Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün biri, *Şâh-ı Nakşibend* hazretlerinin sohbetine gitmiş. O da, haftanın belirli günlerinde *Sohbet* yaparmış. O gün, bu adam *Köyü*’nden kalkmış sohbete gelip oturmuş. 


Aradan yarım *Saat* geçmiş, bir *Saat* geçmiş, Şâh-ı Nakşibend hazretleri tek *Kelime* etmemiş. Sâdece *Sükût* edip, önüne bakmış. Bu adam dayanamamış ve *Efendim, bir şey söyliyebilir miyim?* demiş. 


Mübârek zât; *Söyle!* buyurunca; Ben, tâ uzakdan *Geldim*. Bir saatdır oturuyorum, hiçbir *Nasîhat* vermediniz, hiçbir *Şey* söylemediniz. 


Ben şimdi köyüme gideceğim. Bana; *Ne öğrendin, anlat bize!* diyecekler. Ben ne diyeceğim efendim? demiş. Bunu söylemek, *Cesâret* işi. Söylenir mi büyük bir zâta? 


Ama o söylemiş. Mübârek buyurmuş ki: *Eğer bizim sükûtumuzdan bir şey anlamıyorsan, konuşmamızdan da bir şey anlıyamazsın*. 


Neden susdu Şâh-ı Nakşibend hazretleri? Orada ne *Fâide*’ler teşekkül etdi, belki de, ordakilerin kalplerine *Feyz* akıtıyordu, kim bilir.


Nitekim *Güneş*, herkese *Işık* veriyor, *Enerji* veriyor ve bu *Hayât* devâm ediyor. 


Evliyânın *Kalbi* de, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *Kalbi*’nden çıkan ve müteselsilen kendi kalplerine kadar gelen *Mânevî* bir *Güneş* gibidir. Sevenlerinin kalbine *Feyz* verirler. 

● ● ●  

Kardeşim, birine bir *Kitap* vermenin *Sevâbı* ne kadardır biliyor musunuz? Meselâ *Osmânlı* ordusundaki bir *Asker*’i düşünün. İstanbuldan kalkıp, *At sırtı*’nda Viyâna kapılarına kadar gidiyor. 


Altı ay süren bu yorucu yolculukdan sonra *Düşman*’la göğüs göğüse *Harb*’ediyor, bir çok yerinden yaralanıyor ve sonunda *Kan*’lar içinde atından düşüp *Şehîd* oluyor. 


İşte birine, bir tek *Kitap* vermenin *Sevâb*’ı, bu *Şehîd* olan erin kazandığı sevapdan *Az* değildir. 


Hem sonra, bir müslümânın *Hidâyet*’ine sebep olmak, on kâfiri *Müslümân* yapmakdan dahâ *Sevap*’dır. Onun için çok büyük *Hizmet* yapıyorsunuz. 


Sizin bu yapdığınız, büyük *Cihâd*’dır. Allahü teâlânın dînini yayıyorsunuz. *Melekler*, sizin bu hizmetinize imreniyor, *Gıbta* ediyor kardeşim.

Yâdigâr mektûblar 49.mektûb

 Kıymetli M. Ali Bey kardeşim

Mektûbunuzu okudum. Sıhhat ve âfiyette olduğunuza ve Seâdet-i Ebediyye okumakla ve cihâd yapmakla şereflendiğinize çok memnûn ve mesrûr oldum.

Kardeşim, birinci sualinizin cevâbı şöyledir ki:

Tevrat, İncil ve Zebûr'un mu'cize olmadıkları, sahîfenin sonunda açıklanmışdır. Ya'nî bunların lafızları, okunuşları mu'cize değildir. Bunun için tam ve devâmlı mu'cize yalnız Kur'ân-ı kerîmdir. Bu husûsda geniş bilgi almak isteyenlere Zerkânî'nin (Mevâhib-i Ledüniyye) şerhini ve Yûsüf Nebhânî'nin (Hüccetullahi ale'l-Âlemîn) kitâblarını okumalarını tavsiye ederim. Her iki kitâbda uzun yazılıdır. İkisi de Arabîdir.

