II– Te’vîl yolu ile tasarrufda bulunmak

 II– Te’vîl yolu ile tasarrufda bulunmak: Bir kelimenin zâhirî ma’nâs›n› bir tarafa b›rak›p, onun başka bir ma’nâs›n› beyân etmekdir. Bu da


ya avâm›n kendisinden vâki’ olur. Veyâ avâm ile berâber ârifden vâki’ olur.


Veyâ ârifin kendisi ile Rabbi aras›nda kendisinden vâki’ olmak üzere üç


yerdedir:


1. Avâm›n te’vîli:


Avâmdan birinin [âmînin] kendi kendine uğraşarak yapd›ğ› te’vîl olup


harâmd›r. Yüzmeyi iyi bilmeyen birinin denize dalmas› gibidir. Bunun harâml›ğ›nda şübhe yokdur. Ma’rifetullah denizi, su denizinden dahâ derin


ve dahâ tehlükelidir. Bu denizde helâk olana, ondan sonra hayât yokdur.


Dünyâ denizinde helâk olan›n ancak fânî hayât› izâle olur. Bu denizde helâk olan›n ebedî hayât› zâil olur. ‹ki helâk aras›nda ne büyük fark vard›r.


2. Avâm ile âlim aras›ndaki te’vîl:


Bu da birinci gibi yasak ve tehlükelidir. Bunun misâli, çok iyi yüzen


ve denize dal›p ç›kabilen birinin, yüzmekden âciz, kalbi ve bedeni hasta olan birisini yan›na alarak denize aç›lmas› gibidir. Bu da harâmd›r. Çünki bu hareket acemi ve hasta adam› helâk olmak tehlükesi ile karş› karş›ya getirir. Belki k›y›ya yak›n yerlerde onu koruyabilir. Ama dalgal› yerlerde muhâfaza edemez. Eğer ona, sâhile yak›n yerlerde kalmas›n› emr


etse, itâ’at etmez. Ona, dalgalar›n çarp›şmas› esnâs›nda ve yutmak için


ağ›zlar›n› açm›ş timsâhlarla karş›laşd›ğ› zemân sâkin olmas›n› emr etse


de o, bedeni ve kalbi râhats›z olduğu, tâkatinde kusûr olduğu [gücü az


olduğu] için, dalg›c›n sâkin ol emrini istenildiği şeklde yerine getiremez.


Bu misâl, âlimin avâma, zâhirin hilâf›nda tasarruf etme ve te’vîl yapma kap›s›n› açmas›na en uygun misâldir.


Edîb, nahv âlimi, muhaddis, müfessir, fakîh, mütekellim, dahâ doğrusu ma’rifetullah deryâs›nda yüzmesini bilmeyen bütün âlimler avâmd›r.


Ma’rifetullah deryâs›nda yüzme öğrenmek için ömrlerini harcayanlar,


yüzlerini dünyâdan ve şehvetlerden çevirenler, maldan, mevki’den, halkdan ve diğer lezzetlerden yüz çevirenler, ilmde ve amelde Allahü teâlâ için


muhlis olanlar, tâ’at yapmakda ve münkerât› terk etmekde şerî’atin hudûdu ve âdâb›n› gözeterek amel edenler, Allahü teâlâdan başka her şeyi kalblerinden ç›karanlar, Allahü teâlân›n muhabbeti yan›nda dünyây›, âh›reti ve


Firdevs-i a’lây› bile bir tarafa atanlar avâm değildir, ma’rifet denizinin


hakîkî dalg›çlar›d›r. Bununla berâber onlar da büyük tehlükededir. Onda


dokuzu helâk olur. Sakl› inci ve gizli hazîneye ancak biri kavuşur. Nitekim


Allahü teâlâ Enbiyâ sûresi, yüzbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bunlar,


Allahü teâlâ taraf›ndan kendilerine en güzel bir âk›bet takdîr ve ihsân


edilmiş olanlard›r. Bu sebeble fevz-ü necâta kavuşmuşlard›r) ve Neml


sûresi, yetmişdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbin hakîkaten


onlar›n gizlediğini de, aç›ğa vurduklar›n› da bilir) buyurmuşdur.


3. Arifin te’vîli:


Ârifin kendi kendine, kalbinin s›rr›nda, kendisi ve Rabbi aras›nda yapd›ğ› te’vîldir. Bu da üç vech iledir:


3) Meselâ istivâ ve fevk kelimelerinden murâd›n ne olduğunun içine


doğmas›, ya kat’î veyâ şübheli veyâ zann-› gâlib ile olur. Kat’î ise, ona i’tikâd etmesi lâz›md›r. Şübheli ise, ondan sak›nmas› lâz›md›r. Allahü teâlân›n ve Resûlünün kendi kelâmlar›nda murâd› budur diyerek, aralar›nda tercîh yapamad›ğ› mu’âr›z› bulunan şübheli ma’nâ ile hükm etmemelidir.


Ona vâcib olan şübheli durumda tevakkuf etmesidir. Te’vîl zann-› gâlib ile


olursa, zann›n tealluk etdiği iki şey vard›r. Birisi, içine doğan o ma’nâ Allahü teâlâ hakk›nda câiz midir, muhal midir? ‹kincisi kat’î olarak câiz olduğunu bilir, ancak murâd olan bu mudur, değil midir tereddüdü vard›r.


Birinciye misâl, fevk lafz›n›n te’vîli, “Sultân vezîrin fevk›ndedir” kavline benzer bir ma’nevî yükseklik şeklinde ise, Allahü teâlâ için bu ma’nân›n sâbit olduğunda şübhe etmeyiz. Ancak biz meâl-i şerîfi (Çünki onlar


fevklerindeki Rablerinden korkarlar) olan, Nahl sûresi ellinci âyet-i


kerîmesindeki (fevk) kelimesinde tereddüd edebiliriz. Acabâ fevk kelimesi ile ma’nevî yükseklik mi irâde edildi, yoksa Allahü teâlân›n celâline yak›ş›r başka bir ma’nâ m› irâde edildi. Bu ma’nâ, Allahü teâlâ için muhâl olan


mekânda yükseklik olmay›p, cism ve cismde s›fat da değildir.


‹kinciye misâl, Arş üzerine istivâ lafz›n›n te’vîlindedir. ‹stivâ lafz› ile


Arşa mahsûs bir nisbet irâde olunmuşdur. Allahü teâlâ, Arş vâs›tas›yla gökden yere bütün âlemde tasarruf eder, işleri idâre eder. Zîrâ Arşda ihdâs


edilmedikce, âlemde hiç bir sûret yaratmaz. Nitekim ressam veyâ kâtib,


kâğ›d üzerine bir resm veyâ yaz› yazacaklar› zemân, önce zihnlerinde yapacaklar› işin plân›n› yaparlar, sonra kâğ›da dökerler. Mühendis de ayn› şeklde binân›n şeklini, zihninde canland›rmadan veremez. Kalb de, âlemi olan bedeninin işlerini dimağ, zihn vâs›tas›yla idâre eder. Arş›n Allahü teâlâya nisbetinin isbât› câiz midir, değil midir diye belki tereddüd ederiz. Yâ nefsinde bulunan vücûbiyyeti ile veyâ hilâf› Allahü teâlâya muhâl


olmamakla berâber onunla sünnetini ve âdetini icrâ etmesidir. Nitekim


âdetini şöyle icrâ etmekdedir ki, insan›n kalbinin idâresi dimağs›z mümkin değildir. Gerçi Allahü teâlân›n kudretinde kalbi dimağs›z idâre etmesi vard›r. Eğer bunu ezelde irâde etseydi ve ilmi ona tealluk etseydi,


kalbe dimağ olmadan idâre etmeğe verirdi. Ancak ezelde takdîr etmediği için bu mümkin değildir. Bu, kudretinde olan bir kusûrdan değildir. Ezelde irâde etdiği ve ezelî ilminin ihâtas›nda olduğu için aksi mümkin değildir. Bunun için Ahzâb sûresi, altm›şikinci âyet-i kerîmesinde meâlen,


(Allah›n kanûnunu değişdirmeğe aslâ imkân bulamazs›n) buyurulmuşdur. Ezelde irâde olunan şey değişmez. ‹râde olunan şeyin meydâna gelmesi vâcibdir. Zât›nda muhâl olmasa da, irâde olunan›n tersi muhâldir.


Ama (muhâlin ligayrihî), ya’nî başka sebeble muhâldir. O da ilm-i ezelînin cehle gitmesi, ezelî irâdenin yerine getirilmemesidir.


O hâlde Arş›n Allahü teâlâya nisbetini, Arş›n vâs›tas› ile memleketin idâresinin sâbit olmas›, aklen câiz ise de, acabâ vâki’ midir? ‹şte burada tedkîk edenler tereddüde düşer. Belki de bunun vâki’ olduğunu zan


eder. Bu, bizzat ma’nân›n Allahü teâlâ hakk›nda câiz olup olmad›ğ›n› zan


etmeğe misâldir.


