Nefsin şehvetlerine dalmanın kötülüğü

 - Nefsin şehvetlerine dalıp ruh cevherini fâsid edenin [bozanın, kirletenin] her azası günâha giriftâr olur. Böyle kimseler ölüm hastalıklarında da o kayıttan kurtulamazlar. Sekerâtı anlarında serab hükmünde olan matlûblarının hiçliğine kani' olurlar. Ruh cesedden ayrılıp, bu şehvet sevgisi elemi ve bağlılığı gittikçe çoğalır ve onu, maddesiz aleme girdiğinde, o âlemlerin zevklerinden mahrûm eder. O maddesizlik âlemine girdiklerinde cemâl-i ilâhîyi göremezler.

İnsan vefât edince, rûhun dünyevî alâkası nerede ise, dâima nazarı ondadır. Ve mütemadiyen tezâyüd eder [çoğalır]. Dünya arzularının nihâyeti yoktur. Bu erişememezlik bir hararet doğurur ki, bunun hararetinin şiddetinden rûh elem ve eziyet görür. Zirâ ölüm kavuşmağa mâni'dir.

Nefsin iştihasından olan ayrılık, ruhlar âleminde bir elem husûle getirerek gittikçe çoğalır. Bu da cemâl-i ilâhînin nûrunun tecellisinden mahrûm kalmağa sebeb olur.

Nefsin müştehiyâtı [iştiha ettikleri], şer'an haram olanlardır.

Hedef lutf-i ilâhî olursa, marifetullah deryasına dalar. Bütün azaları ile Allahu teâlânın rızasına müştâk olur. Ma'rifet, arzu ve şevk-ı ilâhî çoğalır. Akıl münevver olup, hisler de nurlanır. Rûh tenevvür ederek lika-ı ilâhîye [Rabbine kavuşmağa, O'nu görmeğe] müştâk olur. Namaz huşû' ile nurlanır. Kalbi tam Kâ'beye müteveccih olur [yönelir]. Ve kalbine hiçbir keder girmez. Vucûdu hastalıklardan muâf olur. Elbiseyi yıpratan ve vucûdu çürüten günâhlardır.

Kalb mâsivaullahdan tahliye olup, muhabbet ve meveddet-i ilâhî ile ünsiyet peyda ettikçe, zâhirî beş his [duygu] ile müşâhede edilen her şeyi müşâhede ettikten sonra, yeryüzündeki medfunatı [gömüleri], ölüleri, hazîneleri ve bütün mükevvenattaki mahlûkatı idrâke başlar.

Küfr ve îmana mahsûs olan pis ve temiz kokuları idrâk eder. Kur'ândaki, namazdaki, salavatlardaki temiz kokuları almağa,duymağa başlar.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, sf: 289-290) 

İşrete [içkiye] âid hadîs-i şerîfler

İşrete [içkiye] âid hadîs-i şerîfler:

-"İşret [içki meclisine devam] edenler tevbesiz ölürse, haşra şişe ve kadehleri ile birlikte gelirler". 

-" Bir yudum içince kalbi kararır. İkinci defa içince meleküt-ül mevt ondan teberri eder [uzaklaşır]. Can vermesi çok şiddetli olur. 3 defa içince, Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)  ondan teberri eder. Dördüncüde hafaza melekleri, beşincide Cebrâil aleyhisselâm,altıncıda İsrâfil aleyhisselâm, yedinci Mikâil aleyhisselâm, sekizinci Semâvât [Gökler], dokuzuncuda göklerde bulunanlar, onuncuda Cennet kapıları bağlanır, onbirincide cehennem kapıları açılır, onikincide Arşı tutan melekler, on üçüncüde Kürsü, on dördüncüde Arş, on beşincide Cebbâr celle celâlühü ondan teberri eder."