İkinci sualinize gelince:

İmâm-ı Gazâlî ve Kâdı İyaz'ın yazılarından, peygamberlerin zelle ve hatâ üzere devâm etmedikleri anlaşılmakdadır. Peygamberlerden birkaç zelle ve hatâ zâhir olduğu Kur'ân-ı kerîmde bildiriliyor. Buna hiçbir âlim karşı gelemez.

Bütün âlimler peygamberlerin zelle ve hatâda devâm ve sebât etmeyeceklerini bildiriyor. Câiz değildir diyenler, devâm ve sebât etmeleri câiz değildir demişlerdir. Câizdir diyenler de, ictihâdda hatâ veya zellenin câiz olduğunu, fakat sonradan Allahü teâlâ tarafından tashîh edildiğini bildirmişlerdir. Meselâ, Beydâvî tefsîri ve Zerkânî şerhi böyle yazmakdadırlar.  O halde bütün âlimlerin sözleri aynı olmakdadır.

Zelle demek, küçük günâh demek değildir. Günâh olmayan şeyi, en iyi şekilde yapmamak demekdir. Hiçbir peygamber bütün ömründe hiç bir günâh işlememişdir.

Seâdet-i Ebediyye ikinci kısım 21. maddede de bu husûsda bilgi vardır.

Din ve dünyâ seâdetinize duâ eder, duâlarınızı beklerim efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir vakitler *Şeker*, vesîka ile satılırdı. Hattâ herşey, *Ekmek* bile öyle satılırdı, *Vesîka* ile. 


İkinci Cihân harbi sırasında, bir aileye, *Vesîka* ile ayda yarım kilo *Toz şeker* verilirdi. Yalnız subaylara, *Bir kilo* verirlerdi. Ben Ankara’da o bir kilo *Toz şekeri* alırdım. 

 

İstanbul Kasımpaşa’da bir *Bakkal* vardı o zamanlar. Onunla anlaşdık. *Toz şekeri* ona verirdim, üstüne de ne kadar isterse *Para* verirdim. O da bana bir kilo *Kesme şeker* verirdi. 


*Toz* şekeri, *Kesme* şeker’e çevirirdik. Bir kilo kesme şeker aldım mı, dünyâlar bana verilmiş gibi *Sevinir*’dim. Gider, Efendi hazretlerinin elini öper, *Kesme şekeri* takdîm ederdim. Efendi, buna *Sevinir*’di. 


Çünkü *Çay*’ı, kesme *Şeker*’le içerdi Mübârek. Misâfirlerine de *İkrâm* ederdi. Şimdi birileri; Efendiye çay içirmek için şeker götürmüşsün, bunları niye anlatıyorsun? Ne lüzûmu var? derse, onlara derim ki: 


*İnde zikris sâlihîn, tenzîl-ür rahme*. Yâni sâlihlerden, Evliyâlardan bahs edilen yere *Rahmet* yağar. Efendi hazretlerinden onun için *Bahs*’ediyorum ki, buraya, bu odaya *Rahmet* yağsın. 


Efendim, biz şimdi dînimize *Hizmet* ediyoruz, elhamdülillâh. Ama hizmet ediyoruz diye *Mağrûr* olmıyalım, *Gurûr*’lanmıyalım. Allah bize *Yardım* ediyor. Allah yardım etmezse yapamayız ki. 


Nerede o *Para*, nerede o *İş*. Elhamdülillâh, *Kâfirler* de bizim emrimizde çalışıyor efendim. Nasıl mı? *Gemi*’leri, *Tayyâre*’leri, *Vapur*’ları, *Tren*’leri, hep bizim kitapları taşıyor. 


Elhamdülillâh, ne büyük *Ni’met* bu. Bütün dünyâ bizim *Emr*’imizde şimdi. Bütün dünyâ bizim *Kitap*'ları yaymakda çalışıyorlar. Kim yapıyor bunları? *Allah* yapıyor bunu kardeşim. 


Allahü teâlâ, bizi *Şirin* gösteriyor onlara, *Tatlı* gösteriyor. O, *Dost*’larını şirin gösterir, tatlı gösterir *Düşman*’lara. Allah hepimizi, onların *Şer*’lerinden muhâfaza eylesin. 