Birincisi, Allahü teâlâ hakk›nda sahîh ve câiz olup, fekat bu ma’nân›n lafzdan kasd edilip edilmediği hakk›ndaki zand›r. ‹ki zan aras›nda iki


fark vard›r. Lâkin iki zandan herbiri, eğer kalbe doğar, göğüsde yerleşirse, kalbden onu isteği ile def’ edemez ve zan etmemesi mümkin olmaz.


Çünki zann›n, def’i mümkin olmayan zarûrî sebebleri vard›r. Nitekim


Bekara sûresi, ikiyüzseksenalt›nc› âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allah


her şahsa ancak gücü yetdiği kadar mes’ûliyyet yükler) buyurulmuşdur. Ama onun üzerine iki vazîfe vard›r. Birincisi, onda yanl›şl›k ihtimâli olmad›ğ›n› düşünüp, kat’î bir şeklde kalbinin ona mutma’in olmas›-


na mâni’ olmas›d›r.


‹kincisi, istivâ’dan murâd böyledir, fevkden murâd şöyledir diye kesin hükmler vermemelidir. Çünki, o zemân bilmediği şey hakk›nda hükm


vermiş olur. Hâlbuki Allahü teâlâ ‹srâ sûresi, otuzalt›nc› âyet-i kerîmesinde meâlen, (Hakk›nda bilgin bulunmayan şeyin ard›na düşme) buyurmakdad›r. Ancak, zan ediyorum ki, bu böyledir demelidir. O zemân kendinden ve vicdân›ndan verdiği haberde sâd›k olur. Söylediği söz ile Allahü teâlân›n s›fat› ve murâd› üzerine hükm etmiş olmaz. Ancak kendinden hükm vermiş, içindeki kanâ’atini haber vermiş olur.


Süâl: Bu zan sâhibi âlimin, zann›n› halka anlatmas›, onlarla konuşmas›, içindekileri dökmesi, zann› kat’î olarak doğru ise câiz midir?


Cevâb: O zann› hakk›nda konuşmas›, anlatmas› dört vech ile olur.


Kendi kendine veyâ kendisi gibi araşd›r›c› ve basîret sâhibi olan birisi ile


veyâ sâdece ma’rifetullah› taleb eden, zekâs› ve f›trat› ile basîret ehli olmağa isti’dâd› olan ile veyâ avâm ile.


Eğer zann› kat’i ise kendisi buna inan›r ve basîretde dengi olana anlat›r veyâ sâdece ma’rifetullah› düşünen, ma’rifeti almağa müsâid, mezheb taassûbundan, dünyâya meylden ve şehvetlerden ar›nm›ş, ma’rifetlerle övünmekden uzak duran, avâm ile bulunduğu zemân ma’rifetini anlatarak gösteriş yapmakdan çekinen zekî ve kâbiliyyetli kimselere anlat›r.


Bu s›fatlarla muttas›f olanlarla konuşmakda bir beis yokdur. Çünki ma’rifete susam›ş olan f›tnet sâhibi zekî kimse, başka gâye için değil, sâdece


ma’rifet için kalbine müteşâbih sözlerin zâhirinden müşkiller gelir. Bu


müşkiller onu, zâhirî ma’nân›n muktezâs›ndan şiddetle kaçma arzûsunda


olduğu için, bozuk te’vîllere götürür. [Bunun için ma’rifete susam›ş zekî kimselere ârifin kat’î te’vîllerini anlatmas› iyi olur. Büyükler ne güzel söylemişlerdir]: ‹lmi ehlinden men’ etmek, ehli olmayana vermek gibi zulmdür.


Avâm ile böyle mes’eleleri konuşmamak lâz›md›r. Avâm, yukar›da


bildirilen iyi vasflarla muttas›f olmayan kimsedir. Hattâ buna misâl, dahâ önce geçdiği gibi süt çocuğuna, bünyesinin kald›ramad›ğ› kuvvetli yemekleri vermek gibidir.


Ârifin te’vîli (maznûn) zanl›, zan ile olursa, o te’vîli, kendi kendine iyice düşünmesi, tartmas› zarûrî olur. Zan olsun, şek olsun, kat’î olsun, zihni hep o te’vîl ile meşgûl olur. Ondan kurtulamaz, ona mâni’ olunamaz.


Şübhesiz bunlar› avâma anlatmamal›d›r. Maktû’dan men’ olunmas›, bir


derece maznûn ve meşkûk te’vîller hakk›nda avâm ile konuşmamas›


dahâ evlâd›r. Ama ma’rifetde kendi derecesinde olana veyâ o bilgileri kabûl etmeğe isti’dâd› olana anlat›lmas›n›n câiz olup olmamas›nda tereddüd vard›r. Câizdir denilebilir. O zemân te’vîli doğru olsa da, “ben öyle


zan ediyorum” demekden ileri gitmemelidir. Mâni’ de olunabilir. Çünki Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda ve Kelâm-› ilâhîdeki murâd›n zan ile tasarrufunda serbest ise de, o zann›n› anlatmağ› terk edebilir. Bunda tehlüke


vard›r. Ârifin te’vîlini aç›klamas›n›n mubâh olmas›, nass, icmâ’ veyâ nass


üzere k›yâs ile bilinir. Bu müteşâbih lafzlar›n te’vîli ile alâkal› nass, icmâ’


ve k›yâs vârid olmam›şd›r. Hattâ ‹srâ sûresi, otuzalt›nc› âyet-i celîlesinde meâlen, (Bilmediğin şeyin arkas›na düşme) buyurulmuşdur.


Süâl: Ârifin zan ile yapd›ğ› te’vîlini, avâmdan olmayan müsâid kimselere aç›klamas›, aşağ›daki üç delîl ile câiz olmaz m›?


1. Sâd›k olan birinin doğru bildiklerini aç›klamas› mubâhd›r. Hiç kimse doğru bildiği zann› için cezâ görmez. O zann›n› aç›klamakdad›r.


2. Kur’ân-› kerîmi tefsîr edenlerin sözleri zan ve tahmîn iledir. Çünki bütün söyledikleri Peygamber Efendimizden duyulmuş değildir. ‹ctihâd


edilerek ç›kar›lm›şd›r. Dolay›s›yla sözler çoğalm›ş, hattâ birbirini nakz edenler de olmuşdur.


3. Tek bir Sahâbîden nakl olunan, tevâtür etmeyen, sahîh hadîs kitâblar›nda bulunmayan, âdil kimselerden âdil kimselere nakl olunan müteşâbih haberlerin nakli üzerine, tâbi’înin icmâ’› vard›r. Tâbi’în bu rivâyeti, âdil kimsenin sözünün, ancak zan olarak al›nacağ› için câiz görmüşlerdir.


Cevâb: 1. Mubâh olmas›, sözün doğru olmas›ndad›r. Onun zarar›ndan korkulmaz. Ancak bu zanlar›n yay›lmas›, zarardan hâlî değildir. Çünki onu işitenin içi ona ›s›nabilir. Onu kat’î olarak doğru i’tikâd edebilir. O


zemân Allahü teâlân›n s›fatlar›nda ilmi olmadan hükm etmiş olur. Bu da


tehlükelidir. ‹nsanlar, görünen ma’nâlardan kaç›n›rlar. Kendilerini râhatlatan bir ma’nâ duyduklar›nda, zannî olsa da, içi ona ›s›n›p, ona kesin i’tikâd eder. Ama belki de yanl›şd›r. O zemân Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda yanl›ş ve bât›l düşünmüş olur. Veyâ bir âyet-i kerîmede Allahü teâlân›n murâd› olmayan bir ma’nâya inanm›ş olur.


2. Müfessirlerin zan ile olan sözleri, istivâ, fevk gibi Allahü teâlân›n


s›fatlar› ile alâkal› olursa kabûl etmeyiz. Ancak o aç›klamalar f›kh hükmlerinde, Peygamberlerin hâllerini anlatan hikâyelerde, kâfirlerin hikâyelerinde, va’z, mesel anlatmada ve yanl›şl›k tehlükesi büyük olmayan yerlerde yap›labilir.


3. Âlimler, bu konuda Kur’ân-› kerîmde vârid olmayan veyâ Resûlullahdan ilmi ifâde eden bir tevâtür ile gelmeyen hadîs-i şerîflerin d›ş›nda bir şeye güvenmenin câiz olmad›ğ›n› söylemişlerdir. Bir Sahâbînin bildirdiği haber ise, kabûl edilmez. Te’vîle meyl edenlerin yapd›klar› te’vîl ile


ve sâdece rivâyet üzerinde duranlar›n rivâyetiyle meşgûl olmayacağ›z.