-"Her sarhoş eden haramdır". Hadîs-i şerîf.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, sf: 291)

Ölümü unutmak nefse uymaya sebep olur

 İmâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” buyurdu ki, Allahü teâlânın insana yardımına mâni olan perdelerin en kötüsü,(Ucb)dur. Yani ayıplarını görmeyip, ibadetlerini beğenmektir. İsa aleyhisselâm buyurdu ki, (Ey havariler! Rüzgâr, çok ışıkları söndürmüştür. Ucb da, çok ibadetleri söndürmüş, sevaplarını yok etmiştir.)

Hadîs-i şerifte, (Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır) buyuruldu. Nefse uymak, İslamiyete uymağa mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymağa sebep olur. 

(İslam Ahlakı)

Hakikat

"Ahir zamanda insanlara

Hakikati söylediğinde 

İnsanların senden uzaklaştığını görürsün."


[Abdullah bin  Sehl radıyallahü anh]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mü'min olmıyanlar *(dedikodu)* yaparlar, mü’min ve sâlihler ise *(duâ)* ederler. Aradaki farka bakın. Elhamdülillah, biz dedikodu etmeyiz, buna tenezzül eylemeyiz.


Harâma yanaşmayız, müslümânlara hayır duâ ederiz. Bütün insanların hidâyeti için duâ ederiz. 


Rabb-i teâlânın sıfatları çok. Bâzı kullarına *(Hâdî)* ismiyle tecellî etmiş, bâzı kullarına da *(Mudil)* ismiyle tecellî etmiş. Cenâb-ı Hakkın ef’âlinden suâl olunmaz. 


Şuna inanırız ki, cenâb-ı Hak *(Hakîm)* dir, yâni hikmet sâhibidir. Her fi’linde bir hikmet vardır. Nitekim Kur’ân-ı kerimde;


*(Ben mahlûklarımı abes olarak yaratmadım. Boş, fâidesiz, lüzûmsuz olarak yaratmadım)* buyuruyor. Kâinatta yarattığı her zerrenin, kullarına fâidesi vardır. 


İşte bâzı kullarına *(hâdî)* ismiyle tecellî etmiş, yâni onlara hidâyet nasîb etmiş, bunları kendi hizmetinde kullanıyor. 


Ötekilere de *(mudil)* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da dalâletdedirler. Bunun için yıkıcıdırlar, bölücüdürler. 


Elhamdülillah, Rabbimiz bize *(doğru yolu)* nasîb etmiş. Elhamdülilah, Rabbimiz bizi mes’ûd ve bahtiyâr kullarından eylemiş. 


Allahü teâlânın *(hâdî)* sıfatı ile doğru yola, yâni hidâyete kavuşan, diğer insanların da hidâyeti için uğraşır. Çünkü artık, o büyük bir ni’mete kavuşmuşdur.


Diğer insanların da hidâyete gelmesini ister. Dolayısıyla hâdî sıfatına kavuşan, hidâyete eren, mutlaka başkalarının da hidâyete gelmesi, yâni *(Ehl-i sünnet)* olması için uğraşır. 


Bu hizmeti yapmazsa ne olur? O ni’met elinden alınır. Çünkü âhirette herkese; *(Din için, islâmiyet için ne yapdın?)* diye soracaklar efendim. 


*(Şeref-ül mekân bil mekîn)* buyuruluyor. Yâni bir yerin mübârek olması demek, içindekilerin mübârek olması demekdir. Bir yerin içinde olanlar mübârekse, o yer de mübârekdir. 


Kâfirlerin, fâsıkların bulunduğu yer mübârek olamaz. Sâlihlerin, mücâhidlerin bulunduğu yer mübârekdir. Meselâ burası, *(mübârek)* bir yerdir. Niçin?


Çünkü burada müslümânlar *(ibâdet)* ediyorlar, *(cihâd)* ediyorlar, yâni *(emr-i mâruf)* yapıyorlar. Cihâd etmek, harbetmek değildir, harb etmeği hükümet yapar kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Elhamdülillâh, Rabbimiz bize, hem doğru *(Îmân)* nasîb etmiş, hem de doğrudan Cennete gidecek olan tek *(kurtuluş)* fırkasından yapmış. 


