KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -S

 – S –

● Sâbikûn, temâm Enbiyâ olup, eshâbı ve hakîkî vârisleri de dâhildir. 2/39. [Se’âdet-i Ebediyye: 913.]


● Sârıkların [hırsızların] büyüğü, nemâzından çalandır. Ya’nî nemâzın rükû’ ve sücûdunu temâm eylemiyendir. Hadîs-i şerîf. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Sâlike lâzım olan, devâm-ı zül [devâmlı alçalma] ve iftikâr [alçak gönüllülük] ve inkisâr [kırıklık] ve tedarru’ [kendini alçaltma, yalvarma] ve ilticâ’ [sığınma] ve kulluk vazîfelerini yapıcı, ahkâm-ı islâmiyyenin hudûdunu muhâfaza edici ve sünnet-i seniyyeye mütâbe’at [uyucu], hayrlı işlerde niyyeti düzeltici, kalbini [bâtınını] temizleyici ve zâhiri teslim ve ayblarını ve günâhlarını görücü ve Allahü teâlânın intikâmından korkucu ve titrer olmakdır.


Ve işlerine ve niyyetine dikkat etmesi ve ahvâl ve mevâcîde güvenmemesi lâzımdır. Dîni kuvvetlendirmesine ve islâmiyyeti yaymasına ve insanları Allahü teâlâya da’vet etmesine i’timâd edip, bunlara güvenmemeli ki, bunlar kâfir ve fâcirlerden de zuhûr eder. 1/171. [Mektûbât Tercemesi: 212.]


● Sâlik kendini, uyuz köpekden üstün bilirse, bu büyüklerin kemâlâtından mahrûmdur. 1/202. [Mektûbât Tercemesi: 240.]


● Sâlik, hâllerini ve rü’yâlarını üç gün içinde şeyhine arz eylemese, Kübreviyye tarîkatinin büyükleri ta’zîr buyururlar. 1/122 [Mektûbât Tercemesi: 169.]


● Sâlikde hâsıl olan ahvâl [hâller] pîr ahvâlinin aynıdır ki, mir’ât-i istidâdında [onun istidâd aynasında] zuhûr eylemişdir. 3/16.


● Sâlik, yüksek gayretli olmak gerekdir. [Çok yüksekleri istemelidir.] Ve hiç hâsıl olan hâle baş eğmeyip [dönüp, bakmayıp], ötelerin ötesini istemelidir. İşte böyle bir himmetin hâsıl olması, kendisinin bağlı olduğu şeyhinin teveccühüne bağlıdır. Ve onun teveccühü, kendisine uyan müridin ihlâsı ve muhabbeti mikdârıncadır. 1/285 [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Sâlike bir zulmet ve sıkıntı gelince, onun ilâcı cenâb-ı Hakka ilticâ [sığınma] ve tedarru’ [yalvarma] ve niyâz ve şikestelikdir [kırıklıkdır]. Kendi mürebbîsine [yetişdiricisine] teveccühü tâmdır ki, bu devletin husûline [bu ni’metin ele geçmesine] sebeb olur. 1/218. [Mektûbât Tercemesi: 264.]


● Sâliklere yolda hâsıl olan hâller, mevâcid ve bilgiler ve ma’rifetler asl maksaddan değildir. [Özenilecek şey değildirler]. Belki evhâm ve hayâldirler ki, tarîkat yolcuları onunla terbiye olunurlar. Cümlesinden geçip, sülûk ve cezbe makâmının nihâyeti olan, rızâ makâmına varmak gerekdir. Tarîkatin maksadı ve gâyesi, rızâ makâmında hâsıl olan ihlâsı ele geçirmekdir. 1/36. [Mektûbât Tercemesi: 63.]


● Sâlikler, bu yolun başında da, sonunda da, hâllerin telvîninden [envâından] kurtulamaz.


Telvînler kalbde ise, sâlik [erbâb-ı kulûb]dan olur. Bunlara (ibnül vakt) de denir. Eğer kalb telvînden kurtulmuş, temkîn makâmına yetişmiş ise, hâller, artık nefse gelir. Nefs de temkîne ulaşmış ise, kalıba [bedene] gelir. 1/175. [Mektûbât Tercemesi: 217.]


● Sâlikin, aslı, esmâ’i ilâhîden [ilâhî ismlerden] bir ismdir. Ve sâlik onun zıllıdir. 3/118.


● Sâlike feyzlerin gelmesi, Hayrülbeşerin “aleyhissalâtü vesselâm” vâsıtası ve onun perdesi [vâsıtası] iledir. Hakîkî sâlik, tâm tâbi’ olmak sebebi ile ve belki sâdece fadl ile hakîkat-i Muhammedî ile ittihâd etdikde [birleşdikde] vâsıta ortadan kalkar. Çünki, vâsıta başka olmakdadır. İttihâd [birleşme] olan mahâlde mu’amele şirket üzeredir. 3/122.


● Sâlik seyrinin derecesini hayâlde canlandırdığı şeklde anlar. [Hayâline gelenler ile anlar.] 3/119.


● Sâlik, sülûk menzillerini geçdikden sonra, mebde-i te’ayyünü olan isme ulaşır ve o ismde fânî olur. 1/208. [Mektûbât Tercemesi: 245.]


● Sâliklerin kemâli başka-başka olup, kalbin selâmeti, rûhun kurtuluşu, sırrın şühûdü, hafînin hayreti ve ahfânın birleşmesinden bir veyâ birkaçı veyâ hepsi ile olur. Ve ismi geçen mertebelerin birisinde kemâl hâsıl oldukdan sonra, yâ geri inilir veyâ o makâmda kalınır. Birincileri, tekmil ve irşâd ve da’vet için Hakdan halka rücû’ makâmı ve ikincisi kendini gayb etme ve insanlardan uzlet [uzaklaşma] makâmıdır. 1/158. [Mektûbât Tercemesi: 193.]


● Sâlik-i kâmil [kâmil olan tesavvuf yolcusu], Allahü teâlânın zâtına ayna olunca, sıfât ve şu’ûndan onda hiç görünmez [rü’yet edilmez]. 2/11.


● Sâlik, Allahü sübhânehunun inâyeti ile, hazret-i Hakka urûc etse [yükselse], hâlis yokluk makâmına iniş de çok olur. Lâkin, urûc vaktinde [yükselme vaktinde] o makâm kendini yok [helâk olmuş] bilmek makâmıdır ki cehl lâzımdır. Sahva nüzûlde [inişde] makâm-ı ilm ve ma’rifetdir.


Bu iniş makâmında, zıl makâmının bulaşıklıklarından ayrılmış [uzaklaşmış] ve şu’ûn ve Allahü teâlânın zâtına âid i’tibârâtdan kurtulmuş, sırf Allahü teâlânın tecellîsi ile müşerref olur. Ve bu tecellîden önce hâsıl olan her tecellîyi, ârif her ne kadar esmâ ve sıfât ve şu’ûnât ve i’tibârât düşünmeksizin olduğunu bilir ve tecellî-i zâtî sayarsa da, zıllerin, ismlerin, sıfât, şu’ûn ve i’tibârâtdan bir perde arkasındadır. 3/79.


● Sâlik-i meczûb, ya’nî cezbesi sülûke tekaddüm etmemiş [önce sülûk yapmış, sonra cezbelenmiş] olan pîrler de, nâkısları fenâ ve bekâya ulaşdırırlar. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Sübhânî ve enel-Hak gibi ekâbir kelâmları [büyüklerin sözleri] Îşânın [onların] orta hâllerine haml olunmak [yolda iken, ilerleme zemânındaki hâllerine âid olduğunu anlamalıdır ki] ve onların kemâlleri bu sözlerinden sonradır diye ta’bîr lâzımdır. 3/75.


● “Sübhânallahi ve bi hamdihî”, Cenâb-ı Hakkı şirk ve naksdan tenzîh ve ni’metlerine şükr etmekdir. Hergün ve gece yüz kerre okumalıdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● “Sabekat rahmetî alâ gadabî” (Rahmetim gadabımı aşmışdır) Hadîs-i kudsîsindeki gadabdan murâd, mü’minlerin günâhkârlarına karşı olan gadab sıfatımı aşmışdır, demekdir. Müşriklere karşı olan zâtın gadabını aşar demek değildir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Sultâna secde etmek câiz ise de, terk etmelidir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Secdeye diz ve el koydukda, önce sağını koyalar. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● “Secde, Hudâdan gayriye câiz olsaydı, zevcine secdeyi, zevceye emr ederdim.” Hadîs-i şerîf. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Sihr, müslimândan vücûda gelmez. [Müslimân sihr yapmaz.] Îmân ondan ayrıldığı zemân sihr tehakkuk eder. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Sihr, kat’î harâmdır. Ve sihr yapan küfrde kuvvetlidir. Sihr yapıcılıkdan şedîd küfr yokdur. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Sirâyet-i maraz [hastalığın geçişi] muhakkak değildir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Se’âdet, ömrü uzun ve ameli de çok olan kimsenindir. 1/89. [Mektûbât Tercemesi: 138.]


● Se’âdet-i ma’nevî [ma’nevî se’âdet] kalbin Hakdan gayriden [mahlûka bağlılıkdan] halâs olmasıdır [kurtulmasıdır]. 1/49. [Mektûbât Tercemesi: 85.]


● Se’âdetin sermâyesi, sünnete [ahkâm-ı islâmiyyeye] tâbi’ olmakdır. 1/74. [Mektûbât Tercemesi: 119.]


● Se’âdet-i insan [insanın se’âdeti] ve felâh ve halâsı temâmen Allahü teâlânın zikrindedir. 1/190. [Mektûbât Tercemesi: 226.]


● Sekrden önce olan sahv [uyanıklık] avâmın hâli olup, sekrden sonra olan sahv, seçilmişlerin [büyüklerin] makâmıdır. 3/49.


● Sekr, tesavvuf yolunda olur. Nihâyetin nihâyetine kavuşmak hep uyanıklık hâlindedir. 1/84. [Mektûbât Tercemesi: 134.]


● Son nefesin selâmeti için fâtiha okumayı unutmayalar. 3/103.


● Sülûk, seyr-i ilallah ve seyr-i âfâkî aynı ma’nâyadır. 3/100.


● Sülûk, seyr-i âfâkîden ibâretdir. Cezbe, seyr-i enfüsîdir. 3/100.


● Sülûk, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdan, ya’nî tevbe, zühd ve gayrı emrleri yapmakdan ibâretdir. 3/122.


● Sülûk, tarîkatın levâzımındandır. [Lüzûmlu şeylerindendir.] 3/107.


● Sülûkda inâbet [teslim olmak] tâlib tarafındandır. Vâsıta elbette lâzımdır. Başka çâre yokdur. 1/117. [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Sülûk, toplu bilgiyi yaymak ve delîl ile anlaşılanı kalb ile anlamakdır. Şâh-ı Nakşibend. 1/30. [Mektûbât Tercemesi: 49.]


● Sülûkde ba’zı mübtedi’lerin gevşekliği ve ilâcı. 1/145. [Mektûbât Tercemesi: 184.]


● Sülûkun nihâyeti, seyr-i ilallahdır ki, fenâ-ı mutlak ta’bîr olunmuşdur. Ondan sonra, makâm-ı cezbeye dönmekdir ki, seyr-i fillah ve bekâbillah ta’bîr eylemişlerdir. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● Sülûk esnâsında, sekr vakti ve galebe-i hâl vâsıtasiyle, Ehl-i sünnet i’tikâdının hilâfı [uygun olmıyan] zuhûr eder. Lâkin sâliki o makâmdan geçirip, işin sonuna ulaşdırırlarsa, o muhâlefet yok olur, gayb olur. Yoksa, o muhâlefet üzere kalır. Ammâ, ümmîddir ki, onu o muhâlefet sebebi ile hesâba çekmezler. Zîrâ onun hükmü, hatâ eden müctehidin hükmü gibidir. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Sülûk bir kaç nev’dir. Ba’zısı için sülûk cezbeden öncedir. Ba’zılarında, cezbe sülûkden öncedir. Bir cemâ’at için dahî, sülûk konaklarını geçerken cezbe hâsıl olur. Bir tâife ise, sülûk konaklarını geçer, fekat cezbeye ulaşamazlar. Cezbenin önce hâsıl olması mahbûblar ve murâdlar içindir. 1/290. [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● Sülûksuz cezbe yokdur. [Cezbe için sülûk lâzımdır.] Mümkin değildir. Cezbenin önce olması efdaldir ki, sülûk cezbenin hizmetcisi olmuşdur. Cezbenin te’hîr edilmesinde, sülûk cezbenin yardımcısıdır. [Onunla sağlanır.] Ve sülûk devleti ile ona cezbe müyesser olmuşdur. 3/118.


● Sülûku temâmlamıyan meczûblar, sülûksuz ve nefsini tezkiye etmeksizin, kalb makâmından geçip, kalbin sâhibine varamazlar. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Simâ’, raks ve sayha [bağırma] ve ızdırâb ve bunların emsâli, bu nev’ görünen işler, hâller ve görünen zevkler, görünen hâller, bâtındaki hâllere nisbet ile, bilinenin bilinmiyene nisbeti hükmündedir. 2/43.


