KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-M

 – M –

● Mâ-türîdiyye mezhebimizde, Allahü teâlânın mevcûd ve bir olmasını, akl sâhibi olan herkesin bulması lâzımdır. Dağda, çölde yaşayan ve puta tapanlar için, nazarı [düşünmeyi] terk etdiklerinden dolayı küfr hükm edilir [Cehenneme gideceklerdir]. 1/259. [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Allahü teâlânın mâsivâsı ki, âlem diye ismlendirilmişdir. Gerek unsurlar [elemanlar] ve gerek gökler, akllar ve gerek nefsler ve gerek elemanların basitleri ve gerek bileşik cismlerin hepsi, Hak sübhânehunun yaratması ile var olmuşlardır. Ve yoklukdan varlığa gelmişlerdir. Allahü teâlânın kadîm olması, herşeyden önce var olması, ancak Hak teâlâ için sâbitdir. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Mâsivânın mâhiyyeti hakkında meşâyıh-i kirâm üç nev’ söz söylemişlerdir. Birinci tâife; âlem, Hak sübhânehunun yaratması ile hâricde mevcûd ve onda kemâl sıfatlardan her ne var ise, Hak sübhânehunun yaratması iledir, derler.


Ve Hak sübhânehûyu âlemden ayrı olarak, tenzîh ederek, ancak mevleviyyet ve ubûdiyyet [rab olmak ve kul olmak] ve sâni’iyyet ve masnû’iyyet [yaratıcı ve yaratılan] olarak isbât ederler. Bu tâife, kendi sıfat ve olgunluklarını, ödünç alınmış elbise gibi bilirler. Bu tâife, kitâb ve sünnete muvâfık olarak, mümkinin mertebelerinin hepsini vâcibden ayrı kılıp, kendilerini yaratılmış kul bilirler. Kendilerini Hakkın zıllı bilmezler. İkinci tâife, âlemi Hak teâlânın zıllı bilirler. Ammâ, âlemin hâricde mevcûd olduğunu bilirler. Lâkin, zılliyyet yolu ile değildir. Asâlet yolu ile değildir. Bunların vücûdları, zıllin asl ile ayakda durması gibi Hak teâlânın varlığı ile varlıkdadır, derler. Bu tâife her ne kadar mümkinin derecelerini başlangıcdan ayrı görüp, yok bilirler. Ammâ, zılliyyet ve asâlet vâsıtasıyle bunların vücûdlarının artıklarından bir nesne kalmışdır. Üçüncü tâife, vahdet-i vücûda inanırlar. Ya’nî hâricde ancak bir mevcûd olup, o da Hak sübhânehudur, derler. Ve âlem için hâricde, ayrıca âlem yokdur, derler. Bu tâife de, her ne kadar, âlemi, Hak sübhânehûnun zıllıdir derlerse de, eşyânın zıllı mevcûdiyyeti, fekat his mertebesindedir. Hak sübhânehunun zâtını vücûb ve mümkin sıfatları ile vasflanmış bilirler. Ve iniş dereceleri isbât ederler. Ve herbir mertebede, hemen Allahü teâlânın zâtını, o mertebeye lâyık olan hükümlerle vasflandırırlar. Her ne kadar, bu tâife kavuşmuşlardır ve olgunlardır. Ammâ, sözleri halka ilhâd ve dalâleti gösterir [sevk eder]. Bu tâife, hârici, te’sîrlerin çeşidli olması karşısında, mecbûri olarak, eşyâ ilmen mevcûd derler. Ve görünen şeyler için, varlık ile yokluk arasında geçiddir derler. Vücûbun rengini vâcibde sâbit kılarlar [isbât ederler]. Bu üç tâifenin ilmlerinin ve ma’rifetlerinin farklı olmasına sebeb, farklı makâmların hâsıl olmasındaki farkdandır. Herbir makâmın başka ilmleri ve ma’rifetleri vardır. 1/160. [Mektûbât Tercemesi: 195.]


● Mâsivâya, akla gelen, vehme gelen ve görülen herşey dâhildir. 2/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 764.]


● Mâsivâ, başdan başa noksanlık ve şerlikdir. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Mâsivâya bağlılığın en şiddetlisi, kendi nefsine bağlılıkdır ki, her hayrı kendi nefsi için işler. Eğer çocuğunu severse, kendi için sever. Aynı şeklde mal, makâm muhabbeti de böyledir. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Mâsivâya bağlılık, kendi nefsine bağlılıkdır. Her belâ ki vardır, kendine bağlılığı olmakdan gelir. Kendinden kurtulunca, mâsivâ bağlılığından kurtulmuş olur. 1/154. [Mektûbât Tercemesi: 190.]


● Mâsivânın maksad, gâye olmaması lâzımdır. Zîrâ Hak sübhânehûnun gayrisinin maksâd olmasına izn verilirse, çok kerre, hevâ ve nefsânî istek ve arzûların yardımı ile, mahlûkun maksad olmasını Hak sübhânehûnun rızâsı üzerine tercîh edip, ebedî felâkete ulaşır. Bunun için, Allahü teâlâdan gayrısının maksûd olmasını nef’ etmek, îmânın kemâli için zarûrîdir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Mâsivâya bağlılıkdan kurtulmak için, Hak sübhânehûdan gayri şeyler, gönül üzerinde hâtırlanmıya. 2/77.


● Mü’mine haksız yere [olmadığı hâlde] küfr isnâd eden kendisi kâfir olur [kendine döner]. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Mü’minlerin dünyâda elem çekmesi, âhıret ni’metlerinin kıymetini bilmek içindir. Ve büyükler için, sevgilinin istediği belâları, kıymetlidir. Ve dünyâda mü’minler mihnet çekerse, dost düşmandan mütemeyyiz [ayrılmış] olur. Ve belâlar günâhlara keffâretdir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Günâhkâr mü’min îmândan çıkmaz. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Mü’mine eziyyet vermek harâmdır. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Dünyâ malından zararın giderilmesine ilâc, zekâtın ondan çıkarılmasıdır [Zekât vermekdir]. 1/165. [Mektûbât Tercemesi: 205.]


● Mâlikîde abdest a’zâsını ovmak farzdır. Elbet ovmalıdır. 1/286 [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Bir şeyin hepsi ele geçmezse, hepsini terk etmemelidir. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Mâverâ-ün-nehr âlimleri, bedenin islâhı ve bâtının [kalbin, rûhun] kurtuluşuna çok hizmet etdiler. 3/99.


● Mubâhın işlenmesi, vâcib işlerin yapılmasına mâni’ olursa, mubâh olmakdan çıkar. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Mubâhları zarûret mikdârı kullanmalı, o da kulluk vazîfelerini yerine getirmek için olmalıdır. 1/76. [Mektûbât Tercemesi: 121.]


● Mubâhların işlenmesinde geniş [müsâmahalı] davranmak, şübheli işlere götürür. Şübheli işler de harâma yakındır. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Mubâhlar dâiresi genişdir. 2/81. [Se’âdet-i Ebediyye: 96.]


● Mubâhları kullanmakda zarûret mikdârı ile iktifâ edilince [zarûret mikdârı azaltınca], keşf ve kerâmet dahî çok olur. 3/86. [Se’âdet-i Ebediyye: 748.]


● Mebde ve Me’âd risâlesinde, hakîkat-i Muhammedî makâmından yükselerek, hakîkat-i Kâ’beye ulaşıp ve onunla birleşip, hakîkat-i Ahmediyye nâmını alır, cümlesindeki hakîkat-i Kâ’beden murâd, hakîkat-i Kâ’be zıllerinden bir zıldir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Mebde-i te’ayyün. 3/114.


● Mebde-i te’ayyünler, bu dünyâdaki varlıkların hakîkatleridir. Âhıretdeki varlıkların mebde-i te’ayyünleri başka işlerdendir. 3/114.


● Her bid’at sâhibi ve sapık, kendi inandıklarının kitâba ve sünnete uygun olduğunu zan eder. Ve kendi yanlış idrâk ölçüsü ile, kitâb ve sünnetden yanlış ma’nâlar çıkarır. “O, bir çoğunu hidâyete kavuşdurur. Bir çoğunu da dalâlete sevk eder.” Âyet-i kerîme meâli. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Mübtedînin [yolun başlangıcında olanın] almış olduğu zikr, farzların ve sünnet-i müekkedelerin dışında yapılır. [Bunların dışında bu zikr yapılır.] 2/57.


● Mübtedî [yolun başlangıcında olan], hâlleri de yok etmelidir. 1/287.


● Mübtedî, erbâb-ı kulûbden [kalbler erbâbından] olmıyan kimsedir. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Mübtedî [başlangıcda olan] ve yolda olanlarda kendini zorlama ve çalışma vardır. Sona varan, kendini zorlamaz. Gaflet içinde iken huzûrdadır. [Beden gafletde, rûh huzûrdadır]. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Mübtedîye, simâ’ ve vecd, her ne kadar şartlarına uygun olsa da zararlıdır. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Mübtedî ve müntehî [başlangıcda ve sonda olan] cezbenin dış görünüşünde aynıdır. Ve görünüşde aşk ve muhabbetde müsâvîdirler. 2/80.


● Mübtedînin [başlangıcda olanın] cezbi, kalbe çeker. Müntehînin [sona varanın] cezbi rûha çeker. Kalbin cezbinde ve teveccühünde, nefsin ve rûhun teveccühleri de vardır. Ya’nî rûhun teveccühü, kalbin teveccühünde yerleşdirilmişdir. Fekat, mübtedîye hâsıl olan bu rûhun teveccühünde, rûh yok olmamışdır. Müntehîdeki teveccüh ise, rûhun fenâsından ve Hakkın varlığı ile bekâsından sonradır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Mübtedî [başlangıcda olan] ve yolda olanların hâtıraları zararlıdır [öldürücü zehrdir]. Sona varanların latîfelerinin bedenle alâkası ne kadar çok kesilirse, beden o kadar karanlığa yaklaşıp, bedende vesveseler ve hâtıralar çok olur. Bu hâtıralar latîfelerden değildir. 1/182. [Mektûbât Tercemesi: 221.]


● Kemâle ermiş olan mübtedînin rûhuna, nihâyetden aks yolu ile bir nûr vermişlerdir. Mübtedînin zâhiri bâtınına bağlı ve zâhiri ile bâtını arasında sıkı bir bağlılık olduğu için, rûhundaki nûr, zâhirine sirâyet eder. Ve kavuşma zevki onun zâhirinde hâsıl olur [ortaya çıkar]. 2/43.


● Mübtedî önünde perdeler vardır. Müntehîde perdeler kalkmışdır. 1/99. [Mektûbât Tercemesi: 148.]


● Müteşâbihâtın te’vîlinin açıklanması mürselîne [kendisine kitâb gönderilen Peygamberlere] mahsûsdur. 2/54.


● Kur’ân-ı kerîmin müteşâbihâtında emniyyetli yol budur ki, ona îmân edip ve ma’nâsını Hak sübhânehûya bırakalım. Allahü teâlânın öyle sırlarıdır ki, kulları içinde, seçilmişlerin seçilmişlerine açıklamış, rumûz ve işâret ile, diğerlerinden [uygun olmıyanlardan] örtmüş [gizlemiş]dir. Her kime ki, bu mu’ammânın sırrı açıldı ise, açıklanmasına cesâret eylememişdir. 1/310. [Mektûbât Tercemesi: 495.]


● Mutasavvıf câhiller [ham sofular], sapıklar, kendilerini ahkâm-ı islâmiyyenin mükellefiyyâtından kurtulmuş sanırlar. Ahkâm-ı islâmiyye başkaları için [câhiller için]dir derler. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Mütenâfî, ya’nî zıd olan iki şeyin bir arada bulunmaması, aynı zemânda bir arada bulunamazlar demekdir. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Mücâhid buyurdu ki, sabâh ve akşam tevbe etmiyen kimse, zâlimlerdendir. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Müctehidi taklîd eden mukallidler, hatâsında dahî sevâba nâil olurlar. Keşf ehlinin hatâsı afv olunur ise de, bunlara uyanlar afv olunmaz. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Büyük müctehidler, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” yakın zemânda oldukları ve ilmleri ve takvâları ve vera’ları çok olduğu için, hadîs-i şerîfleri biz câhillerden [uzak düşmüşlerden] dahâ iyi bilirler, anlarlar. Ve onların sahîh oluşunu ve gayri sahîh oluşunu, nesh edilip-edilmediğini bizden dahâ iyi bilirler. 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● Müctehidin, ictihâd edilecek konularda, diğer müctehidleri ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâd ve re’yini taklîd etmesi yasakdır. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Müctehidlerin hatâsına dahî sevâb vardır.


Onların hatâsını taklîd dahî kurtuluş vesîlesidir. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Müceddid-i elf-i sânî bu ümmetin sonuna mensûbdur. (Bu ümmetin en iyileri öncekileri ve sonrakileridir, hadîsdir). Ve örtülü kalmış bulunan, nübüvvet kemâlâtına kavuşmuşlardır. 2/3.


● Müceddid-i elf-i sânî, Abdülkâdir-i Geylânînin vekîlidir. 3/124.


● Müceddid odur ki, zemânında aktâb ve evtâd ve bütün ümmete feyzler, onun vâsıtası ile vâsıl olur. 2/4.


● Meczûb. 3/100.


● “Mecmû’a-i Hânî”, tavsiyeye şâyan fârisî bir fıkh kitâbıdır. 1/193. [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Muhabbet, sevgiliye itâ’at etmeği îcâb eder. Muhabbet en yüksek seviyeye çıkınca, itâ’at da tâm hâsıl olur. 2/78.


● Muhabbet, hüzn ve derdin menşe’idir. Muhabbet bağı ortaya çıkınca, sevgili de seven gibi çâresiz bağlanır. 3/88.


● Muhabbet dostluğun üstündedir. 3/94.


● Muhabbet-i zâtiyyeye alâmet, sevgilinin ni’met ve dert ve belâlarının müsâvî olmasıdır. 2/75. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Muhabbetin kemâli, ikiliğin kalkmasıdır. Ve seven ile sevilenin ittihâdıdır. [Muhib, ma’şûka kavuşur]. 3/88.


● Muhabbete müdâhene [ikiyüzlülük] sığmaz. 1/165. [Mektûbât Tercemesi: 205.]


● Sevgiliden gelen elemler de sevgilidir. 3/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 425.]


● Sevgilinin elemleri, imâm-ı Rabbânî indinde, ni’metlerden dahâ çok lezzet verir. Zîrâ, dert ve elemlerden lezzet, kendi nefsinin ve murâdının isteğinden uzakdır. 2/33. [Se’âdet-i Ebediyye: 716.]


● Mahbûbları [sevgilileri] bir mahalle kavuşdururlar ki, dostlar o makâmdan geri kalmışlardır.


Meğer ki, sevgililere tâbi’ olurlarsa, onlar da o makâmlara kavuşurlar. 3/88.


● Mahbûbiyyet yolunda, cezbe sülûkden önce olur. 1/9.


● Muhık ile mübtılin [hak yolda olan ile bâtıl yolda olanın] arasındaki fark, Peygambere tâbi’ olmakdır. 2/95.


● Muhkemât [Açık bildirilmiş olan ahkâm] Kitâbullahın anası ise de, netîcesi müteşâbihâtdır ki, o da maksadlardır. 2/18.


● Muhammed Bâkîbillâhın mezârı Delhîdedir. 1/291. [Mektûbât Tercemesi: 458.]


