*, hem de *rûhen*.

Allahü teâlâdan bir ân gâfil olmamalıdır

 Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül hayr buyurmuşdur ki, su üzerinde yürümek kolaydır. Kurbağa ve sığırcık da, suda yürürler. Çaylak ve sinek de havada uçarlar. Şeytân da, bir nefesde, doğudan batıya ulaşır. Bunun gibi şeylerin kıymeti yokdur.Murâd odur ki, insanlar arasında bulunup ve halk arasında haşr-neşr olup, Allahü teâlâdan bir ân gâfil olmamalıdır. (5/110 MEKTUBATI MASUMİYYE)

İlmi arttıkça günahı artan kimse

 “Kalb huzûrsuzluğuna tutulmamak, eleme uğramamak ve günahlardan temizlenmek istersen, iyi hayırlı işlerini çoğalt.”

“Günahların bağışlanması ve başa gelen belâlardan korunmak için en güzel sığınak, istiğfardır.” “İlmi arttıkça günahı artan kimse, şüphesiz ki helak içindedir.”

“Allahü teâlâya hakkıyla îmân ve Resûlüne tâbi olmaktan daha büyük kerâmet yoktur.”

Ebü’l-Hasen-i Şâzilî hazretleri

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mü’minin âhireti, dünyâsından iyidir. *(Tefsîr-i Mazharî)* kitâbını, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin talebesi Senâullah-ı Pâni Pûtî hazretleri yazmış. 


Bu zât o kadar büyük ki, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, onun hakkında diyor ki: Allahü teâlâ, bana âhiretde; *(Benim için ne yapdın?)* diye sorarsa, söyliyecek bir tek sözüm var.


Cevap olarak; *(Yâ Rabbî, senin için Senâullahı yetişdirdim)* derim, buyurdu. İşte Senâullah-ı Pâni Pûtî hazretleri bu kadar büyük bir zât idi


İslâm âlimleri çok çalışmışlar. İmâm-ı Buhârî hazretleri, yediyüzbin hadîs-i şerîf toplamış. Hepsini araşdırmış. Nasıl araşdırıyorlar? 


Birinden bir hadîs-i şerîf duyunca ve bunu; *(Falan sahâbîden duydum)* deyince, o kişi, o sahâbî ile aynı şehirde yaşamış mı? Yaşadıysa, aynı sohbetde bulunmuş mu? 


Bunu araşdırırmış. Bulunmuşsa yazarmış, bulunmamışsa yazmazmış. Bunlar *(Müslim)* de de var. Müslim kitâbının sâhibi; *(Aynı şehirde bulunması yeter)* diyor. 


*(Aynı şehirde bulunmuşsa, bir sohbetde karşılaşmışdır)* diyor. O da sağlam bir kitap. Ama *(Buhârî)* daha sağlam. 


Kesin kaynak bulamazsa, hadîs-i şerîf de mühimse, o zaman Ravda-i mutahhera’ya gelirmiş mübârek, kabr-i seâdetin halkalarından yapışırmış ve;


*(Yâ Resûlallah, sen bu hadîs-i şerîfi söyledin mi?)* diye sorarmış. Kabirden de, *(Evet söyledim)* cevâbını alırmış, ondan sonra yazarmış. *(Buhârî)*, böyle sağlam kitâbdır. 


Şimdi *(din)* den bahsedenlerin mânâdan haberi yok, yaldızlı kelimelerle konuşup yazıyorlar. 


Efendi hazretlerinin kelime hazînesi çok *(zengin)* di. Aynı mânâya gelen sekiz-on kelime söylerdi. Birinden anlamıyan, diğerinden anlasın diye. 


Hakkı, bâtıl’dan ayırmak kolay değildir. Mürşid-i kâmil olmıyan ve bir mürşid-i kâmile kavuşmamış olan kimsenin, hakkı bâtıldan ayırması mümkün değildir. 


Peygamber Efendimiz, aleyhisselâm; *(Erinel hakka hakkan ve erinel bâtıla bâtılan)* buyururdu. Yâni *(Yâ Rabbî, bana hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak bildir)* diye duâ ederdi. 


Ayrıca, *(erzel-i ömür)* den sana sığınırım diye de duâ ederlerdi. 63 yaşında, gencecikken, henüz kuvvetliyken vefât etdi.