Onun için, Rabbimize ne kadar şükretsek azdır kardeşim. Şükür ne demek? Allahü teâlânın ni’metine şükretmek ne demekdir? O ni’meti, emredildiği gibi kullanmak demekdir. 


Meselâ *(Göz)*, büyük bir ni’metdir. Göz ni’metine nasıl şükredeceğiz? Gözümüzü, Allahü teâlânın emretdiği gibi kullanacağız. Yâni *(Bak)* dediği yerlere bakacağız. *(Bakma)* dediği yerlere bakmıyacağız.


Ayrıca, *(Zevce)* lerimizin de kıymetini bilelim kardeşim. Çünkü biz neş’eliysek, o da neş’elidir. Biz üzüntülüysek, o da üzüntülüdür. 


Böyle bir müslümânın kalbini incitmek, emîn olalım ki, Beytullahı yıkmakdan daha büyük günâhdır. Öyle büyük günâhdır. 


Neden? Çünkü o, herşeyden ümitsiz, bir tâne ümîdi, Allahdan sonra *(Zevci)* dir. Onlara sert söylemiyelim, onların kusurlarını afvedelim. Onları tatlılıkla ıslah edelim.


Kusurlarına sabredelim. Sabredenin gideceği yer, Cennetdir dedik ya. Duyuyorum da, bâzıları hanımlarına *(Sert)* söylüyormuş. Nasıl sert söyliyebilir, aklım almıyor. 


Üzerseniz hasta olur, siz sıkıntı çekersiniz. Aklı olan öyle mi yapar? Amân! amân! Zevcelerinize çok dikkat edin kardeşim. Onların gönlünü alın, onları üzmeyin. 


Evinizin içinde râhat olsun, huzûr olsun. Sizin için söylüyorum kardeşim. Dünyânız ve âhiretiniz için söylüyorum. Sabırlı olun. Peygamber Efendimiz tekrar tekrar buyuruyor ki: 


*(Güzel huylu olunuz, zevcelerinize hakâret etmeyiniz, zevcelerinizle iyi geçininiz. Zevcesine karşı en iyi muâmele edeniniz benim)* buyuruyor. Onun için, çok dikkat edin kardeşim. 


Rabbime şükrediyorum ki, bu mübârek kardeşlerimizin teneffüs etdiği şu *(Hava)* yı, sizin ciğerlerinize girip çıkmakla şereflenen şu havayı teneffüs etmeyi bana nasîb eyledi diye şükrediyorum kardeşim. 


Her zaman söylüyorum, kimseyle münâkaşa etmeyin. Münâkaşa zarardır, dostun muhabbetini azaltır, düşmanın da düşmanlığını artdırır. *(Men sabere zafere.)* Yâni sabreden kazanır. 


Hadîs-i serîfdir bu, hüccetdir, sağlamdır. Birbirimize duâ edelim kardeşim. *(Duâ-i zahrül gayb icâbete makrûndur.)* Yâni birbirimize, arkamızdan hayr duâ edeceğiz kardeşim. Sizin duânız makbuldür.

Kalbin tasfiyesi

 Kalbin tasfiyesi (safa bulması) mutlaka imâna mütevakkıfdır. A’mâl-i sâlihâsız olmaz.A’mâl-i sâlihâsız selâmet-i kalb merduddur.Kaili mülhiddir.


Seyyid Abdülhakim Arvasi (kuddise sirruhu)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Elhamdülillâh, râhat ve huzûrluyuz kardeşim. Gerçi bu dünyâda, râhat huzûr aramak abesdir. Fakat Allah adamları her zaman huzurludur kardeşim. Neden? 


Çünkü onlar, acıların sıkıntıların, Allahdan geldiğini bilirler. Onun için bunlara katlanır, hiç kıymet vermezler. Hattâ acılardan *(Zevk)* alır ve şükrederler. Öyleyse biz de şükredeceğiz kardeşim.