● Muhammed Pârisâ, “Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanınız,” ma’nâsını açıklarken buyurdu ki, sâlik nefsine hâkim olur [kontrolüne alır]. Hak sözü kabûl edip, kendi ayblarını görüp, başkalarının kemâl hâlini görür ve terk edilmiş sünnetlerin ihyâsına çalışmak ile bid’atleri men’ ederse, Hak teâlânın Melik [her şeye hâkim], semi’ [işitmek], basîr [görmek], muhyî [diriltmek], mümit [öldürmek] sıfatları ile sıfatlanmış olur. Câhiller hayâl ederler ki, Velî, ölmüş cesedi canlandırır ve gayb olmuş eşyânın keşfi ve bunların emsâli şeyleri bilirler. Bunlar bozuk düşüncelerdir. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Muhammed Pârisâ “Füsûl-i sitte” de buyurdular ki, Îsâ aleyhisselâm semâdan inince, Hanefî mezhebi üzere amel edecekdir. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Muhammed Pârisâ buyurdu ki, çok kimse, ölmüş cesedin canlandırılmasına i’tibâr eder. Ehlullah [Allah adamları], ölü kalbleri diriltir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Muhammed Sâdık. 1/260, 1/306, 2/22.


● Muhammed Sa’îdin menkıbe ve fazîletleri beyânındadır. 1/235. [Mektûbât Tercemesi: 294.]


● Muhammed Ma’sûm, yirmibeş yaşında kayyûmiyyet ile rütbelendirilmişdir. [Kayyûmiyyet makâmına getirilmişdir]. 3/104.


● Şeyh Muhammed Sâdık, imâm-ı Rabbânînin mahdûmlarıdır. 1/306. [Mektûbât Tercemesi: 490.]


● Şeyh Muhammed Sâdıkın fazîleti. 1/290, 2/22.


● Muhammed Abdüllah, imâm-ı Rabbânînin oğludur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Muhammed Zâhid, Mevlânâ Derviş Muhammedin pîri ve annesinin kardeşidir [dayısıdır]. 1/180. [Mektûbât Tercemesi: 219.]


● Mihnet ve sıkıntıya katlanmak, muhabbetin îcâblarındandır. [Muhabbet sâhiblerine lâzımdır]. 1/140. [Mektûbât Tercemesi: 181.]


● Muhyiddîn-i Arabî, son gelen ehl-i tesavvufun uydukları imâmdır. 3/89.


● Muhyiddîn-i Arabî, her gece, işlerini ve hâtırına gelen niyyetlerini hesâb ederek, sevâblarına şükr, günâhlarına tevbe ederdi. 1/309. [Mektûbât Tercemesi: 494.]


● Muhyiddîn-i Arabîyi red edenler, tehlükededir. Onu hatâları ile kabûl edenler dahî tehlükededir. Şeyhi kabûl edeler ve hatâlarını [yanlış sözlerini] kabûl etmiyeler. 3/79.


● Muhyiddîn-i Arabî buyuruyor ki, kerâmeti çok olanlar, son nefeslerinde, bu kerâmetlerin açığa çıkmasından pişmân olurlar. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde varlıkların mâhiyyeti, Hak teâlânın ilmindeki, ayrı-ayrı tafsîlâtlı kemâlâtdır [olgunluklardır]. 3/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 947.]


● Muhyiddîn-i Arabînin, büyük dedeleri ki, ölümünden kırkbin seneden çok geçmişdir. Dedelerinin latîfelerinden görülen, âlem-i misâlde bir latîfe idi ki, Şeyh zemânında âlem-i şehâdetde mevcûd olmuşdu. Ve beytullahı [Kâ’beyi] evvelce âlem-i misâlde ziyâret etmişdi. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Muhyiddîn-i Arabîye göre şeytân, Medîne-i münevverede medfûn olan o Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” kendi, hakîkî şekline giremez.


Başka sûretlerde de Resûlullah olarak görünemez diyenleri kabûl etmiyor. [Hakîkî sûretini uykuda teşhis zordur]. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Muhyiddîn-i Arabîye göre, dört halîfenin hilâfetleri sırası, ömrleri müddetine göredir. Bu kelâm hilâfetlerinde eşid olmalarına delâlet eylemez. Emr-i hilâfet başka, efdal olmak bahsi başkadır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde küfr ve günâhları, Allahü teâlânın “Mudıl” ismi beğenmekdedir. Bu söz hak ehline muhâlifdir [ya’nî yanlışdır]. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muhyiddîn-i Arabîye göre, islâm ve küfr [kâfir] cümlenin meâli rahmetdir [gideceği yer rahmetdir] deyip ve Hakkın va’dinin hilâfi câizdir, der. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muhyiddîn-i Arabî hiçbir şey’i aslında kötü ve çirkin bilmez. Hattâ küfr ve dalâlet, îmâna göre kötü sayılır, der. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Muhyiddîn-i Arabî, Hak sübhânehûyu mecbûr zân ediyor. [Sözlerinden öyle anlaşılıyor]. Çok âlimlere muhâlifdir. Fekat, hatâları; keşfî ve ictihâdî olduğundan ma’zûrdur. Ba’zı tâife, şeyhi kötüleyip, dil uzatır. İlmlerini hatâlı görür. Ba’zı tâife de onun bütün ilmlerini doğru bilirler. Bunlar ifrât ve tefrîtdir [fazla ve azdır]. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde, Nebînin vilâyeti, kendi nübüvvetinden efdaldir. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde, âhıretdeki rü’yet, tecellî-i sûrîden ibâretdir. Bu telakkî [görüş] rü’yeti inkârdır. 3/90. [Se’âdet-i Ebediyye: 927.]


● Muhyiddîn-i Arabî ve ona tâbi’ olanlar, Hak teâlâya zâtî ihâta ve yakınlık ve zâtî berâberlik isbât ediyorlar. 3/80.


● Muhyiddîn-i Arabî, vahdet-i vücûda inanıp, mümkinin varlığı, aynı Allahü teâlânın varlığıdır, demişdir. 3/74.


● Muhyiddîn-i Arabî ve tâbi’leri, sıfata ayn-i zatdır, dediler. 1/310. [Mektûbât Tercemesi: 495.]


● Muhyiddîn-i Arabî, Fütûhât-i Mekkiyye’sinde, “Cem’i Muhammedî [Muhammed aleyhisselâmın kemâlâtı], Cem’i ilâhîden genişdir. Zîrâ, ilâhî hakîkatlar ve mahlûkların hakîkatları bir aradadır, diyor. Bilmez ki, orada ancak, ülûhiyyet mertebesinin zıllerinden, görüntülerinden bir zıl vardır. O mukaddes mertebeye göre, Cem’i Muhammedînin hiç mikdârı yokdur. [Onun yanında hiç kalır.] 2/71.


● Muhyiddîn-i Arabî, hâtemünnübüvve [son Peygamber], ba’zı ilm ve ma’rifetleri, Evliyânın sonuncusundan alır, demişdir. Ve kendini vilâyet-i Muhammedînin sonu bilir. Bu sözün te’vîli, Pâdişâhın hazînedârlarından birşey alması gibidir. 3/77. [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Muhlislerin kusûrları afv olunur. 1/239. [Mektûbât Tercemesi: 290.]


● Mezheb taklîdi lâzımdır. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Mir’ât-i kâinâtda [kâinât aynasında], görülen cemâl değil, cemâlin zılleridir. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Murâdiyyet [istenilmiş olmak] cezbenin önce olmasıdır. 3/118.


● Murâdiyyet eshâbını [Murâdlar yolunun yolcularını], şeyhin aracılığı olmadan cezb edip, işini bitirirler. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Murâdlar yoluna, ictibâ yolu derler. 3/118.


● Murâkabe-i zât, Nakşibendiyye yolunda kıymeti yokdur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● “El-mer’ü me’a men ehabbe” [Kişi sevdiği ile berâber olur] hadîs-i şerîfi, hicrân ateşi ile yananlara tesellî vermekdedir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Maraz-ı zâhirî [bedenî hastalık], iş görmeği gücleşdirdiği gibi, kalb hastalığı da, ibâdet yapmağı gücleşdirir. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Maraz-ı kalbîye [kalb hastalığına] tutulmuş olanın hiçbir ibâdet ve tâ’atı makbûl değildir. Belki zararlıdır. 1/105. [Mektûbât Tercemesi: 156.]


● Maraz-ı kalbî [kalb hastalığı], Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına, kalbin tâm inanmamasından ibâretdir. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Müstehab, Hak teâlâyı dost eder ve rızâ-yı ilâhîye vesîledir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Mesh-i serde [başın mesh edilmesinde], kulak ve ensenin mesh edilmesinde ihtiyâtlı hareket etmek lâzımdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Müskirâtdan [ve uyuşturucudan] kaçınmak lâzımdır. Ve hepsini dahî hamr [şerâb] gibi harâm ve müstenker kabûl ve i’tikâd edeler. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Meşâyıhin rûhlarından istifâde etmeğe ve onların yardımına mağrur olmıyalar [aldanmıyalar] ki, o görünenler, kendi şeyhinin latîfeleridir ki, o sûretlerde görünmüşdür. Değişik şeylere bağlanmak, hüsrâna mûcibdir. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Meşâyıhin ekserîsi rûh ve sırdan haber verdi. Az kimse, hafîden haber vermişdir. 1/294. [Mektûbât Tercemesi: 468.]


● Müşrik o kimsedir ki, Hak teâlânın gayrinin ibâdetine tutulmuşdur. [Mahlûkâta ibâdet eden müşrikdir]. Eğerçi vücûb-i vücûdda ortağı yok, derse de. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Müşrikler necs-i ayn değildir. [Müşriklerin bedenleri necs değildir]. Onların necâsetleri, i’tikâdlarının pisliğidir. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Mudga (yürek). 3/65.


● Mudga sol cânibde [sol tarafda] bulunmakdadır ki, âlem-i halkdandır. 2/21.


● Mat’ûmât-i lezîze [lezîz yiyecekler] ve melbûsât-ı nefîse [nefîs giyecekler] kullanırken, nefsin arzûlarını düşünmemek gerekir. 1/70. [Mektûbât Tercemesi: 108.]


● Matlûb tarafından bildirilmeden, her ne ki kendi tarafından söylerse, kendinden söylemiş olur. Bu sûretle her ne ki matlûbu medh etse, kendini medh etmiş olur. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Mezâhir-i cemîleye [güzel görünenlere] istiyerek ve tekrâr bakmak câiz değildir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Mezâhîr-i cemîleden [güzel görünenlerden] olan haz ve lezzet ve babanın oğlu ile ve kardeşin kardeş ile ülfeti hılletdendir [dostlukdandır]. Muhabbet başkadır. 3/88.


● Me’âsînin [günâhların] ve ahkâm-ı ilâhiyyeye bağlanmamanın [günâhların] zulmeti, insanın îmân nûrunu selâmete erdirmez [îmân nûrunu söndürür]. 1/96. [Mektûbât Tercemesi: 143.]


● “El-mualecetü bil iddâd.” “Ya’nî zıddı ile ilâc eylemek lâzımdır.” 2/53. [Se’âdet-i Ebediyye: 429.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın vâlidesi Hind “radıyallahü anhâ”nın fazîleti. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh” ve onun ile berâber olan Eshâb-ı kirâm hatâda idiler. Fekat, hatâ ictihâdî idi. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın atının burnuna giren toz, Ömer ibni Abdül’azîzden efdaldir. 1/66. [Mektûbât Tercemesi: 138.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh” hakkında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hayrlı düâ etmişdir. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın hatâsı, Veysel Karnî ve Ömer Mervânînin sevâbından hayrlıdır. 1/120. [Mektûbât Tercemesi: 208.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın hilâfeti, Alî “radıyallahü anh” zemânında hakîkî değil idi. Ondan sonra, âdil imâm oldu. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ma’bûd, maksûd [gâye, kavuşulmak istenen] ma’nâsınadır ki, ona kavuşmak için her dürlü zillet ve aşağılanmak îcâb etdirir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Mu’cize-i Kur’âniyye [Kur’ân-ı kerîmin mu’cizesi], diğer mu’cizelerden kuvvetli ve devâmlıdır. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Mu’cizeye tâlib olan, kâfirler ve inkâr ehlidir. Hiçbir mü’min mu’cize taleb etmemişdir. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Mi’râcda, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” imkân dâiresinden çıkarak, ezelî ve ebedî bir ânda gördü. 1/283. [Mektûbât Tercemesi: 413.]


● Ma’rifetin ma’nâsı. 3/91.


● Ma’rifet, ilmin ötesi olup, buna, (idrâk-i basît) de derler. 1/38. [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Ma’rifet-i eşyâ [eşyâyı bilmek] yalnız kalbe has değildir. Kalb fânî olunca, zâhir yine bilmekdedir (âlimdir) 3/94.


● Ma’rifetin sûreti ve bunun îmânda mu’teber olduğu. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ma’rifet-i Hüdâ [Allahü teâlâyı tanımak] şu kimseye harâm olsun ki, kendini frenk kâfirinden üstün bile. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Ma’rifet-i Hüdâ [Allahü teâlâyı bilmek] celle sultânühu, şu kimseye harâmdır ki, onun bâtınında [kalbinde, rûhunda], bir zerre dünyâ muhabbeti ola. 2/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 745.]


● Ma’rifet-i Hüdâ [Allahü teâlâyı tanımak]dan âciz olduğunu idrâk etmek, yükselme mertebelerinin sonudur. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ma’rifet-i Hüdânın [Allahü teâlâyı tanımanın] vâcib olması, zât ve sıfatı tanıma konusunda islâmiyyetde bildirilenlere âiddir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ma’rifet-i sôfiyye [sôfiyyenin tanıması] mu’teber ve hakîkî îmâna kavuşmağa sebebdir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Mu’avvizeteyn tekrârı, elemin def’i için ganîmetdir. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Ma’kûlâtda [akla dâir şeylerde, düşüncelerde], vehmden gelecek ihtilâfdan emîn olunmaz. Rü’yetde [görmekde] ise, kalbin itmînânı mevcûddur. 3/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Mukarrebler, Allahü teâlâdan gayri bir şey istemezler. Cenneti, Onun râzı olduğu yer olduğu için isterler. 1/35. [Mektûbât Tercemesi: 62.]


● Mukallidler, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfden kendi anladıklarına uymayıp, müctehidlerin anladıklarına uyalar. [Bunun için, tefsîr kitâblarını okumamalı, dört mezhebden birine uymalıdır. Müctehidlere uymak lâzımdır.] 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● Mükâşefe [keşf etmek], sıfat mertebesinde hâsıl olan hâle derler. 3/120.


● Mektûbâtın mütâle’asını lâzım bileler ki, fâidelidir. 1/237. [Mektûbât Tercemesi: 296.]


● Bir mekrûh ki, mubâh mukâbili ola, tahrîmî mekrûhdur. Yatsıyı gece yarısına te’hir etmek gibi. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Mekrûhdan kaçınmak ve bir edebe riâyet; zikr, fikr ve murâkabeden efdaldir; dahâ fâidelidir. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Melekler, aslı görenler, asla teveccüh etmiş olanlar [asla bağlanmış olanlar]dır. Onlar hakkında zıllıyyet şübhesi yokdur. 2/12.