● Simâ’ ve raks, lehv ve la’ba dâhildir. 1/266.[Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Simâ’, raks ve zikr-i cehri, tarîkatde sonradan ihdâs edilmiş bid’atdir. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Simâ’ ve vecd, bir cemâ’at için [ibnül-vakt olanlar için] fâide verebilir. Onlar ibnül-vaktdirler. Tecelliyât-ı sıfâtiye makâmında, bir sıfatdan bir sıfata geçerler. Bir zemân kabzda, bir zemân bastdadırlar. Erbâb-ı kulûbdurlar. Hâlbuki, zâtın tecellîsine kavuşanlar, kalb makâmından kurtulup, kalbin sâhibine ulaşmışlardır. Bunlar simâ’ ve vecde muhtâc değildirler. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Sem’ ve basarın simâ’ ve rü’yetde hiç medhali yokdur. [Göz ve kulak mahlûk, görmek ve işitmek de mahlûkdur.] Göz ve kulak, görmekde ve işitmekde rol oynamaz. Allahü teâlâ gözü ve kulağı yaratdığı gibi, görmeği ve işitmeği de yaratmışdır. 1/18.


● Sünneti ihyâ ederken dikkat lâzımdır ki, fitnenin uyanmasına sebeb olmıya. Bir iyilik, birçok kötülüğün çıkmasına sebeb olmıya. 3/105. [Se’âdet-i Ebediyye: 397.]


● Sünnete uymak sebebi ile, gün ortasında bir mikdâr uyumak, sünnete uymadan gece boyunca ibâdetden efdaldir. 1/114. [Mektûbât Tercemesi: 164.]


● Sünnet ile bid’at arasında şübheli olan bir işin terki çok iyidir. Ya’nî bid’atin terki efdaldir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Sünnet ile bid’at birbirinin zıddıdır. Birinin ihyâsı, diğerinin ölmesini gerekdirir. [Ortadan kaldırır.] 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Sofistâiyye mezhebi, mâsivâyı [âlemi] Hak teâlânın yaratması ile bilmezler. Âlemi evhâm ve hayâl bilirler. 3/97, 1/125, 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 170, 426.]


● Seyr ve sülûkdan maksad, tezkiye-i nefs-i emmâredir. 1/35 [Mektûbât Tercemesi: 62.]


● Seyr ve sülûkdan maksad, ihlâsı ele geçirmekdir ki, islâmiyyetin üçüncü kısmıdır. 1/40. [Mektûbât Tercemesi: 68.]


● Seyr-i âfâkî, seyr-i ilallah olup, sülûk ta’bîr ederler. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i âfâkînin hâsılı [aslı, netîcesi] odur ki, sâlik, vasflarının değişmesini ve ahlâkının değişmesini âlem-i misâl aynalarında müşâhede eder [seyr eder]. Sâlik aslında kendi nefsinde seyr eder. Lâkin kendi hâllerini, kendi dışında olan âlem-i misâlde müşâhede edip, güyâ âfâkda seyr eylemiş olur. Seyr-i âfâkî seyr-i ilallahdır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i ilallah temâm oldukdan sonra, sâlik hakîkati olan ismin zılline ve sonra da aslına vâsıl olur ki, isti’dâdının son derecesidir. 3/102.


● Seyr-i ilallah fenâ, seyr-i fillah bekâdır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Seyr-i ilallahdan sonra seyr-i fillah başlar ki, iş cezb iledir [çekilme iledir]. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i enfüsî fenâ-i etem [tam fenâ] ve bekâ-yı ekmelden [olgun bekâdan] sonradır. 1/30. [Mektûbât Tercemesi: 49.]


● Seyr-i enfüsî, seyr-i fillah olup, sülûkdan sonra olan cezbe bu seyrdedir. Bu seyre onun için enfüsî derler ki, enfüs, zıllere ve ismlerin zıllerinin akslerine ayna olmuşdur. Yoksa sâlikin seyri nefsinde olduğu için, enfüsî demezler. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i enfüsîde sâlik, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklandığından, seyr-i fillah denir. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i enfüsî, zarûrî olup, seyr-i âfâki onun zımnında [onunla birlikde] müyesser olur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i âfâkî, rü’yâ gibi isti’dâda alâmetdir. Seyr-i enfüsî lâzımdır. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i âfâkî ile başka şeylere olan bağlılıkdan, seyr-i enfüsî ile, kendine düşkün olmakdan kurtulunur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî, vilâyetin rüknleridir ki, ikisi hâsıl olmadıkça, vilâyet tasavvur edilemez. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsî, ilmül-yakîn dâiresinden dışarıya çıkamaz. 2/57.


● Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsî nihâyete ulaşdıkda, sülûk ve cezbe işi temâm olur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i ilallahı ve seyr-i fillahı geçdikden sonra, ancak zûlmânî perdeler fark edilmiş [aradan kaldırılmış] olur. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Seyr-i fillahdan sonra, yükselme hâsıl olursa, ismlerin ve sıfatların ve şu’ûnâtın aslı olan bir dâire ve sonra bunun aslı ikinci bir dâire, nihâyet bunun aslı bir kavs açığa çıkar. Bu üç asl zât-i teâlânın zâtında değildir. [Zâtı bunlardan münezzehdir.] Bu üç aslın tam hâsıl olması nefs-i mutmainneye mahsûsdur. 2/91.


● Seyr ve sülûkda her ne ki görülür ve işitilirse, i’tibâr edilmemesi lâzımdır. Eğer, bu, çoklukda birliği görmek olsa da, kıymet vermemeli, yok etmelidir. Çünki o vahdet hiçbir çoklukda bulunmaz. Görünen vahdetin kendi değil, benzeridir. 1/240. [Mektûbât Tercemesi: 299.]


● Seyr ve sülûkde tam ifâde, bu âyet-i kerîmedir. “Sizin yanınızdaki tükenir. Allah indindeki bâkîdir.” Seyr ve sülûk ilmde hareketden ibâretdir ki, nasıl olduğundan bahs etmekdir. Bu mahalde hareketin yeri yokdur. Ve seyr-i ilallah ilmin hareketinden ibâretdir ki, aşağı ilmden, yüksek ilme gidip, geçip, o yücelikden başka bir yüceliğe varır. Tâ mümkinler ilminin temâmını geçmek ve cümlesini geçdikden sonra vâcib-i teâlâya âid ilmlere ulaşılır ki, buna da fenâ denir. Seyr-i fillah demek, Allahü teâlânın ismleri, sıfatları, şü’ûn ve i’tibârâtı ve takdîsâtı ve tenzîhâtı mertebelerinde ilmin ilerlemesi demekdir. Böylece anlatılamıyan, işâretle bildirilemiyen ve ism verilemiyen ve birşeye benzetilemiyen, kimsenin bilemediği, anlıyamadığı mertebeye varılır. Bu seyre, Bekâ denir.


Üçüncü seyre, Seyr-i anillahı billah denir. Bu da ilmin hareketinden ibâretdir ki, yüksek bilgilerden aşağı bilgilere inilir. Böylece mahlûkları bilmeğe kadar inilir. Bütün vücûb mertebelerinin bilgileri unutulur. Bundan sonra, dördüncü seyr başlar ki, buna seyr-i eşyâ denir. Birinci seyrde unutulmuş olan eşyânın bütün bilgileri, şimdi yavaş yavaş ele geçer. Bu dördüncü seyr, birinci seyrin, üçüncü seyr de, ikinci seyrin karşılığıdır. 1/144. [Mektûbât Tercemesi: 183.]


● Seyr-i ilallah ile seyr-i fillah, vilâyeti ele geçirmek içindir ki, fenâ ve bekâdan ibâretdir. Seyr-i anillah-ı billah ve seyr-i der eşyâ [üçüncü ve dördüncü seyrler] da’vet makâmını elde etmek için olup, Enbiyâ ve Mürselîne mahsûsdur. Ve bunların tâbi’ olanlarının da nasîbi vardır. 1/144. [Mektûbât Tercemesi: 183.]


● Seyr ve sülûk, [erbâbı sona varanlar indinde] Hak sübhânehunun ihâta ve sereyan, kurb ve ma’iyyeti ilmi olup, ehl-i sünnetin rey’lerine uygundur. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Seyr ve sülûkde, nihâyetin nihâyeti olan mertebelerden sonra, bir mertebe zuhûr eder ki, o yerde [mertebede] zerre kadar sülûk yapılsa, imkân dâiresinin kat-kat fazlası gidilmiş olur. 2/41.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -Z

 – Z –

● Zânî-i bekrin [zinâ yapan bekârın] haddi [had cezâsı] yüz tâziyânedir. [Yüz sopadır.] Eğer, yüzbir değnek darb olunsa [vurulsa] zulmdür. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığından, insanların en akllısıdır. 1/50, 1/215. [Mektûbât Tercemesi: 86, 258.]


● Zekâtın kalîli [çok azı] yüzbinlerce nâfile sadakadan efdaldir. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Zekâtın verilmesinde, açıkdan [âşikâre] vermek evlâdır ki, insan iftira’dan kurtulur. Nâfile sadakayı gizli vermelidir ki, kabûl ihtimâli fazla olur. 2/82. [Se’âdet-i Ebediyye: 100.]


● Zekâtdan mahsûb olmak üzere, bir dank tasadduk eylemek, nâfile altından dağ kadar tasadduk eylemekden bir kaç mertebe efdaldir. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Zekâtın verilmesinde kolay yol budur ki, malından fukarânın hakkı olanın bir seneliğini zekât niyyeti ile ayırıp, [zekâta niyyet edip], dilediği zemânlarda fakîrlere vermelidir.


Bu takdîrde, her verişde niyyet lâzım değildir. Zîrâ, bir senede fukarâya ne kadar vereceği ma’lûmdur. Ama verdiği mal zekât niyyeti ile ayrılmış olmasa, zekât olmaz. [Ayırırken niyyet etmek yetişir.] 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Zemân-ı cehâletde [câhiliyye zemânında], nisvân [kadınlar], fakîrlikden korkup, kızlarını öldürürlerdi. Bu kötü amel, haksız yere câna kıymak olduğu gibi, evlâd hakkını da tanımamakdır. Bu her ikisi de büyük günâhdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zemân, o makâmda yokdur. 1/296. [Mektûbât Tercemesi: 475.]


● Zemânı üç şeyden biri ile ihyâ etmelidir. 3/2.


● Zemîni iki günde ve ondan sonra semâvâti de iki günde halk etmişdir. Ya’nî yoklukdan vücûde getirmişdir. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Zinâ, bütün dinlerde çirkin ve men’ edilmişdir. Zinâ edenlerden, yüz güzelliği, parlaklık, nûrâniyyet ve safâ yok olur. İkinci olarak, fakîrliğe mübtelâ olur. Üçüncü olarak, ömrün noksan olmasına sebeb olur. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zinây-ı basar [gözlerin zinâsı, görmek zinâsı], harâmlara bakmakdır. Elin zinâsı, harâmları tutmakdır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zenân [kadınlar] zevcelerinin mallarından, onlardan iznsiz tasarruf ve çekinmeden telef ve sarf eylemekle, hırsız olmuş olup, hırsızlık büyük günâhını işlemiş olurlar. Ve bu hâl, bütün kadınlarda sâbit ve bu hıyânet bütün kadınlarda var demek mümkindir. Bu günâhda, onların, bunu halâl saymaları ile küfr korkusu vardır. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zen [kadın] ve ferzendden [çocukdan] geçip, onların idâresini Allahü teâlâya bırakmak gerekir. 1/138. [Mektûbât Tercemesi: 180.]


● Zenânın [kadınların] yabancı erkekle, nezâket ile ve yumuşak sesle konuşmalarını Kur’ân-ı kerîm men’ buyurmuşdur. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zenân [kadınlar] gerek erkek, gerek kadından olsun, ehlinden gayrileri için, kendini süslemesi doğru değildir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zenânın [kadınların] zînetleri olan altın ve gümüş dahî, erkeklerin istifâdesi içindir. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Zındık, gâyesi hakkı iptâl etmek olandır ki, ahkâmın pek çoğunda Hadîs-i şerîfler söyleyip, ahkâm-ı islâmiyyeyi bunlara [ya’nî söylediklerine] münhasır kılmışlardır. Kendi bilmediklerini dinden kabûl etmezler. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Zevce Cennetde zevcinin yanındadır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Zeynüddîn-i Taybâdî, tarîk-i ilmden [ilm yolundan] vâsıl olmuşdur. 2/46. [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Zeynüddîn-i Taybâdî, mevlânâ Nizâmeddîn-i Hirevînin talebesi idi. Ahmed Nâmıkînin rûhâniyyetinden feyz aldı. 271 de vefât etdi. 2/46.


● Zîver-i zenânda dahî [Kadınların zîneti için de] zekât vermek lâzımdır. 3/34. [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -R

 – R –

● Râbıtanın hâsıl olması, se’âdete kavuşmuş olanlara nasîbdir ki, bütün hâllerde, râbıta sâhibini arada [vâsıta] bilirler. 2/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 426.]


