Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İmâm-ı Şâfiî’ye sormuşlar; *İmâm-ı Mâlik nasıl bir zâtdı?* diye. Cevâben demiş ki: Bir gün *Onu* görmeye gitdim, çok *Kalabalık*’dı. Herkes bir şey soruyordu. Dikkat etdim, dinledim.


*Otuz* suâl sordular. Bunlardan yirmi ikisine *Cevap* verdi. Sekizi için de; *Bilmiyorum* dedi. O zaman anladım çok büyük *Âlim* olduğunu. 


Efendi hazretlerine de suâl sorarlardı. Mübârek bâzen; *Bilmiyorum, kitaplara bir bakayım*, derdi. Hâlbuki biliyordu efendim. 


İşte bu *Büyük*’ler, bilseler bile, mütevâzı olduklarından bâzen *Bilmiyorum* derler. Bir gün Efendi hazretleriyle oturuyorduk. Bana bakıp buyurdu ki: 


*Hilmi, beni iyi dinle!* Bu zamanda bir müslümân, bu *Büyük*’lerin buyurduklarını iyi anlarsa, onlara tam *Tâbi* olursa ve sâdece onlardan *Nakl*’ederse, işte o, *İlim* sâhibidir.


*Fazîlet* sâhibidir ve gerçek *Âlim*’dir. Sen, birine birşey anlatırken veyâ yazarken, dinliyene ve okuyana *Suâl* sordurma. Bir okumada, *Râhat*’lıkla anlasınlar. 


Eğer suâl sordurursan, bu, *İyi* anlatamadığını gösterir. Yâni iyi *Konuşmak* ve iyi *Yazmak*, hiç suâl sordurmamakla mümkün olur. 


Mübârek, bu *Söz*’leriyle, sanki tâ o zamandan, bize şöyle *Emir* buyurdular: *Hilmi!* Bir gün gelecek, sen, *Kitap* yazacaksın.


Sakın ola ki, kendinden bir şey *Yazma*, kendinden bir şey *Katma*, ancak o *Büyük*’lerden naklet ve anlaşılır şekilde yaz, diye bize *Îkâz*’da bulundular. 


Elhamdülillah, biz de, *Efendi*’nin bu *Emr*’ine uyduk. Buyurdukları gibi *Kendi*’mizden bir *Şey* söylemedik ve yazmadık kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Zamânımızın en büyük *Cihâd*’ı, ehl-i sünnet *Kitap*’larını dağıtmakdır kardeşim. *Kur’ân-ı kerîm* okumak da çok *Sevap*’dır, çook. 


Niçin çok sevaptır? *Kelâm-ı ilâhî*’dir çünkü. Allahü teâlâ; *Benimle konuşmak istiyen, Kur’ân-ı kerîm okusun!* buyuruyor. 


Ne *Güzel* şey yâ Rabbî. Müslümânların her şeyi *Ni’met*’dir kardeşim. *Dünyâ*’da da ni’metdir, *Âhiret*’de de. Zâhiren *Sıkıntı*, hakîkatde ise *Rahmet*. 


İnsan, *Dîn*’ini öğrendiği *Hoca*’sını çok sevmelidir. Sevmek nasıl olur? Evliyâlardan biri diyor ki: Benim hocam *İmâm-ı Husrî* hazretleri, bir gün bir mecliste oturuyordu. 


Âlimlerden biri, hocamın bir *Sözü*’nü beğenmedi, Ona *Îtiraz* etdi. Ben bunu görünce çok üzüldüm.


*Hocam*’ın sözünü beğenmiyen bir *Adam*’ın yanında benim *İşim* yok! dedim ve kalkıp gitdim. İşte *Hoca*’ya muhabbet *Böyle* olur. 

● ● ●

Bir cemâatin içinde Allahü teâlâ en çok hangisini *Sever?* Meselâ şimdi bu *Oda*’da olanların içinde Allahü teâlâ en fazla kimi sever? 


Kim *Hizmet* ediyorsa, onu çok *Sever*. Neden? Çünkü *Seyyid-ül kavmi hâdimühüm!* buyuruldu. Ne demek bu?


Yâni bir cemâatin, bir topluluğun *Efendi*’si, en *İyisi*, onlara *Hizmet* edendir. Allahü teâlâ, hizmet edeni çok *Sever*. 

● ● ●

Acele etmek, *Şeytan*’dandır, yalnız *Namaz* müstesnâ. Vakit girince *Hemen* kılmalıdır. Gecikdikçe *Sevâbı* azalır. Başka şeylerde *Acele* yok! 


Eğilmek yok kardeşim, eğilmeyin. Öpülecek *Eller* nerde? Toprak altında. Onlar, toprak altında kaldılar. *Elim*’e geçse, ben de öpeceğim. 