Çünki o zemân zan edilene (maznûn)a i’timâd edip, onunla hükm vermiş


oluruz. Zikr etdikleri [dinden ve akldan] uzak değildir, ama Selefin bir araya getirdiği zâhirî bilgilere muhâlifdir. Selef-i sâlihîn bu haberleri âdil


kimselerden al›p, kabûl etmişler, onlar› rivâyet etmişler ve inceliyerek sahîh olduklar›n› aç›klam›şlard›r.


Buna iki şeklde cevâb verilebilir:


1. Tâbi’în, adli, ya’nî özü sözü doğru, âdil kimseleri, bilhassa Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda, yalanla ithâm etmenin câiz olmad›ğ›n›,


edille-i şer’›yyeden biliyorlard›. Ebû Bekr-i S›ddîk “rad›yallahü anh” bir haber rivâyet etdiğinde, “Ben Resûlullahdan şöyle duydum” dediğinde,


bu sözü red etmek, onu tekzîb etmek, ona hadîs uydurma ve yan›lma nisbet etmek demekdir. Ebû Bekr “rad›yallahü anh” dedi ki, “Resûlullah buyurdu ...” ve Enes “rad›yallahü anh” dedi ki, “Resûlullah buyurdu ...” şeklindeki rivâyetleri tâbi’în [hadîs olarak] kabûl etdi. Tebe-i tâbi’în de böyle rivâyetleri kabûl etdiler. Âdil ve müttekî olan Eshâb-› kirâm›n, Tâbi’înin edille-i şer’›yye ile sâbit gördükleri rivâyetlerini ithâm etmeğe yol


yokdur. O hâlde bir zât›n kendi zanlar›n›n ithâm olmamas› nereden vâcib k›l›nd› ve o zanlar›n bu âdillerin nakllerinin seviyesine nas›l vard›r›ld›


ki, ba’z› zanlar günâhd›r. Nitekim Şâri’ “sallallahü aleyhi ve sellem” (Âdil


olanlardan size gelen haberlere inan›n›z, kabûl ediniz, nakl ediniz ve


ortaya ç›kar›n›z) buyurursa, bundan “kendi düşünce ve zanlar›n›z›, içinize doğan ma’nâlar› kabûl edip, meydâna ç›kar›n›z ve rivâyet ediniz”


ma’nâs› ç›kar›lamaz. Bunlar (nass), ilâhî ve nebevî kanûnlar ma’nâs›nda


değildir. Bunun için deriz ki, âdil olmayan›n bu cinsden rivâyetlerinden yüz


çevirmek ve rivâyet etmemek lâz›md›r. Bu mevzu’daki ihtiyât, va’z ve meseller ve benzerlerindeki ihtiyâtdan dahâ çok olmal›d›r.


2. Bu haberleri Eshâb-› kirâm “aleyhimürr›dvân” yakînen Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitmişler ve kendilerinde yakîn hâs›l oldukdan sonra, Tâbi’îne nakl etmişlerdir. Onlar da bunu kabûl edip,


rivâyet etmişlerdir. “Resûlullah aleyhisselâm böyle buyurdu”, demediler.


“Falan Sahâbî Resûlullah›n şöyle buyurduğunu haber verdi” dediler. Rivâyetlerinde doğru idiler.


Tâbi’în, rivâyet etdikleri hadîs-i şerîflerde geçen kelimeleri aynen


alm›şlar, sonra gelen âriflerin, her kelimenin hakîkî ma’nâs›ndan başka


vehm etdirdiği ma’nâs› da olacağ›, hadîs-i şerîfin ba’z› fâideleri olacağ›-


n› düşünerek rivâyetlerinde hiç bir şeyi ihmâl etmediler. Allahü teâlâ


hakk›nda Sahâbîlerin Resûlullahdan rivâyet etdiği haberler zannî değildir. Meselâ, (Her gece Allahü teâlâ, dünyâ semâs›na nüzûl edip, düâ


eden yok mu, kabûl edeyim, istigfâr eden yok mu, magfiret edeyim)


hadîs-i şerîfini bir Sahâbî rivâyet etmişdir. Bu hadîs-i şerîf, geceyi ihyâ


etmeğe son derece teşvîk için bildirilmişdir. ‹bâdetlerin en fazîletlisi


olan teheccüdde düâ etmekde büyük te’sîri vard›r. Bu hadîs-i şerîf terk


edilse idi, bu büyük fâide ibtâl edilmiş olurdu. Bu hadîs-i şerîfin ihmâl edilmesine yol yokdur.


Bu hadîs-i şerîfde ancak çocuğun ve çocuk gibi olan avâm›n nüzûl


lafz›ndan, cismdeki inmeyi hât›rlatan tehlükeli ma’nâ ç›karmas› vard›r. Bir


basîret ehli için, nüzûlün bilinen şeklinden Allahü teâlân›n münezzeh ve mukaddes olduğunu avâm›n kalbine yerleşdirmekden kolay ne vard›r. Meselâ, avâma şöyle der: Allahü teâlân›n dünyâ semâs›na nüzûlünden gâye, nidâs›n› bize işitdirmek ise ki, bize işitdirmedi. O hâlde nüzûlünden fâide nedir? Arşda veyâ yüksek semâlarda olduğunda da bize nidâ edebilirdi. Bu


kadar anlatmakla avâm, zâhirdeki nüzûlün bât›l olduğunu anlar. Hattâ


başka bir misâl olarak şöyle söylenebilir: Şarkda olan birinin garbdaki birine nidâ edip, sesini işitdirmek için garba doğru bir kaç ad›m ilerleyip, onun


işitmeyeceğini bile bile çağ›rmaya koyulur. Bir kaç ad›m atmas›, bât›l bir


hareket ve akl› olm›yan›n yapacağ› bir işdir. Akll› bir kimsenin kalbinde böyle bir şey nas›l yerleşir? Bu kadar anlatmakla da her âmî [avâmdan biri] nüzûlün şeklini nefy edip, kalbinde yakîn hâs›l eder. Nas›l yakîn hâs›l olmaz


ki, Allahü teâlân›n cism olmas› mümkin değildir. ‹ntikâl olmadan nüzûl muhâl olduğu gibi, cism olmayan şeyin intikâli de muhâldir. O hâlde bu gibi


haberlerin nakl edilmesinde büyük fâideler vard›r. Zarar› ise azd›r.

Âdil kimselerden nakl yolu ile gelen bu haberlerle, insan›n içine

doğan zanlar› anlatmak müsâvî tutulabilir mi? Bu anlat›lanlar, zan ile yap›lan te’vîlin başkalar›na anlat›lmas›n›n mubâh k›l›nmas› veyâ men’ olunmas› husûsundaki ictihâdlard›r. Burada bir üçüncü vechi zikr etmek de

mümkindir. O da süâl edenin ve dinliyenin hâllerinin karînelerine bakmakd›r. Eğer onlara bir menfe’at sağlayacağ› görülüyor ise, zan ile yapd›ğ› te’vîlini aç›klar. Yok eğer onlara bir zarar vereceğini kesdirirse, terk eder. Bu

ikisinden birini zan etmesi, anlatman›n mubâh olmas›nda ilm gibidir.

Bir çok kimseler vard›r ki, bu ma’nâlar› bilmeğe gönülden istekleri

olmaz. Zihnlerinde zâhirî ma’nâlar sebebi ile şübhe ve tereddüd hâs›l olmaz. O zemân bu kimselere te’vîlden bahs etmek zihnlerini kar›şd›r›r. Yine bir çok kimseler vard›r ki, zâhirî ma’nâlardan şübhe ve tereddüde kap›l›r. Hattâ nerede ise Resûl aleyhisselâm hakk›nda i’tikâd›n› kötüleşdirir ve bu ma’nâlar› ifâde eden hadîs-i şerîfleri inkâr eder. Bunun gibilerine zan edilen ihtimâl anlat›l›r, hattâ yaln›z lafz›n delâlet etdiği ihtimâl aç›klan›rsa, ona fâidesi dokunur. Bunu aç›klamakda bir beis yokdur. Çünki

bu konuşma başkas› için zararl› olsa da, onun hastal›ğ› için bir ilâcd›r.

Ancak bu konuşulanlar›n minberlerden, kürsîlerden konuşulmas› uygun değildir. Çünki dinleyenlerin çoğu bu konulardan habersiz ve bunlar› düşünmüyor iken, içlerinde sâkin olan istek ve kanâ’atler harekete getirilmiş olur. Selef-i sâlihînin zemân›, kalblerin sükûn zemân› olduğu için,

selef te’vîlden mübâlağal› şeklde kaç›nm›şlard›. Dinleyenlerin gönlünde

sâkin olan isteklerini uyand›rmakdan ve kalbleri teşvîş etmekden korkarlard›. Selef-i sâlihîn, kendilerine muhâlefet edenleri, fitne ç›kard›ğ› ve hiç

lüzûm yok iken şek ve şübhe uyand›rd›ğ› için, günâha girmiş sayarlard›.