Duâ ediyoruz ya namazlardan sonra. Allaha *Sığınıyor*’uz. Allahü teâlâ hepimize *İyilik*’ler versin. Allahü teâlâ hepimizi, yevm-i Cumânın *Şefâat*’ine nâil eylesi, *Bereket*’ine kavuşdursun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gece *Efendi* hazretlerine gitdim, *Yağmur* yağmış, yollar çamur. Bir saat kadar geçdi. Efendi hazretleri durup dururken; *Acabâ Münîr nasıl?* buyurdu. 


*Münîr* âbi, Efendi hazretlerinin oğlu, *Mekkî* Efendinin de kardeşidir. O da *Beyazıt*’ta oturuyor. Ben sessizce çıkdım hemen. 


*Eyüp*’den tâ *Beyazıt*’a, gece karanlığında ve mezarların arasından, *Koşa koşa* gidip kapıyı çaldım. *Münîr* âbi çıkınca; 


*Efendim, babanız sizi sordular, merak ediyorlar, nasılsınız, iyi misiniz?* dedim. 


O da bana; *İyiyim iyiyim, bir şeyim yok, ellerinden öperim*, dedi. Ben tekrar koşa koşa, soluk soluğa geldim.


Bakdım ki Efendi hazretleri *Sohbet*’e devâm ediyor. Bana bakdılar. Ben hemen kendilerine; Efendim, Beyazıt’a gitdim, Münîr âbiyi gördüm, dedim. Efendi; *Öyle miii, nasıl buldun?* dedi. 


İyi efendim, sıhhati yerinde, bir sıkıntısı yok elhamdülillah, dedim. Efendi; *Ooh, çok râhatladım, beni çok sevindirdin*, buyurdular. İşte bu *Cümle* için gitdim. 


*Beni çok sevindirdin*. 


Size, iki emânet bırakıyorum. Biri, *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye*. Kim benim duâmı *Almak* isterse, kim benimle *Sohbet* etmek isterse, kim benden *İstifâde* etmek isterse, bizim *İlmihâl*’i okusun.


Ve okutsun. Ona, *Elli* sene emek verdim kardeşim. O, bu asrın *Mürşid-i kâmili*'dir. İkinci emânetim, *Enver âbi*. Eğer *İlmihâl*’den anlamadığınız yerler olursa, ona sorarsınız.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, meâlen; *Kullarımın arasında benden en çok korkanlar, beni en iyi tanıyanlardır*, buyuruyor. 


Ancak, korkmanın temelinde *Muhabbet* vardır, *Sevgi* vardır. Evet, *Seven* korkar. Ama niçin korkar? Kötülük yapar diye mi? Hayır, *Onu üzerim*, diye korkar. 


Meselâ bir talebe, *Hocası*’ndan korkar. Niçin? Bir *Hatâ* yaparım, yanlış bir *İş* yaparım da hocam *Üzülür* diye korkar. 


Eshâb-ı kirâmın hiç *Biri*, mesleğiyle veyâ zenginliğiyle anılmıyor, hâtırlanmıyor. Onların ortak husûsiyeti, *Eshâb* olmakdı. Bu da, en yüksek *Mertebe*’dir. 


*Eshâb-ı kirâm*’ın en aşağısı, kıyâmete kadar gelecek olan *Evliyâ*’ların en yükseğinden daha *Yüksek*’dir. Bizim arkadaşlarımızın da hepsi çok *Kıymetli*’dir. 


Herbiri, *Eshâb-ı kirâm* gibidir. Arkadaşlardan herhangi birine rastlıyan, onu seven, onunla görüşen bir kimse, *Bid’at ehli* olmaz kardeşim, *Müşrik* olmaz, dünyâda da âhiretde de *Felâket*’lerden kurtulur. 

● ● ● 

Bir şey *Mutlak* olacaksa, siz onu *Olmuş* bilin. *Garip* olmak, *Mahcûb* olmak çok iyidir. Hattâ kendini *Acındırmak* da çok iyidir. Çünkü acındırmak, hastalığını *Kabûl* etmekdir. 


Hastalığını kabûl edene, *Tedâvî* kolay olur. Hastalığını *İnkâr* edene, bir şey yapamazsınız. Neden? Çünkü, *Ben hasta değilim*, diyor. Aslında hepimiz hastayız kardeşim. 