● Râbıta-i muhabbet. 2/30


● Râfizîler oniki fırka olup, cümlesi, eshâb-ı Resûli [Resûlullahın eshâbını] tekfîr ederek, dalâlet fırkalarının en kötüsü olmuşlardır. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Râfizîlik, Emîr “radıyallahü anh”ın muhabbeti değildir. Eshâb-ı kirâmdan uzaklaşmakdır ki, kötülenmişdir. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Ram ve kerşen, hindûların putlarıdır. Anne ve babadan tevellüd eylemişlerdir. 1/167 [Mektûbât Tercemesi: 207.]


● Râh-ı ictibâ [ictibâ yolu, çekip, götürülmek yolu] Peygamberlere mahsûsdur. 1/117 [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Râh-ı mürîdîn [mürîdân yolu], râh-ı inâbetdir [inâbet yoludur] ve râh-ı murâdân [murâdlar yolu], râh-ı ictibâ’dır [ictibâ yoludur]. 1/117 [Mektûbât Tercemesi: 166.]


● Râh-ı inâbetin, kavuşmaları az, râh-ı ictibânın, kavuşmaları pekçokdur. 1/302 [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Rü’yâda vâki’ olan şeyler, âlem-i misâlde görülmüşdür. Rü’yâda görülen elemin, eğer farazâ hakîkati varsa, dünyevî elemler kısmındandır. Kabr azâbı âhıret azâblarındandır. 3/31 [Se’âdet-i Ebediyye: 87.]


● Rü’yet [görmek], dünyâda; hissiz ve hareketsiz olan iki parça içi boş sinirden ibâret (gözün), karşısına gelip, hizâlanma şartiyle görmekdir. Bu fânî ve za’îf dünyâ hayâtında eşyâyı hissetme ve görme olduğu hâlde, niçin mümkin değildir ki, devâmlı ve kavî olan âhıret hayâtında o iki parça sinire bir kuvvet ihsân ede ki, karşısına ve hizâsına gelmeden, her cihetde ve cihetsiz olarak, kişiyi görücü eyleye. Her şeyi yaratan Allahü teâlâ mertebelerin en yücesindedir. Ba’zı mekân ve zemânda, ba’zı hikmet ve fâideler vâsıtasıyla, hizâya gelme şartı ve cihet ta’yînine riâyet edilmişdir. Diğer ba’zı mekân ve zemânlarda dahî bu şarta i’tibâr olunmayıp, bu şart hâsıl olmadan, rü’yet hâsıl olmuşdur. Bunun gibi rü’yetde, karşı karşıya gelmek şart olsa, gerekdir ki, gören tarafda dahî şart ola. Netîce i’tibâriyle, Hak teâlâ eşyâyı görmez. Bu sûretde, Kur’ândaki naslara muhâlefet vardır. Ve bu i’tirâz, Allahü teâlâ için dahî vardır. Allahü teâlânın varlığını [vücûdunu] inkâr etmek olur. 3/44 [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Rü’yet-i uhrevîde [âhıretdeki rü’yetde] mü’minlerin kendileri temâmen basar olurlar. 3/68 [Se’âdet-i Ebediyye: 926.]


● Rü’yet-i uhrevî [âhıret rü’yeti], ismler ve sıfatlar perdesi olmadandır.


Her şahsın rü’yeti, o şahsın mebde’i te’ayyünü olan ism-i ilâhî mikdârıncadır. Mebde-i te’ayyünü ism-i câmi’ olan devlet sâhibinin rü’yeti, ilâhî i’tibârâtın hepsi ile alâkalıdır. 3/100


● Rü’yet-i uhrevî [âhıret rü’yeti], ayın [bedr hâlinde görülmesi gibi] görülmesine benzer; hadîs-i şerîfi. 3/79


● Rü’yet, âhiretde mevcûddur. Ve rü’yete yakîn-i vicdânî hâsıl olur. Fekat mer’î [görünen] hiç müdrek olmaz. 3/44 [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Rü’yet dünyâda câiz ve vâki’ olmamış ve âhiretde vâki’ olacakdır. 3/123 [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Rü’yet ne kalb ile, ne basar ile dünyâda vâki’ değildir. 3/119


● Rü’yet, Cennet ehlinin cümlesi içindir. Ba’zısının görmesi, ba’zısının görmemesi bildirilmedi. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Rü’yet, Hak teâlânın mahlûkudur ki, îcâd ve temsil tarîkiyle [yolu ile] izhâr eyledi [açığa çıkardı]. 3/74


● Rubbe tâlin yel’anühül-Kur’ân hadîsi. [Kur’ân-ı kerîm okuyan çok kimse vardır ki, Kur’ân-ı kerîm bunlara la’net eder.] 2/53 [Se’âdet-i Ebediyye: 429.]


● Rıbâda [fâizde] malın hepsi harâmdır. Yalnız fâizi harâm sanmamalıdır. 1/102 [Mektûbât Tercemesi: 153.]


● Rıbânın harâm olması, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Muhtâca ve muhtâc olmıyana harâmdır. 1/102 [Mektûbât Tercemesi: 153.]


● (Rubâiyyât) kitâbını Muhammed Bâkî “rahimehullah” yazmışdır. 1/290 [Mektûbât Tercemesi: 447.]


● Ricâlin libâsı [erkeklerin elbisesi], zenânın libâsına [kadınların elbisesine] müşâbih olmamalı. Ya’nî, kadınlar ne giyerse, erkekler aksini giymeli. 1/313 [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Ricâl nisvâna [erkekler kadınlara], nisvân ricâle teşebbüh [kadınlardan erkeklere benzeyenler] mel’ûndur. 1/313 [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Rücû’ sâhibi kendi isteği ile inmez. Hak celle ve âlânın murâdıyla yüksek makâmdan aşağıya inmişdir. 1/272 [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Rücû’dan evvel ârifin îmânı bedîhi iken, geriye indikden sonra, müntehîlere o yakîn örtülür. 1/181 [Mektûbât Tercemesi: 220.]


● Rahmet-i ilâhîden ümmîdi kesmek küfrdür. 3/13


● Ruhsat ile amel etmiyeler ki, hem tarîka-i aliyyeye zıd ve hem sünnet-i seniyyeye uymak da’vâsına tersdir. 1/227 [Mektûbât Tercemesi: 279.]


● Razzâk-ı âlem olan Allahü teâlâ, kereminden kulunun rızkına kefîl olmuşdur. Bizleri bu tereddüdden [sıkıntıdan] kurtarmışdır. 1/224 [Mektûbât Tercemesi: 276.]


● Risâlet, nübüvvet ve Peygamber lafzları, bizim Peygamberimizin da’veti vâsıtasıyla arab ve fâris lügatlarından gelmişdir ki, bu elfâz-ı lügat [bu kelimeler] hind lisanında yokdur. 1/259 [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Risâle-i kudsiyye kitâbı, Muhammed Pârisânındır. 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Rusûm ve âdât [merâsim ve âdetler], ar [utanma] ve nâmus, nefs-i emmâre hevâsındandır. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, sarığının ucunu, beynelketfeyn irsâl buyururlardı [arkaya sarkıtırdı]. (İki kürek arasına sarkıtmak sünnetdir.) 1/186 [Mektûbât Tercemesi: 223.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir yehûdî evinden yemek yidi. Ve bir müşrikin kabı ile tahâretlenmişdir. 3/22 [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ahmed ismi, semâ ehli yanında meşhûrdur. 3/96


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hüsni ve cemâli, hüsn ve cemâl-i Hak teâlâya müsteniddir [seneddir]. 3/100


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” uykusu abdestini bozmazdı. Çünki, Nebî çoban gibidir. Kendi ümmetini muhâfazada gaflet, Onun, Peygamberlik makâmına uygun değildir. 1/99 [Mektûbât Tercemesi: 148.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” riyâzet çekmesi, ni’metlere şükr için idi. Vâsıl olmak için değildi. 1/302 [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, her sözü vahy ile değil idi. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” maraz-ı mevtinde [ölüm hastalığında] kâğıd talebi hakkında..... 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sehv ve nisyan etmesi [unutma ve yanılması] câiz ve vâki’dir. Lâkin, hatâ üzere kararda olmak [devâm etmek] câiz değildir. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde-i te’ayyünü, ilm şânıdır. 1/294 [Mektûbât Tercemesi: 468.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde-i te’ayyünü, te’ayyün-i vücûdînin merkezi ki, eşref-i a’zâsıdır. 3/114


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hakîkati, sıfât-i izâfiyedendir. Ve menşe-i zuhûr-i Kur’ânî, sıfât-i hakîkıyedendir. Bu sebebden Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”e hâdisdir derler, Kur’âna kadîmdir denir. 3/100


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nûru, sıfât-i ilmden [ilm sıfatından] olup, eslâbdan erhâma intikâl ile [insana intikâli ile, ana rahmine intikâl ile] insan sûreti ile zuhûr eyledi [açığa çıkdı]. 3/100


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sâyesi [gölgesi] yok idi.


Âlemde Ondan eltaf [dahâ latîf] olmayınca, sâyesi [gölgesi] nasıl olur. 3/100


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” urûcunda [yükselmesinde] cümleden bâlâter [yükseklere] gidip, nüzûlde dahî [inişde dahî] cümleden ziyâde tenezzül buyurdu [inmişdir]. 1/216 [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtında eshâbdan otuzüçbin kimse hâzır idi. 1/80 [Mektûbât Tercemesi: 127.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” olan muhabbet-i ilâhî, muhabbet-i zâti olup, bütün nisbet ve i’tibârâtdan muarrâ [soyulmuş]dur. 2/33 [Se’âdet-i Ebediyye: 716.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Leyle-i mi’râcda [mi’râc gecesinde] Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, kabrinde nemâz kılar gördü. 2/16 [Se’âdet-i Ebediyye: 1034.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Leyle-i mi’râcda [mi’râc gecesinde] zemân ve mekân dâiresinden çıkdı. Ezelî ve ebedî, bir an olarak buldu. Başlangıçı ve sonu [bidâyet ve nihâyeti] bir noktada müttehid [birleşmiş] gördü. Cennete gidecekleri Cennetde gördü. 1/283 [Mektûbât Tercemesi: 413.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mi’râcda rü’yet ile müşerref oldu. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, mi’râcdan avdet buyurdukda [gelince], henüz mahall-i hâb’ın harareti zâil olmayıp [yatağı soğumayıp], ibrik-i tehâretden hareket-i âb teskîn yâb olmadı. [Abdest aldığı suyun hareketi durmamış idi.] 1/210 [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, serin ve lezîz şeyleri içmeği severlerdi. 3/27 [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” sıfatların ve ismlerin bütün kemâllerine mâlik idi. 1/79 [Mektûbât Tercemesi: 125.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mütâbe’at olmadıkça, [tâbi’ olunmadıkça], yapılan her iş fâidesizdir. 1/165 [Mektûbât Tercemesi: 205.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için salât, eğer riyâ ve süm’a [gösteriş] dahî olsa makbûldür. 3/28


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Âişe-i Sıddîka yoluyla hâsıl olan ezâ [eziyyet vermek], Emîr [Alî “radıyallahü anh”] yoluyla hâsıl olandan ziyâdedir [fazladır.] 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ameli [yapdığı işler], ibâdet veyâ örf ve âdet olmak üzere ikidir. İbâdet yolu ile olanların hilâfı bid’atler münkerdir. [İbâdetlerine uymıyan şeyler zararlıdır, kötüdür.] Men’ ediliyor ki merdûddur. Örf ve âdete bağlı olan işlerin hilâfına olanlar kötü değildir. Bunlar dîne âid değildir. Onları yapmak âdete bağlıdır. Ma’mâfih, âdetlerde de, sünnete uymak iyidir ve se’âdetlere yol açar. 1/231 [Mektûbât Tercemesi: 283.]


● Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” vâris olan âlim, ahkâm ve esrâr ilmlerinin ikisine de vâkıf olması lâzımdır. Yoksa, birinden nasîbi olup, diğerinden nasîbi olmamak vâris olmağa mâni’dir. 1/265 [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” İbrâhîm aleyhisselâmı übûvvetle [babalık ile] yâd edip ve diğer Enbiyâyı “aleyhimüsselâm” ühuvvetle [kardeşlik ile] zikr etdiler. 3/88


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanlarına ve Hak teâlânın düşmanlarına şiddet gösterip, bunlara ihânet edip ve bâtıl ilâhlarını [putlarını] hor tutmak [aşağılamak] en makbûl ibâdetdir. 1/268 [Mektûbât Tercemesi: 383.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâma buyurdular ki, “sizler bir zemânda vücûda geldiniz ki, emrlerin ve yasakların onda birini terk eyleseniz helâk olursunuz. Sizlerden sonra dahî bir gürûh [zümre] gelse gerekdir ki, emrlerin ve yasakların onda birini yapınca, felâketden kurtulurlar.” İşte şimdi, o vaktdir. 1/193 [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Benden mukaddem [evvel] ba’s olunan [gönderilen] Peygamberlerin ümmetinde elbette havâriyyûn ve eshâb vardı ki, sünnetlerine yapışıp, emrlerine uyarlardı. Dahâ sonra onların halefleri [onlardan sonra gelenler], Onların işlemedikleri ve yapmadıkları amelleri ve emr olunmadıkları işi yaparlar. Onlarla eliyle mücâdele eden kimse mü’mindir. Ve lisânı ile mücâhid olan zât dahî mü’min ve kalbi ile cihâd eden şahıs dahî mü’mindir. Onun ötesinde îmândan hardal dânesi mikdârı nesne yokdur.” Hadîs-i şerîf. 1/129. [Mektûbât Tercemesi: 174.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir kimse bana vasiyyet buyurun dedikde, “Lâ takdab” buyurdular. 1/98. [Mektûbât Tercemesi: 146.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hakk-ı cıvâra [komşuların haklarına] o kadar mübâlağa buyururlar idi ki, Eshâb-ı kirâm, komşuların mîrâs almasında şübhe etdiler. [Komşulara mîrâs düşecek zan etdiler.] 1/178. [Mektûbât Tercemesi: 218.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” muhâcirînin fakîrleri ile tevessül edip, feth ve nusret taleb buyurdu. 3/94.