● Melekler, Hak teâlânın kullarıdır. Hatâ ve yanılmakdan korunmuşlardır. Yemek ve içmekden uzak, kadın ve koca [erkek-dişi] olmakdan uzakdırlar. Ba’zıları risâlet ile seçilmişlerdir. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Melekler, imkân dâiresindedirler. Mahlûkdurlar. [Nasıl oldukları bilinirler.] 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Meleklerin ba’zısı, ateş ile kardan yaratılmışlardır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Meleklerin hakîkatleri, İsrâfil aleyhisselâmın hakîkatından meydâna gelmişdir. 3/122.


● Melâike-i illiyyîn ki [yüksek melekler ki], Allahü teâlâya yakın olanlardır. Onların dahî te’ayyünâtının başlangıcı, te’ayyün-i vücûdîdir. 3/114.


● Melâhat, güzellik için güyâ bir merkezdir. Sabâhat, o merkezin dâiresidir. 3/94.


● Melâhat, sabâhatın üstüdür. Melâhate kavuşmak, sabâhat derecelerini kat etdikden sonra ortaya çıkar. 3/94.


● Memlehaya [tuz içine] düşen insan, tuz olup, alış-verişi câiz olur. 3/53.


● Mümkinin [yaratılanın] vâcib-i teâlâdan nasîbi, ayrılıkdan harâb ve bîtab düşmek, anlıyamamak ve hayretdir. 3/80.


● Mümkinâtın yaratılmasına sebeb, sevgidir. 3/88.


● Mümkinât [yaratılanlar] her şer ve fesâdın kaynağıdır. 2/98 [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Mümkinâtı üç kısma taksîm eylemişlerdir. Âlem-i ervâh, âlem-i misâl, âlem-i ecsâd [madde âlemi]dır. Âlem-i misâle berzah [geçid] derler ki, âlem-i ervâhla, âlem-i ecsâd arasındadır. Âlem-i ervâh ve ecsâdın ma’nâları ve hakîkatları, âlem-i misâlde, latîfelerin sûretleri ile ortaya çıkar. Âlem-i misâl, hadd-i zâtında sûretleri ve şeklleri ihtivâ etmez. Sûret ve şekl ona, diğer âlemden aks etmişdir. Âlem-i ervâh, âlem-i misâlin üstüdür. Rûh, âlem-i misâle gitmez. Âlem-i misâl, görmek içindir. Olmak için değildir. Var olma yeri âlem-i ervâh ve ecsâddır. [Rûh âlemi ve madde âlemidir]. 3/31 [Se’âdet-i Ebediyye: 87.]


● Mümkinin yaratılmış olmasının alâmeti, ihtiyâc sâhibi olmasıdır. 3/64.


● Mümkin, kendi parçaları ile mümkindir. Ve kendi sûreti ve hakîkati ile mümkindir. Te’ayyün-i vücûbî mümkinde niçin olur. Mümkinin hakîkati gerekdir ki, mümkin ola. Mümkin, Vâcib teâlânın mahlûkudur. Ve ol dahî mümkinin Hâlıkıdır. 3/122.


● Mümkin, kendine yönelmiş ve Allahü teâlâdan yüz çevirmiş iken, yine kendi aslına muhabbeti ve meyl-i tabî’îsi vardır. Kendini bilsin ve gerek bilmesin. Belki kendine olan muhabbeti, hemen fil-hakîka kendi aslı ile alâkalıdır. Çünki, muhabbete teâlluk eden güzellik ve kemâl, asldan gelmekdedir. Kendinde adem (yokluk) ve çirkinlikden gayri yokdur ki, muhabbet olsun. [Ya’nî muhabbet yokdur.] 3/80.


● Mümkinin güzellik ve iyiliği, Allahü teâlânın yüksek mertebesinden zıl yolu ile gelmişdir. Mümkinin zâtı [kendisi], onun sâdece şer olan adem-i zâtîsi [yokluğu] vâsıtası ile çirkinlik ve noksanlıkdır. Mümkinin güzellik ve iyiliği her ne kadar vücûddan gelmişdir. Ammâ, yokluk aynasında görülmekle, ayna hükmünü almış ve kötülükden hisse almışdır. Ve noksanlık kazanmışdır. Mümkin, aslı [zâtı] çirkin olduğu için, bu güzellikden aldığı lezzet kadar, hâlis güzellikden lezzet alamaz. Çöpçüye kötü kokudan hâsıl olan lezzet, iyi kokudan hâsıl olmaz. 3/98 [Se’âdet-i Ebediyye: 755.]


● Mümkin-i fakîr [muhtâç olan mümkin], Vâcib-i teâlâya ayna olması mümkin değildir. Belki Vâcib-i teâlâ, mümkine aynadır. 3/122.


● Mümkinâtın hepsi, gerek asl ve değişen sıfatlar olsun ve gerekse âlemler ve akllar, var olmakda ve varlıkda kalmakda Hak sübhânehuya muhtâcdır. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Mümkinler [yaratılanlar] zât sâhibi değildir ki, sıfat o zât ile varlıkda ola. Bütün varlıkları [yaratılanları] varlıkda durduran Allahü teâlânın zâtıdır. 2/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 966.]


● Mümkinâtın [yaratılmışların] yaratılmasından maksad, onlara, ni’met vermek ve ihsânda bulunmakdır. Yoksa, onların vâsıtası ile, ismlerin ve sıfatların kemâlâtı hâsıl olmaz. İsmler ve sıfatlar kendi kendine kâmildir. Hiçbir zuhûr ve mazhara [görüntüye ve birşeyde bunları göstermeğe] ihtiyâcları yokdur. Bütün kemâlât Hak teâlâda vardır. Kuvveden fi’le çıkacak değildir ki, onun meydâna gelmesi bir emre bağlı ola. Görmek ve görünmek kendinden kendine olur. Bilen ve bilinen ve söyliyen ve işiten kendidir. Bütün kemâlât, o makâmda nasıldır denilemez, anlaşılamaz. Ünvânı ile ayırd olunurlar. O makâmda, hem icmâl, hem tafsîl vardır. 3/114.


● Mümkinlerin hakîkatleri İmâm-ı Rabbânî indinde, Allahü teâlânın “celle sültânüha” ilminde mufassalan [teferruatlı ve geniş olarak] bilinen yokluklar olup, ilm hânesinde açıklanan, Allahü teâlânın ism ve sıfatları bu yoklukların ba’zısında yansımışdır. 3/50.


● Mümkinât [yaratılanlar], ismlerin ve sıfatların zıllerinin görünüşleridir [aynasıdır]. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Mümkinlerin zıller olması, yolculuk esnâsındaki sâlikler içindir. Kavuşanlar için, zılli ilâhî yokdur. 3/122.


● Mümkinler, Allahü teâlânın ism ve sıfatlarının aynasıdır [yansıtmakdadır]. Allahü teâlânın zâtını göstermezler. 3/89.


● Mümkinler, sıfatın zıllıdir. Şu’ûnların zıllı değildir. 3/26.


● Mümkinler, ismlerin ve sıfatların kemâlâtının, vehm ve his mertebesinde görünmesidir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Mümkinler, Allahü teâlânın ilmindeki hakîkatlerine uygun olarak, dışarıda görülmekdedirler. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Mümkinler, ya’nî mahlûklar, beş latîfenin âlem-i emrdeki asllarının sonuna kadardır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Bir kimse bir günâh işler, sonra pişmân olursa, bu pişmânlığı, günâhına keffâret olur. Ya’nî afvına sebeb olur. Hadîs-i şerîf. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Men arefe nefsehu, fekad arefe rabbehû hadîs-i şerîfinin ma’nâsı [Kendini tanıyan, Rabbini tanır]. Bir kimse kendi hakîkatini, şerirlik [kötülük]ler ve zıdlık ile berâber bilip, her hayr ve kemâli, Allahü teâlâdan gelmiş [Ona âid] bilince, çâresiz, Allahü teâlâyı hayr ve kemâli ile bilmiş olur. 3/66.


● Men dakka bâbel kerîmi infeteha [Kerîmlerin kapısı çalınınca açılır]. 1/232. [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Men yüti’irrasûle fekad etâ’allahe. [Kim Resûline itâ’at ederse, Allahü teâlâya itâ’at eder.] Nisâ Sûresi 80. âyet-i kerîmesinin îzâhı 1/152. [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Men arafellahe kelle lisânühü. [Allahü teâlâyı tanıyanın dili söylemez olur.] 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Kur’ân-ı kerîmi kendi görüşüne göre tefsîr eden kâfir olur. [Tefsîr ilminden haberi olmıyanlar ve islâm düşmanları, tefsîr kitâbları yazıp, yaldızlı cildlerle satıyorlar. Bunlara aldanmamalı, dört mezhebden birinin ilmi-hâl kitâblarını okumalıdır.] 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Saçını, sakalını müslimân olarak ağartan afv olunur. “Hadîs-i şerîf.” 1/88. [Mektûbât Tercemesi: 137.]


● Men senne sünneten haseneten felehu ecrühâ ve ecrü men amilebihâ. [Bir kimse, islâmda sünnet-i hasene meydâna çıkarırsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâbına kavuşur.] “Hadîs-i şerîf” 2/57.


● Zengine zenginliği için alçaklık gösterenin dîninin üçde ikisi gider. “Hadîs-i şerîf.” 1/138. [Mektûbât Tercemesi: 180.]


● Eshâb-ı kirâma dil uzatanlara, onları söğenlere Allahın, meleklerin ve insanların la’neti olsun. “Hadîs-i şerîf” 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● (Ve minennâsi men-yeşterî lehvel hadîsi) âyet-i kerîmesi, tegannînin yasaklığı hakkında nâzil olmuşdur. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Münâfık günâhına kanâ’at edendir. Îmânın sûreti onu azâbdan kurtarmaz. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Münâfık, inkârını kalbi ile yaparak, nemâzın sûretini yerine getirir. 2/54.


● Müntehînin mahlûkların sonuna kadar urûcu [yükselmesi], ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine yapışmak ile olur. Ondan sonra vücûb mertebelerinde seyr [ilerleme] ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine ve hakîkatine birlikde uymakla olup, bu iş [mu’âmele] ilm şânına kadar varır ki [yükselir ki], burası, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde’i te’ayyünüdür. Bundan sonra ilerlenirse, ahkâm-ı islâmiyyenin içi de dışı da yolda kalır. Ârif, şân-ı hayâtda yükselir. Bu şân matlûbun mukaddemesidir. [İstenilenin başlangıcıdır]. [Maksadın kapısı gibidir.] Bu mertebede ârif, kendini ahkâm-ı islâmiyyeden dışarıda bulur. Allahü teâlâ koruduğu için, ahkâm-ı islâmiyyenin inceliklerinden bir inceliği kaçırmaz. Bu büyük ni’mete kavuşmakla şereflenenler, çok az, hem de pek çok azdır. 1/172. [Mektûbât Tercemesi: 213.]


● Müntehînin rücû’da [geri inişde] zâhiri ve bâtını mahlûklara döner. Fekat mahlûklara bağlanmaz. Halka dönmekle, kalkmış olan perdeler geri gelmez. Yükselirken zâhiri halkla, bâtını hak iledir. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● Müntehînin bâtınında [kalbinde, rûhunda], hem vüsûl, hem de zevk-i vüsûl vardır. 2/43.


● Ni’met verene şükr, ni’mete kavuşan üzerine aklen ve dînen vâcibdir. Şükrün derecesi gelen ni’mete göre olur. Allahü teâlânın ni’metlerine şükr, evvelâ: Ehl-i sünnet i’tikâdına göre i’tikâdı düzeltmek, ikinci olarak: Ahkâm-ı islâmiyyeyi ehl-i sünnet âlimlerinin ilmihâl kitâblarından öğrenip, bunlara uymak, üçüncü olarak: Ehl-i sünnet olan sofiyyenin yolunda kalbi ve nefsi temizlemekdir. Bu son kısm şart değildir, fâidesi büyükdür. İslâmın aslı, ilk iki şarta bağlı ve islâmın kemâli üçüncü şarta bağlıdır. 1/71. [Mektûbât Tercemesi: 109.]


● Münker ve Nekîrin kabrde mü’minlere ve kâfirlere süâli hakdır. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Nübüvveti inkâr edenler, îmân ile şereflenememişlerdir. Ve Enbiyâdan başka bir kimse, bu kelimeyi [tevhîdi] söylememişdir. Nübüvveti inkâr edenler, eğer, Allahü teâlâ vardır, derler ammâ, yâ islâmı taklîd ederler veyâ vücûb-ı vücûdda vâhid bilirler. [Var olan vâcibi bir bilirler.] İbâdete hakkı olmakda vahdâniyyeti inkâr ederler. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Nikâhlı kadından dört adedi ve câriyeden her ne kadar taleb ederse, mubâh kılınmışdır. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Ölüm mü’mini sevgiliye kavuşduran bir köprüdür. 2/12.


● Mûsâ aleyhisselâm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında olsaydı, Ona uymakdan gayri başka şey yapmazdı. 1/249. [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Mûsâ bin İmrân, yâ Rabbî, ziyâde azîz kimdir, dedikde, gücü yeter iken, düşmanını afv edendir, buyuruldu. 1/98. [Mektûbât Tercemesi: 146.]


● Mûsâ aleyhisselâm, Îsâ aleyhisselâmdan dahâ şanlıdır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâyı görmek istedikde, (Sen beni göremezsin) cevâbını alınca, bu isteğinden vazgeçdi. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Şarkı söylemek, ilâhî, kasîde ve tegannî ile mevlid ve Kur’ân-ı kerîm okumak ve dinlemek, bizim tarîkatımızda yasakdır. 1/266 sonunda, 3/73. [Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidi tegannî etmeden okumak lâzımdır. Çok sevâb olur.]


● Mehdî hakkında, şeyh ibni Hacer bir risâle yazmışdır. Alâmeti ikiyüze bâlig olur [ulaşır]. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Mehdî aleyhirrahme nübüvvet yolu ile vâsıl olmuş, kavuşmuşdur. 3/124.


● Mehdînin “aleyhirrahme” hakîkati, sıfat-ül-ilmdir [ilm sıfatıdır]. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Mehdî aleyhirrahme gelecek. Ve başı üzerinde bir bulut bulunacakdır. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Mehdînin babasının ismi Abdüllahdır ve Eshâb-ı Kehf arkadaşı olacakdır. “Hadîs-i şerîf.” 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Mehdînin gelişi, yüzyıl başında olacakdır. Dahâ evvel doğuda, kuyruklu yıldız görülecekdir. 2/68, 1/209. [Se’âdet-i Ebediyye: 398, Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Meyyit boğulmak üzere olan kimse gibidir. Babasından, anasından ve kardeşinden ve arkadaşından, kendisine gelecek olan bir düâya muhtâcdır, beklemekdedir. 1/278. [Mektûbât Tercemesi: 409.]


● Mîzân Hakdır. Ve bu mîzân dünyâ mîzânına muhâlif olup, kefesi yükselir ise ağırdır. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Meyl-i tabî’î [içgüdü] ve taleb [istek] farklıdır. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Ma’rifetullahın meydâna gelmesi [hâsıl olması], mâsivânın temâmına muhabbetden kalbin kesilmesine, âzâd olmasına [kurtulmasına] bağlıdır. Bir kalbde, iki zıd şeyin sevgisi bir arada olmaz. 3/37.