Bunu, Allahü teâlâ bildiriyor Kur’ân-ı kerîmde. Eûzü billâhi mineş şeytân irracîm, *Fî kulûbihim maradun*. Yâni, kalplerinde hastalık vardır. 


Allahü teâlâ buyuruyor ki: *Kullarımı ben yaratdım, kalplerini de hasta yaratdım*. Böyle buyuruyor Allahü teâlâ.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Öfke* ile *Gayret*’i ayırmak lâzım kardeşim. *Öfke*, nefsi için kızmakdır. *Gayret* ise, dîni için, Allah için kızmakdır. Meselâ *Doktor*, hastasının düşmanı değildir. Ama her türlü *Ameliyat*’ı yapıyor.


*Kesiyor*, *Biçiyor*, her türlü sıkıntıyı veriyor. Fakat siz ona teşekkür ediyorsunuz. *Benim iyiliğim için yapıyor*, diyorsunuz.


İşte Allahü teâlâ da, *Gayret* sâhibi kulunu sever. Kendisi de *Gayûr*’dur, yâni *Gayret* sâhibidir. 


İnsanlar, çok şey öğrenmek ister. Ama *Öğrenmek*’den maksat, *Edinmek*’dir, yâni *Hâllenmek*’dir, *Tatbîk* etmekdir. 


Tatbîk etmediğiniz zaman *Vebâl* altında kalırsınız. Yârın âhirette; *Bilmiyordum*, diyemezsiniz. 

● ● ●

İnşallah bu Hizmet’lerden dolayı, meselâ bizim kitapları okuyup da *Namâz*’a başlıyanlar ve *Îmân*’ını kurtaranlar sebebiyle, Allahü teâlâ bize bir *Ni’met* verirse.


Yâni inşallah Cennet’ini *Nasîb* ederse, Cennetin kapısına geldiğim zaman içeri girmiyeceğim. Yâni tek *Başıma* girmiyeceğim ve diyeceğim ki: 


*Yâ Rabbî!* Bu hizmetleri ben tek *Başıma* yapmadım. Benim dünyâda çok iyi *Arkadaş*’larım vardı, *Kardeş*’lerim vardı, *yardımcı*’larım vardı, onları da isterim, diyeceğim. 


Sonra *Mahşer*’e dönüp, bütün arkadaşları *Tek tek* alacağım, hep birlikde Cennete gireceğiz inşallah. Meselâ *Enver*’i alacağım. 


Bu dünyâ *Hayâl* kardeşim. Yâhut kısa bir *Rüyâ*. Dünyânın, Allah indinde hiç *Kıymet*’i yok. 


Eğer Allahü teâlâ, bu *Dünyâ*’ya sivrisineğin kanadı kadar *Kıymet* verseydi, düşmanı olan *Kâfir*’lere bir yudum *Su* vermezdi. Büyükler öyle buyuruyorlar kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Namaz kılmıyan, mürted olmaz, *Günâhkâr* olur. *Şeytân*, secde etmediği için değil, *Secde* emrine *Karşı* geldiği için, bu emri beğenmediği için *Tard* edildi, onun için *Kovuldu*. 


Secde etmedi, secde etmediği gibi, *Secde emrine* karşı geldi, beğenmedi. *Bu emir yanlış!* dedi. 


Ben, *Buna mı* secde edeceğim? Ben bu kadar *Kıymetli* iken, toprakdan yaratılmış bir *Adam*’a mı secde edeceğim, dedi ve *Kovuldu*.


*İyilik* ve *Kötülük* nedir efendim? İyilik, öldükden sonra karşımıza çıkacak olan *Ni’met*’lerdir. *Kötülük* de, öldükden sonra başımıza gelecek olan *Sıkıntı*’lardır. 


O hâlde *Dünyâ* yok efendim. Dünyâ, bir *Hayâl* dir, Hayâlden ibâretdir. *Asıl* değil, *Hakîkat* değil, *Hayat* değil. Nedir peki? *Hayâl*’dir. Asıl hayât, öldükden sonra başlıyacak. 


Bir kimse *Dînini öğrenmek* için yola çıksa, Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: 


Gökdeki *Kuş*’lar, karadaki *Hayvan*’lar, denizdeki *Balık*’lar, yâni bütün mahlûkat, bu kul için *İstiğfâr* ederler. 