Meslek eksperliği

Mübarek Hocamızın bir sohbetlerinde, babamız Muammer dede ve kayınpederimiz Elmas dede de bulunmuşlardı. Bu sohbetde bir ara mesleklerden bahsedilmişdi. Muammer dedenin mesleği; halıcılık, tütün ve üzüm eksperliği idi. Elmas dede senelerce PTT şubelerinde merkez müdürlükleri yapmıştı. Bizim Manisa vilayetimizin bazı ilçeleri tütün ve bazı ilçeleri de üzüm ziraatında öndedirler. Muammer dede, İzmir de tütün ve kuru üzüm işleyen ve ihracatını yapan bir firmanın eksperiydi. Hocamız Muammer dedeye sordular “sizin mesleğinizin inceliği nedir” buyurdular. Babam inceliklerini anlattı, tütün mahsulünü ve müstahsilini senelerce tanıyınca, tütünün kaç derece olduğunu bilirdik. Ayrıca tütün üreticisinin şahsını da tanımak çok mühimdir dedi. 
Mübarek Hocamız da “kayınpederim Yûsüf Ziyâ Akışık bey de ‘rahmetullahi teâlâ aleyh’ kumaş eksperiydi. Bir kumaşı eline aldığında; yüzde kaçı yün, yüzde kaçı pamuklu olduğunu bilirdi. Yünlü kumaşların, merinos koyununun yünü mü, dağlıç veya karaman koyununun yünü mü olduğunu bilirdi. Pamuklu kumaşların da yüzde kaçı akala ve yüzde kaçı da diğer pamuklar olduğunu bilirdi” buyurdular. 

(Osmân Nûrî Osmânağaoğlu)

Bakınız: Yûsüf Ziyâ Akışık “rahmetullahi aleyh” Tam İlmihal Sayfa:1193

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ehl-i sünnet âlimleri, dînimizi *(sahâbîler)* den öğrendiler. Sahâbe’nin talebelerine, *(ehl-i sünnet âlimi)* denir. 


O ehl-i sünnet âlimlerinden bir tânesi, hattâ reîsleri, en büyükleri, *(İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe)* hazretleridir. İlk fıkh kitâbını yazan Odur. 


İlk kitâbı, o meydâna getirdi. Ama kendisi yazmadı. Talebeleri, kâtipleri yazdı. Yâni kendi eliyle yazmadı. O söyledi, talebeleri yazdılar. 


*(Tefsîr)* den din öğrenilmez kardeşim. Esas mânâsını bizler anlıyamayız. Îmânı, islâmı öğrenmek istiyen, *(İlmihâl)* kitaplarını okur. İbâdetleri öğrenmek istiyen, *(Fıkh)* kitaplarını okur. 


Hadîs-i şerîfde; *(Allahü teâlânın bir kulunu sevdiğinin alâmeti, fıkh ilmiyle uğraşmasıdır)* buyuruluyor. Tefsîrden, Kur’ân-ı kerîmin mânâsını bizler anlıyamayız. 


Ni’metlerin şükrünü yapabilmek kolay değildir. Büyükler, bunun da kolaylığını göstermişler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât’da ne buyuruyor?


Sabahleyin, *(Allahümme mâ esbahâ)* duâsını okuyunca, o gecenin şükrü yapılmış olur. Akşam da, (esbahâ) yerine *(emsâ)* olarak okuyunca, o gündüzün şükrü yapılmış olur, buyuruyor. 


Bütün mürşid-i kâmiller *(müctehid)* dir, bütün müctehidler de *(mürşid-i kâmil)* dir. 


Meselâ İmâm-ı A’zâm hazretleri aynı zamanda Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri gibi *(mürşid-i kâmil)* dir. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de, İmâm-ı A’zâm hazretleri gibi *(müctehid)* dir. Yalnız aralarında iş bölümü yapmışlardır. 


Bunu, Şâfi’î âlimlerinden Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri, *(Tezkiret-ül kurtubî)* kitâbında haber veriyor. 


Kendisi şâfi’î âlimi olduğu hâlde İmâm-ı A’zâm hazretlerinin büyüklüğünü anlatıyor.