Sabah namâzında başladık *Teşrîk tekbîr*’lerini okumağa. Sabah namâzının farzında, *Selâm* verince, *Tekbîr* getireceğiz.


*Vâcib*’dir çünkü. Eğer unutursanız, ikindinin farzından sonra *Üç* defâ getirin. İkisi de unuttuklarınızın *Kazâ*’sı olur.

Fitne nedir?

 Fitnenin şerîat dilindeki ma'nâsı, ma'siyetin [günahların] neticesi olan musîbetlerdir. Bu da iki kısımdır:

Birisi, zâlimin kendisine mahsustur. Ya'nî katl [adam öldürmek]. Zina, şarab içmek v.s gibi menhiyât-ı ilâhiyyeden birinin işlenmesinin akabinde, o şahsa nâzil olan musîbettir. Musîbetin en ehveni budur.

İkincisi ise tesiri umûmî olan musîbetlerdir. Böyle fitnesi çok olan musîbetlerin zuhûruna dâir işbu âyet-i celîle nâzil olmuştur: "Öyle bir fitneden sakının ki, o içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. (Umuma sirâyet eder ve hepsini perişan eder, eseri kıyâmete kadar bâkidir)."

Bu fitnelerden birincisi, bulunduğunuz yerde, Allahu teâlânın yasaklarından biri hep yapıldığı halde, men'ine kâdir iken men' etmez, kâdir değilseniz, kalben olsun bir buğz ve düşmanlık beslemezsiniz.

İkincisi, emr-i ma'rufda müdâhene etmek, önemsememek ve gevşek davranmaktır. Bu da dinde câiz olmayan bir şeyi, canınızın istediği bir şekle sokarak câiz kılmanızdır.

Müdâhenenin mudâradan farkı budur ki, müdâhene câiz olmadığı halde, mudâra bazen haram, bazen mekrûh, bazen ise farz, vacîb ve sünnet olur.

Fitnelerin en büyüğü, en şiddetlisi din kelimesinin iftırakıdır, ya'nî Lâ ilâhe illallah kelîmesinin ma'nâsından uzaklaşmadır. Tevhîd kelîmesi,îman sözü Müslümanlar arasında, artık bir heyulâdır.

Bunun bir misâl ile izâhında: toprağın su ile yoğrulan, hamur hâline getirilen ve kalıplara dökülerek, gerek güneşin ziyâsı ve gerek ateşin tesiriyle kerpiç kesilen ve içinde evvelce yapışmasına yegâne sebeb iken bilâhare güneşin veya ateşin harareti ile giden su olduğu halde ve onun yardımıyla o taş, toprak parçacıkları birbirine yapışmış olarak birlikte bir kitle teşkîl ediyorsa, Tevhîd kelîmesi olan Lâ ilâhe illallah da, bütün mezheb, ırk farkı gözetmeden bütün müslümanların bir tek kitle hâlinde bulunmasına sebebiyet veriyor.

Taşın kırılması, ufalanması, kendini teşkil eden parçacıkların zorla ayrılmasıyla nasıl varlığı kalamıyorsa, kelîme-i tevhîdin kırılması, ya'nî söylenmemesi, levâzım ve levahıkıyla [gerekleri ve icâbları] amel edilmemesi de müslümanların kitlesinin birbirinden ayrılmasına sebebiyet verir ki, bunun cezası âhırete bağlı kılınmış olsa dahî, dünyâdaki eseri, yalnız sâhibine âid olmayıp, umûmidir. Yalnız zuhuru zamanında denilebilir ki, irâde-i ilâhiyye, hangi zamana taalluk etmiş ise, o zamanda zuhûr eder. Zelzele, suların taşması, yangın, kıtlık v.s. gibi.

Fitnelerin bir kısmı da, bid'atlerin zuhuruna sebeb olmaktır. O bid'atlar ki, Zaman-ı Seâdette ve Sahabe zamanında dinde mevcûd değildi.

Bid'atlar iki kısımdır: Birincisi âdetle alâkalıdır. Zuhurunda beis yoktur. Memnû' [yasak] olanlar dinle alâkalı olan bid'atlardır. Meselâ bunlardan biri, terâvih namazı müstesnâ olmak üzere hiçbir sünnet namazı cemâatle kılınmazken, cemâat ile kılmaktır. İşlenmesinde beis [sakınca] olmayan bid'atlar ise, çatal, kaşık ile yemek yemek ve çorap giymek gibi şeylerdir. İklim itibâriyle hıfz-üs sihha nokta-i nazarından çorap kullanmak muvafık [uygun] olamıyacağı cihetle, Server-i  Âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) çorap giymemiştir. Çünkü nokta-i nazar-ı Peygamberî hıfz-üs sihha idi.