*Yâ Rabbî, affet bu kulunu. Bu, senin dînini öğrenmek için gidiyor*, derler ve *Bu, ne şerefli bir insan*, diye duâ ederler. 


Bunu *Kim* buyuruyor? Peygamber Efendimiz buyuruyor. Bu, dînini *Öğrenmek* için giden kişiye verilen *Sevap*’dır. Ya *Öğretmek* için giderse? 


Yâni birine bir *Kitap* verirse, yâhut da bir kitap verilmesine *Sebep* olursa? *Vesîle* olursa? Buna verilen sevap, öğrenmek için gidenden çok daha *Fazla*’dır kardeşim. 


Çünkü bu, *Emr-i mâruf*’dur, bu hizmetle şereflenenler, Resûlulluh Efendimizin *Vâris*’i olurlar, bu kadar *Kıymetli*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan ölünce, ne götürüyor oraya? Sâdece Allah için yapdığı *İbâdet*’ler, verdiği *Sadaka*’lar, yapdığı *Hizmet*’ler. Yâhut da Allah korusun, nefsinin arzularıyla işlediği *Günâh*’ları götürüyor. 


Mâzallah *Küfr*’lerini götürüyor. Azıp kudurarak yapdığı bin türlü *Rezîllik*’leri ile, *Günâh*’ları ile mezara giriyor. 


Kabirde, insanların görmediği, ama gerçekde var olan o *Yılan*’ları, *Akrep*’leri, dünyâdan kendisi götürür efendim. O yılanlar, o akrepler, aslında kendi *Günâh*’larıdır. 


Dünyâda işlenen *Günâh*’lar, *Küfr*’ler, kabirde mücessem hâle gelecek, *Yılan* ve *Akrep* şeklini alacak, yâni *Azap* âleti olacak ve mahşere kadar onu *Isıracak*, Allah korusun. 

● ● ● 

*Bir kimse, bir din kardeşini seviyorsa, sevdiğini ona bildirsin!* buyuruyor büyükler. Ben hepinizi seviyorum. Enver âbi şâhid, *Şâhid*’im de var. Müessesemize emeği geçenlere hep *Duâ* ediyorum. 


*Duâ-i zahr-ül gayb, icâbete makrûndur!* Yâni, bir kişinin kendisine yapdığı *Duâ* kabûl olmıyabilir, ama başkasına, gıyâbında yapdığı duâ *Kabûl* olur.


Elhamdülillah, Rabbimize sonsuz *Şükür*’ler olsun. Râhatız, neş’eliyiz, *Kitap*’larımız dağılıyor, *Gazete*’miz yayılıyor. Bundan büyük *Lütf-u ilâhî* olur mu? Allah, Enver âbimize *Neş’eli* olmak nasîb etsin. 


Çok mühimdir bu. İşin başı o. Enver âbi *Neş’eli* ise, hepimiz *Neş’eli*’yiz. Allahü teâlâ hepimize din ve dünyâ *Seâdeti* versin. Bu günlerimizi aratmasın. 


Dünyâda *Cennet* hayâtı yaşıyoruz kardeşim, o kadar râhatız. Allah, Enver bey kardeşimizden *Râzı* olsun. Onun sâyesinde *Râhat* ediyoruz. Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berakâtüh.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiçbir *Hizmet* yokdur ki, karşılığında *Acı* ve *Izdırap* olmasın. Bir hizmetde acı ve ızdırap ne kadar *Çok*’sa, o hizmet o kadar uzun *Ömür*’lü olur. 


Meselâ Peygamber aleyhisselâm, gelmiş ve gelecek bütün insanların çekdiği *Acı* ve *Izdırap*’dan en büyüğünü çekdi. Nitekim kendisi;


*Benim çekdiğimi, peygamberler dâhil, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlar dâhil, hiç biri çekmedi*, buyurmuşdur. 


Eğer bir yerde Allahü teâlânın dînine *Hizmet* varsa, her mü’minin bu hizmete *İştirak* etmesi *Farz*’dır kardeşim. 


*Farz*, yâni *Allahın Emr*’i. Ve bu farz, *Üç* şekilde îfâ edilir. Birincisi, *Fiilen* iştirak eder. İkincisi, *Mâlen* iştirak eder. 