Şükrün de dereceleri var. Evvelâ, bizi bu hizmete sürükliyen kuvvetli *(Îmân)* ımıza şükredeceğiz. Îmâna nasıl şükredilir? Âyet-i kerîmeler bunu bildiriyor. Allahü teâlâ buyuruyor ki: 


*(Ey mü’minler, ey îmânla şereflenenler! Bu ni’metin şükrünü îfâ edebilmek için birbirinizi seviniz. Ananızdan, babanızdan, kardeşinizden daha çok seviniz.)* 


Bizi, bu yola, bu hizmete sürükliyen îmân ni’metinin şükrünü îfâ etmek için de *(Hubb-u fillah)* ile şerefleneceğiz kardeşim. Yâni birbirimizi seveceğiz. Birbirimizin kalbini kırmakdan titriyeceğiz. 


Zâten mü’minin kalbini kırmak, mü’mini incitmek *(Harâm)* dır. Hele böyle mübârek kardeşlerimizi incitmek, hele hele darılmak, münâkaşa etmek. Allah muhâfaza etsin. 


Bâzen işitiyorum; falanca kardeşimizle falanca kardeşimiz birbirleriyle münâkaşa etmiş, kalbleri kırılmış. *(Eyvâh!)* diyorum, ye’se düşüyorum. Ümitsizliğe kapılıyorum. 


Çok üzülüyorum. Amân! el hazer! El hazer! El hazer! Sakınalım, birbirimizi incitmekden çok sakınalım. Evet, Peygamberlerden başka, hepimizin kusûru var, hepimizin günâhı var. 


Bir toplulukda, günâhı az olan da var, çok olan da var. Bana sorarsanız, günahı en çok olan hangimiz biliyor musunuz, *(Benim beeen!)* Çünkü benim yaşım hepinizden daha çok. 


Herbirinizin elini sıkarken Rabbime yalvarıyorum. *(Yâ Rabbî, şu mübârek kardeşimin hürmetine benim günâhımı afvet)* diyorum. Kalbimden hep böyle geçiriyorum. 


Yâ Rabbî! Senin için, senin dînini yaymak için, kendini tehlükelere atan, bu fitne fesat zamânında, bu *(îmân)* ve bu *(aşk)* ile çırpınarak uğraşan bu kardeşimin hürmetine beni afvet, diyorum. 


Hepinizin elini sıkarken, kalbimden böyle geçirdim kardeşim. Günâhsız insan olmaz, kusursuz insan olmaz. Onun için birbirimizin kusûrlarını görmiyeceğiz, ama iyiliklerini göreceğiz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Elhamdülillâh, Rabbimize sonsuz şükürler olsun. Râhatız, neş’eliyiz. Kitaplarımız dağılıyor, gazetemiz yayılıyor. Bundan büyük lûtf-u ilâhî olur mu? 


Bayram geldi, bütün müslümânlar seviniyor. Ama bizim sevincimiz herkesden kat kat fazla. Rabbimize şükürler olsun ki, bizi bu mübârek güne yetişdirdi. 


Bilhassa, O’nun emrettiği islâmiyet yolunda, hayâtlarını tehlükeye koyarak, O’nun dînini, O’nun kullarına yaymak için, oruçlu oruçlu uğraşıyorsunuz kardeşim.


İşte sizin gibi mücâhit kardeşlerimizle karşılaşdığım, mübârek ellerinizi sıkmakla şereflendiğim için, Rabbimize sonsuz şükrediyorum efendim. 


Bu samîmî sözlerim, kalbimin ifâdesidir. Bunun için Rabbime sonsuz şükürler olsun.


İslâmiyetin garîb olduğu bir zamanda, Rabbimizin *(Kahhâr)* sıfatının tecellî etdiği bir zamanda, O’nun dîni için, böyle aşk ile, gayret eden, çalışan insanlara ne mutlu. 


Ne mutlu Allahın seçdiği bu fedâkâr kardeşlerimize! İslâma hizmet eden bu mücâhitlerle birlikte olmak, onların arasında bulunmak seâdetine kavuşanlara da ne mutlu. 