Bid'atların zuhuru bir fitnedir ki, zararı bütün mahlûkatadır. Bunlardan biri de cihâdda, gazâda tekâsül [gevşeklik] ve tenbelliktir. Burada bir nükte vardır ki, münâfıklığın alâmetlerinden biri de, şehîd olmağı istememektir. Şehâdet, İslâm dîninin takviyesi yolunda can vermektir. Her mümin kişi bunu kalben ve zevkan istemek ile memurdur. Bunun için enbiyâ-ı izamdan bir çokları ve Sahabe-i kirâmın ekserisi ve evlâd-ı Resûlün (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) cümlesi şehîd olmağı arzu etmiş ve bu itikadla can vererek âhırete gitmişlerdir.

Bu âyet-i kerîmenin devamında: "Biliniz ki, Allah'ın azâbı pek şiddetlidir" buyuruluyor. Bir kişinin sebebiyet verdiği bir fitne ile bütün mahlukatın zarar görmesi karşısında, kalblere gelmesi muhtemel olan bir vehme, şübheye karşı Cenâb-ı Hak, azab-ı ilâhîsinin pek şiddetli olduğunu bildiriyor. Çünkü rıza-ı ilâhisine mugayır [aykırı] olan bir şeyin zuhûrunda, onun sebeb olacağı zarar ve felâkete karşı ne sûretle cezalandırmak lâzım ise, o sûretle inzâl edecek ancak onun kendi zât-ı ulûhiyyetidir.

Allahu teâlânın âdetinin iktizasındandır ki, gelen cezâ umûmî gelir. Yalnız sebeb olanlara, mukaddemesi [girişi], dünyada olmak üzere cezâ, sebeb olmayanlara, ma'fû ve mazûr görülecek olanlara, ya'nî bu fitnenin zuhûr ve sirâyetine mâni' olamıyarak kalbleriyle buğz ve adâvet [düşmanlık] gösterenlere şehâdet nasîb etmek üzere mükâfattır.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh) 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri dünyâdan gitdi, ama mübârek *Rûh*’ları her an *Bizim*’le berâber. Hayâtda iken *Berâber*’dik. Şimdi de *Rûh*’ları bizimle berâber elhamdülillah. Ne büyük *Ni’met*. 


*Mektûbât*’ın ikinci cildinin 66.cı mektûbunu okudum bu gün. *Seâdet-i Ebediyye*’de var bu. Orada *Kul hakkı*’nı anlatıyor. 


Üzerinde bir *Gümüş* para kadar *Kul hakkı* olanın haccı kabûl olmaz! diyor. Hiç *Sevap* kazanamaz, istediği kadar Hacca gitsin, kabûl olmaz. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Ben söylemiyorum bunu, Büyüklerimiz söylüyor!* diyor. Kul hakkı, *İslâm* ahlâkının temelidir. 


Üç gram *Gümüş* borcunu, yâni birkaç *Lira*’lık kul hakkını ödemiyenin haccı, *Hacc-ı mebrûr* olsa dahî kabûl olmaz. 


Hattâ şartlarına *Uygun* olsa dahî. *Kul hakkı* bu kadar mühim. Fakat bunu *Bilen* yok, *Söyliyen* hiç yok. 


*Men sabere zafire!* Ne demek bu? Yâni sabreden kazanır, hadîs-i şerîf bu. Buna sarılalım, birbirimize *Duâ* edelim kardeşim. 


Evinizde olduğu gibi, dışarıda da kimseyle *Münâkaşa* etmeyin. Münâkaşa *Zarar* dır. Neden? Çünkü münâkaşa, *Dost*’un muhabbetini *Azaltır*, *Düşman*’ın da düşmanlığını *Artdırır*. 


Müslümâna gelen her şey *Ni’met*’dir, *Hayr*’dır. Kur’ân-ı kerîm okumak, ibâdetlerin en *Kıymet*’lisidir. Çünkü bu, Allahü teâlâ ile bir nevi *Konuşmak* oluyor. 


Namaz niçin çok *Efdâl*’dir? Çünkü namazda *Kur’ân-ı kerîm* okumak var da onun için. *Mevlîd* okumak niçin çok *Sevap*’dır? 


Çünkü mevlîdde de *Kur’ân-ı kerîm* okunuyor. Kur’ân-ı kerîm okumak bütün ibâdetlerin en *Efdâl*’idir. Hadîs-i şerîfde ne buyuruldu? 


Namazda okunan *Kur’ân-ı kerîm*, namâzın hâricinde okunan Kur’ân-ı kerîm’den daha *Efdâl* ve daha *Hayır*’lıdır. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor.