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mu’âviye “radıyallahü anh”a buyurdu ki, “İnsanlara hâkim olduğun zemân [Melik olduğun zemân] yumuşak davran.” Mu’âviye “radıyallahü anh” bunun için, halîfe olmak istedi. Fekat ictihâdda hatâ etdi. Zîrâ hilâfet sırası, Emîrden sonra idi. Fekat ictihâdda hatâya bir derece, haklı olana iki ve belki on derece [sevâb] vardır. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, imâmeyni [hazreti Haseni ve Hüseyni] kucağına alıp, öperdi. Birgün bir şahıs, Yâ Resûlallah! Ben onbir evlâd sâhibiyim. Hiçbirini takbîl eylemedim [öpmedim] dedikde, buyurdu ki, (Bu rahmetdir, Allahü teâlâ, dilediğine ihsân eder). [Kendi bendelerine ihsân eder.] 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda görünmesi, Server-i enâmın latîfelerinin sûret şeklinde görünmesidir. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Resûllerin mikdârı yüzyirmidörtbin [den ziyâde]dir. 1/167. [Mektûbât Tercemesi: 207.]


● Resûller, herhangi bir dinde harâm olan fi’li irtikâb etmez. [İşi işlemezler.] 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Rüsûm-ı küfre mübtelâ olan mü’minler [küfr âdetlerine mübtelâ olan mü’minler], ümmiddir ki, kelime-i tevhîdin şefâ’ati ile kıyâmet gününün dehşetinden kurtulalar. 2/37. [Se’âdet-i Ebediyye: 910.]


● Reşehâtda ba’zı nakller, sıdkdan dûrdur. [Doğrulukdan uzakdır.] 2/28. [Se’âdet-i Ebediyye: 745.]


● Rızâ makâmında mahbûbun îlâmının kerâheti ref’olur. [Rızâ makâmında olan, sevgilinin yapdığı elemi çirkin görmez.] Muhabbet devleti ile müşerref olanlara elemden lezzet alma vardır ki, rızâ makâmının fevkı’dir [üstüdür]. 2/33. [Se’âdet-i Ebediyye: 716.]


● Rızâ makâmı muhabbet ve hub [sevgi] makâmının fevki’dir [üstüdür]. 2/7.


● Rızâ makâmı. 3/108.


● Rıfk ve mülâyemet lâzımdır. 1/98. [Mektûbât Tercemesi: 146.]


● Rükû’da parmakları açmak ve sücûdda [secdede] birbirine zam eylemek [yapışdırmak] sünnetdir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Rükû’ ve sücûdda [secdede] tumânînet elbette lâzımdır. Çâre yokdur ki, farz ve vâcibdir. 2/87. [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Rükû’da ve celsede her uzvu kendi mahallinde karar eylemedikçe [her uzv yerine yerleşmedikçe], nemâz temâm olmaz, hadîsi. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Ramezân ayındaki nâfile ibâdet, sâir zemândaki farz gibidir. Ramezândaki farz, sâir zemândaki yetmiş farz gibidir. 1/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 314.]


● Ramezân ayının her gecesinde bir kaç bin Cehennemlik kişi, Cehennemden azâd olur. 1/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 314.]


● Ramezân ayında terâvîh ve hatm-i Kur’ân, sünnet-i müekkededir. 1/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 314.]


● Ramezân ayında, hayrların ve bereketlerin hepsi toplanmışdır. 1/162 [Mektûbât Tercemesi: 198.]


● Ramezân ayının cem’iyyeti, bütün senenin cem’iyyetine sebeb [bu ayı iyi ve bereketli geçirenin, bütün senesi iyi ve bereketli olur], onu iyi geçiremiyenin bütün senesi iyi geçmez. 1/162. [Mektûbât Tercemesi: 198.]


● Rûh nefse âşık oldu, tutuldu. Ve bu sebeble önceden Hak teâlâya olan bilgisini unutdu. 1/99. [Mektûbât Tercemesi: 148.]


● Rûh-ı insânînin [insan rûhunun] bu bedene tutulmadan evvel, yükselecek yolu yokdur. Bedene gelince, yolu açıldı. 1/99. [Mektûbât Tercemesi: 148.]


● Rûha lezzet veren şeyden, cism acı duyar. Cisme lezzet veren herşeyde rûha elem vardır. Dünyâda rûh, cism makâmına iner ve cisme tutulursa, cismin lezzeti ile lezzetlenir, kendi elemini lezzet zan eder. Safra hastasının tatlıyı acı sanmasına benzer. 1/159. [Mektûbât Tercemesi: 194.]


● Rûh bedene bağlanmadan önce, maksada doğru idi. Bedene bağlanınca, teveccühü zâil oldu; [maksadı unutdu]. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Rûh bedene bağlanmadan önce, hâricde âlem-i ervâhda idi. Sevgi sebebi ile cesed âlemine [âlem-i ecsâda] gelmişdir. 3/31. [Se’âdet-i Ebediyye: 87.]


● Rûh mekânsızdır. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Fekat, Allahü teâlânın mekânsızlığına göre, mekânlı gibidir, madde gibidir. İki tarafın rengi onda vardır. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Rûhâniyyât-i evliyâdan [Evliyânın rûhundan] istifâde birkaç şarta bağlıdır ki, bunları herkes yapamaz. 1/45. [Mektûbât Tercemesi: 77.]


● Ravda-i mutahhera, harem-i Mekkeden efdaldir. 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● Riyâzet çekmek, i’tidâl üzere olmakdan kolaydır. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Riyâzât ve mücâhedât [Nefsin arzûlarını yapmamak, arzû etmediklerini yapmak], füzûliyyâtdan [fuzûlî şeylerden] ictinâb [kaçınmak], zarûriyyât-i mubâha [mubâh olan zarûrî şeyleri] kullanmakdan ibâretdir. 3/86. [Se’âdet-i Ebediyye: 748.]


● Riyâ ve süm’adan [gösterişden] pak olmayıp [kurtulmayıp], Hak teâlâdan başkasından ve lev bil-kavl [söz ile olsa bile] ve zikr-i cemil ile taleb-i ecr [ecr taleb etme] fitnesinden müberra olmıyan [kurtulmayan] amel sâhibi, şirk dâiresinden bîrûn olmaz [kurtulmaz] ve muvahhid ve muhlis değildir. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -Z

 – Z –

● Zâtdan murâd mâhiyyet ve hakîkatdir. 2/45 [Se’âdet-i Ebediyye: 966.]


● Zât-i şey oldur ki [birşeyin aslı oldur ki], şey’in cemî’i vücûh ve i’tibârâtından her ne ki i’tibâr oluna, zât-ı şey, onların cemî’inin mâverâsıdır. Her ne ki onda isbât oluna, vücûh ve i’tibârâtda dâhildir. 3/80


● Zât-i teâlâya hiç adem mukâbil değildir. 3/64


● Zât-i teâlâ, nefs-i vücûdda ve vücûdün tevâbi’ı olan [Zât-ı teâlâ, vücûdün kendisinde ve vücûdun tâbi’leri olan] diğer kemâlâtda [Hayât, ilm, kudret, sem’, basar ve irâdet ve kelâm ve tekvîn gibi] kendi kâfîdir. Ve bu kemâlâtın husûlinde [meydâna gelmesinde] sıfât-i zâideye muhtâc değildir.


Böyle olmakla berâber, sıfât-ı kâmile-i zâide dahî Hak teâlâ için kâindir [diğer sıfat-ı kâmile dahî Hak teâlâ için vardır]. 3/26


● Zât-i teâlâ muvâtât ile söylenir, iştikâk ile söylenmez. Ya’nî Zât-i ilâhî ilmdir denir, âlimdir, denemez. 1/234 [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Zât-i ilâhînin arada ismler olmadan, mahlûklar ile hiç ilişiği yokdur. 1/208 [Mektûbât Tercemesi: 245.]


● Zât-i ilâhîde mertebeler düşünmek, felsefecilerin sözlerine benzer. Keşfleri doğru olan Evliyâ, Zât-i ilâhîyi tam basît bilirler. Ayrılık, gayrılık ismlerde olur, derler. 1/125 [Mektûbât Tercemesi: 170.]


● Zât-i Hak teâlâ, bir emri bir i’tibârı mülâhazasız câmi’i cemî’i kemâlâtdır [zâtında bütün kemâlâtlar vardır]. Belki aynı kemâldir. Zât-i ilâhî, sıfât-ı kemâlden herbiri renginde zuhûr buyurursa, zâtın ba’zısı bir sıfatla ve ba’zı diğeri sıfatı uhra ile muttasıf demek değildir. Zât-i teâlâ hep ilm, hep kudret, hep irâde.... ilâhirdir. 3/100


● Zât ve sıfat-ı ilâhî mertebesinde sıfat ve ittisâf mülâhazası kâin değildir. Ne zâtda mevsûfiyyet ve ne sıfatda sıfâtıyyet mevsûfdur. Vücûdün ve vücûb-i vücûdün bulunmadığı vaktde, sıfat için mecâl muhâl olur ki vücûdun nev’leridir. Ol mertebede hayât, ilm.... ve ilâhire hep nûrdur. 3/113


● Zât-i teâlâ ve tekaddes, husûl-ı kemâlâtda kâfî ise de eşyâyı tekvîn ve tahlîkde sıfât-ı zâide lâzımdır. Çâre yokdur. Zîrâ, Zât-i teâlâ nihâyet-i tenzîh ve takdisdedir ve gâyet azamet ve kibriyâîdedir. Ve onunçün kemâl ve gınâ ve eşyâya kemâl-i adem münâsebeti sâbitdir. Eğer tevassut-ı sıfât olmasa, bir şeyin husûli mutasavver olmaz idi. Zîrâ ki, Zât-i teâlânın satevât-i eşi’a-i envârında eşyânın helâk ve fenâ ve inhirak ve inhidâmından gayri nasîbi yokdur. Âlemin vücûd-ı hâriciyesine vesîle olmağa sıfat-ı hakîkî gerekdir ki, kemâlât-i zâtiyeyi kendi vesâili ile merâyây-ı âlemde cilvesâz edeler. 3/26


● Zât-i sübhânehu için âlemden gınâ-yı zâtî vardır. Ba’zı merâtib-i esmâ ve sıfatda bu nisbet mutasavver değildir. 3/110


● Zât-i teâlâya vusûl-i bîçûnî ile vusûlda, bir şeyin tavassut ve haylûleti yokdur. 3/118


● “Zâkirleri [zikr edenleri] ve onlarla birlikde olanları Hak teâlâ magfiret buyurdu.” Hadîs-i şerîf. 1/203 [Mektûbât Tercemesi: 241.]


● Zikr, gafleti tart etmekden ibâretdir. Zâhir [beden] başlangıcda ve nihâyetde zikre muhtacdır. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Zikrin ta’rîfi. 3/84


● Zikrin fadlı. 3/13


● Zikr, salevâtdan efdaldir. 2/57


● Zikr lâzımdır, çâre yokdur. 2/50 [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Zikr-i lisânî [dil ile yapılan zikr] de fâidelidir. 3/13


● Zikr ile evkâti [vaktleri zikr ile] ma’mur edeler. [Vaktleri zikr ile geçireler]. Ammâ, zikri aldığı şekl üzere amel eyleye. Ve onun zıddı olan her ne olursa, düşman bilip, sakına. 3/34 [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]


● Zikrde tad, lezzet, islâmiyyetin emrlerine dikkat nisbetindedir. 3/34 [Se’âdet-i Ebediyye: 115.]


● Zikrin fâidesi, islâmiyyetin emrini yapmağa bağlıdır. 1/190 [Mektûbât Tercemesi: 226.]


● Zikre ol mertebe devâm edeler ki, kalbinde mâsivâdan [mahlûklardan] nâm ve nişân kalmıya ve kalbine birşey gelirse, getiremiye. 3/84


● Zikr-i nef-yü ve isbâtı [Lâ ilâhe illallah] o kadar tekrâr edeler ki, isteklerden kurtulup, Hak teâlâyı istemek ile kâim olalar. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Zikr-i nef-yü ve isbâtı ol kadar devâm edeler ki, fenâ hâsıl ola. 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Zikr, Allahü teâlânın ismi ile yapılırken, ismler ve sıfatlar düşünülürse, ahvâl ve mevâcid hâsıl olur. 1/264 [Mektûbât Tercemesi: 348.]