İnanıyorum ki, sizin bu hizmetinizde gezdiğiniz, basdığınız yerlere, melekler kanatlarını serdi. Niçin inanıyorum ben buna? Çünkü hadîs-i şerîf bildiriyor: 


*(Yâ Ebâ Hüreyre!)* diye başlıyan, uzun bir hadîs-i şerîf var. Orada buyuruluyor ki:


(Yâ Ebâ Hüreyre! Allahın kullarına, Allahın dînini öğret. Onları öğretmeye giderken basdığın yerlere, melekler kanatlarını serer. Gökdeki melekler, yerdeki hayvanlar.


Havadaki kuşlar, denizdeki balıklar, senin için duâ ederler. Kıyâmetde sana öyle bir makâm ihsân olunur ki, Peygamberler gıpta ederler.) 


Böyle buyuruluyor hadîs-i şerîfde. 


Elhamdülillah! Siz, bu müjdeye mazhar olan kardeşlerimizsiniz. Onun için çok bahtiyârsınız kardeşim. Allahın dînine hizmet etmekden daha büyük ni’met olur mu? 


O’nun yolunda çalışmak, O’nun dînine hizmet etmekden daha büyük ni’met olur mu? Bu ni’metin devâmı için şükredeceğiz kardeşim. Rabbimize sonsuz şükredeceğiz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birkaç müslümânın, Allah rızâsı için oturup da sohbet etdikleri yere, gökdeki melekler imrenirler. Cennet de dâhildir buna. Cennet, altıncı kat gökdedir. 


Binâenaleyh, Cennetdeki melekler, o müslümânların oturduğu, sohbet etdiği yere imrenirler. Pekii ya hizmet etdikleri yer? Ya burası? 


Bütün mahlûkâtın imrendiği bir yer burası kardeşim. Niçin? Sizin sâyenizde. *(Şeref-ül mekân bil mekîn.)* Yâni bir yerin kıymeti, şerefi, sâhiplerine tâbi’dir. 


Orada bulunanlara tâbidir. Gökler bu yere imreniyor, gıpta ediyor, hoşlarına gidiyor. Niçin? Siz varsınız diye.


Bu gün hatim okuyordum. Mâide sûresinde, altıncı cüz’ün ortasında buyuruluyor ki: Âdem aleyhisselâmın iki oğlu, *(Hâbil)* ile *(Kâbil)*, birer kurban kesdiler. 


Allahü teâlâ, Hâbil’in kurbanını kabûl etdi, ama Kâbilinkini kabûl etmedi. Kâbil sordu; *(Benim kurbanım niye kabûl olmadı?)* diye. 


Allahü teâlâ buyurdu ki: *(Allah yolunda, Allah için yapılan ibâdetler kabûl edilir.)* Yâni Allahü teâlâ, ittikâ ile, takvâ ile yapılan ibâdetleri kabûl eder. 


Şimdiki insanlar, şeytana değil, nefsine tâbi kardeşim. Nefse uymak, şeytana uymakdan daha kötüdür Mahlûkların en ahmağı nefsdir. Geçen gün Enver âbiye bunu söyledim. 


Şimdi insanlar *(Nefs-i mücessem)* olmuş. Yâni nefsler, cisim olmuş, insan şeklinde görülüyor. Herkes *(Nefs)* olmuş. Nefsin elinden kurtulmak da çok zor. Ancak, bizim arkadaşlar nefsinden kurtulmuşdur. 


Üç türlü sevap vardır kardeşim. Bir, kendisinin işlediği amellere, ibâdetlere verilen sevap. İki, din kardeşine iyilik, hizmet ederken elde etdiği sevap. 


Üç, Allahü teâlânın dînine hizmet ederken aldığı sevap. En fazlası da budur. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, bize bu günleri gösterdi, çok bahtiyârız kardeşim. 


Her işi *(Besmele)* ile yapmak, her işe Besmele ile başlamak lâzımdır. Yemeğe, içmeğe, yatmağa, kalkmağa, oturmaya Besmeleyle başlamak lâzımdır. Büyüklerimiz öyle emrediyor. 