MUHABBET

  “Muhabbet; sevgilinin dostlarını sevmeği ve düşmanlarına düşmanlık etmeği îcâb ettirir. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık olan muhiblerin elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmadan, zahmet çekmeden kendiliğinden hasıl olur.

Dostun dostları ne kadar güzel görünürse, düşmanları da o kadar çirkin ve kötü görünür. Bu hal, dünyâ işlerinde de vardır.

Seviyorum diyen bir kimse, sevgilinin düşmanlarından kesilmedikçe (uzaklaşmadıkça) sözünün eri sayılmaz.

Buna münâfık denir.”

(Umdetü’l-makâmât, sf. 278.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ne güzel *Günler*’di o günler. Buradan, yâni *Sarıyer*’den, her gün Efendi hazretleri ile, o vakitler oturduğumuz *Yer*’lere bakıyorum, o güzel *Gün*’leri hâtırlıyorum. 


O *Büyük*’lerin basdığı topraklara *Bakmak* bile, o Büyüklerden *İstifâde* etmeğe, *Feyz* almağa sebep olur kardeşim. Efendi hazretlerinin rûhâniyeti orada vardır. 


*Velîler*’in bulunduğu yerlerde, kıyâmete kadar *Rûhları*’nın irtibâtı vardır. Efendi hazretleri vefât edeli şimdi *Elli Sene*’yi geçdi. Altmış sene evvel, orada oturuyorlardı. 


*Basdığı* yerlerde, hattâ *Bakdığı* yerlerde, gözlerinin *Nûr*’u vardır şimdi onların. Kim *Severek* bakarsa, oradan *Feyz* alır efendim. 


Onların basdığı yerde *Feyz* vardır. *Söz*’lerinden olduğu gibi, *Hareket*’lerinden de *İstifâde* edilir o Büyüklerin. 


Efendi hazretleri, o zaman, yâni *Elli Sene* önce, *Sütlüce*’de, deniz kenarında otururken, görmüşlerdir bizim şu anda *Burada* oturacağımızı. 


Nasıl olur bu? Çünkü *Ruh*’lar için zaman yok ki. Rûh, *Zaman*’sızdır. Zaman, bu dünyâda var. Rûh âleminde zaman *Yok*’dur. 


Meselâ Peygamber Efendimiz, *Mîrac* gecesinde  hazret-i *Osmân*’ın koşa koşa *Cennet*’e girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân kaç *Bin* sene sonra Cennete gidecek. 


Ama Efendimiz, *Mîrâc*’da gördü Onun *Cennet*’e girdiğini. Onlar için zaman yok. Onun için efendim onlar, tâ o *Zaman*’dan, buraları görmüşlerdir. 


Eskiden dedelerimiz, her gün birkaç sâat *Mektûbât* okurlarmış. Büyüklerin *Sohbet*’i kalbi temizler. Eğer *Büyük*’lerin sohbeti ele geçmezse, o vakit *Rûh*’larından istifâde edilmeye çalışılır. 


Peki ne yapılır? Rûhlarından istifâde etmek için *Râbıta* yapılır. Ama râbıta *Zor*’dur, herkes yapamaz. Râbıta yapmayı beceremiyorsa, o zâtın *Kitap*’larını okur. 


Bu yolla, o *Zât*’ın rûhundan *İstifâde* eder. Yâni rûhâniyetinden *Feyz* alır. Feyz, *Nûr* demekdir. Böylece kalbi nurlanır, temizlenir ve parlar.

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh Hazretlerinin bir tefsîr dersinden

 Bir tefsîr dersinden:

"Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun".

- Cenâb-ı Hak insanın kalbinde saklı olanlara muttali'dir. Bazen sâhibi olan kimse bile kalbinde saklı ve gizli bulunanlardan habersiz olur. Bazen melekler bile, bu gizliliğe vâkıf olamazlar. Ancak ilim sıfatıyla Cenâb-ı Hak bilir.

İnsanın bir zâhiri, bir bâtını vardır. Zâhir de iki kısımdır. Zâhirin zâhiri, zâhirin bâtını. Bâtının da zâhiri ve batını vardır. Bâtının bâtınından sonra ebtan gelir. Bunun da zâhiri ve bâtını vardır. Ebtandan sonra ebtan-ı butûn gelir. Bunun da zâhiri ve bâtını vardır. Ondan sonra fuâd gelir ki, nazargâh-ı ilâhîdir.