● Ba’zı zemânda zikr-i zât [ALLAH], ba’zı vaktlerde zikr-i nef-yü isbât [LÂ İLÂHE İLLALLAH] münâsibdir. 1/241 [Mektûbât Tercemesi: 299.]


● Zikr-i nefyü isbât [lâ ilâhe illallah zikri] nemâzın şartı olan abdest makâmındadır. Mu’âmele-i nefy [Allahdan gayri her şeyi yok bilmek] netîceye ulaşmadıkça, farzlar, vâcibler ve sünnetden gayri nâfileler, vebâl dâhilindedir. Hastalığı [kalb hastalığını] kaldırmak lâzımdır ki, zikre bağlıdır. 3/12


● Zikr-i nefyü isbâtda [lâ ilâhe illallah zikrinde] lâ derken istekleri ve maksadları kaldırıp, vücûdü ve ona tâbi’ olan şeyleri yok bilmek lâzımdır. 2/23 [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Zikr-i nefyü isbâtın [lâ ilâhe illallah zikrinin], isbât tarafında, Allahü teâlâdan başka, ki bunlar [mahlûkâtın ötesinde] ve hayâl edilen şeylerdir ki, bunlar hiç olmıya. 3/2


● Zikr netîcesinde sâlik [tesavvuf yolcusu], nefsânî ilâhlara [putlara] tutulmakdan kurtulup, emmâre mutmainne olur. Ondan sonra, zikr eylemekle, terakkî hâsıl olmaz. Zikr o mahalde ebrârın virdleri gibi olur. O makâmda terakkî, kurb dereceleri, Kur’ân-ı kerîm okumak ve kırâ’eti uzun okuyarak nemâz kılmağa bağlıdır. Bu vaktde zikr, Kur’ân-ı kerîm okumak ile tekrar olunursa, Kur’ân-ı kerîm okumakdan ele geçen fâide hâsıl olur. 3/25


● Zikr-i kalbî [kalb ile zikr] ahkâm-ı islâmiyyenin yapılmasını kolaylaşdırır ve nefs-i emmârenin azgınlığını kaldırır. 1/275 [Mektûbât Tercemesi: 402.]


● Zikr, Hakkullahın [Hak teâlânın hakkının] edâsıdır. Halkı irşâd, hem Allahü teâlânın, hem de kulların hakkının edâsıdır ki, efdaldir. 2/46 [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Zikr-i zât [Allahü teâlânın zikrinde] sıfat ve ismleri düşünmemelidir. Hayrete, ya’nî anlıyamıyacağını anlayıncaya kadar zikre devâm etmelidir. 1/264 [Mektûbât Tercemesi: 348.]


● Zikrde ahfâ latîfesi de zikre başlarsa, zikri bırakmalı, mücerred vukûf-ı kalbi ile, kalbe teveccüh etmelidir. [Nasıl olduğu bilinmiyen bir teveccüh ile râhat bulalar]. 1/129 [Mektûbât Tercemesi: 174.]


● Zikr telkîni, çocuğa elif ve bâ ta’lîmi gibidir. 2/26


● Zikr, yalnız nef-yü isbât [lâ ilâhe illallah] veyâ ism-i zâtın [ALLAH] tekrarına münhasır [sâdece bu] değildir. [Her işinde] ahkâm-i islâmiyyenin hudûdunu gözetmek zikrdir. 2/46 [Se’âdet-i Ebediyye: 902.]


● Zemâyım-ı ahlâk [kötü ahlâk], kadınlarda erkeklerden dahâ çokdur. 3/41 [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Zevk-i vüsûl [kavuşma zevki] başlangıçda mevcûd, yolda [ortada] ve nihâyetde yokdur. 1/274 [Mektûbât Tercemesi: 401.]


● Zevk-i bâtınî [bâtınî zevkı] âlem-i bîçûnîden hissedârdır. [Bilinmiyen âlemden nasîb alır]. Zâhir [beden] onu bilmez [anlamaz]. 2/43


● Zevk ve vecde cesedin ilgisi vardır [pek azdır]. Adem-i zevkin [zevk yokluğunun] rûha tealluku [bağlılığı] ziyâdedir [çokdur]. 1/250 [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Zeheb [altın] ve fıdda [gümüş] kadına süs için câizdir. Kullanılmaları harâmdır. 1/163 [Mektûbât Tercemesi: 200.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -D

 – D –

● Dâire-i selâsenin (üçüncü dâirenin) üstü, dördüncü dâire olup, vilâyet-i kübrâdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Dank, bir dirhemin altıda biri [veyâ takrîben ikibuçuk kırat-ı şer’î, yarım gram] gümüş para. [İslâm Ahlâkı: 533.]


● Deccalın çıkması, kıyâmet alâmeti olup, hakdır. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Derd dahî maksada kavuşmanın başlangıcıdır. 1/61 [Mektûbât Tercemesi: 98.]


● Derd-i âhıret [âhıret derdi], nübüvvet kemâlâtında medh edilmiş olup, vilâyetde mevcûd değildir. Eshâb-ı kirâm âhıret derdine tutulmuşlar idi. Dâvüd-i Tâî, âhıret derdine (Kerâmetdir) dedi. 1/302 [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Derd-i dünyâdan [dünyâ derdinden] ve bedene gelen sıkıntılardan dolayı, kalbler sıkılmaya ki, bu hâller temâmen geçicidir. Ve bu zorluğun altında [karşılığında] kolaylık vardır. 1/150 [Mektûbât Tercemesi: 187.]


● Derd-i dünyâ [dünyâ derdi] hatâlara keffâretdir. Yalvarma ve sığınma ile Cenâb-ı kudsîden afv taleb eylemelidir. 2/75.


● Derd ve belâdan halâs için, günâhlarına istigfâr için lâbüddür. 2/99, 5/80, 4/119. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Derd ve belâ, günâhların çok afv edildiğini gösterir. Günâhların çok olduğunu göstermez. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Düâ kazâyı red eder [engeller] ki, Lâ yerüddül kazâ il-led-düâ [Kazâ, ancak düâ ile geri çevrilir,] Hadîs-i şerîfdir. 3/47 [Se’âdet-i Ebediyye: 400.]


● Düâ ile me’mûruz. Hak sübhânehu ve teâlâya düâ ve iltica, tadarru’ [boyun bükerek yalvarmak] ve zârî [ağlamak] hoş gelir. 3/15


● Düâları ve istigfârı abdestli okumak müstehabdır. [Se’âdet-i Ebediyye: 64.]


● Da’vet-i sâliha [sâlih kimsenin da’vetine] îcâbet lâzımdır, sünnetdir. 1/265 [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Delîl, medlûlden ezhârdır. [Delîl, delîl getirilmiş şeyden açıkdır]. Hak sübhânehudan dahâ açık birşey yokdur. 1/247. [Mektûbât Tercemesi: 305.]


● Defâtir-i a’mâl [amel defterlerinin] uçarak, sağdan ve soldan verilmesi hakdır. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Defn olmıyan mevtâ dahî, kabr hayâtı ile, azâb ve elemi his ederler. Fekat, hareket ve titreme olmaz. 3/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 481.]


● Dünyâ [harâmlar] semm-i kâtil [öldürücü zehr] ve helâk edici bir hastalık ve büyük bir belâ ve bulaşıcı bir hastalıkdır. 1/171 [Mektûbât Tercemesi: 211.]


● Dünyâ [islâmiyyete uymıyan şeyler] vefâsızdır. Vefâlı olmasına imkân yokdur. Cümleyi Hak teâlâ irâdesinin zuhûru bileler. 2/64


● Dünyâ [hayâtındaki harâm] malının, eğer kıl ucu kadar i’tibârı olsaydı, düşmânı olan kâfirlere verilmezdi. [Kâfirlere kıl ucu kadar vermezdi.] 1/89 [Mektûbât Tercemesi: 138.]


● Dünyâ [harâmlar], Allahü teâlânın buğz etdiği şeylerdir. [Allahü teâlâ dünyâyı sevmez]. 1/233 [Mektûbât Tercemesi: 285.]


● Dünyâyı deniyye [alçak dünyâ] mu’teber değildir. Mal ve mevki’in ele geçmesini asl maksâd zan etmemelidir. 1/75 [Mektûbât Tercemesi: 120.]


● Dünyâ, nefsin isteklerinin meydâna gelmesine yardımcı olan şeylerdir. Bunun için, la’netlenmişdir. 1/52 [Mektûbât Tercemesi: 87.]


● Ed-dünyâ mel’ûnetün “Dünyâ mel’ûndur”. Hadîs-i şerîf. 3/100


● Dünyâda her nev’i zarûrî, ihtiyâc olan [mubâh] şeyler dünyâdan değildir. Fudûl olanlar dünyâdandır. 3/86 [Se’âdet-i Ebediyye: 748.]


● Dünyânın ta’rîfi. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Dünyâyı denînin [alçak dünyânın, ya’nî harâmların] tadına ve güzelliğine sakın aldanma. Onun yalancı gösterişine kapılma. Çünki hepsi geçici ve kıymetsizdir. Bugün böyle olduğuna belki inanmazsın. Fekat yarın ölünce, doğru olduğu anlaşılacakdır. O zemân inanmanın fâidesi olmıyacakdır. 1/189 [Mektûbât Tercemesi: 226.]


● Dünyânın lezzeti ve elemi ikidir. Cisme [nefse] lezzet verenden rûha elem vardır. Ve aksi de vâki’dir. 1/64 [Mektûbât Tercemesi: 101.]


● Dünyânın [harâmların] muhabbeti, günâhların başıdır. 1/232 [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Dünyânın [harâmların] kötülüğü ortaya çıkmadıkca, ona tutulmakdan kurtulmak muhaldir. Ve ondan kurtulmadıkca, felâh ve uhrevî kurtulma zordur. 1/232 [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Dünyâ hayâtının, Cenâb-ı Hak beş şey olduğunu bildirdi. [Hadîd sûresinin yirminci âyetinde meâlen, (Dünyâ hayâtı, elbette la’b, ya’nî oyun ve lehv, ya’nî eğlence ve zînet, ya’nî süslenmek ve tefâhur ya’nî öğünme ve malı, parayı, evlâdı [harâm yollardan] çoğaltmakdır) buyurdu.] İslâmiyyete yapışınca, bunlardan kurtulmak nasîb olur. 1/232 [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Dünyâ, ni’met ve lezzet için değildir. Âhıret, ni’met ve lezzet için hâzırlanmışdır. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Dünyâyı [harâmları] terk mümkin olmazsa, hükmen terk etmelidir ki, bu da sözlerde ve işlerde ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdır. [Ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olur]. 2/82 [Se’âdet-i Ebediyye: 100.]


● Dünyâda, zarûrî işleri yapmakda ve zarûret mikdârı meşgûl oluna. Bütün gayreti ona sarf etmek, aklsızlıkdır. 2/31. [Se’âdet-i Ebediyye: 77.]


● Dünyâ [hayâtında], doğru ile yalancı ve hak ile bâtıl birbirine karışdırılmışdır. 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Dünyâda, avâmın hâlini havâsa [seçilmişlere] benzetmek, hikmet ve maslahatdır [bir fâide ve hikmeti vardır.] 1/272 [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Dünyâda zuhûrlar sûretdedir. Âhıretde hakîkîdir. 1/263 [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Dünyâyı [harâmları] ihtiyâr edenler, münâfık hükmündedir. Sûretde olan îmân âhıretde fâide vermez. 1/215 [Mektûbât Tercemesi: 258.]


● Dünyâda hiçbir mahal yokdur ki, oraya bir Peygamber gönderilmemiş ola. 1/259 [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Dünyânın [harâmların] muhabbetinin izâlesi için ilâc, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmakdır. 1/232 [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Dünyânın [memleketlerin] temâmına dört kimse mâlik oldular.


İkisi mü’min, ikisi kâfir. Zülkarneyn ve Süleymân “aleyhimesselâm”, Nemrûd ve Buhtunnasar. Beşincisi Mehdîdir “aleyhirrahme”. Hadîs-i şerîf. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Dostluğa yakışmaz ki, üzmemek için sükût oluna. 1/233 [Mektûbât Tercemesi: 285.]


● Duman, sıcak sıvı ve katı zerrelerden mürekkebdir. 1/208. [Mektûbât Tercemesi: 245.]


● Dinde harac [zor şey] yokdur. 3/22 [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Deynden bir dankı sâhibine vermedikçe, sâlih mü’min Cennete giremez. 2/87 [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Deynden [borcundan] bir dankı sâhibine vermek, pekçok dirhem sadaka vermekden dahâ iyidir. 2/87 [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Deynden [borcundan] bir dank gümüşü sâhibine vermek, altıyüz kabûl olunmuş ve makbûl [nâfile] hacdan efdaldir. 2/66 [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Dünyâ hayâtı çok azdır. Ve ebedî azâb buna [buradaki küfre] karşılıkdır. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -H-2

 – H –

● Hatm-i Kur’ân, nâfile nemâz, tesbîh ve tehlîl edince, sevâbını, mevtâlara hediyye etmek, etmemekden efdaldir. 2/77


● Hatm-i tehlîl, ancak meyyitin magfireti için olup, bundan başkası bid’atdir. 2/14 [hâşiyesinde].