Ama şimdi, islâm ülkelerinin bir k›sm›nda bu fikrler yay›lmakdad›r. Kalblerden bât›l vehmleri yok etmek ümîdi ile bu konuda aç›klama yapan

ma’zûrdur. Bu beldelerde böyle konuşanlar› k›namak dahâ azd›r.


Süâl: Maktû’ [kat’î] te’vîl ile maznûn [zanl›] te’vîli ay›rd›n›z. Te’vîlin

s›hhatli olmas› için kat’î te’vîl ne ile hâs›l olur?

Cevâb: ‹ki şeyle hâs›l olur.

Biri, yap›lan te’vîlin ma’nâs›n›n, Allahü teâlâ için sübûtu maktû’

olmas›d›r. Mertebe cihetinden fevk›yyetde [üstde] olmak böyledir.

‹kincisi, lafz›n iki şeye ihtimâli varsa, biri iptâl olup, diğerinin kalmas›d›r. Meselâ, meâl-i şerîfi, (O, kullar›n›n fevk›nde her dürlü tasarrufa sâhibdir) olan En’âm sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesindeki fevk kelimesi, arabî lisan›nda iki ma’nâda vaz’ olunmuşdur. Birincisi mekân›n, ikincisi rütbenin üstün olmas›d›r. Burada tenzîh yönünden mekân›n üstü ma’nâs› bât›ld›r. Rütbe bak›m›ndan üstün olmak ma’nâs› bâkî kal›r. Nitekim,

“Efendi kulun fevk›ndedir”, “Koca, han›m›n fevk›ndedir”, “Sultân, vezîrin fevk›ndedir” denildiği gibi, âyet-i kerîmede, (Allah, kullar›n›n fevk›ndedir) buyurulmuşdur. Bunlar›n hepsinde rütbe bak›m›ndan üstde olmak

ma’nâs› al›nmakdad›r. Böylece fevk lafz› için ma’nâ kat’îleşmiş, maktû’ olmuş olur. Arabî lisan›nda fevk lafz›, ancak bu iki ma’nâda kullan›l›r.

Semâya ve Arşa olan istivâ lafz›, fevk kelimesinde olduğu gibi, mefhûm ve ma’nâ i’tibâr› ile, lügatde iki ma’nâya münhas›r değildir. ‹stivâ lafz› üç ma’nâya delâlet etse, Allahü teâlâ hakk›nda biri bât›l olup, iki ma’nâ câiz olabilir. Bu iki câiz olan ma’nân›n birini vermek, zan ve ihtimâl ile olur.

Bu anlatılanlar, te’vîlden el çekmek hakk›ndaki incelemenin temâmıdır.


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

Tefsîr için üçüncü misâl

 Tefsîr için üçüncü misâl: (Ayn), göz kelimesidir. Bu kelimeyi tefsîr etmek isteyen, ma’nâlar›n›n en aç›ğ› ile fârisîde karş›l›ğ› (çeşm)dir der. (Ayn) kelimesi arabîde, bilinen görme uzvu ile birlikde, su kaynağ›, alt›n ve gümüş ma’nâlar›nda da kullan›lan bir müşterek ismdir. Çeşm lafz› ise sâdece gören uzv ma’nâs›na gelip, diğer ma’nâlarla ortakl›ğ› yokdur. (Cenb) ya’nî yan ve (vech) ya’nî yüz kelimeleri de bunun gibidir. Bunun için müteşâbih kelimelerin değişdirilmesine karş› ç›k›yor, arabî olarak geldiği şeklde b›rak›lmas›n› lüzûmlu görüyoruz.


Süâl: Ayn ile çeşm aras›ndaki farkl›l›ğ›n bütün lafzlarda olduğunu iddiâ etmek doğru değildir. Zîrâ ekmek ma’nâs›na gelen arabî (hubz) ve fârisî (nân) kelimeleri aras›nda ve et ma’nâs›na gelen arabî (lahm) ve fârisî (gûşt) kelimeleri aras›nda da fark yokdur. Ba’z› lafzlar›n ma’nâlar›nda farkl›l›k var denirse, bunlar› değişdirmeği men’ etmeli, benzer olanlara mâni’ olunmamal›d›r.


Cevâb: Gerçekden bu farkl›l›k bütün kelimelerde değil, ba’z›lar›ndad›r. Arabî (yed) el kelimesi ile fârisî (dest) el kelimesi her iki lügatde, iştirâkde, istiârede ve diğer işlerde müsâvî olabilir. Ancak iş, bir kelimeyi diğeri ile değişdirmenin câiz olup olmad›ğ›na gelince, bu iki kelime aras›ndaki ay›r›m› anl›yabilmek, aralar›ndaki farkl›l›klar›n inceliklerine vâk›f olmak herkes için kolay ve aç›k değildir. Hattâ bu konuda müşkiller çoğal›r. ‹ki kelimedeki farkl›l›k ve benzerlik mahalleri birbirinden ayr›lamaz olur.


Bu durumda önümüzde iki durum vard›r. Yâ müteşâbih lafz› başka lafz ile değişdirmede kap›y› kapatarak ihtiyâtlı davranacağ›z ki, bu değişdirmeğe, tebdîle zarûret ve ihtiyâc da yokdur. Veyâ kap›y› açacağ›z. Halkı oraya süreceğiz. O zemân herkes istediği gibi bir lafz› diğeri ile değişdirerek tehlükeye düşecekdir.


Acabâ bu iki yoldan hangisi dahâ ihtiyâtl›, dahâ sağlamd›r? Üstelik konumuz Allahü teâlân›n zât› ve s›fatlar›d›r. Bana göre bu işin çok tehlükeli bir iş olduğunu kabûl ve ikrâr etmeyen hiçbir akll› ve dindâr kimse yokdur. Tehlüke, Allahü teâlân›n s›fatlar›nda tebdîl ve tefsîr yapmakdad›r. Bundan kaç›nmak lâz›md›r. Nas›l kaç›n›lmas›n ki, şerî’at, boşanm›ş olan kad›na, rahminin berâeti ve nesebin kar›şmamas› için, velâyet ve verâset hükmü ve nesebin terettübü için ihtiyâten iddet beklemeği vâcib k›lm›şd›r. Bununla berâber âlimler, boşanm›ş olan k›s›r kad›n›n, âdetden kesilmiş kad›n›n, bülûğa ermemiş nikâhl› k›z çocuğunun ve ma’zûle kad›n›n [çocuğu olmamas› için hep azl olunmuş kad›n›n] da iddet beklemesi vâcibdir dediler. Çünki rahmin içinde olan› ancak mübâlağa ile gâibleri bilen Allahü azîmüşşân bilir. Nitekim Allahü teâlâ, Lokman sûresi otuzdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rahimlerde olan› O bilir) buyurmakdadır.


Eğer biz iddet konusunda tafsîlâta girerek akl yürütme kap›s›n› açarsak [k›s›r kad›n, âdetden kesilen kad›n, bülûğa ermemiş nikâhl› k›z ve ma’zûle kad›n›n, boşand›klar› zemân çocuklar› olamayacağ› için iddet beklemeleri îcâb etmez sonucu ç›kar. Bu ise doğru değildir. Allahü teâlân›n sıfatları ve müteşâbih kelimelerde değişdirme, tefsîr ve te’vîl yolunu açarsak]


o zemân tehlükeli bir işe girmiş oluruz. Hâmile kalmad›klar› hâlde yukarıdaki dört kad›n›n iddet beklemesinin vâcib olduğunu kabûl etmek, kabûl etmeyerek tehlükeli bir işe girmekden dahâ kolayd›r. Bu üç kad›na, iddetin vâcib olmas› nas›l şer’î bir hükm ise, arabî lafzlar›n tebdîlinin de harâm olduğu ictihâd ile sâbit olan şer’î hükmdür. Burada tercîh olunan yol, dahâ önce geçdiği gibi, arabî lafzlar›n değişdirilmesine kapal› olan birinci yoldur.