● Bir farzın terkine veyâ bir harâm ve yasağın yapılmasına sebeb olan nâfile ibâdet, mâlâya’nîye dâhildir. 1/123

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-L

 – L –

● Li îlâfi okumak, korkulu yerlerde ve düşman istîlâ etdiği zemânlarda, emniyyet ve refâh için tecribe edilmişdir. En az hergün ve gecede onbir kerre okuyalar. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Kıymetli elbise giymekde, ibâdet ve nemâzı edâ etmek için zînetlenme niyyeti olmalıdır. Âyet-i kerîmede, meâlen; “Her nemâzı kılarken, süslü, temiz, sevilen elbiselerinizi giyiniz.” [Her mescidde zînetli elbiselerinizi alınız], vârid olmuşdur.


Güzel elbiseden maksad, insanlara gösteriş için değildir, ki bu yasakdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Lezzet ve tatlılık Cezbenin başlangıcıdır.


● Lezîz lokmaları sevmek ve güzel elbiselere düşkün olmak gerekmez [uygun değildir]. Bunların netîcesi pişmânlık ve hasretdir. 1/226. [Mektûbât Tercemesi: 278.]


● Lisânımızdan sâdır olan kelâm-ı Kur’ân [okuduğumuz, ağzımızın hareketi ile çıkan ses] kelâm-ı ilâhî değildir. İnkâr eden kâfir olmaz. 3/120.


● Leşker-i düâ [düâ ordusu], leşker-i gazâdan [gazâ ordusundan] kuvvetlidir. 3/47. [Se’âdet-i Ebediyye: 400.]


● Letâif-i aşere [on latîfe]. 2/21.


● Beş latîfenin aslları, âlem-i kebîrde olup, bu âlem-i kebîrin bu beş latîfesinin aslı da, Allahü teâlânın ismlerinin zılleridir. Bu zıl dâiresi, Enbiyâ ve meleklerden başka mahlûkâtın te’ayyünâtının başlangıcıdır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Letâif-i aşereden [on latîfeden] herbirinin hem sûreti, hem hakîkati vardır. 2/93.


● Âlem-i emrin beş latîfesinin her biri, bir emre mahsûs ve bir kemâle mensûbdur. 3/11. [Se’âdet-i Ebediyye: 917.]


● Sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin bağlantıları, sıfatın üstünde olup, zât dâiresine dâhildir. 1/196. [Mektûbât Tercemesi: 234.]


● Âlem-i emr latîfelerinin sonu ile imkân (mümkinât) dâiresi temâm olur. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Yedi latîfeden her birinin kat’ edilmesinde, gerek zûlmânî, gerek nûrânî, bin perde aşılır. 1/58. [Mektûbât Tercemesi: 93.]


● Âlem-i emr latîfeleri, her ne kadar yukarıya ilerlerse, âlem-i halk ile o kadar alâkası kesilir. Ve o münâsebetsizlik, âlem-i halkın çok inişine sebebdir. Ve âlem-i halk ne kadar inerse, sâlike zevk, tatlılık çok olup, kendi ayb ve kusûrlarını idrâk etmek çok olur.


Bu sebebdendir ki, ârif, frenk kâfirini kendinden iyi bilir. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Latîfelerden, fenâ ve bekâ ile hakîkatlenen ancak nefs latîfesidir. 3/53.


● On latîfeden toprak unsuru, yükselme derecelerinde cümleden yukarı çıkıp ve iniş derecelerinde cümleden [hepsinden] dahâ aşağı iner. 2/12.


● On latîfeden, âlem-i emr latîfeleri ve nefs; fenâ ile müşerref olurlar [şereflenirler]. Dört unsurun muhâlefetleri devâm eder. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Kalb latîfesinin izâfî sıfatlara, rûh latîfesinin hakîkî sıfatlara bağlantısı vardır. 1/34. [Mektûbât Tercemesi: 60.]


● Ahfâ latîfesi, gerçi latîfelerin en latîfidir. Ammâ, mümkinât dâiresine dâhil ve yaratılmışlık damgası ile damgalanmış ve hastalıklıdır. Sâlik, imkân dâiresinden dışarıya ayak basınca ve vücûb mertebesinde seyr buyurup, vücûbun zıllerinden onun aslına ulaşınca, şan ve sıfat bağından kurtulunca, çâresiz mümkin onun nazarında hakîr ve i’tibârsız ve onun en güzel ve en latîfi dahî alçaklık ve cimrilikde berâber müşâhede edip [görüp] ve nefsle ahfâyı bu makâmda birbirine karışdırır. 1/212. [Mektûbât Tercemesi: 255.]


● La’net etmek, ibâdet değildir. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● “Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına la’net olsun.” Hadîs-i şerîf. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Lokman Hakîm, oğluna, ey oğul! Tevbeyi yarına gecikdirme. Zîrâ, ölüm ansızın gelir, buyurdu. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Lokmada ihtiyât lâzımdır. İslâmiyyetin halâl ve harâmına riâyet etmek lâzım. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Kadına ve zekerine dokununca, şâfi’îde abdesti yeniden almalıdır. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● “Bir kimseye deli denilmedikce, îmânı temâm olmaz.” 1/213. [Mektûbât Tercemesi: 256.]


● “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım” hadîs-i kudsîsi, Hâtem-ür-Rüsül “sallallahü aleyhi ve sellem”in şânında vâki’ olmuşdur ki, hûb [sevgi] olmasaydı, yaratılış açığa çıkmaz ve âlem devâmlı yoklukda kalırdı. 3/122.


● “Allahü teâlâ ile öyle vaktlerim olur ki, o anda hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana yaklaşamaz [aramıza giremez]” hadîs-i şerîfindeki nâdir vakt nemâzdır. 1/293. [Mektûbât Tercemesi: 465.]


● “Onun gibi hiçbir şey yokdur” âyet-i kerîmesinin fârisî tercemesi bîçûn ve bîçugûnedir ki [nasıl olduğu bilinemez ve nasıldır denilemez], ilm, şühûd ve ma’rifet Ona yol bulamaz demekdir. 1/38. [Mektûbât Tercemesi: 69.]


● Gecenin yarısı veyâ üçde birini ki, gece yarısından gecenin altıda birine kadardır. İbâdete ayıralar. 3/102.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-K

 – K –

● Kabe kavseyn ev ednâ. 2/91.


● Kâdî İyâd, (Şifâ)sında, imâm-ı Mâlikden naklen buyuruyor ki: Eshâb-ı kirâma ve Alî ve Mu’âviye veyâ Amr ibni Âs’a “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” dalâlet ve küfr üzere dil uzatan öldürülür. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Kabr, dünyâ ile âhıret arasında geçiddir, ya’nî vâsıtadır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Kabr azâbı, âhıret azâbları cinsindendir. Rü’yâ elemleri, dünyâ azâbları cinsindendir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Kabr sıkması ve onda Münker-Nekîrin süâli hakdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Kabr azâbı, kâfirlere ve ehl-i îmânın ba’zı âsîlerine olacakdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kabrde hâsıl olan hâller, ölüm zemânında hâsıl olan hâllerin üstündedir. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Kabr azâbından ve sevâbından halâs imkânsızdır. [Kabrde yâ azâb veyâ sevâb vardır.] 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Kabr azâbı, bilhâssa, bevlden sakınmıyanlara [üzerine idrar sıçratanlara] ve söz taşıyanlaradır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Kabr üzerine çiçek veyâ ağaç dikmelidir. Bunların tesbîhlerinin sevâbı meyyite vâsıl olur. (İbni Âbidîn.)


● Kaderin ma’nâsı, ortaya getirmek ve yaratmakdır. Yokdan yaratıcı ancak Allahü teâlâdır. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Kulun kudreti, fi’llerin meydâna gelmesinde te’sîr eder. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Kudret, işi yapabilecek gücü ve yapmıyacak gücü vardır, ma’nâsınadır. 3/26.


● Âleme kadîmdir [sonradan yaratılmamış] demek küfrdür. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Kur’ân-ı kerîme mahlûk diyen kâfir olur. Kur’ân-ı kerîmin harfleri ve kelimeleri, kelâm-ı nefsînin delîlleri olup, bir kısmı önce, sonra olması sebebi ile hâdis ve mahlûkdur.


Bu kelimelerin delâlet etdiği ma’nâlar kadîmdir, mahlûk değildir. 3/120.


● Kur’ân-ı kerîm iki kısmdır. Muhkemât ve müteşâbihâtdır. Muhkemât, islâm ilmlerinin ve ahkâmın kaynağıdır. İkinci kısmı, hakîkat ve esrâr [sırlar] ilminin hazînesidir ki [deposudur ki], te’vîlini ancak râsih âlimler açıklar. Muhkemât, Kur’ân-ı kerîmin kökleri ve meyvâlarıdır, ammâ müteşâbihât maksaddır ve kitâbın özüdür. 2/18.


● Kur’ân-ı kerîm tilâveti, ibâdetlerin üstünüdür. [Tilâvet, insan okumasına denir. Teypden, hoparlörden çıkan sese, okumak değil zırlamak denir. “Elmalı tefsîri”] 3/100.


● Kur’an-ı kerîmde, sâlih amellerden maksad, islâmın beş rüknüdür. 1/304. [Mektûbât Tercemesi: 487.]


● Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak, evvelâ ibâret-i nas ve işâret-i nas ve delâlet-i nas ve iktizâ-i nas ile anlaşılır. Lügat ehlinden avâm ve havâs bu anlayışda berâberdirler. İkinci olarak, ictihâd vâsıtası iledir ki, müctehid olan âlimlere mahsûsdur. Üçüncü olarak, insanın idrâkden âciz olduğu ma’nâlardır ki, bunun bildirilmesi cenâb-ı Hakdandır ve ancak Peygambere mahsûsdur ki, açıklanması sünnet iledir. 2/55. [Se’âdet-i Ebediyye: 48.]


● Kur’ân-ı kerîmin toplayıcısı Osmân-ı Zinnûreyndir. Belki Sıddîk ve Fârûkdur “radıyallahü anhüm”. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Kur’ân-ı kerîmin adem-i fehminden [anlaşılmamasından] hâsıl olan i’câz ve hidâyet [derin ma’nâ], anlaşılandan hâsıl olmaz. [Anlaşılmıyan kısmın ma’nâsı, dahâ çok olup, anlaşılanın azdır.] 3/29.


● Kur’ân-ı mecîd, islâmiyyetin ahkâmının hepsini kendinde toplamışdır. Geçmiş dinlerin hepsini de kendinde toplamışdır. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Kur’ân-ı kerîm, inzâl olan bütün kitâbların hepsinin aslı ve en şereflisidir. Zîrâ merkez, dâirenin çevresine göre en şerefli yeridir. 3/100.


● Kurb [yakınlık] ve vüsûl [kavuşmak] ve emsâli sözler, başka kelime bulunamadığı için söylenmişdir. Yoksa, o makâmda, kurb ve vüsûl, şühud [görmek] ve ma’rifet [bilmek] ve cehl [cehâlet] yokdur. 1/279. [Mektûbât Tercemesi: 410.]


● Kurb [yakınlık] ve bu’d [uzaklık] o makâmda birbirinden başka değildir. 1/262. [Mektûbât Tercemesi: 345.]


● Bedenlerin yakınlığı, kalblerin yakınlığında çok te’sîrlidir. 1/207. [Mektûbât Tercemesi: 244.]


● Bedenlerin yakınlığı istenmelidir. Çünki, ni’metin temâmı bu yakınlığa bağlıdır. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Karanfil, tarçın ve sâir şerbetlerin içilmesi yasak değildir. [Çay ve kahve de böyledir.] 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Kusûr ve noksanı i’tirâf etmek de bir devletdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Kazâ iki kısmdır: Kazâ-i mu’allak, kazâ-i mübremdir. Kazâ-i mu’allak değişebilir. Kazâ-i mübrem değişmez. 1/217. [Mektûbât Tercemesi: 261.]


● Kazâya râzı olmak, isteğe mâni’ olsa, düâ ile emr olunmamak lâzım gelirdi. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Kazâ, insanın kudretini ve ihtiyârını yok etmez. Hak teâlânın kazâ eylediğini, kul ihtiyârı ile işler veyâ terk eder. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Kutb-ul-aktâb, kutb-ı medârdır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Kutba, yardımcıları i’tibâriyle kutb-ul-aktâb dahî derler. 1/256. [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Kutb-ı medâr makâmı, hilâfet makâmına münâsib olan, kemâlât-ı asliyyenin [asl olgunlukların] zılleridir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Kutb-ı irşâd makâmı, imâmet makâmının kemâlâtı zılliyyesidir. [Zılli kemâlâtıdır]. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Kutb-ı irşâd, yukarı çekilerek son mertebeye kavuşdukdan sonra, nefsi kulluk makâmına iner.


Rûhu da, Cenâb-ı Hakka müteveccih olan bir müntehîdir ki, ferd-i kemâlâtı kendisinde toplamışdır. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Kutb, Muhammediyy-ül-meşrebdir. Zâtın tecellîsi Muhammedîler içindir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Kutb-ı ebdâl, İsrâfil aleyhisselâmın ayağı altındadır. Muhammed aleyhisselâmın ayağı altında değildir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● İnsanın latîfe-i kalbi, hakîkat-i câmi’adır. Âlem-i halk ile âlem-i emrin kemâlâtını câmi’dir. [İkisinin kemâlâtını kendisinde toplamışdır]. 2/21


● Kalb, vilâyet lisânında, insanlığın hakîkatlerini toplayıcıdır ki, âlem-i emrdendir. Nübüvvet lisânında kalbden murâd, et parçasından ibâretdir ki, cesedin sâlih olması onun ıslâhına bağlıdır. 2/21.


● Kâmil mü’minin kalbi mekânsızdır. Diğerlerinin kalbi mekânsızlık zirvesinden inip, maddeye [niçin, ne kadara] bağlanmışdır. Mümkinât dâiresine dâhil olmuşdur. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Kalb, rûh ile nefs arasında geçiddir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Kalb, âlem-i halk ile, âlem-i emr arasında geçiddir. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Kalb, hâllerin başlangıcında ve ortasında hislere tâbi’dir. Bunlara sohbetden uzak kalmak câiz değildir. Fekat, sonda, kalbin hisse bağlılığı kalmayıp, hisden uzak olmak, kalbin yakınlığına te’sîr etmez. 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Kalbe gelen zulmeti [lekeleri] temizlemek için, tevbe ve istigfâr ve pişmânlık ve ilticâ etmelidir [sığınmalıdır] . En kolay şeklde mümkin olur. 1/171. [Mektûbât Tercemesi: 212.]


● Kalbin itminânı zikr iledir. İsbât ve delîl ile değildir. 3/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 481.]


● Kalbin akla ve nefse bir mikdâr bağlılığı muhakkakdır. 1/41. [Mektûbât Tercemesi: 69.]


● Kalbin, birden fazlaya muhabbeti olmaz. [Kalbin muhabbeti, muhakkak bir şeyedir]. Ve maddelerin çokluğu, mal, evlâd, makâm ve medh olunmak ve insanlar arasında makâm sâhibi olmak gibi muhabbetin çeşidleri ve mikdârları, her ne kadar birden fazla şeye kalbin muhabbetini gösterse de, yine sevgisi birdir ki, o da nefsidir. Ve onlara olan muhabbeti nefsine olan muhabbetin parçalarıdır. Zîrâ, adı geçen eşyâyı kendi nefsi için ister. Nefsine olan muhabbeti yok olsa, onlara muhabbeti dahî yok olur. 1/24. [Mektûbât Tercemesi: 42.]