● Hademe ve ma’iyyet istihdâmı câizdir. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Hademeye ikrâm eylemek [kıymet vermek], efendisine i’zâz ve ikrâmdır. 3/28


● Hurma, benî Âdemin halasıdır. [Âdem oğullarının halasıdır.] Âdem aleyhisselâmın çamurundan yaratılmışdır. “Hadîs-i şerîf.” 3/100


● Hurma ile iftâr eylemek sünnetdir. 1/162 [Mektûbât Tercemesi: 198.]


● Hızır aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden değil, geçmiş ümmetlerdendir. 2/55 [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Huzûr-ı bî-gaybet [huzûrun devâmlı olması], devâmlı olan tecellî-i zâtîdir, şu’ûn ve i’tibârât perdeleri araya girmeyen, hiç gayb olmıyan devâmlı olan tecellî-i zâtîdir. Bu yolun sonunda müyesser olur. Perdeler araya girmez. 1/151 [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Hutbede, hulefâ-i Râşidîni zikr etmek, ehl-i sünnetin şiârıdır. 2/15 [Eshâb-ı Kirâm: 78.]


● Hutbede sultânların ismlerinin bir kademe aşağıda okunması, sultânların tevâzu’larındandır. 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Hulefâ-i erba’ada [dört halîfede] nübüvvetden gayri, Enbiyânın fazîletleri vardır. 1/151 [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Hulefâ-i erba’a [dört halîfe] arasındaki fazîlet, hilâfet sırasına göredir. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● “El-hılâfetü ba’dî selâsûne seneten”. Benden sonra hilâfet, otuz senedir” Hadîs-i şerîfi Emîrin “radıyallahü anh” hilâfeti ile temâm oldu. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Hallâc-ı Mensûr, her gece zindanda ağır zincir ile beşyüz rek’at nâfile nemâz edâ ederdi. 2/95


● Hallâcın enel-Hak kavli, mevcûd Hakdır, ben değilim demekdir. 3/121 [Se’âdet-i Ebediyye: 953.]


● Hallâc-ı Mensûrun kelâmı, hâllerin galebe çalmasından dolayı olduğu için, ma’zûrdur. 3/121 [Se’âdet-i Ebediyye: 953.]


● Hallâc-ı Mensûrun enel-Hak kavli, yolda iken söylenmişdir. [Tesavvuf yolcusu iken söylenmişdir.] Vefâtından sonra terakkî etdi [yükseldi]. 3/75


● Hıllet [dostluk] makâmı, asl i’tibâriyle, İbrâhîm aleyhisselâma mahsûsdur. 3/88


● Hıllet âm’dır. Muhabbet onun ferd-i kâmilidir. 3/88


● Hılkat-ı insâniyyeden maksûd [insanın yaratılmasından maksad], kulluk vazîfelerini yapmakdır. Ve cenâb-ı Hak sübhânehu ve teâlâyı devâmlı istemekdir. Bu ma’nâ, zâhiren ve bâtınen [bedenen ve kalben] seyyidil evvelîn vel âhırîn aleyhi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâtü ekmelühâya tam tâbi’ olmağı gerçekleşdirmedikçe müyesser değildir. 1/110 [Mektûbât Tercemesi: 161.]


● Halkla [insanlar ile] hakları yerine getirmekden ziyâde karışmak zararlıdır. 3/102.


● Halkı tazyîk ve rencîde etmek [dara düşürmek (sıkıştırmak) ve incitmek] harâmdır. 3/22 [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Halkın ezâsına [eziyyetlerine] sabr lâzımdır. Ve onlarla iyi geçinmek vâcibdir. Bu azîmet yoludur. Kaçarak eziyyetden kurtulmak da ruhsatdır. 3/7 [Se’âdet-i Ebediyye: 426.]


● Halk ile görüşmekden kurtuluşa çâre yokdur. 1/37 [Mektûbât Tercemesi: 64.]


● El-halku ıyâlullah ehabb-ü halkın ilallahi men ahsene ilâ iyâlihi.


[İnsanlar Allahü teâlânın ıyâlidir. Allahü teâlâya en sevimli olan, Onun ıyâline iyilik edendir.] Hadîs-i şerîf. 2/90


● Halk [insanlar] ile mu’âmele tarzı. 1/170 [Mektûbât Tercemesi: 211.]


● Halk eylemeğe [yaratmak için] ilm lâzımdır. Hak teâlâ küllîleri de, cüz’îleri de ve sırları [gizli olan şeyleri] bilir. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Hılkat-i insandan [insanın yaratılmasından] maksad. 3/114


● Halvet der encümen [Halk arasında Hak ile olmak], kalabalıkda, söyliyene ve dinleyene gönül bağlamamakdır. 1/221 [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Halvetde [yalnızlıkda] şöhret, şöhretde âfet vardır. 1/265. [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Hamr [şerâb] satışı âdet olsa, halâl olur diye fetvâ verilmez. 2/54


● Hamr ve ihticâb [kadınların açık gezmeleri], ba’zı dinlerde harâm, ba’zılarında halâl idi. 2/55


● Hâce-i Ahrâr buyuruyor ki; bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fekat Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdını kalbimize yerleşdirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem. 1/193 [Mektûbât Tercemesi: 229, Herkese Lâzım Olan Îmân: 52.]


● Hâce-i Ahrârın zâhirde pîri var iken [Ya’kûb-ı Çerhî], Abdülhâlık Goncdüvânînin “kuddise sırrûh” rûhâniyyetinden istifâde ederek de üveysî oldu. 3/118


● Hârikaların fazla zuhûra gelmesi, efdaliyyete delâlet eylemez [efdâl olmayı göstermez]. 3/86 [Se’âdet-i Ebediyye: 748.]


● Hârikaların efdal olanı, zât, sıfat ve ef’âl-i vâcibeye te’alluk eden ulûmdır. [Allahü teâlâyı bilmekdir.] 1/293 [Mektûbât Tercemesi: 465.]


● Hataralardan kurtulmak ve vesveseleri kovmak, tarîka-i hâcegânda [hâcegân yolunda] çok kolay olur. 1/60 [Mektûbât Tercemesi: 97.]


● Hataraların def’inden murâd, matlûba teveccühe mâni’ olan hataralar [zararlı düşünceler]dır. Yoksa, her hatara değildir, diye hâce-i Ahrâr buyurmuşdur. 1/60 [Mektûbât Tercemesi: 97.]


● Havf [korku] gençlikde, recâ [ümîd] ihtiyârlıkda çok olmak lâzımdır. 1/88 [Mektûbât Tercemesi: 137.]


● Havf [korku] zemânında Li-îlâfi [sûresini] okumalıdır. 2/69 [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Hıyârüküm fil-câhiliyyet-i hıyârüküm fil islâmı izâ fekahe. [Câhillikde en ileride olanınız, islâm âlimi olunca, en ileriniz olur.] Hadîs-i şerîf. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hayâl-i beşer [beşer hayâli], âlem-i misâlin nümûnesidir. Zîrâ bütün eşyâ için hayâlde sûret vardır. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -H

 – H –

● Hâdis olan, fânî ve müstehlikdir [yok olucudur.] 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Hub olmasaydı [sevgi bulunmasaydı], îcâd küşâyiş (îcâd açıklık) bulmaz ve âlem ademde [yoklukda] gizli kalırdı. 3/122.


● Hubb-i evvel, manissa-i zuhûra gelmiş olup, sebebi halk-ı halâyık olmuşdur. [Mahlûkatın yaratılmasına sebeb olmuşdur.] 3/122.


● “Hubb-i dünyâ re’sü külli hatî’etin” [Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.] Hadîs-i şerîf. 1/232 [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Hub [sevgi, muhabbet] asl olup, hullet [dostluk] onun zılli gibidir. 3/122.


● “Hac eylemek, geçmiş günâhlara keffâretdir.” Hadîs-i şerîf. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● [Molla Muhammed Berkîye cevâb]: Hac için azık ve binek mevcûd iken, muhtâr olan, fakîh Ebülleysin fetvâsı mûcibince, eğer gâlib zannı yolun emniyyeti ve helâk edici tehlükesi yok ise, farziyyeti [farz olması] sâbitdir. Yoksa mümkin değildir. Bu şart, edâsının şartıdır. Farz olmasının [vücûb şartı] değildir.


Hac ile vasiyyet vâcibdir. -Çünki vakt müsâid değil.- 1/250. [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Hucub-i ilâhînin [ilâhî perdelerin] temâmen kalkması mümkin değildir. 3/76.


● Hucub-i esmâ ve sıfât ve şu’ûn ve i’tibârâtın harkı [ismlerin, sıfatların, şu’ûn ve i’tibârâtın perdelerinin kalkması] şühûdî olup, kalildir [az hâsıl olur]. Hark-ı vücûdî mümteni’dir. [Vücûdun perdesinin kalkması mümkin değildir.] Zulmânî perdelerin kalkması seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsîyi geçdikden sonra müyesser olur. Nûrânî perdelerin kalkması, seyr-i esmâ ve sıfât vâcib-i teâlâya bağlıdır ki, ism ve sıfât ve şân ve i’tibâr nazarında kalmıya. 2/42 [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Hadîs-i şerîfleri inkâr küfr değildir. Münkiri mübtedi’dir [inkâr eden bid’at ehlidir]. [Hadîs-i şerîf olduğunu kabûl etmezse bid’at ehli olur. İnanmaz ise kâfir olur.] 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Harâm sebebi ile tahsîl olunan herşey harâmdır. 1/102 [Mektûbât Tercemesi: 153.]


● Harâmı, gerek i’tikâden ve gerekse i’tikâd dışında güzel gören mürted olur. 1/288 [Mektûbât Tercemesi: 440.]


● Harâmı harâm, halâli halâl bilmek, kat’î olan harâm ve halâldir ki, inkârı küfrdür. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Harâmda şifâ yokdur. 3/61


● Harâmdan bir altını sâhibine geri vermek, yüz altın sadaka vermekden efdaldir. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Hurûf ve kelimât-ı Kur’ânı [Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri ve harfleri] yer değişmeksizin [aynen] Allahü teâlânın kelâm-ı nefsîsidir. Ve Hak teâlâya en yakın şeydir. 3/100.


● Hurûf-ı mukatta’ât-ı Kur’ânî [Kur’ân-ı kerîmin hurûf-ı mukatta’âtı] muhib ile mahbûb [seven ile sevilen] arasındaki hâllerin hakîkatlerine ve sırların inceliklerine remzler ve işâretlerdir. 3/100.


● His ile idrâk olmıyanı akl idrâk eylediği gibi, akl ile idrâk olunmıyan, nübüvvete uyarak idrâk olunur. 3/23 [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Hesâb, mîzân ve sırât hakdır. Muhbir-i sâdık onu haber vermişdir. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Hasenâtül ebrâr, seyyiâtül mukarrebîndir. 1/35. [Mektûbât Tercemesi: 62.]


● Hasen-i Basri, gemi beklerken, Habîb-i Acemî deryâdan yürüyüp geçdi. Ammâ fazîlet, Hasenindir. [Habîb-i Acemî, Hasen-i Basrînin mürîdidir.] 1/216 [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Hüsn-i dünyevî, nâ-merdîdir. [Dünyevî güzellik, beğenilmez]. Uhrevî güzellik beğenilmişdir. 1/234 [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Ebûl-Hasen-i Harkânî, Sultân Mahmûd Gaznevî zemânında idi. 1/152 [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Ebûl-Hasen-i Harkânî, itâ’at-i ilâhîyi, itâ’at-i Resûlden gayri bildi ki, istikâmetden dûr [uzak]dır. 1/152 [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Ebûl-Hasen-i Harkânî, sona varmakla, mürîdlerin ondan istifâdesi azdır. Ya’nî geri dönmemiş müntehîdir. Sona varıp, inmemişdir ki, tâlibler ondan tam istifâde edemezler. 1/216 [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Husûl, bu’dün [uzaklığın] vücûdiyle berâber tasavvur olunur. Ammâ vusûl dahâ kıymetlidir. [Vusûl, vilâyetde, Husûl, nübüvvet makâmında.] 1/302 [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Hakkul müslimi alel müslimi hamsün. Reddül selâmî ve iyâdetülmerîdi ve ittibâ’ul cenâizi ve icâbetü da’veti ve teşmît-ül âtısı. [Müslimânın müslimân üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevâb vermek, hastasını dolaşmak, cenâzesinde bulunmak, da’vetine gitmek ve aksırdığı zemân elhamdülillah deyince, yerhamükallah demek]. Hadîs-i şerîf. 1/265 [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Hak teâlâ, temessül [misâllendirilme] ve misâlin ve tevehhüm [vehmin] ve hayâlin ötesidir. Ve bunların temâmı, Hak teâlânın mahlûkudur. 3/74


● Hak teâlânın bu’dü [uzaklığı], derk [anlayış] ve ma’rifet [bilmek] i’tibâriyledir. 3/71


● Hak teâlânın akrebiyyeti [çok yakınlığı], bizim eb’adiyetimize [uzaklığımıza] sebeb olmuşdur. 1/258 [Mektûbât Tercemesi: 322.]