Allahü teâlâ ve s›fatlar› hakk›nda vârid olan haberlerde ve Kur’ân-ı kerîmdeki lafzlardan murâd olunan ma’nâlarda ihtiyâtl› davranmak, elbette ki iddetdeki ihtiyâtdan ve fukehâ-› kirâm›n bu kabîlden olan ihtiyâtlar›ndan dahâ mühim ve evlâdır.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

Tefsîr için ikinci misâl

Tefsîr için ikinci misâl: Arabî lisan›nda (Usbu’) ya’nî parmak ni’met ma’nâs›nda istiâre olunur. Falan kimsenin üzerimde parmağ› vard›r demek, ni’meti vard›r demekdir. Fârisî dilinde parmağa engüşt denir. Fekat bu istiâreyi acemler âdet edinmemişlerdir. Mecâz ve istiâreye arablar,acemlerden dahâ geniş yer vermişlerdir. Hattâ bu konuda arablar›n genişliği ile acemlerin donukluğu aras›nda nisbet bile yokdur. Müsteâr ma’nâ, arab dilinde güzelleşir, acem dilinde ise kulağ›n ona meyl etmeyeceği, kalbin de nefret edeceği şeklde çirkinleşir. ‹ki kelime aras›nda farkl›l›k olduğunda, birinin yerine diğerini almak, benzeri ile değişdirerek tefsîr etmek olmay›p, muhâlifi ile değişdirerek tefsîr etmek olur. Hâlbuki bir kelimeyi ancak misli, ya’nî benzeri ile değişdirmek câizdir.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

I– Tefsîr yolu ile tasarrufda bulunmak

 I– Tefsîr yolu ile tasarrufda bulunmak: Arabî lisan›nda bir lafzı,başka bir dilde bu lafz›n yerini tutan bir kelime ile değişdirmek veyâ ma’nâs›n› farsça veyâ türkçe olarak söylemekdir. Müteşâbih lafzlar› vârid olduğu şeklde aynen söylemelidir. Çünki arabîde bulunan lafzlara mutâbık olan bir lafz fârisîde bulunmaz. Bulunsa bile istiâre yönünden arab âdeti ile fars âdeti birbirine uymaz. Arabîde birkaç ma’nâya gelen müşterek kelimeler vard›r. Diğer dillerde böyle değildir.


Tefsîr için birinci misâl: İstivâ lafz›d›r. Arablar›n kulland›klar› istivâ lafz›n›n ma’nâs›na tam mutâb›k olan ve bu ma’nây› uyand›ran şumüllü bir kelime farslarda yokdur. Nitekim istivân›n karş›l›ğ› olarak fârisîde (râst beistâd) ifâdesi kullan›l›r. Bu ifâdede iki kelime vard›r. Birinci kelime olan râst,eğri ve bükük tasavvur edilen bir şeydeki diklik ve doğruluğu ifâde eder. Beistâd ise, hareket ve sars›lma tasavvur edilen şeylerdeki sükûn ve sebâtı beyân eder. (Râst beistâd)›n ifâde etdiği, iş’âr ve işâret etdiği ma’nâlar, istivâ lafz›n›n işâret etdiği ma’nâlardan dahâ aç›kd›r. Delâlet ve iş’ârda [bildirmede] farkl› olduklar› için (râst beistâd) kelimesi, (istivâ)nın misli [onun gibisi, benzeri] olamaz. Bir kelimeyi ancak en gizli ve en ince, az birşey de olsa hiçbir yönden muhâlefeti, ya’nî uygunsuzluğu olmayan, tam benzeri ve mürâdifi, ya’nî eş anlamlısı olan bir kelime ile değişdirmek câizdir.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

BEŞİNCİ VAZÎFE: İMSÂK

 Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde vârid olan müteşâbih lafzlarda tasarruf yapmakdan, müdâhele etmekden kendini alıkoymakdır. Halk›n teşbîhe götüren lafzlarda sessiz kalmas›, bu kelimeleri olduğu gibi b›rakmas› vâcibdir. Bu lafzlarda tasarruf etmekden kendini tutmak, alt› yönden lâz›md›r. Bu alt› şey şunlard›r: Tefsîr, te’vîl, tasrîf, tefrî’, cem’, tefrîk.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

DÖRDÜNCÜ VAZÎFE: SÜKÛT

 Müteşâbihât hakk›nda süâl sormakdan sükût etmek, ya’nî süâl sormamakdır. Bu vazîfe bütün avâm üzerine vâcibdir. Çünki süâl etmekle, gücünün yetmediği, aklının ermediği işe atılmış ve ehli olmadığı bir mevzu’a dalm›ş olur. Eğer avâm süâlini bir câhile sorarsa, onun vereceği cevâb, avâm›n cehlini artd›r›r. Belki de onu, fark›na varmadan küfre götürür. Eğer avâm süâlini ârif bir kimseye sorarsa, ârif ona anlatmakdan âciz kal›r. Nitekim bir baba, mektebe yeni başlayan çocuğuna, mektebe gitmenin fâidelerini anlatmakdan âciz kal›r. Kuyumcu da san’at›n›n inceliklerini mesleğinde mâhir olan bir marangoza anlatmakdan âcizdir.


Marangoz, kuyumculuğun inceliklerini anlamakdan âcizdir. Çünki o, ömrünü marangozluğu öğrenmekle ve yapmakla geçirdiği için, marangozluğun inceliklerini bilir. Bunun gibi kuyumcu da ömrünü, kuyumculuğu öğrenmekle ve yapmakla geçirmişdir. Önceleri o mesleği bilmiyordu. Dünyâ işleri ve ma’rifetullah kabîlinden olmayan şeylerle meşgûl olanlar umûr-u ilâhiyye ma’rifetlerinden âcizdirler. San’atdan yüz çevirenler de hiç bir san’atı yapamazlar. Süt çocuğunun et ve ekmek ile beslenmesinden âciz olması, f›trat›ndaki kusûrdandır. Ekmek ve etin olmamas›ndan ve g›dâ olmakdan eksik olduklar› için de değildir. Fekat [süt çocuğu gibi] bünyesi za’îf olanlar›n tabî’ati et ve ekmek ile, kuvvetli g›dâlar ile beslenmeğe müsâid değildir. Onun için bir kimse, za’îf olan çocuğa et ve ekmek yidirirse veyâ yimesine imkân sağlarsa, o çocuğu helâk etmiş olur.


Bunun gibi, avâmdan olan bir kimse, bu müteşâbihât ma’nâlar›n› sorarsa, onu zecr etmek, mâni’ olmak ve halîfe Ömerin “radıyallahü anh” müteşâbih âyetlerden soranlara yapd›ğ› gibi, kamçı ile döğmek lâz›md›r.


Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kaç kişinin kader mes’elesine dalıp, tart›şd›klar›n› gördü. Bu konuda kendisine bir süâl sorduklar›nda, (Siz bununla mı emr edildiniz. Sizden öncekiler çok süâl sormakla helâk oldular) buyurdular.


Bunun için derim ki: Vâ’ızların kürsîler üzerinde halk›n müteşâbihâtdan olan süâllerine, te’vîle dalarak, açıklayarak cevâb vermeleri harâmdır. Onlara vâcib olan, selef-i sâlihînin zikr etdiği ve bizim bildirdiğimizin d›ş›na ç›kmamakd›r. Bu da, tenzîhde mübâlağa etmek, teşbîhi nefy etmek, Allahü teâlân›n cismden ve cismin s›fatlar›ndan münezzeh olduğunu söylemekdir. Bu mevzû’da dilediği kadar mübâlağa edebilir. Hattâ “kalbinize gelen her şeyi, içinize gelen her düşünceyi, hât›r›n›za gelen her tasavvuru Allahü teâlâ yaratm›şd›r. Bunlar›n hepsinden ve benzerlerinden münezzehdir” demelidir. Haberlerde cisme ve cismin s›fatlar›na âid hiçbir ma’nâ kasd edilmediğini, murâd olunan şeyin hakîkatini kavramak ehliyyetine sâhib olmad›klar›nı, bunlardan süâl etmeğe, irdeleme yapmağa yetkili olmad›klar›n› beyân etmesi, bu gibi fâidesiz şeylerle değil, takvâ ile meşgûl olmalar›n› tavsiye etmesi lâz›md›r. Allahü teâlân›n kendilerine bunu [müteşâbihât› bilmeği] emr etmediğini, Onun emr etdiklerini yap›p, men’ etdiklerinden kaç›nmalar› îcâb etdiğini söylemelidir. İşte siz, bunlardan men’ edildiniz. Bunlardan birşey süâl etmeyiniz. Bu konuda her ne zemân bir şey işitirseniz sükût ediniz, mutlaka, bize ilmden az verildi. Müteşâbihât, bize verilen az ilm ile çözülecek mes’elelerden değildir demeleri gerekdiğini söylemesi lâzımdır.


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

ÜÇÜNCÜ VAZÎFE: ACZİNİ İ’TİRÂF

 Müteşâbih sözlerin ma’nâlar›n›n künhüne ve hakîkatine vâk›f olmayan, bu ma’nâlar›n te’vîlini ve murâd olunan ma’nây› bilmeyen kimsenin aczini ikrâr etmesi vâcib olur. Çünki müteşâbihâtı tasdîk etmek vâcibdir.