- Ehl-i Cennet ve Cehennem kimlerdir? Cennet ehli şol kimselerdir ki, kalb-i efidede [fuâdında] Allahu teâlânın rızasına uygun şeyleri sever, uygun olmayanları sevmez, isterse kendisi, fiil ve hareketlerinde bunun tersini yapmış olsun. Böyle olan kimselerin hesabını mahşer günü bizzât Allahu Teâlâ yapar. Diğer insanlarla o kimse arasında bir perde halk eder. Muhasebeden sonra meleklere cennete koymalarını emr eder. Melekler, yâ Rabbi, biz bu kulun hakkında cennet ehli olmağa lâyık güzel bir amel görmedik. Dünyadaki bütün ef'ali ve harekâtı da şer'-i şerife mugayır [aykırı] idi. Kendisine Cenneti ihsân etmeğe hikmet nedir? Diye arz ettiklerinde, Hak teâlâ: "Ey meleklerim! Gerçi dediğiniz doğrudur. Ve lâkin onun kalbinde benim muhabbetim takarrur etmişti [karar kılmıştı, yerleşmişti]. Beni sevdiği gibi, sevdiklerimi de sever, sevmediklerimi sevmezdi. Cennetimi bu sebeble ihsân ediyorum" cevabını verir.

Cehennem ehli ise, bunun aksi olup, kalb-i ef'idede hubb-i ilâhînin mugayırı olarak, bir galzat [katılık], bir keder [bulanıklık], bir buğz [kızgınlık] ve adâvet [düşmanlık] mevcûd olup, hatta görünüş bakımından şer'î amelleri yapmakla muttasıf olsa da, bidâyette [başlangıçta] kendisinin de varlığından haberi olmadığı bu galzat, keder, buğz ve adâvet, ölümüne yakın birdenbire zuhur ederek Allahu teâlânın beğendiği fiiller ve hareketlerden birinin aleyhinde bir buğz veya Hak teâlânın rızasına uygun olmayan fiil ve hareketlerinden birinde bir meyil ve muhabbet husûle gelir. Bu sûretle Allahu teâlânın fiil ve hükümleri hakkında kendisinden bir küfür sâdir olarak, ebediyen Cehennemlik olur.

Bununla beraber şerîatin zâhirî amellerini işlemek, insanın yüzünde ve görünüşünde bir nûranîlik husûle getirir. Devamıyla bu nûraniyet kalbe aks eder. Zâten mü'minin kalbi, buluğ zamanında tam nûrâniyet hâlinde iken, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerden birinin terki, diğerinin işlenmesi ve bu hâlin devam etmesi ile nûraniyet, yavaş yavaş zulmâniyete kaymağa başlar. Eğer bu zulmâniyet amelle alakalı ise, daha sonra tevbe ve pişmânlıkla zâil olarak, aslî hâli olan nûraniyyete döner. Şayet bu zulmet îmana âid, ya'nî itikad edilmesi farz olan şeylerden birinde şek, şübhe,tereddüd ederek husûle gelmiş ve daha sonra bu kötü itikaddan dönülmüş olsa bile, kalbde bıraktığı zulumatın tamamen izâlesi güçtür.

Ancak bir iksirli nazara [teveccühe] bağlıdır. Zâten hikmet-i risâletten biri de budur ki, mü'minin kalbinde bir lînet [yumuşaklık] husûle gelerek hubb-i ilâhî [Allah sevgisi] zuhûr etmiş olsun.

İyi ve kötü ameller, tam açık olmayan delîllerdir. Sâhiblerinin Cennet veya Cehennem ehli olmalarına hüccet olamazlar. Bu keşf yoluyla da bilinemez.

Keşf üç kısımdır: Birincisi, yüzde onu yanlış, doksanı doğru olandır ki, keşfin en yüksek mertebesidir. Diğer kısımlar ise, yüzde ellisinin doğru, ellisinin yanlış olmasıyla, yüzde doksanının yanlış, yüzde onunun doğru olmasıdır ki, bu da keşfin en aşağı derecesidir.

Bu sûretle keşfin en yüksek mertebesi bile olsa, redde mahkûmdur.

Bilmek de üç kısımdır: Birincisi keşfe dayanan, ikincisi akla dayanan, üçüncüsü de ilme dayanandır. Keşfe dayanan makbûl ve muteber olmadığı gibi, akla dayanan bilmek de merduddur. Çünkü akılda bir kararda kalmaz.

Bilmenin makbûl ve mu'teber olanı ilme dayanan bilmektir. Bu ilim de ilm-i ilâhîdir. Ancak kendilerinde ihsân ve verâset yoluyla bu ilm-i ilâhî bulunan kimselerin ilimleri, makbûl ve mu'teberdir. Çünkü Hak sübhânehü ve teâlâ zâtıyla 'alîm'dir. Bütün mahlûkları var olmadan evvel, halk âlemi, emr âlemi, ceberût âlemi, lahut âlemi ve diğer âlemlerin yaratılmasından evvel, âlemlerin bu sûretle oluşunu bilmiş ve meleklerine de o sûretle tekvînleri [vâr etmeleri] hakkında emr-i ilâhîsini bildirmiştir.