● Hak teâlâ karîbdir [yakındır]. 3/63 [Se’âdet-i Ebediyye: 925.]


● Hak teâlânın kurb [yakınlık] ve ma’iyyeti [berâberliği] bîçûnîdir. Bizim akl ve şühûdumuzdan münezzeh bir kurbdur [yakınlıkdır]. 3/95


● Hak teâlânın âleme olan nisbeti, nokta-i cevvâlenin dâireye olan nisbeti gibidir. O dâire o noktanın dönmesinden meydâna gelmişdir. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Hak teâlânın ihâta ve kurbu [yakınlığı] ilm-i huzûrîye bağlıdır. 3/49


● Hak teâlânın kurb ve ma’iyyeti [yakınlığı ve berâberliği] mevcûdun mevhûma [vehm olunmuşa] ve aynanın sûrete kurbu kabîlindendir. 1/113. [Mektûbât Tercemesi: 163.]


● Hak teâlânın kayyûm-ı âlem olması, ecsâm-ı garîbenin [garîb, acâyip şeylerin] dübazlarla [hokkabazlarla] kıyâmı [birlikde durması] gibidir. 2/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 966.]


● Hak teâlâ bizzat mevcûddur. Ve eşyâ dahî onun îcâdıyle mevcûddur. 3/122.


● Hak teâlâ zâtı ile mevcûddur. Vücûd ile değil. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Hak teâlâ kendi zâtı ile hay’dır. Ya’nî zindedir. Kendi zâtında dânâ (bilen), bînâ (gören), şineva (işiten), tüvâna (gücü yeten), mürîd (dileyen) ve gûyâ (söyliyen)dir. Kâinâtı yokdan yaratandır. Ve kemâlât, sıfat-ı hayât, ilm, basar, sem’, kudret ve irâde ve kelâm ile değildir. 3/26


● Hak teâlânın misâlde ve hayâlde sûreti yokdur. 3/118


● Hak teâlânın misli yokdur. Misâli vardır, demişlerdir. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Hak teâlânın, İmâm-ı Rabbânî indinde misâli dahî yokdur. 3/119.


● Hak teâlâya akreb-i eşyâ [en yakın şey] ve sıfât-i ilâhînin ezharı, Kur’ân-ı mecîddir ki, zılliyyetden ârîdir [zılliyyet değildir]. 3/100


● Hak teâlânın kelâmımızı işitmesi kelimesiz, öne almadan ve sona bırakılmadan vâkı’ olur. 3/120.


● Hak teâlâ, bizim ve sizin Rabbimiz ve âlemlerin Rabbi, gerek semâlar olsun ve gerek arzın ve yükseklik ve aşağılıkların, Rabbi birdir. Ötelerin ötesidir. Benzeri ve misli olmakdan münezzeh ve şekl ve misâlden uzakdır. Baba ve oğul olmak, Hak teâlânın şânında muhâldir. Benzeri ve misâli muhâldir. Hulûl, birleşmek şâibesi çirkindir. Görünmek ve zuhûr fitnesi çirkindir. Zemân ve mekân onun mahlûkudur. Vücûdına başlangıç ve bekâsına nihâyet yokdur. Hayr ve kemâl ona sâbit, naks ve zevâl onda yokdur. O hâlde ibâdete müstehak Hak sübhânehu ve teâlâdır. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Hak teâlâya, ilm ile, şühûd ile ve ma’rifet ile yol bulunamaz. 1/38. [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Hak teâlâ hulûl etmez, zuhûr eder. 3/121 [Se’âdet-i Ebediyye: 953.]


● Hak teâlâ üzerinden zemân mürûr eylemez [geçmez]. Zemân ve mekân onun mahlûkudur. 3/120.


● Hak teâlâ yakındır. Zîrâ herşey kendi mâhiyyeti ile şeydir. Ammâ, şey’in aksi ve zılli, kendi mâhiyyetinin zılli ve aksi ile zıl ve aks değildir. Belki kendi aslının mâhiyyeti ile aks ve zıl olmuşdur. Zîrâ zıl, mâhıyyet sâhibi değildir. Mâhiyyet-i asldır ki, zıl ile zuhûr eylemişdir. Pes [o hâlde] asl zılle, zılden akreb oldu [dahâ yakın oldu].


Zîrâ zıl, asl ile zıldir. Kendi nefsi ile değildir. Ve çünki âlem, ef’âl-i vâcibînin [Allahü teâlânın ef’âlinin] zılâl [zılleri] ve ukûsidir [aksleridir]. Nâçâr sıfât-ı ilâhî, âleme âlemden ve âlemin üsûlinden ki ef’âldir. Akreb oldu ki [dahâ yakın oldu ki], asl-ıl üsûldür. Sıfât dahî, Zât-i teâlânın zıllıdir. Ve zât-i celle sültânehü asl-ı cemî’-i üsûldür. Binnetîce, Zât-i teâlâ, âleme âlemden ve ef’âl ve sıfât-ı vâcibden akreb [yakın] olmuş olur. 3/1 [Se’âdet-i Ebediyye: 101.]


● Hak teâlânın zât-i akdesi [mukaddes zâtı] ve sıfât-i mukaddesesi, bir mertebede kâindir. Sıfatın ziyâde [ayrı] olması sâbit olmakla, Hak celle celâlühü de hiç te’ayyün ve tenezzül peydâ olmamışdır. 3/114


● Hak teâlânın sıfâtı ve ef’âli dahî, zâtı gibi bîçûn ve bîçugûnedir. Ve mümkinâtın [mahlûkatın] sıfâtı ve ef’âli ile hiç münâsebeti yokdur. Meselâ ilm sıfatı kadîm ve basîtdir. Te’addüd ve tekessür [adedlenme ve çoğalma] ona yol bulamamışdır. Te’addüd-i te’allükât [alâka] i’tibâriyle olursa da. Zîrâ onda bir inkişaf basît vardır ki ma’lûmat-ı ezel ve ebed, o inkişaf ile münkeşîf ve cemî’-i eşyâyı ân-ı vâhid-i basîtde bilmiş idi. Meselâ, Zeydi hem mevcûd [varlıkda], hem ma’dûm [yoklukda] ve cenin ve sabî ve civân ve pir ve zinde [diri] ve mürde [ölü] ve kâim [ayakda] ve kâid [oturan]..... ilâhir bilmişdir. Te’addüd-i te’allûkât âfâkın te’addüdünü mûcibler ve ezminenin teksîrini isterler. O mahalde ezelden ebede dek, ân-ı vâhid-i basîtden gayr-i ân yokdur. [Değişmiyen, basît bir ân vardır.] O ânlara aslâ te’addüd yokdur. Hak teâlâ üzre zemân cereyân eylemez. Bütün mahlûkâta te’alluk-ı vâhid ile müteallık olmuşdur. O te’alluk dahî, sıfât-ı ilm gibi bîçûn ve bîçugûnedir. [Bilinemez ve ötelerin ötesidir.] 1/296 [Mektûbât Tercemesi: 475.]


● Hak teâlâ bir sıfatla muttasıf [sıfatlanmış] ve bir ismle müsemmâ [ismlenmiş] ve bir hükmle mahkûm değildir. Kendi zâtına ism ve ahkâm bildirmesi teşbîh i’tibâriyledir ki, mahlûkâtın anlayışlarına karîb olmak içindir. 2/3


● Hak teâlâ yüce kerem ve ihsânından, kendi feyzlerini ve ni’metlerini varlıklara vermek ve bahş eylemek murâd eyledi.


Mahlûkları halk buyurup [mahlûkâtı yaratıp], kendi kemâlât-i vücûd ve tevâbi’-i vücûdundan, ya’nî diğer sıfât-i kemâl onlara bahş eyledi. Lâkin ondan bir parça ayrı olup, kullara ulaşmak, çırayı çıradan yakmak gibi iktibâs değil idi ki, böyle olmak noksanlık işâretidir. Allahü teâlâ, böyle olmakdan çok yücedir. Yaratmakdan maksad, onlara ni’met ve ihsânlar vermekdir. Yoksa onların vesîlesi ile [onlara ihtiyâcı olduğundan değil] ismlerin kâmil ve sıfâtlarının tekmil olması için değil. Hâşâ ve kellâ. Esmâ ve sıfâtı hadd-i zâtında kâmillerdir. Hiç zuhûr ve mazhara ihtiyâcları yokdur. O hazret-i celle şânühûda cümle kemâl fi’len hâsıldır. Bir kuvvete bağlı değildir ki, onun meydâna gelmesi bir emre (işe) bağlı olsun. Eğer şühûd ve müşâhede ise, o hazretde kendinden kendinedir. [Yine nasıl olduğu bilinemez.] Ve eğer ilm ve ma’lûm ise dahî, kendi bilir ve kendine ma’lûmdur. Ve bunun gibi işitmesi ve konuşması kendindendir. Bütün kemâlât, o yerde [bu husûsda] mufassal ve meydâna çıkmışlardır. Lâkin ünvân-ı bîçûnî iledir [ötelerin ötesi ünvânı iledir]. Çûn için bîçûne rah yokdur. [Bilinenden bilinmiyene yol yokdur.] Mahlûkât nedir ki, Hak sübhânehu ve teâlânın kemâlâtının aynası olalar. Ve âlem nedir ki, o cemâlin tafsîli ola. O hazret-i celle şânühûda, ayni icmâlde tafsîl ve ayni dıykda [darlıkda] vüs’at vardır. Ve çünki tafsîl ve vüs’at o makâmda bîçunîdir. Zan olunur ki, icmâle tafsîl lâzım ola ki, âlemin yaratılmasına bağlıdır. Ve o icmâlin temâmı, bu tafsîl ile ola. Ve hak olan odur ki, o yerde [bu husûsda] hem icmâl vardır, hem tafsîl vardır. “VALLAHÜ VÂSİ’UN ALÎM.” [(Allahü teâlânın fadlı genişdir. Fakîre genişlik verir ve onu zengin eder. Mülke lâyık olanı bilir.) Bekara sûresi 247. Âyet-i kerîmesinin meâli.] Ma’lûm ola ki, bu âlemin yaratılması, bir mertebede vâki’ olmuşdur ki, onun o mertebeyi mukaddeseye hiç müzâhemesi ve müdafe’ası yokdur. [Ol demiş, var olmuşdur.] Herhangi bir mevcûdun varlığı, her ne kadar, diğer bir şeyin varlığının tahdîdini iktizâ eder, amma o kâide bu makâmda geçerli değildir ki [Allahü teâlânın yaratmasında böyle birşey yokdur], âlemin varlığı, Allahü teâlânın varlığına hiç tahdîd ve nihâyet peydâ eylememişdir. Ve hiç nisbet ve cihet isbât eylememişdir. Aynada görünen sûret gibidir ki, bu sûretin varlığı vehm mertebesindedir.


Ve bu aynada mertebe-i vehmde görünen bir sübûtun, o sûretin aslının sübûtuna hiç müzâheme ve müdâfe’ası hâsıl değildir. Ve bu sûretin sübûtu [varlığı], o sûretin aslı olan sübût-ı hâricî de, hiç tahdîd ve nihâyet ve cihet peydâ eylememişdir. “VE LİLLÂHİ MESELÜL’ A’LÂ.” [(Allahü teâlâ için [zâtının zarûrî olması, ilmi, kudreti, mahlûkların sıfatlarından münezzeh olmak gibi] en yüce sıfat(lar) vardır.) Nahl Sûresi 60. âyet-i kerîmesinin meâli.] O mukaddes mertebede, vücûd var denilmesi, hârici benzetme ve eş gösterme kâbilindendir ki, hâric için orada yer yokdur. Vücûd için o mukaddes mertebede yer yok iken, hârice nasıl yer olsun ki, hâric vücûdun bir kısmı, bir parçasıdır. 3/114


● Hak teâlâ, o azamet ve kibriyâsı ile, kulluğa kabûl buyurup, kullarını Cenâb-ı kudsîsine da’vet buyurmuşdur. 1/106 [Mektûbât Tercemesi: 156.]


● Hak sübhânehu ve teâlâ hiçbirşeye muhtâç değildir. Kullarına emrleri ve yasakları lütf ve ihsândır. 1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Hak teâlânın fi’l ve irâdesinden râzı olmak ve belki lezzet almak gerekdir. 3/59 [Se’âdet-i Ebediyye: 425.]


● Hak teâlâ afüvvün mecîddir [Çok afv eden, çok acıyan, merhametlidir]. 3/19.


● Hak teâlânın fi’li illet ve sebebden hâlidir. [Bir sebebe bağlı değildir. Bir sebeb için değildir.] Fekat hikmet ve maslahatdan hâlî değildir. [Bir hikmeti vardır.] 3/19


● Hak teâlânın ve mâsivâsının delîli yine kendisidir. 1/247 [Mektûbât Tercemesi: 305.]