Hâlbuki kendisi murâd olunan ma’nâyı anlamakdan âcizdir. Bildiğini,anlad›ğ›n› iddiâ ederse yalan söylemiş olur. İmâm-› Mâlikin “rahimehullah”, “keyfiyyeti mechûldür” sözünün ma’nâsı da budur. Ya’nî (istivâ) kelimesi ile murâd olunan şeyin ne olduğu kesin olarak belirtilmemişdir. Râsih ilmli âlimler ve Evliyâdan ârif olanlar için keyfiyyet ma’lûmdur. Bunlar, ma’rifetde avâm›n s›n›r›n› aş›p, müteşâbihât› anlama meydânında dönüp dolaşd›lar. Ma’rifet sahrâsında nice yollar kat’ etdiler. Buna rağmen onlar›n da müteşâbihâtdan henüz ulaşamad›kları k›smlar› kalm›şd›r. Hattâ kendilerine keşf olan ma’rifetler çok az, gizli kalan ma’rifetler çok fazla olup, aralar›nda nisbet bile kurulamaz. Ya’nî gizli ve örtülü ma’rifetlerin çokluğuna izâfetle, keşf olunan ma’rifetlerin mikdârı çok azd›r.


Seyyid-ül Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, gizli, örtülü ma’rifetlerin çokluğuna izâfeten, (Seni medh ve senâ etmeğe kalkışsam sayamam. Sen kendini senâ etdiğin gibisin) buyurmuşdur. Keşf olunanm ma’rifetlerin azl›ğ›na izâfeten de Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâyı en iyi tan›yan›n›z, Ondan en çok korkan›n›zd›r. Allahü teâlây› en iyi tan›yan›n›z benim) buyurmuşdur.


Kavuşulacak mertebelerin, hâllerin en sonuna gelenler de bu yolun sonunda, onlar›n acz ve kusûr içinde kalmalar› zarûrî olduğundan, s›ddîklar›n efendisi Ebû Bekr “radıyallahü anh”, “anlamakdan âciz olduğunu bilmek, anlamakdır” veyâ “anlayamadığını anlamak, anlamakdır” buyurmuşdur. Müteşâbih ma’nâlar›n hakîkatlerinin evvellerinin avâma nisbeti, sonlar›n›n havâssa nisbeti gibidir. [Ebû Bekrin “radıyallahü anh” sözünden havâss›n aczini i’tirâf etdiği görülmekdedir.] Bu durumda avâmın aczini i’tirâf etmesi nas›l vâcib olmaz?


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

İKİNCİ VAZÎFE: ÎMÂN VE TASDÎK

 Müteşâbih lafzlarda irâde olunan ma’nân›n, Allahü teâlân›n azamet ve celâline yak›ş›r bir ma’nâ kasd edildiğini kesin olarak bilmek ve Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlây› bu lafzlarla vasf etmesinde sâd›k olduğunu bilmek ve inanmakd›r. Resûlullah›n buyurdukların›n doğru, haber verdiklerinin hak olduğunu şübhe etmeden kalben tasdîk etmeli, ya’nî muhakkat, şeksiz ve şübhesiz inand›k ve tasdîk etdik, demelidir. Hakîkatine vâk›f olmasam da, Allahü teâlâ kendisini ne ile vasf etmiş veyâ Resûlü Onu nas›l vasf etmiş ise, Allahü teâlâ [kendisinin ve Resûlünün] vasf etdikleri gibidir. İrâde etdikleri ma’nâ ve söyledikleri vech üzere hakd›r, demelidir.


Süâl: Tasdîk ancak tasavvurdan sonra, îmân ise, ancak anladıkdan sonra olur. Müteşâbih lafzlar›n ma’nâlar›n› anlam›yan kimse, bu lafzları söyliyenin sâdık olduğuna nas›l inan›r?


Cevâb: İşleri icmâlî, ya’nî k›sa ve toplu hâlde olarak tasdîk etmek muhal değildir. Her akl sâhibi, bu müteşâbih lafzlardan ma’nâlar murâd edildiğini ve her ismin bir müsemmâs› kasd edildiğini bilir. O hâlde haber verilen şeyin haber verildiği üzere doğru olduğuna i’tikâd etmek mümkindir. Bu icmâl yolu ile ma’kûldür. Bu lafzlardan mufassal değil, mücmel işleri anlamak ve tasdîk etmek mümkindir. “Evde canl› vard›r” denildiğinde, bu söze, insan m›d›r, at m›d›r veyâ başka bir canl› m›d›r bilmeden, evde bir canl›n›n olduğunu tasdîk etmek mümkindir. Hattâ “Evde bir şey vard›r” denildiğinde, o şeyin ne olduğunu bilmese de, evdeki şeyin varl›ğ›n› tasdîk etmek mümkindir. Bunun gibi, meâl-i şerîfi (Rahmân Arşa istivâ etmişdir) olan, Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesini duyan kimse, istivâ lafz›ndan, mücmel olarak Arşa özel bir nisbet irâde edildiğini anlar. Bu nisbetin Arş üzerine istikrâr, mahlûklar›na dönüş, Arş-› a’lâ ile ittihâd [birleşme], Arş› istîlâ etme [hükmü alt›na alma] veyâ nisbete delâlet eden başka bir ma’nâya geldiğini bilmeden de, istivâdan murâd›n Arşa özel bir nisbetin olduğunu tasdîk etmesi mümkindir.


Süâl: Halka anlamad›ğ› şeklde hitâb etmenin fâidesi nedir?


Cevâb: Bu hitâbdan maksad, ehli olan kimselere anlatmakd›r. Onlar da Evliyâ ve râsih ilmli âlimlerdir. Bunlar kasd edilen ma’nây› anlam›şlard›r. Akll› olanlara hitâb eden kimsenin, çocuklar›n anl›yabileceği sözlerle hitâb etmesi şart değildir. Avâm›n âriflere nisbeti, çocuklar›n bâlig olanlara nisbeti gibidir. Çocuklar›n, anlamad›ğı şeyleri bâliglerden sormas›, bâliglerin de çocuklara, “Bu sizin işiniz değil, bunlar üzerinde durmay›n›z, başka sözler üzerinde durunuz”, demeleri lâz›md›r. Avâmdan olan câhiller bir şey sorarlarsa, onlara meâl-i şerîfi (Ehl-i zikre [ya’nî âlimlere] sorunuz) olan Nahl sûresi k›rküçüncü âyet-i kerîmesini söylemelidir.


Eğer anlama kâbiliyyetinde iseler, onlara anlat›l›r. Aksi takdîrde onlara,meâl-i şerîfi, (Size az bir bilgi verilmişdir) olan ‹srâ sûresi, seksenbeşinci âyet-i kerîmesi ile, meâl-i şerîfi, (Size aç›klan›nca, hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormay›n›z) olan Mâide sûresi, yüzbirinci âyet-i kerîmesini söylemelidir. Bu süâlin ma’nâlar› bunlard›r. Bunlara îmân etmek vâcibdir. Keyfiyyeti, nas›l olduğu sizin için mechûldür. Bu müteşâbih lafzlardan süâl etmek bid’atdir. ‹mâm-› Mâlik “rahmetullahi aleyh”, “İstivâ ma’lûmdur. Keyfiyyeti mechûldür. Ona inanmak vâcibdir” buyurmuşdur.


O hâlde zihnde tafsîlât› olmayan mücmel şeylere îmân etmek mümkindir. Allahü teâlâ hakk›nda muhal olanlar› nefy ederek tenzîh etmek tafsîlâtl› olmal›d›r. Çünki nefy edilenler cism ve cismin îcâblar›d›r. Burada cismden maksad›m›z, eni, boyu ve derinliği olan, kuvvetli ise, bulunduğu yere geçmeği taleb edene mâni’ olan, za’îf ise, kendisini yerinden çıkarmak isteyen itici bir kuvvet ile kendi yerinden ayr›lan bir şeydir. Çok aç›k olmakla berâber cismi aç›klamam›z, avâm›n bir k›sm›n›n belki cism ile ne murâd edildiğini anlayamazlar diye düşündüğümüz içindir.


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

BİRİNCİ BÖLÜM

 Müteşâbih Haberler Hakkında Selefin İ’tikâdı:

Basîret ehli yanında şübhesiz en açık hak mezheb, Selefin mezhebidir. Ya’nî Eshâb-ı kirâm ve tâbi’înin mezhebidir. İşte şimdi bu mezhebi ve delîllerini açıklayarak diyorum ki, bizce hak olan Selef mezhebinin hakîkati, avâmdan olan, ya’nî islâm i’tikâdını iyice bilmiyen bir kimseye,Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında müteşâbih bir haber veyâ söz ulaşınca, onun üzerine yedi şey vâcib olur:


1– Takdîs,


2– Tasdîk,


3– Aczini i’tirâf etmek,


4– Sükût,


5– Keff (el çekmek, çekinmek),


6– İmsâk,


7– Ma’rifet ehline teslîm olmak.


1– Takdîs: Allahü teâlây› cism olmakdan ve cisme benzer şeylerden tenzîh etmekdir.


2– Tasdîk: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklarına inanmakdır. Bütün bildirdikleri hakdır, doğrudur. Buyurduklarında sâdıkdır. Hak Onun dediği ve murâd etdiği yöndedir.