● Kalb iki hâlden birisindedir. Yâ, îmân edilecek şeylere îmân etmiş, bağlanmışdır. Veyâhud, o îmân edilecek şeyleri inkâr etmekdedir. Îmân edip bağlanmanın alâmeti, îmân edilecek şeylere kalbin râzı olmasıdır. Ve onun sebebiyle göğsün açılması ve ferâhlamasıdır. Küfr ve inkârın alâmeti, tasdîk edilecek şeyleri kalbin sevmemesi ve o sebebden göğsün daralmasıdır. 3/51.


● Kalbde hâsıl olan ma’nâ ve diğer latîfeler [lutfa uğraması] için, hayâlde sûret vardır. 3/119.


● Kalb göze tâbi’dir. Gözü harâmlara kapamayınca, dilin [gönülün] muhafazası zordur. Ve zîrâ kalb gördüğü harâma bağlı oldukca, fercin muhâfazası zordur. Çünki, fercin korunması için, gözü harâmdan korumalıdır; kapamalıdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Kalbin selâmeti, mâsivâyı unutmağa bağlıdır. Öyle ki, bin sene ömrü olsa, eşyâ aslâ hâtırına gelmiye. Bu devlete kalbin fânî olması derler. Ve bu yolda, ilk adımdır. 1/278. [Mektûbât Tercemesi: 409.]


● Kâmil mü’minin kalbi ya’nî ârife olan zuhûr [ârifde görünenler] Arşın nûrlarından alınmışdır. Ve zıllıdir. 3/11. [Se’âdet-i Ebediyye: 917.]


● Kalbde görünenler, Arşın dalgalarıdır, Arşdan aks ederler.


Arşın hakîkati değildir. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● Kalb ve Arş, gerçi âlem-i halkda görülmekdedir. Ammâ âlem-i emrdendirler. 1/34. [Mektûbât Tercemesi: 60.]


● Kalbin tasdîk ve yakîni hâsıl oldukdan sonra, zuhûr eden küfr ve inkâra kaynak, nefs-i emmârenin red sıfatıdır ki, makâm sevgisi ve hükm etmek cibilliyetinden ileri gelir. Ve başkasına tâbi’ olmak ve taklîd etmeği kabûl etmeme tabî’atında [yaratılışında]dır. İsteği budur ki, herkes kendini tasdîk etsin, bağlansın. Ve kendi başkasına tâbi’ ve teslîm ve taklîd ile bağlanmasın. [Nefs böyle ister]. 3/51.


● Kalblerin bu dünyâda Hak teâlâdan nasîbi îkândan gayri değildir. [Yakînî bir îmândan gayrî değildir]. Onu rü’yet ve müşâhede zan ederler. 3/90. [Se’âdet-i Ebediyye: 927.]


● Kalb sâlih ise, beden dahî sâlih olur. Kalb fâsid ise, beden dahî fâsiddir. 2/21.


● Kalb cârullahdır [Kalbde Allahü teâlâ tecellî etmekdedir]. Mukaddes cenâbına kalb gibi yakın birşey yokdur. Kalbin incitilmesinden kaçınmak lâzımdır. Mü’min kalbi olsun. Âsî kalbi olsun. Zîrâ komşu eziyyetden korunmalıdır. Allahü sübhânehunun zâten incinmesine sebeb olan küfrden sonra, kalbi incitmek gibi bir eziyyet yokdur. Halkın cümlesi [insanların hepsi] Allahü teâlânın köleleridir. Bir şahsın kölesine hâinlik yapmak ve darb etmek, efendisini incitir. Muhakkak şimdi, mutlak mâlik olan Allahü teâlânın büyüklüğü düşünüldükde, onun mahlûkunda tasarruf eylemek, ancak emr eylediği kadar mümkindir. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Kalb-i hakâyık muhâldir. [Bir şeyin özünü değişdirmek mümkin değildir. Meselâ bakırı altın, cevizi armut yapmak mümkin değildir.] 3/1. [Se’âdet-i Ebediyye: 101.]


● Ay, ışığını güneş ışığından alıyor. 3/118.


● Kamis, ayaklara kadar, dır’, göğse kadar açılan gömlekdir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Kul hakkı, ne kadar az olsa da, Cennete girmeğe mâni’dir. 2/87. [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Kavme ve celsede tumânînet edeler ki, farz veyâ vâcibdir. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Gadab kuvveti, şehvet kuvveti, hırs, hased, alçaklık ve bil-cümle kalıbın parçaları olan dört unsurun muhtelif tabi’atlarıdır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Kıyâs ve ictihâd bid’at değildir. Zîrâ, kıyâs ve ictihâd, nasların ma’nâsını açıklar. Bundan başka bir şey ortaya koymaz. 1/186. [Mektûbât Tercemesi: 223.]


● Küçük kıyâmet ölümdür. 1/276. [Mektûbât Tercemesi: 403.]


● Kıyâmet gününde, gökler ve yıldızlar ve yer ve dağlar ve denizler ve hayvan ve bitki ve madenler, hepsi yok olurlar. Bu yok olma birinci nefhada olacakdır. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Kıyâmet günü müyesser olan hâller, kabrdeki hâllerin üstündedir. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Kıyâmet, insanların şerlileri üzerine kopsa gerekdir. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Kıyâmetde ahkâm-ı islâmiyyeden süâl olunur. Tesavvufdan olunmaz. 1/48. [Mektûbât Tercemesi: 84.]


● Kıyâmet alâmetlerinin sonuncusu ateşdir ki, Adenden çıksa gerekdir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Kıyâmetde hesâb, önce nemâzdandır. Nemâz dürüst ise, diğer hesâblar kolay geçer. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Kıyâmet yakındır. Zulmetlerin toplanma zemânıdır. Hayrlı olmak ve nûrlu olmak nerededir. 3/106.


● Kâinâtda görülen Cemâl değil, Celâldir. 2/24. [Se’âdet-i Ebediyye: 947.]


● Kâr budur, bunun gayrisi hiçdir. 1/271. [Mektûbât Tercemesi: 386.]


● Kâfirlerin âdetlerini yapan ve merâsimlerine hurmet eden bir kimsede, o esnâda zerre kadar dahî îmân var ise, Cehenneme gider.


Ammâ o zerre îmân bereketi ile, ebedî azâbdan kurtulur. 2/37. [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Kâfirlerin belli günlerinde, küfr ehlinin âdetlerini yapmak ve ehl-i küfrün hediyyelerine benzer hediyyeleri kızlarının ve oğullarının evlerine göndermek ve kaplarını kâfirler gibi o zemânlarda boyamak şirk ve küfrdür. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Kâfirlerin, kendilerinin değer verdikleri günleri ta’zîm ve o günlerde yehûdîlerin belli âdetlerini yapmak, şirki gerekdirir ve küfrü îcâb etdirir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Kâfirlerin perîşân sözlerinden üzülmiyeler. “Herkes, kendine uygun işi yapar.” [Âyet-i kerîme meâli]. İyi ve kötü sözlerine karşılık vermemelidir. 1/204. [Mektûbât Tercemesi: 243.]


● Kâfirlerle karışmakdan kurtulmağa çâre yokdur. Bu karışma sebebiyle, ehl-i islâmı necs bilmiyeler. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Kâfirlerle karışmak, görüşmek, zarûret mikdârı olmalıdır. 1/265. [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Kâfirlerin yiyecek ve içeceklerinin harâm olmasına hükm verenler, kendilerini onu işlemekden korumaları imkânsızdır. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Kâfirler, yalnız dâr-ül-harbde sâkin olanlar değildir. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Kâfirlere Hak teâlânın düşmanlığı, zâtîdir. Nefsin arzûları ve diğer kötü amellerden hâsıl olan kötülüğü ise, sıfatları sevmez. Bunlara düşmanlık sıfata âiddir. Rahmet sıfatı, zâtın düşmanlığını ortadan kaldırmaz. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kâfirlere, islâmiyyetin ahkâmını tatbîk etmek, kaf dağı kadar ağır gelir. 2/95.


● Mahrûm ve fakîr kâfirin sebebi şudur ki, kâfir, Hüdânın düşmanıdır. Ve dâimî azâba müstehakdır. Ve dünyâda azâbın kaldırılması ihsân ve ni’met-i ilâhîdir.


Kâfirlerin ba’zısına, hem azâbını kaldırarak, hem de lezzet bahş ederek, ba’zısının yalnız azâbını kaldırarak dünyâda fırsat verirler. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Kâfirlerin ba’zısının hakîkatinde sevgi olduğu için, cezbe görülür ise de, islâmiyyete uymadıklarından, ebedî hüsrâna düşeceklerdir. 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Tarîkati inkâr eden dahî, Allahü teâlâyı bir bilip, mâsivâyı yok ve fânî kılmışdır. Böylece ârifdir, fekat tam ârif değildir. 3/91.


● Kibr, alçak sıfatların en kötüsüdür. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Büyük günâh işlemek küfr değildir, fıskdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Büyük günâh işleyen îmândan çıkmaz. İmâm-ı a’zamdan süâl olunan kıssa. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Büyük günâhların ısrarı, insanı küfre götürür. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Büyük günâh sâhibi, Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse, afv eder. Dilerse, azâb eder. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Büyük günâh sâhibinin azâbda ebedî kalması, harâma halâl demesinden dolayıdır [inkâr etmesidir]. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kitâbullahdan sonra, kitâbların en sağlamı Buhâriyyi şerîfdir. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● “Kitâb-ı fıkarât” Hâce-i ahrârındır. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● Yalan ve iftirâ, bütün dinlerde harâmdır. Ve bu harâmları işleyenlere azâblar bildirilmişdir. 3/34. [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]


● Kerâmet hakdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kerâmet ile istidrâc arasındaki fark. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 191.]


● Kerâmetin çokluğu iki şey üzeredir. Yükselirken çok yükselip, inerken az inmekdir. [Urûcun çok olması, nüzûlün az olması.] 1/216. [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Kerâmet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn verilmiş [ihsân edilmiş] olan için kerâmete hâcet yokdur. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Kürsî-yi ilâhî, âlem-i emrden değildir. Zîrâ arşdadır. Göklerden de değildir. 2/76. [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Kerîmlerin keremine behâne [ufak bir sebeb] kâfîdir. 2/90.


● Kesb olunan amellere, a’zâların şâhidliği hakdır. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Keşfde hatâ vardır. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Keşf ve ilhâm, başkasına hüccet değildir. Ammâ müctehidin kavli, başkasına hüccetdir. 1/31. [Mektûbât Tercemesi: 52.]


● Kâ’be, zuhûrların ve Arşa olan tecellîlerin üstüdür. 2/72.


● Kâ’be, dıvar, direk ve taşdan ibâret değildir. Bunlar olmasa, yine Kâ’bedir. Ve kendisine doğru secde edilen yerdir. 3/100.


● Kâ’be, sûretâ dünyâdandır. Hakîkatde âhıretdendir. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Kâ’be, Ravda-i mütahharadan efdaldir. 2/72.


● Kâ’benin hakîkati, te’ayyün mertebelerinin üstünde olup, sırf nûrdur. 3/100.


● Kâ’benin hakîkati. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Kâfirleri azîz tutan, müslimânları tahkîr etmiş olur. 1/193. [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Küffârı [kâfirleri] azîz tutmak, meclislerine hurmet ve sohbetlerine devâm etmek ile olur. 1/163. [Mektûbât Tercemesi: 200.]


● Kâfirlerden şeyler süâl edip, hükmlerinin îcâbıyla amel eylemek, o düşmanları son derece yükseltmekdir. 1/163. [Mektûbât Tercemesi: 200.]


● Kâfirlerin kötülenmesinde yazılmış şi’rleri okumak câizdir. 1/139. [Mektûbât Tercemesi: 181.]


● Kâfirlere âhıretde asla merhamet yokdur. 2/220.


● Kâfirlerin dünyâda merhamete kavuşmaları, görünüş i’tibâriyledir. Hakîkatde hîledir, istidrâcdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kâfirlere dünyâda hâsıl olan ni’metler, onların harâb olmaları için, istidrâc yolu ile, ni’met şeklinde gösterilmişlerdir. Tâ ki, yüz çevirme ve dalâletde gark olmaları içindir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Kâfirlerin düâları bâtıldır. Kabûl edilmez. Kabûl olma ihtimâli yokdur. 1/163. [Mektûbât Tercemesi: 200.]


● Kâfirlerin cezbeden nasîbi olduğu. 3/118.


● Kâfirlere nefslerinin parlaması vaktinde, gaybî işlerin meydâna gelmesi istidrâcdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Kâfirlerin te’ayyünlerinin başlangıcı mudıl ismine te’alluk eder [bağlanır]. 3/114.


● Dedi-koduya kıymet verilirse, söz taşıyanlardan kurtulmak mümkin değildir. Ve ihlâsa kavuşmak da, mümkin olmaz. 1/229. [Mektûbât Tercemesi: 281.]


● Küfr, nefs-i emmâre arzûlarından kaynaklanır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muvakkat [geçici] bir küfr için, ebedî azâbla cezâlandıracağının sebebini [hikmetini] Allahü teâlâ bilir. Yaratılmışların ilmi buna yetişmez. 1/214. [Mektûbât Tercemesi: 257.]


● Küfrden başka günâhlar için, ebedî azâb bildiren âyet-i kerîmeler; o günâhı işlemekde, hiçbir sakınca görmemek ve islâmiyyetin emr ve yasaklarını aşağı görmek gibi küfr şâibesinden [bulaşmasından] dolayıdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Küfr, her tarafı kaplamadıkça ve açıkdan yapılmadıkça Mehdî “aleyhirrahme” gelmez. 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Küfr ve islâmın ahkâmının ikisini de berâber yapan müşrikdir. Küfrden uzak durmak, islâmın şartıdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Küfrün her çeşidine tutulmuş olan muayyen bir şahsa, islâm ihtimâli var ise, Cehennemlik demeyip, la’net etmemelidir. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Küfrü doksan dokuz vechi ile zâhir [açık] ve bir vech ile islâm olan kimseyi, küfr ile hükm eylememeli. [Bir işinden veyâ bir sözünden yüz ma’nâ anlaşılsa, doksandokuzu küfrünü, biri îmânını gösterse, îmânlı olduğunu anlamalı]. 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● Küfr, dinleri inkârdır. Şirk, bir küfrdür ki, mutlak küfrden dahâ ileridir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Küfr, zarûrî olan dînî vecîbeleri ve meşhûr olan islâm dîninin ahkâmını inkâr ve dinden olduğu zarûrî olarak bilinen nesneyi kabûl etmemekdir. 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● Tarîkat küfrü, hakîkî sevgilinin muhabbetinin galebesinden doğduğu için, makbûldür. 2/95.


● Tarîkat küfrü sekr, islâm-ı hakîkî sahvdır. 3/46.


● Hakîkî küfr, Hâlık ile mahlûkun başkalığını görmemekdir. 1/245. [Mektûbât Tercemesi: 303.]


● Bir kelâm ki, onda sıra ola. Öncelik ve sonralık ola. Bunlar, sonradan olma alâmetlerdir. Hak teâlâdan sâdır olmaz. Mûsâ ve Cebrâîl aleyhimesselâmın işitdikleri kelâm-ı ilâhîdir. Ammâ, o kelâmların Hak sübhânehuya nisbeti, mahlûkun Hâlıka nisbeti gibi idi. Kelâmın söyliyene nisbeti gibi değil idi. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Kelâm-ı ilâhî te’vîl olunur. Kelâm-ı ilâhînin tefsîri nakl ve işitmekle şartlıdır [olur]. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Kelâm-ı lafzî, kelâm-ı nefsî gibi, Hak kelâmıdır. Bunu inkâr eden de kâfir olur. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Kelâm-ı ilâhî, ba’zı büyükler için, tâbi’ olmak ve vâris olma yolu ile meydâna gelir ki, bu kelâm ilhâmın rûha bağlantılı olması ve melek ile olan kelâmın gayrıdır. 3/120.