Bu ilim sarîhdir. Bu âlem böyle zuhûr edecektir. İlm-i ilâhîde ebda' yoktur. Ezelî iradesi her şeye müreccehdir. İlm-i  ezelî, kudret-i ezelî, irâde-i ezelî nasıl sâdir olduysa, öylece zuhûr edecektir. Buraya duhûlde [girmede] kimsenin hakkı yoktur. "Yaptığından suâl olunmaz" âyet-i kerîmedir.

Allahu teâlânın ezelî ilmi, şekavetine hükm etmiş ise, namaz kılıyorsa, önce namazı bırakır, oruç tutarsa, bunu da terk eder. Nazarında, fiil ve hareketlerinde Allahu teâlanın rızasının veya rızasızlığının olup olmadığını idrâk ve anlamamağa başlar. Dinin büyükleri aklî ve naklî delillerle kendisini uyarmağa çalışsalar da, hurmet ve riâyet etmez. Ölümü geldiğinde de, şakî olarak, kâfir olarak, mürted olarak geberir gider.

Allahu teâlânın ezelî ilmi bir kimsenin seâdetine hükm etmiş ise, kalbinde bir intibah [uyanma] husûle gelir de, şer'-i şerîfin muvâfık gördüğünü sevmeğe, görmediğini sevmemeğe başlar. Kalbi Allahu teâlânın çok zikrine ülfet eder. Ef'âl ve harekâtında, dâima Allahu teâlânın rızasına uygun olup olmamağı düşünür. Zâten bu hal de aynı zikirdir. Sâîd [iyi] olanların en küçük alâmeti, her zaman, mekân ve işinde göz ucu yâra bakıyor ise, kendisinde hubb-i ilâhî mevcûddur. Aksi ise merdûd-i ilâhîdir.

Merdûd-i ilâhî olan kimselerin müstehak olacakları azâb, âhırete mahsûs ise de, diğer emsallerini uyanmağa da'vet yüzünden, dünyâda da bir azâba müstehak olur. Hastalık, elem, keder ve sâire gibi kendisine bir fitne ârız olur.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin külliyatı, 2.cild, sahîfe: 274-275-276)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İster *Dünyâ*’da olsun, isterse *Âhiret*’de olsun, o *Büyük*’lere karşı *Kusûr* işliyenler, *Feyz* alamazlar kardeşim. 


Bilmemek *İki* türlüdür. Bir şeyin kendisinin *Harâm* olup olmadığını bilmemek, bir de, bir şeyin içinde *Harâm* bir şey olup olmadığını bilmemek. 


Alkollü *İçki*’nin harâm olup olmadığını bilmemek, *Özür* değildir, affedilmez. Ama bir şeyin aslı *Helâl* olup da, içine *Harâm* bir şey karışmış olduğunu bilmemek *Afv*’edilir.


*Namaz* kılabilmek, *İbâdet* yapabilmek, *Helâl* lokma yemeye bağlıdır. Lokması *Helâl* olmıyan, ibâdet edemez, *Sıkıntı* basar. 


*Harâm*’la beslenen vücut, câmiye girmek istemez. Girse bile *Kaçmak* için fırsat arar. *Maya*'sı bozuk dedikleri gibi, *Gıdâ*’sı bozukdur o kimsenin. 


Allahü teâlâ her bir *Zevk*’i ve her bir *Tad*’ı, hem *Helâl*’de, hem de *Harâm*'da yaratmış. Yâni helâlden yaratılmamış hiçbir zevk *Yok*’dur. 

● ● ● 

Peygamber aleyhisselâmın birçok *Mûcize*’leri vardı. Her bir mûcizesini çok *Kişi*’ler naklediyor,  bâzılarını ise bir *Ordu* haber veriyordu. 


Meselâ; parmakları arasından *Su* akması mûcizesi böyledir. Eshâb-ı kirâmın *Suları* bitmiş, hava da çok *Sıcak*. Efendimiz aleyhisselâm, *Eshab*’dan bir kap *Su* istiyor. 


Derhâl getiriyorlar. Efendimiz, o kapdaki *Su*’yun içine mübârek *Eli*’ni sokuyorlar. Eli *Su*’ya girince, kapdaki *Su* taşmağa başlıyor. 


*Kab*’ın dört bir yanından *Dere* gibi *Su* akıyor. Bütün ordu, kana kana *İçiyor*’lar ve kaplarını dolduruyorlar. Efendimiz; *Yeter mi?* buyuruyor. 


Eshâb-ı kirâm; *Yeter yâ Resûlallah!* diyorlar. Efendimiz elini *Su*’dan çıkarınca, su akması duruyor. Eğer elini suya sokmasaydı, *İp* gibi çok *Az* su akacakdı. 