HÎFÂ HÂTUN (radıyallahü anhâ)

*Medîne-i münevverede güzelliği* ve *ahlâkı ile meşhûr kadın sahâbîlerden.*


Bir gün, Peygamber efendimizin huzûruna gelerek *"Yâ Resûlallah! Bana bir iş* (amel) *öğret ki, onu yaparak Cennet'i kazanayım"* dedi. Efendimiz Ona;


*"Önce evlenmelisin. Böylece dîninin yarısını emniyete almış olursun"* buyurdular. Bu emir üzerine, *"Yâ Resûlallah! Küfvüm (dengim) kim olabilir ki?* Ben, Habeşistan hükümdârı Melik Necâşî'nin teklifini kabûl etmedim. Nice zengin beyleri geri çevirdim. *Ama siz kimi beğenip, uygun görürseniz ona râzıyım"* diye arz etti.


Efendimiz memnun oldular. *Fakat böylesine güzel, zengin ve sâliha bir hanımla evlenmeyi kim istemezdi?*


Efendimiz, kimsenin ümitsiz olmaması, alınmaması için, "Yâ Hîfâ! *Yarın sabah mescide en evvel kim gelirse, onunla evlen"* buyurdular.


Efendimiz, *mescide ilk gelenin kim olacağını merakla beklerken Süheyb* "radıyallahü anh" *göründü.* Süheyb, kimsesi olmayan, fakir, rengi siyaha yakın, fiziki güzelliği olmayan, uzun boylu, zayıf, ince yapılı bir sahâbiydi.


Peygamber efendimiz namâzdan sonra, Hîfâ Hâtun'u çağırarak durumu bildirdi. *Hîfâ* "radıyallahü anhâ", *Allahü teâlânın kazâsına râzı olduğunu,* Resûlullaha arz etti.


*Efendimiz sevindi, nikâhlarını kıydı.* Ve damat adayına; " Ey Süheyb! Hanımının elinden tut , evine götür" buyurdular.


Süheyb "radıyallahü anh"; *"Yâ Resûlallah! Ne bir dirhem gümüşüm, ne de bir evim var.  Benim evim mescidlerdir"* dedi.


Bunları işiten Hazreti Hîfâ; Süheyb'e "radıyallahü anh" *on bin dirhem bulunan bir kese göndererek, filân yerdeki konağı da ona hediye ettiğini bildirdi.*  Süheyb'den kendisini götürmesini istedi. Ve beraberce konağa gittiler.


Hîfâ Hatûn,  ona; "Yâ Süheyb, takdir edersin ki *ben sana  nîmetim, sen bana mihnetsin* (sıkıntı veren). *Sen bu nîmete şükür, ben bu mihnete sabır için, gel, bu geceyi ibâdet ve tâatle geçirelim.*


Resûlullah'tan işittim. Buyurdu ki, *"Cennette yüksek çardak vardır. Burada yalnız şükr edenler ve sabr edenler bulunur."*  


Zifâf gecesi ikisi de *Allahü teâlâya karşı ibâdet ve tâatta bulundular.* Süheyb "radıyallahü anh" sabah mescide geldi. Cebrâil aleyhisselâm geceki durumdan Resûlullahı haberdâr etti. *Cennet ve Cemâl-i ilâhi ile müjde verdi.*


Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Ey Süheyb, *geceki hâlini, sen mi anlatırsın, ben mi söyliyeyim?"* buyurunca, "Yâ Resûlallah siz söyleyiniz" dedi.


Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" *"İkiniz de Cennetliksiniz ve Allahü teâlâyı göreceksiniz"* müjdesini verdi.


Süheyb "radıyallahü anh" sevincinden secdeye kapanarak şöyle duâ etti: *"Yâ  Rabbî! Tekrar günâha bulaşmadan rûhumu al."*  Allahü teâlâ, O'nun bu duâsını kabûl ederek, *secdede rûhunu aldı.*


Bunu gören sahâbîler gözyaşlarını tutamadılar!


Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem"; *"Daha şaşılacak şey, Hîfâ da şu an evinde rûhunu teslîm etti"* buyurdu. 


Sahâbe-i kirâm şaşırdılar! Ve hayretlerinden; *"Allahü ekber! Allahü ekber!" diyerek tekbîr getirdiler.*

 

Her ikisinin de namâzını kılarak, yanyana defn ettiler.

Bayramın sünnetleri

 Bayram günlerinde şunları yapmak sünnettir.