● Kulun kelâmını, Allahü teâlâ, harf ve kelimelerin önceliği ve sonralığı ve vâsıtası olmaksızın işitir. 3/120.


● Gülistân ve Bostan gibi kitâbların öğrenilmesi ve öğretilmesi, kelâm ilmi akîdelerini [îmânı] ve fıkh ahkâmını öğretmeğe göre lüzûmsuzdur. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● “İki kelime vardır. Söylemesi çok kolaydır. Terâzîde çok ağır gelirler. Allahü teâlâ, bu iki kelimeyi çok sever. Sübhânallahi ve bi hamdihi, sübhânallahil’azîm.” Hadîs-i şerîf. 1/308. [Mektûbât Tercemesi: 493.]


● Kelime-i temcîd, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” ile elem ve kötü şeyleri def’ eyliyeler. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Kelime-i temcîd okumak, cin şerrinden muhâfaza eder. 1/174.


● Kelime-i tenzîhi, “Sübhânallahi ve bi hamdihî”yi her gün yüz def’a okumalı. “Hadîs-i şerîf.” 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Kelime-i tevhîd, Allahü teâlânın gadabını söndürür. 2/37. [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Kelime-i tevhîdi tasdîk edip, zerre îmân hâsıl eden kimse küfr âdetlerine ve şirk pisliklerine bağlanmış olsa dahî, ümmîddir ki, ebedî Cehennemden kurtulur. 2/37. [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Tevhîd kelimesinden murâd, bâtıl ilahlara ibâdeti yok etmek ve Hak sübhânehûnun ma’bûdiyyetini isbâtdır. [İbâdet edilecek yalnız O vardır.] 1/63. [Mektûbât Tercemesi: 99.]


● Kelime-i tevhîd, terâzinin bir kefesine, gökler ve yer diğer kefesine konsa, bu kelimenin kefesi, diğer kefeden ağır olur. “Hadîs-i şerîf.” 2/9 [Se’âdet-i Ebediyye: 372.], 2/37 [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Kelime-i tevhîd, tarîkat ve hakîkat ve islâmiyyeti ihtivâ etmekdedir. 2/46. [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Kelime-i tevhîdde, “Lâ ilâhe”nin ma’nâsı, Hak üzere başka ma’bûd yok demekdir. 2/8. [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Kelime-i tevhîdin ma’nâsı, tarîkatda, sona kavuşmuş olanlara göre, Allahdan başka ma’bûd yokdur ki, islâmiyyet dahî böyledir. Başka mevcûd yokdur, başka maksûd yokdur demek, başlangıcda ve yolda [ortada] olanlara göredir. 3/77.


● Kelime-i şehâdeti, sâdece söylemek kifâyet etmez. Bunu münâfıklar da ağızlarına alırlar [söylerler]. Emrlere uymak lâzımdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Ba’zı oruc tutanlar vardır ki, onun orucdan eline geçen, açlık ve susuzlukdur. “Hadîs-i şerîf.” 2/53.


● Bizim aklımızın ölçüsüne göre, bilinen kemâlât, noksanlığın kendisidir. 2/8. [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Zâhirî kemâlât ile bâtınî kemâlâtı bir arada bulunduran kimse kibrit-i ahmerdir. [Bulunmaz bir hazînedir.] Ya’nî azîz ve nâdirdir. 2/57.


● Vilâyet olgunluklarında, nefs mutmainne iken, bedenin maddeleri, serkeşlik ve isyândan uzak [kurtulmuş] değildir. Nübüvvet kemâlâtında, bedenin maddeleri de, aşırılıkdan kurtulmuşlardır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Vilâyet kemâlâtı, sâlik yükselirken, birbirinden ayırd edilip, bir asldan diğer asla, ilerlemekdir. Nübüvvet kemâlâtı başlayınca, mu’âmele-i icmâl ve besâtat-i sırfa [işin özüne ve basitliğe] vâsıl olur. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Vilâyet kemâlâtını ikmâl edenlerin [temâmlıyanların] ba’zısını, hilâfet makâmı ile şereflendirirler. 1/256. [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Kemâlât-ı vilâyet, kemâlât-ı nübüvvetin [vilâyet üstünlükleri, nübüvvet üstünlüklerinin] sûreti olup, farkı bedendendir. 2/71.


● Nübüvvet kemâlâtına kavuşduran yollar ikidir: Birisi vilâyetin, geniş bir şeklde kemâlâtını kat’ederek, tecellîlerin ele geçmesinden sonradır. Diğeri, vilâyet kemâlâtı arada olmaksızın kavuşulup, Peygamberlere ve tâbi’lerine mahsûsdur. 1/301. [Mektûbât Tercemesi: 480.]


● Nübüvvet kemâlâtını temâm eyleyenlerden ba’zısını imâmet makâmı ile şereflendirirler. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Nübüvvet kemâlâtı, âfâk ve enfüsün ötesindedir. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Nübüvvet kemâlâtında yükselirken, bâtın Hak sübhânehuya karşı olup, zâhir halk tarafınadır. İniş vaktinde halka karşı olur. Ve temâmen, insanları Hak celle ve a’lâya da’vet buyurur. 2/46. [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Kemâlât-ı zâtiyye, zât-i teâlâ mertebesinde, zâtın kendisidir. Meselâ, ilm sıfatı o derecede zâtın aynıdır. Aynı şeklde, diğer sıfatlar da böyledir. Ve zât-i teâlâ temâmiyle ilmdir. Temâmiyle kudretdir. Ve ilâhir... olup, zât-i teâlânın bir kısmı ilm ve ba’zı diğeri kudret ve... ilâhir değildir. Parçalanma [cüz’lere bölünme] mümkin değildir. 3/26.


● Kemâlât-ı zâtiyye, ilm mertebesinde, açıklanmış ve ayırt edilmişdir. Ve ikinci mertebede, zıllî varlık peydâ eyleyip, sıfat diye ismlendirilmişdir. 2/1.


● Çöpçü, attârın kokularından nâhoş olur [hoşuna gitmez]. 3/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 755.]


● Günâha ikrâr edip, ona kanâ’at eyleyen münâfıkdır. [Günâhını anlatır, tevbe etmez]. Îmânın sûreti, ondan azâbı kaldırmaz. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Günâhlar eğer, zinâ, alkollü içki içmek, müzik ve eğlence ve yabancı kadınlara bakmak ve abdestsiz Kur’ân-ı kerîmi tutmak ve bid’at i’tikâd gibi, Allahü teâlânın hakkı olup, kulun hakkına, hukûkuna âid olmazsa, onların tevbesi, pişmânlık, istigfâr ve özr dilemek iledir. Ammâ, farzların terkinde, kazâsı lâzımdır. Kulların hukûkunun tevbesinde, hukûku sâhibine veyâ vârislerine geri vermeli, halâllaşmalı, vârisi olmazsa, fukarâya, sâhibinin veyâ mazlûmun niyyetine vermeli, sevâbını ona bağışlamalıdır. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Günâhların başı, dünyâ sevgisidir. 1/110. [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● Küçük günâhda ısrar, büyük günâha yol açar. Büyük günâhda ısrar, küfre götürür. 2/53.


● Kenz-i fârisî risâlesi, fârisî bir fıkh kitâbıdır. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Sâbit yıldızların hareketi, doğudan batıya doğrudur. 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Gecenin yarısını uyku için, ikinci yarısını ibâdet ve tâ’at için ayırıp, tahsîs edeler. Eğer böyle bir gayrete kudreti yoksa, gecenin üçde birinde uyanık bulunalar ki, yarıdan sonra, altıda birine kadardır. 3/102.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-F

 – F –

● Fâsıka hürmet harâmdır. 3/118.


● Fâtıma’ya betül derler. Zîrâ zühd ve dünyâdan kesilmekde öndedir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Peygamberlerin gelmediği zemânlardaki müşrikler, Peygamberlerin da’vetini almamışdır. Bunlar, âhıretde hesâbdan sonra hayvanlar gibi tekrâr yok olacaklardır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● “Fitne uykudadır. Allahü teâlâ, fitneyi uyandırana la’net etsin.” Hadîs-i şerîf. 1/288. [Mektûbât Tercemesi: 440.]


● Fitne zemânıdır. Yakında âlemi fitneler kaplıyacakdır. 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Fahreddîn-i Râzî. 3/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Firâset. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Farz nemâzlardan sonra, Âyet-el-kürsî ve tesbîhler lâzımdır. “Hadîs-i şerîf.” 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Bir farzı yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmakdan efdaldir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Dalâlet fırkalarının hepsi, Cehenneme girip, bozuk i’tikâdları ile, geçici olarak azâb olunurlar. 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● Fesâdların başı [asıl maddesi] islâmiyyete uymamakdır. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]


● Fısk, büyük günâh işlemekdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Füsûl-i sitte, Muhammed Pârisânın kitâbıdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Mutlak fazîlet [üstünlük], hem zâhirî teblîgi, hem bâtınî teblîgi berâber bulundurana mahsûsdur. 2/57.


● Fazîlet ve üstünlük, kerâmetin çokluğuna bağlı değildir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Allahü teâlânın fi’lleri sonradan olma değildir. Herşey bir fi’l-i ezelî ile yaratılmakdadır.


Her şey bu fi’lin eserleridir, Hak teâlânın fi’lleri değildirler. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Fıkhın kurucusu Ebû Hanîfedir. Ve fıkhın dörtde üçünü o ictihâd etmişdir. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Felsefeciler, tıb ve astronomi ilmini Peygamberlerin kitâblarından çaldılar. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Yunan felsefecileri, dünyâdaki insanların en câhilidir. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Felsefecilerin kısa [hatâlı] görüşleri, yalnız madde âlemini görmekdedir. Ve nefsi, aklı, ma’nevî âlemden saymışlardır. 1/34. [Mektûbât Tercemesi: 60.]


● Yunan felsefecilerinin önce gelenleri, akl ile hareket edenlerden iken, Allahü teâlânın varlığını anlıyamadılar. Kâinâtın varlığını, kendi kendine var dediler. Felsefecilerin sonra gelenleri, Peygamberlerin nûrlarının bereketi ile Allahü teâlânın varlığına inandılar. Allahü teâlânın birliğini isbât eylediler. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Felsefeciler, göklerin ve yıldızların sonradan yok olmasını kabûl etmezler, ebedîdir, derler. Ba’zı müslimânlar, onları müslimân sanır. Hâlbuki islâm ahkâmından ba’zısını yapsalar dahî, bunlar kâfirdir. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Felsefecilerin ilmini kabûl eylemek, Enbiyâyı inkâr eylemekdir. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Fenâ, sâlikin yetişdiricisi olan isme kavuşup, orada yok olmasıdır ki, vilâyetin ilk basamağıdır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Kalbin fenâsı, kalbin mâsivâdan tam kesilmesi ve mâsivâyı unutmasıdır ki, zor ile hâtırına soksalar, hâtırlayamaz. Bu fenâ, kalbin zikrinin netîcesidir. 2/83.


● Fenâ, mâ-sivânın [Allahü teâlânın gayrisinin] unutulmasından ibâretdir. Ve mâsivâ iki kısmdır: Biri âfâk ve biri enfüsdür. Âfâkın unutulması, ilm-i husûlînin yok olmasıdır.


Enfüsün unutulması, ilm-i huzûrînin yok olmasıdır. Birincisi, Evliyânın nasîbidir. İkincisi, Evliyânın büyüklerinin nasîbidir. 3/60.


● Fenâ, mâsivânın unutulmasıdır ki, dâimî bilmemekdir. Ba’zan bilmek, ba’zan bilmemek şeklinde değildir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Fenâ ve bekâ, yaratılmış olanın, yaratılmışlıkdan kurtulması değildir. Vücûb hâsıl olmak değil. Bu küfrdür. Belki ma’nâsı, Allahü teâlâ tarafından yok edilmekdir ve var edilmekdir. 3/53.


● Fenâ, zılle [mahlûkâta] bağlılıkdan kurtulmakdır. Meselâ, ödünc elbiseler giyen bir şahıs, elbiselerin, başkasına âid olduğunu iyice görüp, elbiseyi giyinmiş olduğu hâlde, elbiseyi sâhibine verip, kendini bir derecede çıplak bula ki, hayâsı [utanması] sebebi ile, kendisini bir köşeye çekmek gibidir. 3/109.


● Fenâ-i husûlî, sâlik, hayrete ve cehle kavuşmadıkca nasîb olmaz. 1/240. [Mektûbât Tercemesi: 299.]


● Fenâ ıtlâkı [fenâ ta’bîr olunması], seyr-i ilallahı temâm eyledikde nasîb olur. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Fenâ, mâsivânın unutulmasıdır. Mâsivânın yok edilmesi değildir. Bu unutmak, dünyâ ve âhırete şâmildir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Fenâ, ecel-i müsemmâ gelmeden evvel, ölmekden ibâretdir. 1/159. [Mektûbât Tercemesi: 194.]


● Tam fânî olmak, (ene=ben) ta’bîrinin doğuş noktası olan, yokluk hakîkatinin anlaşılmasına bağlıdır. 3/79.


● Nefsin fenâsı, nefsin temâmen nefy edilmesidir. [Fe’âliyyetlerinin te’sîrsiz hâle getirilmesidir.] 3/60.


● Fenânın hakîkati, ismlerin çokluğunu, sıfat, şu’ûn ve i’tibârâtı görüşden gizlemek, Allahü teâlânın zâtının birliğinden başkası düşünülmez. 2/35. [Se’âdet-i Ebediyye: 940.]


● Fenâ hâsıl olmadıkca, Allahü teâlânın zâtı bilinemez. 1/311. [Mektûbât Tercemesi: 497.]


● Fenâ hâsıl olmadıkca, cenâb-ı Kudse kavuşmak müyesser değildir. 1/31. [Mektûbât Tercemesi: 52.]


● Fenâ, vilâyet yolunda lâzımdır. Çâre yokdur ve nübüvvet yolunun yaklaşma derecelerinde, eşyâya bağlılığın ortadan kalkması için, fenâ hiç lâzım değildir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Fenâ ve bekâ, rûh vasflarındandır. Zâhirin olgunluğu, bâtının hâllerinden ma’lûmât verir. 3/53.


● Fenâ ve bekâ, sâlikin mebde-i te’ayyünü olan ism iledir. Zât-i teâlâ ile değildir. 3/79.


● Kalbin fenâsına kavuşmasına aldanmamalıdır, geri dönmek mümkindir. 1/116. [Mektûbât Tercemesi: 165.]


● Fenânın hâsıl olmasında, varlığın yok olması lâzım değildir. Çünki, fenâ için, varolmak [vücûdîlik] yokdur ki, yokluğu tasavvur edilsin. Yokluk ile ilgili birşey idi. Vehm ile kendini var saydı. Görülenin yok olması ile, sırf yokluk olur. 3/62. [Se’âdet-i Ebediyye: 754.]