*Su*’yun içinde tutduğu için, *Kab*’ın her tarafından bol bol sular *Akdı*. O su nereden geldi? Mübârek *Parmak*’larının  arasından çıkıp akdı.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ *Kerem* sâhibidir. Kerem sâhibi, *Kerem*’inden dönmez. Yeter ki, *Kul*’ları azmasın. Kulları *Ahd*’i bozmadıkça, Allahü teâlâ *Ni’met*’ini eksiltmez. 


Nitekim kendisi; *Şükr ederseniz, ni’metlerimi artdırırım!* buyuruyor. Bir *Şükr-ü Hâlî* var, bir de *Şükr-ü Kâlî* var. 


Şükr-ü Kâlî, *Söz* ile şükretmekdir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Allahümme mâ emsâ* duâsını okuyan, o günün *Şükr*’ünü yapmış olur! buyuruyor. 


*Şükr-ü Hâlî* ise, bir *Ni’met* ne için verilmişse, o ni’meti, *Onun* için kullanmakdır. *Göz* ne için verilmişse, *Ora*’ya bakmak gibi. 


Allahın *Dîni*’ni yaymak ni’metınin devâm etmesi için, bu ni’mete *Şükr*’etmek lâzım. *Ni’met*’e şükretmek nasıl olur? O ni’meti *Yeri*’nde kullanmakla olur. 


*Yeri*’nde kullanmanın birinci şartı da, *Fitne*’den sakınacağız. Fitne demek, müslümâna *Zarar* gelmesi demekdir. *Fitne*’ye sebep de, müslümânların birbirlerine olan *Sevgi*’lerinin azalmasıdır. 


Öyleyse, *Fitne* çıkmaması için, birbirimizi *Çok* seveceğiz. Ayrıca *Sevgi*’mizi de onlara bildireceğiz. Peygamber Efendimiz buyuruyor bunu. Yâni *Hadîs-i şerîf*. 


Resûlullah Efendimiz buyuruyor ki: *Men ehabbe ehâhü, fel yuhbir iyyâhu*. Ne demek bu? Yâni bir kimse, bir din kardeşini *Seviyor*’sa, sevdiğini ona *Bildir*’sin. 


Ona sevdiğini bildirmek, *Seni Seviyorum* demekle olmaz. *Sevgi*’nin şartlarını yerine getirmek lâzım. Meselâ biri, bir din kardeşimizin *Aleyh*’inde konuşursa ne yapacağız? 


O kimseye; *Sus!.. Din kardeşimin aleyhinde konuşma!* diyeceğiz. Onu susturacağız, Mü’min kardeşimizi bir *Müşkilât*’da görünce, hemen *İmdâd*’ına koşacağız, arkasından *Duâ* edeceğiz. 


Bakın, ben namazda duâ ederken ne dedim? Siz de duydunuz. *Hizmetlerimize iştirak eden din kardeşlerimize* diye, sizlere duâ etdim. Beş vakit namazda ben size *Duâ* ediyorum kardeşim.


Neden? *Sizleri Seviyor*’um da onun için. Hadîs-i şerîfde öyle buyuruluyor. Bir kimse, bir din kardeşini seviyorsa, sevdiğini ona bildirsin. 


Ama bu, *Lâf*’la olmaz ki. *Ben seni seviyorum* demek kâfi değil. *Sevgi*’sini ona bildirsin demek, *Sevgi*’nin *Şart*’larını yerine getirsin demekdir.

Yâdigâr mektûblar 51.mektûb

 Kuleli'den Mehmed Batır Gürgezeroğlu'na Arabî harflerle yazılmıştır.

Kıymetli kardeşim Mehmed Efendi (Batır)

Güzel harfler ile yazmış olduğunuz tebriğinize teşekkür ederim. Ben de sizin kandil-i şerîfinizi tebrîk eder sizin ve bütün arkadaşlarımızın mübârek Ramezân-ı şerîf ayını elemsiz, kedersiz idrak etmenize duâlar ederim. Cenâb-ı Hak hepimizi bu bereketli günlerin ve gecelerin feyz ve ni'metlerine kavuşdursun ve insan ve cin şeytanlar şerrinden muhafaza buyursun.

Diş diplerinde hâsıl olan beyaz ve sarı cisimler kefeki'dir. Bunların altına su girmezse gusl kabûl olmaz. Bunları ayna karşısında kürdanla temizlemeli ve misvak kullanınca bir daha hâsıl olmaz. Dişlerin sarı, siyah renk olması kefeki değildir. Bu renklerin gusle zararı yokdur. Cism halinde olunca mâni' olur. Temizlemek için çok uğraşmamalı, mümkün olduğu kadar temizlemelidir. Bir diş tabîbine temizletmek daha iyi olur. Daha önceki nemâzları kazâya lüzum yokdur. Vesveseye lüzum yokdur.