3– Aczini i’tirâf etmek: Avâm›n, müteşâbih bir haberde Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” murâd›n› bilmenin ve anlaman›n, gücü d›ş›nda olduğunu ikrâr etmekdir. Zâten bu avâm›n şân›ndan değildir, vazîfesi de değildir.


4– Sükût: Teşbîhe götüren haberlerin ma’nâs›ndan avâm›n süâl sormamas›, o mevzu’a dalmamas›, ondan süâl etmenin bid’at olduğunu bilmesidir. O mevzu’a dalmas›nda dîni için tehlüke vard›r. Fark›nda olmadan küfre düşebilir.


5– İmsâk: Teşbîh uyand›ran lafzlarda tasarruf etmemek [hükm vermemek], başka bir dile çevirmemek, onda ziyâde ve noksanl›k yapmamak, cem’ ve tefrîk [birleşdirme ve ay›rma] yapmamakd›r. Belki söylenen lafz›, îrâd›, irâb›, tasrîfi ve sîgas› nas›l bildirilmişse, o şeklde söylemelidir.


6– Keff: Avâm›n, müteşâbih sözlerin ma’nâlar›n› irdelemekden gönlünü ve zihnini men’ etmek ve tefekkür etmemekdir.


7– Teslîm: Ma’rifet ehline teslîm olmakd›r. Kendisine âcizliği dolay›s›yla gizli olan müteşâbihlerin, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberlere “aleyhimüsselâm”, s›ddîklara ve velîlere gizli kalmad›ğ›-na i’tikâd etmekdir.


Selef-i sâlihîn, yukar›daki yedi maddeyi avâm›n herbiri üzerine vazîfe olarak vâcib k›l›nmas›n› i’tikâd etmişlerdir. Selefin bu yedi vazîfenin herhangi birine muhâlefeti düşünülemez. Şimdi bu vazîfeleri teker teker aç›klayal›m:


B‹R‹NC‹ VAZÎFE: TAKDÎS


(Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâm›n çamurunu eliyle yoğurdu) ve (Mü’minin kalbi Rahmân›n iki parmağ› aras›ndad›r) hadîs-i şerîflerinde geçen el (yed) ve parmak (usbu’) kelimeleri teşbîhe götüren, müteşâbih lafzlard›r. El kelimesi duyulduğunda iki ma’nâ akla gelir. Bunlardan biri et, kemik, sinir ve damarlardan müteşekkil uzva konulmuş ismdir. Et,kemik, sinir ve damarlar husûsî s›fatlar› olan husûsî cismlerdir. Cism, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan [boşlukda yer kaplayan maddenin şekl alm›ş hâli olan] şeylerdir. Bulunduğu mekânda başka birinin bulunmas›na mâni’ olur. Kendisi yerinden ayr›lmad›kca oraya başkas› giremez.


Ba’zan bu el lafz›, aslâ cism ile alâkalı olmayan bir ma’nâya da gelebilir. Meselâ, “Ülke Emîrin elindedir” denildiğinde, emîrin eli kesik olsa bile ülkenin emîrin hükmü ve idâresi alt›nda olduğu anlaş›l›r. Avâm olsun, havâs olsun hadîs-i şerîfde bildirilen elin et, kan ve kemikden müteşekkil olan uzv olmad›ğ›n› düşünmelidir. Çünki, Allahü teâlâ hakk›nda böyle düşünmek muhaldir, mümkin değildir. Zîrâ Allahü teâlâ, cism olan şeylerle vasfland›r›lmakdan münezzehdir. Allahü teâlây› uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapm›ş olur. Çünki her cism mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlar›n›n icmâ’› ile kâfir olur. Bu kendisine tap›lan cism, ister sert ve kat› dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanl›k, ister güneş, ay ve y›ld›zlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz gibi küçük olsun, ister taş gibi cans›z olsun, ister insan gibi canl› olsun, her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, kat›l›ğ›, kal›c› olmas› onu put olmakdan ç›karmaz.


Allahü teâlâ cism değildir, eli ve parmağ› cism değildir diyen kimse, Onu uzviyyetden, et ve sinirden nefy etmiş olur. Böylece hâdis olman›n îcâb etdirdiği şeylerden Rabbini tenzîh etmiş olur. Ondan sonra, Allahü teâlân›n eline ve parmağ›na dâir Kur’ân-› kerîm veyâ hadîs-i şerîfde geçen kelimenin, cism olmayan veyâ cismlere has olan s›fatlardan başka, Allahü teâlân›n şân›na lây›k bir ma’nâs› olduğuna inanmak lâz›md›r.


Bu ma’nây› anl›yam›yan, hakîkatini kavr›yam›yan için mükellefiyet yokdur.


Çünki bu ma’nâlar› bilmekle aslâ mükellef tutulmam›şd›r. Bunlar›n hakîkî ma’nâs›n› veyâ te’vîlini bilmesi üzerine vâcib değildir. Vâcib olan, ileride geleceği gibi, müteşâbih kelimeler üzerinde derin düşüncelere dalmamakd›r.


İkinci misâl: Hadîs-i şerîflerde bildirilen sûret lafz›d›r. (Allahü teâlâ Âdemi kendi sûretinde yaratd›) ve (Ben Rabbimi en güzel sûretde gördüm) hadîs-i şerîflerindeki sûret lafz›, müşterek ismdir. Ba’zan et ve kemikden meydâna gelmiş, herbiri husûsî yap›da olan göz, burun, ağ›z, yanak gibi cismlerin özel bir şeklde düzenlenmesinden hâs›l olan hey’ete verilen ismdir. Ba’zan de sûret lafz› kullan›l›nca, cism olmayan, cismde hey’et ve cismlerde tertîb olm›yan şey murâd olunur. Meselâ, “Mes’elenin sûretini bildi” ve benzeri sözlerdeki sûret lafzlar› böyledir. Her mü’min bilmelidir ki, sûret lafz›, Allahü teâlâ için yukar›daki birinci ma’nâdaki gibi et ve kemikden meydâna gelmiş burun, ağ›z ve yanakdan müteşekkil düşünülemez. Çünki bunlar›n hepsi cismdir ve cismlerdeki hey’etdir.


Cismlerin ve hey’etlerin yarat›c›s›, bunlara benzemekden ve s›fatlar›ndan münezzehdir. Bunu yakînen böyle bilen mü’mindir.


Eğer hât›r›na, bu kelimeden kasd edilen ma’nâ bu değilse, acabâ istenen ma’nâ nedir, diye gelirse, bu durumda bilmelidir ki, bu mevzû’da araşd›rma yapmak emr olunmam›ş, bu mevzû’a dalmamak emr olunmuşdur. Çünki bu mevzû’, tâkatinin üstündedir. Fekat o kimseye lâz›m olan, sûret lafz› ile, cism ve cisme has s›fat olmayan ve Allahü teâlân›n azamet ve celâline lây›k olan bir ma’nân›n murâd buyurulduğunu i’tikâd etmesidir.


Üçüncü misâl: Bir kimsenin kulağ›na nüzûl (inme) kelimesi çal›n›nca, bunun müşterek ism olduğunu bilmelidir. (Allahü teâlâ her gece dünyâ semâs›na iner) hadîs-i şerîfindeki inme (nüzûl), müteşâbih bir kelimedir. ‹nsan›n hât›r›na cismin inmesi gelebilir. Ba’zan nüzûl cismler için kullan›l›r. O zemân nüzûl kelimesinin üç cisme ihtiyâc› vard›r. Birincisi, sâkinine mekân olan yüksek cismdir. ‹kincisi, yine sâkinine mekân olan alçak cismdir. Üçüncüsü, aşağ›dan yukar›ya ve yukar›dan aşağ›ya intikâl eden cismdir. Aşağ›dan yukar›ya ç›kmağa su’ûd, urûc veyâ raky denir.


Yüksekden alçağa inmeğe de nüzûl ve hübût denir. Ba’zan da nüzûl lafz› cismden başka ma’nâda kullan›l›r. O zemân cismin hareketi ve intikâlini düşünmeğe ihtiyâc kalmaz. Nitekim Allahü teâlâ, Zümer sûresi, alt›nc› âyetinde meâlen, (Sizin için [büyük baş] hayvanlardan sekiz çift indirdi) buyurmuşdur. Deve, s›ğ›r gibi hayvanlar›n gökden intikâl ederek nüzûl etmeleri görülmemişdir. Bunlar›n rahmlerde yarat›ld›ğ› bilinmekdedir. O hâlde bu inzâlde şübhesiz başka bir ma’nâ vard›r.


İmâm-› Şâfi’î “rad›yallahü anh” da, “M›sra gitdiğimde, M›sr halk› sözümü anlamad›lar. Ben de indim, sonra dahâ indim, sonra dahâ da indim” buyurmuşdur. ‹mâm-› Şâfi’î bu inme ile, vücûdünün aşağ›ya indiğini kasd etmemişlerdir. [Halk›n seviyesine indiklerini söylemişlerdir.]