● Fenânın mukaddemeleri [Fenânın başlangıcları] makâmât-i aşere [on makam]dir ki, tevbe, zühd, tevekkül, kanâ’at, uzlet, zikr, teveccüh, sabr, murâkabe ve rızâdır. Bunları ele geçirmek gerekdir. Her ne kadar fenâ, Cenâb-ı Hakkın ihsânı ise de, bunlar çalışmakla kazanılır, [kesb edilir]. 1/38. [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Fenâ ve bekâ ta’bîrleri, sonradan ihdâs edilmiş olup, ilk def’a kullanan Ebû Sa’îd-i Harrâzdır. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-G

 –G–

● Müzik ve şarkı, bir zehrdir ki, şeker [bal] ile kaplanmışlardır. 3/34. [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]


● Müziğin yasaklığı konusunda âyet-i kerîme nâzil olmuşdur. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Gınâ [müzik] harâm olduğundan, bir çalgıcıyı veyâ herhangi bir şarkıyı güzel bulup, takdîr eden kâfir olur. 1/266.


● Gınâ sâhiblerinin [zenginlerin] tevâzu’ [alçak gönüllü olmaları] güzeldir. Ve fakîrlerin ise, vakâr sâhibi [ağırbaşlı olmaları] güzeldir. Zîrâ ilâc zıddı iledir. 1/68. [Mektûbât Tercemesi: 106.]


● Gunye kitâbı, Abdülkâdir-i Geylânînindir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Gavs, Muhyiddîn-i Arabî indinde kutb-ı medârdan başkadır. Ve ona yardımcıdır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Gaybdan maksad, eğer her bakımdan yok demek ise, onu Allahü teâlâ bilir demek ma’nâsızdır. 1/100. [Mektûbât Tercemesi: 151.]


● Gayb, görülenin karşılığıdır. Zıllıyyet şâibesi görülende mevcûd olup, gaybda yokdur. Gayb görülenden üstündür. 3/8.


● Allahü teâlâdan başka şeyleri maksad edinmekden kurtulmak, kâmil îmân için zarûrîdir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)– A, İ, U, O, Ö

 – A, İ, U, O, Ö –

● Âişe-i Sıddîka âlime ve müctehîde idi. Eshâb-ı kirâm, müşkilâtda ona mürâce’at ederlerdi. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Âişe-i Sıddîka, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edinceye kadar, makbûleleri ve sevgilileri idi. Onun evinde ve kucağında vefât edip ve orada defn edildi. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Âişe-i Sıddîka, ilm ve ictihâdda Fâtımadan ve Fâtıma zühd ve dünyâdan kesilmekde, ondan dahâ ileridedir. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Âişe-i Sıddîkanın fazîleti. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Âdetler, ahkâm-ı islâmiyye için delîl olamazlar. 1/54. [Mektûbât Tercemesi: 90.]


● Âdetlere ve rüsûma [üsûllere] uymakdan ele birşey geçmez. Kalbin selâmetini istemelidir. 1/133. [Mektûbât Tercemesi: 177.]


● Ârif için rücû’dan sonra istidlâle ihtiyâc gelir. [Bu âleme indikden sonra, delîlleri araşdırmağa ihtiyâc gelir.] 3/32.


● Ârif kendini kâfirden aşağı bilir. Zîrâ âlem-i emr latîfeleri ayrılmışdır. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Ârif-i tâm-ül-ma’rife, efrâd-i âleme kül menzilesindedir. [Tâm irfân sâhibi olan ârif, âlemin ferdlerine göre (hepsi) menzilesindedir. (Mahlûkat teferruât, o ise bu işin özüdür.).] 2/74.


● Ârif, aslın-aslına kavuşunca, Allahü teâlânın yaratmasından gayri birşey bilmez. [Hâlık yaratıcı, kendisi mahlûkdur.] 3/110.


● Âlem, vücûd-i zıllî ile [zılden bir mevcûdiyyet olarak] hâricde vardır. Evhâm ve hayâlât değildir. 1/217. [Mektûbât Tercemesi: 261.]


● Âlem, Allahü teâlâdan gayri şeylerin [bütün mahlûkların] ismidir. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Âlem-i kebîrde her ne varsa, âlem-i sagîr [insan] ve âlem-i asgarda [kalbde] da vardır. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Âlem-i halk, anâsır-ı erbe’adan [dört esâs maddeden] ibâretdir. 1/264. [Mektûbât Tercemesi: 348.]


● Âlem-i halk altı günde halk olunmuşdur. Arşın yaratılışı dahâ evveldir. 2/76. [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Âlem-i halkın ötesi âlem-i emrdir. Âlem-i emrin ötesi, şu’ûnların ve ismlerin dereceleridir, mertebeleridir. 2/76. [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Âlem-i emre lâ mekânî [mekânsız âlem] derler. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Âlem, Allahü teâlânın varlığına alâmetdir. Âlemde zâhirî kemâlât görünmekdedir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Âlem-i sagîr ve kebîr, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının tezâhür etdiği [ortaya çıkdığı] yer ve şu’ûn ve zâtî kemâlâtın aynasıdır. Zât ve sıfât-i ilâhiyyeye delîl olmuşlardır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Âlem her anda yok olup, misli vücûda gelmesi Mektûbâtda îzâh olunmuşdur. 1/199. [Mektûbât Tercemesi: 237.]


● Âlemin nizâmı, dînî emrlere bağlıdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Âlem-i misâl, bütün âlemlerden dahâ genişdir. Bütün âlemlerdeki varlıkların sûreti onda vardır. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Âlem-i şehâdetdeki güneş ışığının ve ay ışığının âlem-i misâldeki nûrlara üstünlüğü vardır. 1/210. [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Allahü teâlâdan başka hiçbir maksadı kalmayınca, o zemân Allahü teâlâdan gayriye ibâdetden kurtulur. Âhiret maksadları sevâb ise de, mukarrebler indinde günâhdır. 1/110. [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● Mâsivâya bağlanmakdan kurtulunca, Allahü teâlâya ibâdet kolay olur. 1/77. [Mektûbât Tercemesi: 122.]


● Bir ibâdet ki, korku ve sevinç ile olursa, kendi için olur. 1/77. [Mektûbât Tercemesi: 122.]


● İbâdete lâyık, nasıl olduğu bilinemiyen Allahü teâlâdır ki, bizim akl ve fehmimiz, onu idrâk edemez. Ve keşf ve şühûd gözümüz [beden ve kalb gözümüz] Onun azametini ve celâlini görmekden hayrete düşer. Böyle îmân, ancak gayb yolu ile olur. Gaybî olmıyan îmân, kendi düşündükleridir ki, Hak teâlânın mahlûkudur. Ve şerîk eylemişlerdir. Gayba îmân, o vakt müyesser olur ki, vehm oraya gidememelidir. 2/8. [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● İbâdet yapmakdan maksad, kulların menfe’atleri içindir. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 11.]


● İbâdet ile âdet. 1/231. [Mektûbât Tercemesi: 283.]


● İbâdetin ma’nâsı. 1/110. [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● İbâdet, insânın kırılması ve alçalmasıdır. 1/64. [Mektûbât Tercemesi: 101.]


● İbâdetden maksad, yakîne kavuşmak [ele geçirmek] dir. 1/97. [Mektûbât Tercemesi: 145.]


● Abbâs radıyallahü anhın fazîleti. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● “Abbâs bendendir, ben Abbâsdanım.” Hadîs-i şerîf. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Abdülkâdir Geylânî, vilâyet-i Muhammediyyeyi son noktasına ulaşdırmışdır. 1/293. [Mektûbât Tercemesi: 465.]


● Abdülkâdir Geylânînin yükselmesi, ekserî Evliyâdan yüksek olduğundan, kerâmeti fazladır. 1/216. [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Abdülkâdir Geylânî hutbede, Hızır aleyhisselâma, “Ey isrâil oğlu, gel, Muhammed aleyhisselâmın kelâmını dinle” buyurdu. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Abdülkâdir Geylânînin kendini medh sözü, sekr sözüdür. 3/118.


● Abdülkâdir Geylânî oniki imâmdan sonra, vilâyet yolunun merkezine getirildi. 3/124.


● Abdüllah ibni Mübârek, harâmdan bir altını sâhibine geri vermek, yüz altın sadakadan efdaldir, buyurdu. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Abdüllah ibni Mubârek buyurdu ki, Mu’âviyenin “radıyallahü anh” atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîzden efdaldir. 1/207. [Mektûbât Tercemesi: 244.]


● Abdürrahmân bin Avf, Cennete sahâbîlerin fakîrlerinden beşyüz sene sonra girecekdir. 1/283. [Mektûbât Tercemesi: 413.]


● Abd [kul], fi’lini diledikden sonra, Hak teâlâ, onu yaratır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Abd-i makbûl [makbûl kul], Allahü teâlânın rızâsına râzı olandır. Kendi rızâsına tâbi’ olan, kendine kuldur. 2/88. [Se’âdet-i Ebediyye: 1035.]


● Abdin fi’li [kulun işi], Hak teâlânın yaratması ve kulun kesbinden ibâretdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Abdin [kulun] hareketine, Hakkın kudreti i’tibâriyle halk [yaratmak], kulun kudreti nisbetiyle kesbi denir. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Abdin [kulun] kudreti, ahkâm-ı islâmiyye ile teklîf edilenlerin uhdesinden gelecek kadardır. [Onları yapacak kadardır.] 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Abd [kul], kendi ihtiyârı ile kesb eder. Kulun kasdından sonra, Hak teâlâ, dilerse, yaratır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Abdin [kulun] ihtiyârı za’îfdir dedikleri, Hak sübhânehunun ihtiyârının kuvveti i’tibârı iledir. Yoksa, emrlerin yerine getirilmesine kâfî değil ma’nâsına değildir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Abdin [kulun] fi’linde, kulun te’sîri yokdur, fâil, ancak Hak sübhânehudur demek küfrdür. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Abd [kul], bir arzûsunu ele geçirmekde, islâmiyyetden dışarı çıkarsa, islâmiyyetin hudûduna tecâvüz ederse, o maksûd onun mabûdu ve ilâhı olur. Eğer arzû edilenin ele geçirilmesinde, islâmiyyetin yasak etdiği şey irtikâb olunmazsa o kul müşrik olmaz. Ve o şeye meyli, maksûd kabûl edilmemişdir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Abdiyyet makâmı, iyilikleri sâhibinden bilmek ve kendini kötü görmekdir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Abdiyyet makâmı, vilâyet kemâllerinin en üstünüdür. 1/249. [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Osmân “radıyallahü anh”ın hilâfeti sahâbenin icmâ’ı ile sâbitdir. 3/24. [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]


● Osmân “radıyallahü anh”ın vilâyet ve nübüvvet yolundan münâsebeti, Nûh aleyhisselâmadır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Osmân “radıyallahü anh”, vilâyet ve nübüvvet yüklerini taşıdığı için (zinnûreyn) denir. Çünki, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü anhüm” nübüvvet, Alî “radıyallahü anh” vilâyet yükünü taşımakdadır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Osmân “radıyallahü anh”ın ve şeyhaynın efdaliyyetlerini inkâr eden, kâfir olmaz. Bid’at sâhibi ve sapık olur. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Ucb, öldürücü zehrdir. Ve öldürücü hastalıkdır. Sâlih amelleri yok eder. 2/53. [Se’âdet-i Ebediyye: 429.]


● Aczini anlamak, idrâkdir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Adem-i hâriciye [hâricî yokluğa] zıd olan, hâricî varlıkdır. Sübût-i vehmî değildir. 3/60.


● Adem, şer ve naksın başlangıcı ve cümle kötülüklerin en kötüsü olarak görünmekdedir. 1/134, 234. [Mektûbât Tercemesi: 177, 286.]


● Adem, vücûdün aksi ve zıddıdır. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Adem, yokluk aynasında vücûdî kemâlât zuhûr eder. Ayna olmak, işte budur. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Adem, hiç yokdur ki, hiçbir mertebede sâbit değildir. (Var değildir.) Varlığı i’tibârîdir. 3/80.


● Adem hâricde yokdur. İlmde var kabûl edilmişdir. 3/58.


● Adem, her ne kadar yokdur. Ammâ, eşyânın tafsîlinin kaynağıdır. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Adem-i mutlak [mutlak yokluk], ilm-i ilâhîde teferru’âtı ile bulunup, bu yokluğun noksanlıklarından herbiri ilm mertebesindeki aks eden kemâlâtın karşılığı olmuşdur. Ve her bir kemâl karşılığındaki yoklukda aks ederek görünmüşdür. 3/58.


● Adem [yokluk] vehmen hissetmek derecesinde ortaya çıkıp, istikrar kazanır. [Anlaşılır]. 3/58.


● Adem mukâbilindeki vücûd [Yokluğa tekâbül eden varlık], Allahü teâlânın vücûd sıfatı olmayıp, zıl ve aksleridir. 3/64.


● Adem-i mukayyedin [kaydlı ademin] mutlak ademe bağlanması, tecellî-i zâtın te’sîri iledir. 2/94.


● Adem, Resûlullahdan (ev ednâ) makâmında kaldırıldı. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Azâb-ı Cehennem [Cehennem azâbı], geçici olsun, devâmlı olsun, küfre ve küfr sıfatlarına mahsûsdur. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Âhıret azâbı, çok şiddetli ve devâmlıdır. Ve dünyânın hayâtı çok kısadır. Dünyânın güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. Bir insanın kıymeti, dünyâ ile ölçülse idi, dünyâlığı çok olan kâfirler herkesden azîz olurdu. Dünyânın görünüşüne aldanmak aklsızlıkdır. 1/98. [Mektûbât Tercemesi: 146.]


● Arşa olan zuhûr, zıllıyetden yüksekdir [uzakdır.]. Kimsede bu kâbiliyyet yokdur. 2/11.


● Arş-ı ilâhî, âlem-i halk ile âlem-i emr arasında geçiddir. 2/76. [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Arşa olan zuhûrun onda biri ârifin kalbinde yokdur. 1/220. [Mektûbât Tercemesi: 266.]


● Arş-ı ilâhî o azameti ile berâber, mekânlı olduğundan rûha nisbet ile, hardal dânesi kadar değildir. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Urûclar ve zuhûrlar, mahlûkların hakîkatlerinin sonuna kadardır. 1/263. [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Urûcda mertebelerin sonu, nemâzın hakîkatıdır. 3/77. [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Azîmet, harâmla mubâhların fazlasından sakınmak; ruhsat, harâmlardan sakınmakdır. 1/216. [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Askerin, beytülmâldan ma’âş alması, cihâda mâni’ değildir. [Cihâd sevâbını gidermez.] 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Askerlik ganîmetdir. Bir sâati, diğer makâmlarda bulunmanın çok sâatinden iyidir. 3/83.


● Aşk olmasaydı, aşk gamı olmasaydı, bu kadar güzel söz ortaya çıkmazdı. 3/118.


● Akl-ı me’âş, kısa görüşlüdür. Ma’nevî hastalıkları [âfetleri], hastalık kabûl eylemez. 1/219. [Mektûbât Tercemesi: 265.]


● Akl-ı me’âş, zenginliğe rağbet eder ve dünyâ erbâbına rağbet eder. [Bunlara rağbet edenlerin aklı, akl-ı me’âşdır.] 1/219. [Mektûbât Tercemesi: 265.]


● Akl-ı me’âd, ileri görüşlüdür. Evliyâ ve Enbiyâda bulunur. [Onların nasîbidir.] 1/219. [Mektûbât Tercemesi: 265.]