*1-* Erken kalkmak.


*2-* Gusül abdesti almak.


*3-* Misvâk ile dişleri temizlemek.


*4-* Güzel koku sürünmek.


*5-* Yeni ve temiz elbise giyinmek.


*6-* Sevindiğini belli etmek.


*7-* Kurban kesen, o gün ilk olarak kurban eti yemek.


*8-* O gün yüzük takmak.


*9-* Câmiye erken gitmek.


*10-* Bayram tekbîrlerini,  Kurban bayramında açıktan, yüksek sesle söylemek.


*11-* Dönüşte başka yoldan gelmek. Çünkü, ibâdet yapılan yerler ve ibâdet için gidip-gelinen yollar, kıyâmet günü şehâdet edeceklerdir.


*12-* Mü'minleri güler yüzle ve "Selâmün aleyküm" diyerek karşılamak.


*13-* Fakîrlere sadaka vermek.


*14-* Dargın olanları barıştırmak.


*15-* Akrabâyı ve dîn kardeşlerini ziyâret etmek.


*16-* Ziyârette hediye götürmek.


*17-* Erkeklerin kabirleri ziyâret etmeleri de sünnettir.

KURBAN BAYRAMI

*Bayram günleri, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günlerdir.*

       Çok eskilerden beri her kavim, yılın bazı günlerine önem vermiş, bunu çeşitli şekillerde kutlamıştır. Dînî ve millî bakımdan önemi olan, milletçe her sene kutlanan bu günlere çeşitli isimler verilmiştir.

       İslâmiyetten sonra bayram ma'nâsına gelen *"Îyd"* kullanılmıştır. Her yıl *Müslümânların günâhları affedildiği* ve *sevinçli, neşeli günleri tekrar geldiği için* böyle günlere *Îyd,* ya'nî *"Bayram"* denilmiştir.

       Müslümânları sevindirmek çok sevaptır. Bayramlar, müslümânların birbirini sevindirmesine birer vesîledir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

       *"Allahü teâlânın en çok sevdiği amellerden biri, mü'mini sevindirmek, üzüntüsünü gidermek, borcunu ödemek, yâhut aç iken doyurmaktır."*

       *"Bir mü'mini sevindireni, Allahü teâlâ da kıyâmetde sevindirir.*  

       Dinimize göre, bayram ikidir. Birincisi arabî aylardan Şevvâl ayının birinci günü Ramazân bayramının, ikincisi, Zilhicce ayının onuncu günü Kurban bayramının birinci günleridir. *Bu iki günde, güneş doğduktan ve kerâhat vakti çıktıktan sonra, ya'nî İşrak vaktinde, iki rek'at bayram namâzı kılmak, erkeklere vâcibdir.* Ramazân bayramı, üç gün, Kurban bayramı ise dört gündür.

       Kurban bayramı namâzından önce birşey yememek, namâzdan sonra, önce kurban eti yemek, namâza giderken, yüksek sesle, özrü olan yavaşça *(Tekbîr-i teşrîk)* getirmek müstehabdır. 

       Bayram günlerinde şunları yapmak sünnettir.

*1-* Erken kalkmak.

*2-* Gusül abdesti almak.

*3-* Misvâk ile dişleri temizlemek.

*4-* Güzel koku sürünmek.

*5-* Yeni ve temiz elbise giyinmek.

*6-* Sevindiğini belli etmek.

*7-* Kurban kesen, o gün ilk olarak kurban eti yemek.

*8-* O gün yüzük takmak.

*9-* Câmiye erken gitmek.

*10-* Bayram tekbîrlerini,  Kurban bayramında açıktan, yüksek sesle söylemek.

*11-* Dönüşte başka yoldan gelmek. Çünkü, ibâdet yapılan yerler ve ibâdet için gidip-gelinen yollar, kıyâmet günü şehâdet edeceklerdir.

*12-* Mü'minleri güler yüzle ve "Selâmün aleyküm" diyerek karşılamak.

*13-* Fakîrlere sadaka vermek.

*14-* Dargın olanları barıştırmak.

*15-* Akrabâyı ve dîn kardeşlerini ziyâret etmek.

*16-* Ziyârette hediye götürmek.

*17-* Erkeklerin kabirleri ziyâret etmeleri de sünnettir.