O hâlde her mü’min, Allahü teâlâ hakk›nda nüzûl, birinci ma’nâda olduğu gibi, bir şahs›n cesedi ile yukar›dan aşağ›ya intikâli olmad›ğ›n› kesin bilmelidir. Çünki şahs ve cesed cismdir. Allahü teâlâ ise cism değildir.


Eğer bu ma’nâ kasd edilmiyor ise, hangi ma’nâ kasd ediliyor, diye hât›r›na bir düşünce gelirse, ona deriz ki: Semâdan devenin indirilmesini anlamakda âciz olan sen, Allahü teâlân›n dünyâ semâs›na nüzûlünü anlamakda dahâ da âcizsin. Bu konu seni ilgilendirmez. İbâdetin ile veyâ mesleğinle meşgûl ol. Dilini tut. Her ne kadar hakîkatini ve nas›l olduğunu bilmesen de arab lügatinde nüzûl kelimesinin, Allahü teâlân›n azamet ve celâline yak›ş›r bir ma’nâs›n›n câiz olduğunu bilmelisin.


Dördüncü misâl: Kur’ân-› kerîmdeki fevk [üst] lafz›d›r. En’am sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullar›n›n fevk›nde yegâne tasarruf sâhibidir) ve Nahl sûresi, ellinci âyet-i kerîmesinde meâlen (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmelerde geçen fevk kelimesini avâmdan birisi duyduğu zemân, fevk kelimesinin iki ma’nâda kullan›lan müşterek bir ism olduğunu bilmelidir.


Birinci ma’nâs›, yukar›da olan bir cismin aşağ›da olan bir cisme nisbeti gibidir. Ya’nî yukar›da olan aşağıdakinin baş›n›n üzerinde olmas›d›r.


İkinci ma’nâda fevk, rütbe için kullan›l›r. Bu ma’nâda, “ilm ilmden üstündür” denildiği gibi, “Halîfe sultân›n fevk›ndedir” ve “Sultân vezîrin fevk›ndedir” denir. Birinci ma’nâ, bir cismin diğer bir cisme nisbetini gerekdirir. İkinci ma’nâda ise, cisme ihtiyâc yokdur.


O hâlde mü’min, kesin olarak bilmelidir ki, birinci ma’nâ, istenen ma’nâ değildir. Allahü teâlâ hakk›nda muhâldir. Çünki birinci ma’nâ, cismin veyâ cismlerin s›fatlar›n›n îcâb etdirdiklerindendir.


O hâlde fevk kelimesinin birinci ma’nâs›n›n Allahü teâlâ hakk›nda nefy edileceğini bilen kimsenin, bu kelimenin niçin ve ne ma’nâda kullan›ld›ğ›n› bilmese de, üzerine herhangi bir mes’ûliyyet yüklenmez ve bu mevzû’a dal›p araşd›rmas›na lüzûm yokdur. Zikr etdiğimiz müteşâbih lafzlar›n üzerine zikr etmediklerimiz k›yâs edilebilir.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

 Bismillâhirrahmânirrahîm


Bütün kullarına ism ve sıfatları ile tecellî eden, Onu tanımak isteyen tâliblerin aklları, kibriyâsı, azameti sahrasında şaşıran, fikr ve düşünce kanatları, Onun izzetinin sâhasına ulaşamayan, hakîkatinin ne olduğu, aklların, fehmlerin idrâkinden âlî olan; Evliyâ ve havâssının kalblerini dolduran, rûhlarını muhabbetinin ateşi ile yandıran, azamet nûrlarının parıltıları içinde hayretlere daldıran, Cemâl-i ilâhîyi medh ve senâ etmekden dilleri tutulan, ancak Allahü teâlânın onlara, mahlûkâtın en hayrlısı, Resûlü Muhammed Mustafânın "sallallahü aleyhi ve alâ eshâbihî ve ıtretihi ve sellem" dili ile işitdirdiği ve bildirdiği ism ve sıfatları ile medh ve senâ edilebilen Allahü teâlâya hamd olsun.


Allahü teâlâ sana doğru yolu göstersin. Dalâletde, sapık yolda olan haşeviyye fırkasındaki bayağı ve câhil kimselerin, Allahü teâlâ ve sıfatları hakkında, teşbîhe, mahlûklara benzetmeğe götüren müteşâbih haberlerden soruyorsun. [imâm-ı Gazâlî "rahimehullah" bir şahsın müteşâbih haberler hakkındaki süâline, o şahsa hitâben bu risâleyi yazarak cevâb vermişlerdir.] Allahü teâlâ ve sıfatları, sûret (yüz), yed (el), kadem (ayak), nüzûl (inme), intikâl, Arş üzerinde oturmak ve karar kılmak ve benzeri şeylerden muhakkak münezzehdir. O sapıklar, bunları, haberlerin zâhirinden ve sûretinden almışlar, Selef-i sâlihînin de bu i'tikâd üzere olduklarını söylemişlerdir.

Selef-i sâlihînin i'tikâdını açıklamağı, haberlerden, ya'nî âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden nelere i'tikâd edilmesinin vâcib olduğunu beyân etmeği, hakkın meydâna çıkması için üzerindeki perdeyi kaldırmağı, bahs edilmesi lâzım olan ile, bahsi lâzım olmayan ve onlara dalmakdan el çekmek lâzım gelen mevzu'ları birbirinden ayırmağı irâde etdim. Allahü teâlâya yakınlaşma ümmîdi ile açık olan hakkı, doğrulukdan ayrılmadan, bir tarafı tutmadan, mezheb taassubu göstermeden, senin isteğine icâbet ediyorum. Gözetilmeğe en lâyık olan, hak olandır. Muhâfaza edilmeğe en lâyık olan da, sıdk [doğruluk] ve insâflı olmakdır. Allahü teâlâdan hakkı, doğruyu göstermek ve bu konuda muvaffak olmam için yardımını diliyorum. O kendisine hakîkî olarak düâ edenin düâsını kabûl eder.


Bu kitâbı üç bölüm olarak hâzırladım.


Birinci bölüm, teşbîhe, mahlûklara benzetmeğe götüren haberlerde, selef-i sâlihînin mezhebinin hakîkati beyânındadır.


İkinci bölüm, hak olan Selef-i sâlihîn mezhebi üzerine getirilen delîller bildirilmekde ve bu mezhebe muhâlif olanların bid'at sâhibi oldukları açıklanmakdadır.


Üçüncü bölüm, bu mevzû'da farklı ve fâideli fasllar ihtivâ etmekdedir.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Cihâd* demek, *Din ilmi*’ni, islâmiyet bilgilerini insanlara öğretmek, her yere *Yaymak*’dır. *İlim* olmazsa, *Din* olmaz kardeşim. İslâmiyet, *İlim* dînidir, *Bilmek* dînidir, bilmeden islâmiyet olmaz. 


Hem sonra cehâlet, *Mâzeret* değildir bizim dînimizde. Bilmemek *Özür* değildir. Âhiretde hiç kimse; *Ben bilmiyordum, bilseydim yapmazdım*, diyemiyecekdir. 


Îmânı *Kâmil* olanın, üç *Alâmet*’i vardır. Biri, hizmetçisiyle *Oturur*, onunla *Yemek* yer. İkincisi, fakîr fukarâyla *Sohbet* eder. Üçüncüsü, hanımıyla *İyi* geçinir. 

● ● ● 

*Müteferrik* olmak iyi değil. Ne demek müteferrik olmak? Yâni bir kimsenin *Üstâd*’ı varken, *Hoca*’sı varken, dînî veyâ dünyevî bir meseleyi, gidip *Ona buna* soruyor. 


Hâlbuki tam inandığı, güvendiği bir *Mürşid*’i var. Ona sormuyor da *Başka*’larına soruyor. Müteferrik olmak, bu demek. 


Bir zamanlar insanlar *Cennet*’i talep ediyorlardı. Allahü teâlâ da onlara, Cennete götürecek *Sebep*’leri yaratıyordu. 


Cennete gitmenin *Yol*’u da, bu *Büyük*’leri tanıyıp *Sevmek* ve yollarında *Gitmek*’dir. 


Daha sonra insanlar *Cennet*’i istemediler. Ne istediler? *Dünyâlık isteriz*, dediler. Allahü teâlâ da onlara *Dünya*’lık şeyler verdi. 


Bu sefer *Otoban*’lar, yüksek yüksek *Binâ*’lar, bir sürü imkânlar, saltanat, şatafat, teknoloji, hepsine *Sâhip* oldular. Ama *Mürşid*’leri yokdu, *Evliyâ* zâtlar yokdu. 


*Hayr* da Allahdan, *Şer* de Allahdan. Biz bâzı şeylere, *Hayr* diye dört elle sarılırız, ama sonu *Felâket* olur. Bâzı şeylerden de *Şer* diye kaçarız, hâlbuki o, bizim için *Hayr*’lıdır.