1- Hacda 13'ncü vâcib, tavâfdan sonra iki rek'at nemâzdır.

2- Başkasına veled-i zinâ diyene [şer'î devlette] 80 sopa had vurulur. Kendisine derse cevâbını kitâblarda bulamadım, bilmiyorum.

3- Kağıd para da [necâset bulaşmak ve temizlenmek bakımından] bez gibidir.

4- [Müezzin] kendi tesbihini yüksek sesle söylerse dâhil olur, ilân için ayrıca söylerse [tesbih mikdarına dahil] olmaz.

Kunutu bilmeyen, Rabbenâ âtina fiddünyâ haseneten sonuna kadar okursa vâcib ifa edilir. Veya üç kere Allahümmağfir lî demek de olur.

[ Bir şeyi unutmamak için] Parmağa ip bağlamak memnu' değildir.

Tabîb-i müslime mürâceat lâzımdır.

[Radyo ve televizyon] Alıp satmak ve ta'mir etmek uygun değildir.

[Mushafdan başka içinde] Âyet-i kerîme bulunan kitâblar abdestsiz tutulur; fakat yere konmaz.

[Mü'minin] Sıfatı, harâmlardan ictinâb, ibâdetle iştiğal,Mevlâ-yı teâlâya itâ'atdir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu zamanda, *Dünyâ*’nın bu kadar *Kötü*’lüğünü görünce, onu sevmemek daha *Kolay*. Hattâ biraz *Îmân*’ı olan bile dünyâyı sevemez, biraz *Akl*’ı olan bile sevemez. 


Bir büyük *Evliyâ zât*’dan *Feyz* alan kimse, hiç *Dünyâ*’yı sevebilir mi? Herkes kendine baksın. *Büyük*’lerden istifâde edip edemediğini *Buna* göre anlasın. 


Büyüklerin *Sohbet*’ine kavuşan, *Seâdet*’e kavuşur. Ya *Sevgi*’sine kavuşan ne olur? Peki, o *Büyük*’lere kavuşamazsak ne yapacağız? 


O zaman *Vâris*’lerinden *İstifâde* edeceğiz. Vârisleri de yoksa, *Köle*’lerinden, o da yoksa *Kitap*’larından istifâde edeceğiz. 


Onların *Basdığı* yerlerde, hattâ *Bakdığı* yerlerde bile, gözlerinin *Nûr*’u vardır şimdi. Kim *Severek* bakarsa, oradan *Feyz* alır efendim. 


*Sözleri*’nden olduğu gibi, *Hareket*’lerinden de istifâde edilir. Ama *Sevmek* şartıyle. Ne demek sevmek? Yâni Onun *Yolu*’nda olmak, Onun sevdiklerini *Sevmek* demekdir. 


*El mer’u mea men ehabbe*. Bu, büyük bir *Müjde*’dir bize. Hadîs-i şerîfdir. Yâni herkes, dünyâda *Kimi* seviyorsa, âhiretde *Onun* yanında olacak. 


İnşallah *Biz* de âhiretde, o *Büyük*’lerin yanında olacağız efendim. Bırakmazlar inşallah. Çünkü *Kerîm*, kereminden vazgeçmez. 


Bir talebede *İki* husûsiyyet olması lâzımdır. Birincisi, *Edeb* ve *Saygı*’dır. İkincisi, dünyâlık olarak eline ne kadar *Servet* ve *Şöhret* geçerse geçsin, *Tevâzû* sâhibi olmasıdır. 

● ● ● 

*Cumâ* günleri, mevtâların *Ruh*’ları, tanıdıklarına, evlâtlarına gelir ve bir *Hediye* beklerler. Bir *Yâsin-i şerîf* okusa da, *Sevâb*’ını bana hediye etse! diye beklerler.


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri buyuruyorlar ki: *Dindâr* bir arkadaşla berâber olmak, *Evliyâ* kabirlerine gitmekden daha *Fazîlet*’lidir. Neden? *Görüşüyor*’sun çünkü. 


Bu dînin aslı, bizzât *Görmek*’dir, bizzât *Görüşmek*’dir, *Sohbet*’inde bulunmakdır. *Eshâb-ı kirâm*’ın derecesine hiç kimsenin ulaşamamasının *Sebeb*’i de, işte budur. 


Çünkü *Onlar*, Resûlullah Efendimizle *Bizzât* görüşüyorlardı, konuşuyorlardı, *Sohbet*’ini dinliyorlardı. Bütün *Üstün*’lükler, büyüklerin *Sohbet*’inde mevcûddur kardeşim.