Yâni kendisi yapamasa da, mâlen *Destek* verir. Üçüncüsü de *Duâ* eder. *Yâ Rabbî ben yapamıyorum, sen bunlara yardım et!* der. Yine *Cihâd* sevâbı alır. 


Bu zamanda *Namaz* kılmak, alâmet-i *İslâm* olmuşdur. Yâni namaz, *Mü’min* ile *Kâfir*’i ayıran bir *Fark* hâline gelmişdir, *Alâmet* olmuşdur. 


Efendi hazretleri de, zaman zaman; *Bir vakit namâzım kazâya kalacağına, bin kere ölmeyi tercîh ederim*, buyururdu Mübârek. Namaz o kadar mühim kardeşim. 


Elhamdülillah, *Kitap*’larımız dağılıyor kardeşim. Bu, çok büyük bir *Hizmet*. Siz yapıyorsunuz bu hizmeti. Bu hizmeti yapanlar, Peygamberlik *Vazîfe*’sine tâlip olmuşlardır. Hattâ Onun *Vâris*’i olmuşlardır. 


Çok kıymetli hizmet çünkü, çok mübârek hizmet. Bir ni’met ne kadar *Kıymet*’li ise, onun düşmanı da o kadar *Kavî* olur. Kimdir o düşman? İnsanın *Kendi*’si, yâni *Nefs*’i.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sel’de*, *Su’da*. *Deniz*’de boğularak vefât edenler, iki kat *Şehîd* sevâbı alıyorlar kardeşim. Hattâ bir rivâyete göre, *Kul hakkı*’ndan bile kurtuluyorlar. 


Yâni Allahü teâlâ, alacaklıya bir *Köşk* gösterip; *Şu kula hakkını helâl edersen, bu köşk senin!* diyecek ve onu, kul hakkından kurtaracak. Ne büyük *Ni’met*, ne büyük *İkrâm*. 


Allahü teâlâ, yaşıyanlara *Sıhhat* ve *Âfiyet* versin efendim, *Şehîd* olarak vefât edenler, şu anda bitmez tükenmez *Cennet* ni’metleri içindeler, ne *Mutlu* onlara. 


*Şeyh Sâdî* hazretleri, *Gülistân* kitâbının sâhibidir. Kitâbında, kendine hitâben diyor ki: 


*Ey Sâdî! Yakînen bil ki, tarîk-ı seâdet. Mustafâya tâbi olmadan gidilemez elbet*.


Yâni, Muhammed aleyhisselâma *Tâbi* olmadan seâdete kavuşmaya *imkân* yokdur. Ona tâbi olmıyan, dünyâda *Sefâlet* çeker, sürünür. Âhiretde de *Cehennem*’e gider ve *Yanar*. 


Resûlullah Efendimize *Tâbi* olmak için de, en evvelâ *Îmân* etmek, yâni *Âmentü*’ye inanmak lâzım. Bizim *Kitaplar*’ımızda bunlar yazılı. Okuyacağız, öğreneceğiz. 


Ondan sonra da, öğrendiğimiz bu *Farz*’ları, *Vâcib*’leri ve *Sünnet*’leri yapacağız kardeşim. *Harâm*’lardan da sakınacağız, bunlar çok mühim. 


*Evliyâ-i kirâm*’dan Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerine sormuşlar: Yâ İmâm, Allahü teâlâ; *İsteyin Veririm!* buyuruyor. Ama, istiyoruz, vermiyor. 


Buyurmuş ki: İstemesini bilmiyorsunuz. Allahü teâlâ duâyı *Kabûl* eder, ama hangi *Ağız*’dan çıkan *Duâ*’yı kabûl eder? Peygamber Efendimiz, bunu haber veriyor. 


Efendimiz aleyhisselâm, Sa’d ibni Ebî Vakkâs hazretlerine buyuruyor ki: 


Yâ Sa’d! Duâlarının *Kabûl* olmasını istiyorsan, *Ağzına* dikkat et! Ağzına *Harâm* girmesin! Ağzından *Harâm* çıkmasın! 


Niçin? Çünkü bir ağıza harâm *Girer*’se, ve bir ağızdan harâm *Çıkar*’sa, o ağızla yapılan *Duâ*’yı Allahü teâlâ kabûl etmez! Peygamber Efendimiz, böyle buyuruyorlar.