Cenâb-ı Hakkın dînine, yâni İslâmiyete hizmetle şerefleniyorsunuz kardeşim. Bu, çok büyük bir ni’metdir. Rabbimizin bu ihsânına, bu ni’metine karşı çok şükredelim efendim.

Namazın hakikati

[Mektûbâtda buyuruluyor:]

Namaz kılmak eğer dünyada emr olunmasaydı, maksadın yüzünden nikabı [örtüyü] kim açardı? Tâlibin matluba erişmesine kim delâlet ederdi?

Namazdır ki, gamlılara lezzet bahş eden,

Namazdır ki, hastalara rahat veren. Onun için Peygamber (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)  [Hazret-i Bilâl-i Habeşî'ye ezan okumasını ve namazla kendisini sevindirmesini işâretle]: "Ey Bilâl, beni rahatlandır, sevindir" buyurmuştur.

Kulun rabbine yakınlığının en ziyâde olduğu yer, namazdır. Peygamber [Efendimizin] (aleyhissalâtü vesselâm): "Allahu teâlâ ile öyle vakitlerim vardır ki..." buyurduğu husûsî vakit namazdadır.

Namazı bu kılındığı şekilden ibâret bilmeyeler. Cümle hakîkatlerin fevkinde olan, gayb-ül gayb âleminde namazın bir hakîkati vardır ki, bütün hakîkatlerin fevkîdir. Ancak ehli bilir. Hadîs-i kudsîde vâkı' olan: "Dur yâ Muhammed; zira Allah namazdadır"  o hakîkate bir işârettir. O hakîkate ulaşılmadıkça, onun kemâli anlaşılamaz. Ve o hakîkat, bu sûretle kaimdir.

Namaz gönülleri çalan bir sevgilidir ki, onun güzel sûreti, mecâz âleminde [dünyâda] namaza mahsûs bu erkân ile görünmekte ve onun güzel edâları bu kıyam, kuûd, huşû' ve âdabla ortaya çıkmaktadır. O sûrete âşık olmayan, o erkâna tutulmayan kimse, bu erkânın hakîkatini anlayamaz. Ve onun edâsına âşık, tutkun ve hayran olmayan kimse bu huşû' ve tumanînetin kıymet ve kadrini idrâk edemez. Namazın bütün güzellikleri, yazılanlardan daha çok yüksektir ve onun iyiliği ve güzelliği idrâke, anlayışa sığmaz derecede yüksektir.

Namaz müşâhede ve tecellilerden çok âlidir. Namazın bu sûretini her ne kadar mükemmel yerine getirmeğe çalışırlarsa, onun sünnet ve edeblerine riâyete gayret ederlerse ve kırâatın uzun olmasında, rukû ve secdelerde sünnet üzere olmak husûsunda ne kadar çok çabalarlarsa, o hakîkate o kadar münâsebet peydâ ederler ve onun füyûz ve berekâtı o nisbette fazla vârid olur ve onun hüsnü, cemâli ve kemâli daha ziyâde zuhûr eder ve terakkiler yüz gösterir ve Cenâb-ı Hakkın inâyeti ve husûsî lutfü daha fazla tecelli eder ve alâkalardan daha çok temizlenir. 

Binâen aleyh namazın bu sûretine âid erkân ve şartlarını, sünnet ve edeblerini tamamiyle ve ciddi olarak yerine getirmek husûsunda tam ihtimam ve ihtiyât etmek ve ta'dil-i  erkân ve tumanînete riâyet etmekte ziyâde mübalağa göstermek ve namazı her bakımdan iyi muhâfâza etmek gerektir. Zirâ muhâfaza edememek yüzünden çok kimseler namazlarını zâyi' edip, ta'dil-i erkânı perişan eylemişlerdir. Bu gibiler hakkında vaîdler [cezâlar] vârid olmuş ve tehdîdler gelmiştir. Muhbir-i sâdık (aleyhissalâtü vesselâm) buyurmuştur ki: "Hırsızların hırsızı, namazından çalan kimsedir". Ya'nî namazın erkânını kemaliyle ve tamamiyle edâ ve rukû ve secdelerini hakkıyla ifâ eylemez. Bu hırsızlıktan sakınmak zarûrî oldu; tâ ki hırsızların en kötüsü olmaya. 