● Akl-ı me’âd, şerh-ı sadrdan sonra, mutmainne sadra inince, ona bağlanır. [Nefs mutmainne olunca, akl-ı me’âd ona bağlanır.] 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Akl, hissin ötesi olup, his ile idrâk edilmiyeni idrâk etdiği gibi, nübüvvet gücü de, akl gücünün ötesi ve üstüdür. Akl ile anlaşılamıyan, nübüvvet gücü ile idrâk edilir. 3/23. [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Akl, ancak his edilenleri [beş duyu ile] idrâk edebilir. Görülenlerde misâli olmıyan işleri, akl idrâk edemez. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Aklı olan dünyâya bağlanmaz; düşkün olmaz ki, dünyâ sırf yoklukdur. 3/12.


● Akl hüccetdir, ammâ eksikdir. Hüccet-i bâliga [tam hüccet] Peygamberlerin gönderilmesidir. 3/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Aklın ötesi demek, akl anlıyamaz demekdir. Yoksa orada, akl zıddına hükm eder değildir. 3/112.


● Aklın anlıyamadığı işleri, ilâhî nûrdan gayri ile bilmek mümkin değildir. 3/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● İnsanların aklları, yaratıcıyı isbâtdan âcizdir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Akl, tasfiye ve tezkiyeden sonra, ilâhî makâm ile münâsebet kurar. Fekat, yanılmak ve unutmak ondan ayrılmaz. Vâhime, mütehayyile, gadab ve şehvetden ayrılmaz. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Aklın tasfiye ve tezkiyesi, sâlih amellerin yapılmasına bağlıdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Akl erbâbı, ya’nî felsefeciler, nefsden ba’zan rûhu, ba’zan kalbi kasd eder. Onlar nefs-i emmâreyi mücerred mefhûmlardan [âlem-i emrden] sayarlar. Kalb ve rûhun ismini bilmezler. 3/91.


● Ukalâ [akla tâbi’ olanlar], ma’lûm için, zihnde sûret hâsıl edip, onun meydâna gelmesi zihndedir. İlmde değildir, derler. Son devr sofiyyesine göre, o sûret ilmde hâsıldır. 3/114.


● Allahü teâlânın bir kulundan yüz çevirdiğinin alâmeti [sevmediğinin alâmeti], onun mâlâya’nî ile meşgûl olmasıdır. “Hadîs-i şerîf”. 2/60. [Se’âdet-i Ebediyye: 480.]


● İlm iki kısmdır. İlm-i ahkâmı fıkh, ilm-i i’tikâdı kelâm [ahkâmı bildiren fıkh ilmi, i’tikâdı bildiren kelâm ilmi], ilmleri kendinde toplamışdır. 1/268. [Mektûbât Tercemesi: 383.]


● İlm, inkişâfdan [tekâmülden] ibâretdir. Bu inkişâf ihâta ile olursa, ilm-i husûlîdir [çalışarak ele geçen ilmdir]. 3/114.


● İlm, ma’lûmun sûretinden ibâretdir ki, bunun ilmde husûlî ve hulûlî [girmesi, hulûl etmesi] ne ma’nâya olur, [ne ma’nâsı olur.]. 3/114.


● İlm-i husûlî ve ilm-i hudûrî bir vaktde cem olur. İki ilm-i hudûrî cem’ olmaz [birlikde olmaz]. 1/306. [Mektûbât Tercemesi: 490.]


● İlm-i husûlînin zât-ı teâlâya [Allahü teâlânın zâtına] âid olması muhaldır. Onun ilm-i hudûrîsi, müte’allık olur. [Alâkalı olur.] 3/21.


● İlm-i husûlî âfâka [insanın dışındaki âleme], ilm-i hudûrî enfüse [insanın içindeki âleme] te’alluk eder. 3/60.


● İlm-i husûlî eşyânın sûretini bilmekdir. Şey’in sûreti şey’in gayridir. 2/47.


● İlm-i şey [birşeyin ilmi], o şeyin sûretinin aklda hâsıl olmasıdır ki, o şeyin aynı değildir. 3/110.


● İlm-el-yakîn [ilm ile bilmek], eserden müessire istidlâldir. [Eserden delîl ile eser sâhibini anlamakdır]. Dumanı görüp, ateşe hükm etmek gibi. 3/100.


● Hakk-el-yakîn [bizzat içinde yaşayarak bilmek], müessir ile hakîkatlenmekdir ki, bekâ makâmıdır. 1/277. [Mektûbât Tercemesi: 407.]


● İlm, ayn ve hakk-ül-yakîn için meşâyıhın ta’rîfleri, imâm-ı Rabbânî indinde, bu ta’rîflerin hepsi, ilm-ül-yakîndir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● İlm-el-yakîn ile ayn-el-yakîn birbirine perdedir. İlm esnâsında görmek yokdur. 1/277. [Mektûbât Tercemesi: 407.]


● Yakînler, meşâyıh indinde, zât-i ilâhîye nisbet ile, imâm-ı Rabbânî indinde âyetlere (delîllere)dir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ayn-el-yakîn, imâm-ı Rabbânî indinde, dumanın ateşe olan hâlidir. 3/100.


● Hakk-el-yakîn, dumanı görüp, ateşin varlığına hükmetmekdir. 3/123.


● Ayn-ül-yakîn ve hakk-ül-yakîn, âfâk ve enfüsün ötesidir. 3/100.


● İslâmiyyet ilminin sûreti, zâhir âlimlerin nasîbidir ki, Kitâb ve Sünnetin hükmleri ile alâkalıdır. İslâmiyyet ilminin hakîkati, ulemâ-i râsihînin nasîbidir ki, Kitâb ve Sünnetin müteşâbih kısmı ile alâkalıdır. 2/18.


● İlm-i ledünnî, ifâdasında [feyz almakda], Hızır aleyhisselâmın rûhâniyyeti vâsıtadır. “Muhammed Pârisâ” 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● İlm-i ilâhî, hayât şânının altındadır. Lâkin, ilm için zât mertebesinde bir şân vardır ki, hayât ve diğer sıfatlar için yokdur. Bu, ilm-i hudûrî de değildir. 3/79.


● İlm-i ilâhînin zâtî güzelliği, diğer sıfatlarda yokdur. 3/100.


● İlm-i ilâhî. /113.


● İlm-i ilâhî değişen cüzlere te’alluk eder ise de [alâkalı ise de], Allahü teâlânın ilm sıfatında değişiklik olmaz. Değişiklik, birini diğerinden sonra bilince olur. Ammâ, cümleyi bir anda bilmekle değişikliğe ve sonradan olmağa tehammülü yokdur [böyle şey olmaz]. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İlm-i ilâhînin eşyâya bağlantısı ilm-i hudûrîdir. 3/114.


● İlm-i ahvâl [hâllerin ilmleri], herkese verilmemişdir. 3/16.


● “Ümmetimin âlimleri, isrâil oğullarının Peygamberleri gibidir” şerefi ile müşerref olan, râsih ilmli âlimlerdir. 2/13. [Se’âdet-i Ebediyye: 754.]


● “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir” hadîs-i şerîfindeki ilm, islâm bilgileridir ki, zâhiri ve hakîkati vardır. 2/18.


● “Ulemânın mürekkebi şehîdlerin kanından dahâ ağırdır.” Hadîs-i şerîf. 3/47. [Se’âdet-i Ebediyye: 400.]


● Zâhir âlimlerin nasîbleri, i’tikâdı düzeltdikden sonra, ahkâm-ı islâmiyye ve ameldir. Bâtın âlimlerinin nasîbi bununla berâber, hâller ve zevkler ve ma’rifetlerdir. Ulemâ-i râsihînin nasîbi, esrâr-ı dekâyıkdır ki [ince sırlardır ki] müteşâbihâtda işâret vardır. 1/54. [Mektûbât Tercemesi: 90.]


● Ulemâ-i râsihîn, vilâyet yollarını kat’iderek, Peygamberlerin husûsiyeti olan da’vet makâmına kavuşmuşlardır. 3/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 763.]


● Ulemâ-ı râsihîn, özü kabuk ile bir araya getirerek ve hakîkati sûrete getirmiş, müteşâbihâtdan zevk almışlardır. 2/18.


● Ulemânın ilmleri, nübüvvet kandilinden alınmış, sofiyyenin ma’rifetleri ise, keşf ve ilhâmdır. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Zâhir âlimlerine fenâ ve bekâ nasîb olmamış, vilâyet-i hâssa vâki’ olmamışdır. 3/89.


● Dünyâ âlimlerinin ki, gayretleri alçak dünyâ içindir. Ve sohbetleri, öldürücü zehrdir. Ve fesâdları yayılır. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Dindâr âlimler, makâm ve riyâset sevgisinden geçmiş ve tervîc-i din [islâmiyyeti yaymakdan] ve islâmiyyeti kuvvetlendirmekden gayri birşey istemezler. 1/53. [Mektûbât Tercemesi: 89.]


● Ulemâ’i sû’ [kötü âlimler] insanları dalâlete sevk etmekde kâfî olup, iblis işsiz ve boş kalmakdadır. 1/213. [Mektûbât Tercemesi: 256.]


● İlmi, dünyânın mâl ve mevkı’ine vesîle kılanlara, şiddetli azâb vardır. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Riyâzî ilmler, mantık ve emsâli ile meşgûl olmak için cevâz vardır. Ammâ, onları ele geçirmekden maksad, ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmek için olmak şartdır ve yoksa câiz değildir. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Alî “radıyallahü anh”, hilâfeti zemânında ve emri altında, kendi bağlılarından, yardımcılarından büyük bir topluluk arasında buyurmuşdur ki, muhakkak Ebû Bekr ve Ömer, cümle ümmetin en üstünüdür. İmâm-ı Zehebî, bunu seksenden çok kimseden rivâyet eylemişdir. 2/36. [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Alî “radıyallahü anh”ın mücâdelesi, bâgîler, âsîler ile savaş farz olduğundan idi. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, birâderlerimiz bize bâgî oldular. Kâfir ve fâsık değildirler. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Alîye “radıyallahü anh” Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Sen, Îsâya “aleyhisselâm” benzemekdesin. Ona yehûdîler o derece düşmanlık etdiler ki, annesi Meryeme iftirâ etdiler.” 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Alî “radıyallahü anh” vilâyet yolundan kavuşanların önderi ve başkanıdır. Bu yolda feyz herkese Onun aracılığı iledir. 3/124.


● Alî radıyallahü anh buyurdu ki, bütün ilmler besmelenin “B” sinde, belki “B” nin noktasında toplanmışdır. 1/201. [Mektûbât Tercemesi: 240.]


● Alîye “radıyallahü anh” kusûr isnâd eylemek, çirkinliğin en kötüsüdür. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]


● Alî “radıyallahü anh”, Sıddîk “radıyallahü anh”dan efdaldir diyen, ehl-i sünnetden ayrılır. 1/202. [Mektûbât Tercemesi: 240.]


● Alî “radıyallahü anh”, vilâyet ve nübüvvet taraflarından Îsâ aleyhisselam ile münâsebetlidir. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Umdet-ül-islâm fârisî fıkh kitâbıdır. 1/193. [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Ömer “radıyallahü anh”, “Rabbinin azâbı elbette vardır. Onu önliyecek yokdur.” âyetini işitince, aklı gidip, deveden düşdü. 1/302. [Vettûrî. 7. Âyet.] [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Ömer “radıyallahü anh”, Ebû Bekr “radıyallahü anh”dan sonra, ümmetin efdalidir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Ömer “radıyallahü anh”, vilâyet-i Muhammediyyeye vâsıl ve kemâlât-ı Muhammedî onda hâsıl oldu. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ömer “radıyallahü anh”ın vilâyeti, İbrâhîm aleyhisselâma, nübüvvet tarafından Mûsâ aleyhisselâmadır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ömer “radıyallahü anh” hakkında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: “Benden sonra Peygamberlik bitmeseidi, Ömer Peygamber olurdu,” buyurdu. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ömer “radıyallahü anh”ın vefâtında, Abdüllah ibni Ömer, ilmin on bölükde dokuz bölüğü öldü, buyurdu. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ömer “radıyallahü anh” ile, Hak sübhânehunun kelâmı, çok zemân aynen vâki’ oldu. 2/51.


● Ömer “radıyallahü anh” hakkında. 2/99.[Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Ömer “radıyallahü anh” buyurdu ki, geceleri uyumayıp, cemâ’ati [sabâh nemâzını] terk etmekden ise, uyumak iyidir. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]


● Amr ibni Âs’ın “radıyallahü anh” yanılması, Veysel Karânî ve Ömer Mervânînin doğru işinden efdaldir. 1/120. [Mektûbât Tercemesi: 168.]


● Umre ve nâfile hac, bir farzın terkine ve bir memnu’un icrâsına sebeb oluyor, mâlâya’nî oluyorlar. 1/123. [Mektûbât Tercemesi: 169.]


● Amelin mükâfâtı işleyene olduğu gibi, vâdı’ına ve binnetice Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” de olur. 2/57.


● Amel eylemeyip, suçunu dahî kabûl etmeyip, pişmân olmıyan, kullukdan uzakdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Amellere verilen ecr, ameli işliyene göre değişir. 1/305. [Mektûbât Tercemesi: 489.]


● Amelin sevâbı, niyyetin düzgün olmasına bağlıdır. 3/28.


● Avâm, müntehînin bâtınından nasıl haber alır ki, müntehînin bâtınının zevkinden, kendi zâhiri bile haberdar değildir. 2/43.


● Avâm, Şeyh-i Genc-i şekeri, oğlunun vefâtında üzülmediği için, üstün bilirler. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, İbrâhîmin vefâtında ağladı ve çok üzüldü. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Avâm indinde, cesedi ihyâ [gelişdirmek] büyük işdir. Havâs indinde [büyükler yanında] kalbi ihyâ mu’teberdir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Avâmın seyyiâtı, îşâna hasenât olur. 2/56.


● Avâmın îmânı ile havâsın îmânı farklıdır. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Avâm işiterek veyâ delîl ile gayba îmân etmişlerdir. Sondakilerin en üstünleri, gayblar gaybını, celâl ve cemâl perdelerinin arkasında mütâle’a eylemişlerdir. Ortadakiler, zılleri asl zan etmişlerdir. 2/8. [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Hasta ziyâreti sünnet, hastanın kimsesi yoksa vâcibdir. 1/265. [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Fıtr bayramında, yimek, içmek, senelerce nâfile oruc tutmakdan dahâ fâidelidir. 1/52. [Mektûbât Tercemesi: 87.]


● Îsâ aleyhisselâm gökden inip, Muhammed aleyhisselâmın dîni ile amel edecekdir. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.], 1/109. [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● Îsâ aleyhisselâmın, mele-i a’lâ ile münâsebeti vardır. 3/114.


● Îsâ aleyhisselâm gökden inip, ictihâdı, İmâm-ı a’zamın ictihâdına uygun olacakdır. 2/55, 1/282. [Mektûbât Tercemesi: 413.]


● Îsâ aleyhisselâm vilâyetde, Mûsâ aleyhisselâm nübüvvetde çok yüksek mertebededirler. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Ayn-ı sâbiteye te’ayyün-i vücûbî derler. 3/33.


● Ayn-ı sâbite, Allahü teâlânın ismlerinin zılli, aksi ve nûrudur. 3/33.


● Ayn ve eserin fenâ esnâsında yok olması, vilâyet-i Muhammediyyeye “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûsdur.


Diğer vilâyetlerde yalnız ayn yok olup, eseri yok olmaz. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Ayn ve eserin yok olmasından murâd, görünüşün yok olmasıdır. Mahlûkâtın vücûdu yok oluyor demek, ilhâd ve zındıklıkdır. 3/109.