BU DERGÂHTA DÜNYÂ İLE MEŞGUL OLANIN İŞİ YOK!

Akbıyık Sultan, İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed devrinde yaşayan büyük velîlerdendir. Asıl adı Ahmed Şemseddîn'dir. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin sohbetinde yetişti. 


Bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer taraftan İkinci Murâd Han'ın seferlerine katıldı. 


Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi. Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. 


Bu sebeple bir gün hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan'a; "Evlâdım bu dünyâ fânidir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. 


Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol" buyurdu.


Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan; "Hocam! Peygamber efendimiz; (Dünyâ, âhiretin tarlasıdır) buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?" der.


Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra; "Evlâdım! Mâdemki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terk et. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur" buyurdu.


Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü.  Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi...


Akbıyık Sultan'ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiçbir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiçbir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı oldu. 


Bursa'da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen yoksullara ikramlarda bulundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu... Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret sarfediyordu... 


Nihâyet hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(İstigfârı)* çok söylemek lâzım. İnsan iyi birşey yaparken de günâh işliyebilir. Onun için namazlardan sonra *(üç)* kere istiğfâr söylüyoruz. Duâdan sonda da *(yetmiş)* e tamamlıyoruz.


Bir harâmı *(hafif)* görmek, îmânı götürür kardeşim. Meselâ; *(Bu şey harâm olmasaydı)* demek. Veyâ, *(Bundan ne çıkar?)* demek, îmânı götürür. 


Dikkat etmek lâzım kardeşim. Yine çok büyük günâh olan ve çok kimsenin kıymet vermediği, en çok işlenen günâh, *(gıybet)* dir. 


Meselâ; *(Ben doğruyu söylüyorum, bu da günâh olur mu?)* dese, îmânı gider. Harâmı hafife almış olur. Allah korusun kardeşim.


Ebül Hasan-i Harkânî hazretleri, bin sene evvel, Sultân Mahmûd-i Gaznevî zamânında yaşamış. 


Sultân Mahmûd-i Gaznevî, bir gün arkadaşlarıyla ava çıkdığında bir ev görmüş. *(Bu ev kimin?)* diye sormuş. Arkadaşları da;


*(Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinin tekkesidir)* demişler. Sultân Mahmûd-i Gaznevî de, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinin büyüklüğünü duymuş, ziyârete gitmek istemiş. 


Tekkeye gelmişler. Sohbet esnâsında Sultân Mahmûd-i Gaznevî, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerine; *(Hocanız Bâyezid-i Bistâmî hazretleri nasıl biridir?)* diye sormuş. 


Ebül Hasan-ı Harkânî hazretleri de; *(Benim hocam Bâyezid-i Bistâmî hazretleri öyle biridir ki, Onu gören yehûdî ve hıristiyanlar müslümân olurdu)* buyurmuş. 


Bu söz üzerine Sultân Mahmûd-i Gaznevî kahkahalarla gülüp; *(Olur mu öyle şey?)* demiş ve şöyle devam etmiş: 


Resûlullah Efendimizi, en yakınları, amcaları, *(Ebû Leheb)* ler, *(Ebû Cehil)* ler gördü. Peygamber Efendimiz onlara yalvardı, gene müslümân olmadılar da, senin hocanı gören yehûdîler ve hıristiyanlar mı müslümân oluyordu? demiş. 


Ebül Hasan-i Harkânî hazretleri de buyurmuş ki: 


Ebû Leheb ve Ebû Cehil gibi kâfirler, Resûlullah Efendimizi *(Peygamber)* olarak görmediler. Abdullahın *(yetîmi)* olarak gördüler. Ona, Abdullahın yetîmi olarak bakdıkları için îmân etmediler.


Eğer hazret-i Ebû Bekr gibi, Allahın *(Peygamberi)* olarak görselerdi, onlar da inanır, *(Eshâb)* dan olurlardı. 


Hocam hazretlerini gören yehûdîler ise, hocamın, Allahın *(evliyâsı)* olduğunu bildikleri ve Ona bu gözle bakdıkları için *(îmân)* ediyorlardı, demiş.


Bu cevap, Sultân Mahmûd-i Gaznevî’nin çok hoşuna gitmiş. *(Çok doğru söyledin)* demiş ve Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerine olan sevgisi daha da artmış.