Ve yine Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurdu: "Rukû' ve secdeleri yaparken sırtını sabit tutmayanın namazına Hak teâlâ nazar eylemez." Aynı şekilde O server-i Enâm (aleyhi ve alâ âlihissalâtü ves-selâm) bir kimseyi namaz kılar gördü. Lâkin rukû' ve secdelerini tam yapmıyordu. O şahsa hitaben:  " Korkmaz mısın ki, bir lâim [ayıblayan] senin bu hareketini gördükte, bu kimse Muhammed'in dîni üzere değildir diye seni ayıblar" buyurdular. Ve yine buyurdular ki: "Sizden birinizin, rukû'dan sonra tam doğrulmadıkça ve beli hareketsiz ve her uzuv kendi yerinde karar kılmadıkça namazı tamam olmaz". Bunun gibi buyurdular ki: " iki secde arasında oturduğunuz zaman, sırtınız dik ve sâbit olmadıkça namazınız tamam olmaz". Resûlullah namaz kılanlardan birinin yanından geçerken gördü ki, kavme ve  celsenin ahkâm ve erkânını yerine getirmiyor. O şahsa buyurdular ki: "Eğer Sen bu hal üzere namaz kılmağa devam ederek ölürsen, kıyâmet gününde sana, ümmet-i Muhammeddendir demezler". Başka bir yerde de şöyle buyurdular: Altmış sene namaz kılıp da namazı kabûl, ya'nî makbûl olmayan şu kimsedir ki, rukû've secdelerini tamamiyle yerine getirmez".

Rivâyet olunur ki, Zeyd bin Vehb, bir kimseyi namaz kılarken gördü, fakat rukû' ve secdelerini eksik yapıyordu. Çağırıp buyurdular ki: Ne zamandan beri bu şekilde namaz kılarsın? O şahıs, kırk senedir, böyle namaz kılarım cevabını verince, Zeyd buyurdu ki:  "Sen kırk senedir namaz kılmamışsın. Eğer vefât edersen, Muhammed Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sünneti üzere ölmezsin."

Bildirilmiştir ki, mümin kul, namazı edâ ederken, o namazın rukû ve secdelerini, erkân ve sâiresini iyi ve tamam yaparsa , o namaz beşâşetli [parlak] ve nûrânî olur. Melekler o namazı âsumana [göğe] iletirler. O namazda sahibine hayır dua edip der ki: Beni muhâfâza ettiğin gibi, Allahu teâlâ seni de muhâfaza eylesin. Eğer namazı güzel, tamam ve hoş eylemezse, o namaz zulmanî [karanlık] olur. Melekler istikrâh ederek [kerîh görerek, tiksinerek] âsumana iletmezler. Namaz dahî kılanına beddua ederek der ki, ben Hakkın dergâhında nûr olacak bir cevher idim. Sen beni zâyi' ettin. Beni zâyi' ettiğin gibi, Allah da seni zâyi' eylesin.

Öyleyse bu büyük vazifeyi tamam olarak, tembellik, gevşeklik göstermeden, en güzel yapmağa çalışarak, huzûr-ı kalb ile edâ etmek, tadil-i erkânına, rukû ve secdelerine, kavme ve celsesine, bildirildiği üzere riâyet ederek, güzelce kılmak ve başkalarını da namazlarını tam ve kemâl üzre kılmağa teşvîk, tergîb ve delâlet eylemek, onların da ta'dil-i erkân ve tumanînete riâyetlerine, sözleri ve hareketleri ile yardımcı olmak lâzımdır. Çok kimseler bu şekilde namaz kılmak devletinden mahrumdur. Kim bu şekilde namaz kılmadıysa, kendini hırsızlar sürüsüne katmış ve azaba arz etmiş olur. Bu şekilde namaz kılmak bırakılmış, unutulmuştur. Bunu ihyâ eylemek İslâm dininin en mühim olan amellerindendir.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, 2.cild, sf: 341-342-343)