● Hak teâlâ, zât, sıfat ve ef’âlde yegânedir [benzersizdir]. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Hak celle ve âlâdan evvelâ açığa çıkan hazret-i vücûd olup, diğer kemâlât ona tâbi’dir. 3/122


● Hak teâlânın izni olmadıkça, hiçbirşey, hiçbirşeye zarar veremez. 3/3 [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Hak teâlânın, ubûdiyyete [rab olmağa] hakkı olmakda şerîkini nefy etmek, Enbiyânın da’vetine mahsûsdur. Muhâlifler dahî aklî delîl ile vücûb-ı vücûdda şerîki nef’ ediyorlar. [Hak teâlâya ibâdet edilmesini, başka hiçbirşeye ibâdet edilmemesini Peygamberler bildirmişdir. Akl ile anlaşılmaz.] 1/63 [Mektûbât Tercemesi: 99.]


● Hak teâlâ için bütün kemâlât sâbitdir. Ve Ondan bütün noksanlıklar uzakdır. Ve bütün varlıklar varlıkda durmakda ve varlıklarını devâmda Ona muhtâçdır. Fâide ve zarar Onun dilemesi ile olur. Onun izni olmadıkça, hiçbir nesne hiçbir nesneye zarar vermeğe kâdir değildir. Bu sıfatlar ile muttasıf olan, ancak Allahü teâlâdır. Zîrâ, başka olmak için farklı olmak lâzımdır. Eğer, kemâl sıfatlar ile muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzehdir denilmese [böyle kabûl edilmese] noksan lâzım gelir. 3/3 [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Hak teâlâ, mutlak [şeksiz, şübhesiz] ni’met vericidir. Vücûd [var olmak] Onun ihsânı, hayâtda kalmak dahî Onun lutfüdür. Kâmil sıfatlar, Onun [herşeye] şâmil olan rahmetindendir. Hayat, ilm, sem’, basar ve nutk, cümlesi ondan ihsândır. Ve çeşidli ni’metler ve bitmeyen [tükenmiyen] çeşidli keremler Onun feyziyledir. Zorluğu ve şiddeti kaldırmak, düâyı kabûl ve belâyı def’ etmek Ondandır. Bir rızk vericidir ki, yüce merhâmeti ile kullarını rızklandırır. Günâhları sebebi ile (rızklarını) uzaklaşdırmaz ve kesmez. Günâhları örtücüdür. Günâhları sebebi ile kulların nâmûs perdelerini yırtmaz. Onları hesâba çekmekde ve cezâlarını vermekde acele etmez. İyiliklerini dost ve düşmandan uzak eylemez. Bu ni’metlerin en büyüğü ve en üstünü islâma da’vetdir ki [da’vet buyurmasıdır ki], ebedî hayât [se’âdet] ona bağlıdır. Ve rızâ-ı Mevlâ ona bağlıdır. Bütün mahlûkâtın iyilikleri, Onun güc vermesi ve mümkin kılması iledir. Ni’met verene şükr etmek, akl ile de açıkca anlaşılmakdadır. Hak sübhânehu, kemâl sıfatlar ile muttasıf ve noksan sıfatlardan berîdir ve kullar ise, ayb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münâsebeti yokdur. Kulların iyi bildikleri ba’zı işler, hakîkatde çirkin olabilir.


Hak teâlâya hürmet ve şükr şeklleri, Ondan bildirilmedikce, Onun şükrüne lâyık ve Onun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Ona ta’zîm şeklini islâmiyyet bildirmişdir. Şu hâlde Hak teâlânın şükrünü edâ eylemek, kalben ve bedenen ve i’tikâden ve amelen, islâmiyyetin emrlerini yerine getirmeğe bağlıdır. Allahü teâlâya, islâmiyyetin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. 3/23 [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Hak teâlânın feyzleri devâmlı, gerek mülk ve evlâd kısmından ve gerek hidâyet ve irşâd cinsinden, havâs [seçilmiş] ve avâm, yüksek ve aşağı [kimseler] üzerine fark gözetmeksizin gelmekdedir. Farklılık bu feyzleri kabûl etmek ve etmemek bakımındandır. 1/164 [Mektûbât Tercemesi: 204.]


● Hak teâlâ cemîl-i mutlakdır. Cemîl-i mutlakdan gelen herşeyi eğer ki, celâl ile dahî açığa çıksa, güzeldir. 3/37.


● Hak teâlâ, hayrı da şerri de diler. Ve her birini yaratır. Ammâ, hayrdan râzıdır. Ve şerden râzı değildir. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Hak teâlâ, insana gücü yetmiyeceği şeyi emr etmemişdir. Hep kolaylığı murâd eder. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Hak teâlânın, ilm-i ilâhîsinin, kendisine de teâlluku vardır. Kendini de şân-ül-ilm ile âlimdir. 3/114.


● Hak teâlâ herkese, zan etdiği gibi mu’âmele buyurur. [(Kullarım beni zan etdikleri gibi bulur). Hadîs-i kudsî.] 1/216 [Mektûbât Tercemesi: 259.]


● Hak teâlânın kullarına cezâsı, günâhları mikdârıncadır. Eğer günâh gizli ise ve günâhkâr kimse, günâhından (tevbe edip) Ona sığınıyor ve yalvarıyorsa, o günâha dünyevî belâların keffâret olunması mümkindir. Eğer günâh şiddetli ve büyük ise ve günâh işleyen inâdcı ve kibrli ise, o günâha âhıretde cezâ verilir ki, bu cezâ şiddetli ve devâmlıdır. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Hakkı, doğruyu söylemek acı olur. 1/67 [Mektûbât Tercemesi: 106.]


● Hak olan şeyi beğenmiyen kimse, Peygamberi de görse fâidesizdir. [İyiliğe elverişli olmıyan kimse, fâidelenemez Peygamberi de görse.] 2/92 [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Hakâyık-ı eşyâ [eşyânın hakîkati] sofiyye indinde, a’yân-ı sâbitedir ki, esmâ-i ilâhînin [ilâhî ismlerin] ilmdeki sûretleridir. Kendileri değildir. 3/100


● Hakâyık-ı mahlûkât [mahlûkâtın hakîkatı], ya’nî a’yân-ı sâbite, vücûbî değildir, mahlûkdurlar. [Mutlaka var olmaları lâzım değildir.] 3/122.


● Hakâyık-ı enbiyâ-i sâire [Diğer Enbiyânın hakîkatleri], hakâyık-ı ülul’azm olan esmâ-i külliye-i mukaddesenin cüz’iyâtıdır. [Ülul’azm olan Peygamberlerin hakîkatlerinin, mukaddes küllî ismlerinin cüz’idir.] 3/114.


● Hakâyık-ı insan [insanın hakîkatleri], Onun te’ayyün-i vücûbîsidir, o şahsın te’ayyün-i imkânîsi, o te’ayyünün zıllidir. Ve o te’ayyün-i vücûbî esmâ-i ilâhîden bir ismdir. Ve o ism-i ilâhî, o şahsın rabbi, ya’nî mürebbîsidir [terbiye edicisidir]. Ve onun füyûz-ı vücûdî ve tevâbi’-i vücûdîsine mebde’dir. [Bu insana her ni’met o ismden gelir.] 1/209. [Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Hakâyık-ı eşyâ [eşyânın hakîkatleri], esmâ-i ilâhî celle sultânühûdan ibâretdir ki, onlar füyûz-ı vücûdîye ve tevâbi’-i vücûdiyyenin mebâdîsidir [başlangıçlarıdır]. 1/209. [Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Hakâyık-ı Enbiyâ ve melâike [Enbiyâ ve meleklerin hakîkati], Allahü teâlânın ismlerinden, sıfatlarından ve şü’ûnlarından biridir. Diğer mahlûkâtın hakâyıkı [hakîkatleri], bunların zıllerinden, parçalarından biridir. Bu dâire-i zıl, dâire-i esmâ ve sıfatın tafsîlidir. Meselâ ilm, bir sıfat-ı hakîkıyyedir ki, cüz’ıyyet sâhibidir. O cüz’ıyyet, tafsîlen dâire-i zılâldedir. [Zıller dâiresindedir]. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakâyık-ı melâike mele-i a’lâ-i esmâ-i bâtınadır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakâyık-ı hulefâ-i erbe’a sıfat-ı ilmdir. [Dört halîfenin hakîkatleri, ilm sıfatıdır.] 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Hakâyık-ı ilâhîden [ilâhî hakîkatlerden] murâd, onun azametinin, büyüklüğünün dereceleri olup, orada sıfat ve keyfiyyet yokdur. Ya’nî hiç zıl, sûret yokdur. 1/263 [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Bir hakîkatin ortaya çıkmaması hâlinde, onun zıllıni hakîkatin aslı zan ederler. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Hak sübhânehü ve teâlâ [Hak sübhânehu ve teâlânın hakîkati] bîçûn ve bîçugûnedir. Bir vücûd ki, adem onun zıddı olmakla kâim ola; Hak celle sultânehuya şâyan değildir. [Hak teâlânın zıddı yokdur.] Ve güzellik ve cemâlin başlangıcıdır. Ve bu vücûd, hakîkî bir cüz’dür. Bir basîtdir ki, birşey ile karışmış değildir. Böyle olmadığı gibi, olması da düşünülemez. O mertebede vücûd vardır demek, kulluğun noksanlığındandır veyâhud bir vücûd murâd oluna ki, ademin zıddı olmağa mecâli olmaya. 1/234 [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Hakîkat, kötülüklerin kalbden, tekellüfsüz kaldırılmasının hâsıl olmasıdır. [Gerçekleşmesidir]. 1/41 [Mektûbât Tercemesi: 69.]


● Hakîkat mertebesinde, uğraşmak ve güçlük çekmek yokdur. Hakîkat, devâmlıdır. 1/60 [Mektûbât Tercemesi: 97.]


● Hakîkat ve islâmiyyet, rûh ve sırdan öte geçemezler. Hafî ve ahfâya ulaşamazlar. 1/172 [Mektûbât Tercemesi: 213.]


● Hakîkat-i ârif [ârifin hakîkati], bir ism-i ilâhî olup, kendisinin rabbidir. [Terbiye edicisidir.] 3/122.


● Hakîkat-i câmi’a-i insandan murâd, kalb latîfesidir. 3/65


● Hakîkat-i câmi’a-i kalbiyenin mahalli yürekdir. 1/142 [Mektûbât Tercemesi: 182.]


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” icmâl [topluluk] i’tibâriyle ilm sıfatıdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” ismler, sıfatlar ve şu’ûnlar dâiresinin aslının merkezidir. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” te’ayyün-i evvel-i vücûdînin merkezidir. 3/114


● Hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem”, zıll-i icmâl-i ilmdir ki, vahdet tesmiye ederler. 1/121 [Mektûbât Tercemesi: 168.]


● Te’ayyün-i Ahmedî, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” te’ayyün-i vücûbîsi; hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” te’ayyün-i imkânîsidir. 1/209 [Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Hakîkat-i İbrâhîm, te’ayyün-i evvel-i vücûdîdir. 1/93 [Mektûbât Tercemesi: 140.]


● Hakîkat-i İbrâhîm, tafsîl i’tibâriyle ilm sıfatıdır (ilm sıfatının tafsîlidir [açılmasıdır]). 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Nûh, icmâl ve tafsîlin berzâhiyyeti i’tibâriyle sıfat-ı ilmdir. [İlm sıfatının icmâli ile tafsîli arasındadır]. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Mûsâ aleyhisselâm, kelâm sıfatıdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Îsâ aleyhisselâm, kudret sıfatıdır. 3/114 ● Hakîkat-i Âdem aleyhisselâm, tekvîn sıfatıdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Hakîkat-i Mehdî, ilm sıfatıdır. 3/114.


● Hakîkat-i Kâ’be, bir nûr-ı sırfdır ki, lâ te’ayyündür. [Ta’yîn edilemez]. Ve tecellî-i zâtînin fevkindedir. [Zâtın tecellîsinin üstündedir]. 3/76


● Hakîkat-i Kâ’benin zılli, hakîkat-i Ahmedîdir. 1/209 [Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Hakîkat-i Kâ’be, bütün hakîkatlerin üstündedir. 1/263 [Mektûbât Tercemesi: 346.]


● Hakîkat-i Kur’ân, hakîkat-ı Kâ’benin üstündedir. 3/77 [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Hakîkat-i Kur’ân, hakîkat-i Muhammedînin “sallallahü aleyhi ve sellem” üstündedir. Zîrâ hakîkat-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” izâfî ismlerdendir. 1/183. [Mektûbât Tercemesi: 222.]


● Hakîkat-i salât, hakîkat-i Kur’ânînin üstündedir. 3/77 [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Hukûk-ı ibâdin [kulların hukûkunun] dünyâda edâsı kolaydır. Yumuşaklık ve yalvarma ile ref’ olunur [ortadan kalkar]. Ammâ âhıretde iş müşkildir. İlâcı yokdur. 1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Hikmet, birşeyin ilminden ibâretdir ki, nefsil-emre mutâbık ola. [İşin kendine uygun ola]. 3/23 [Fâideli Bilgiler: 454.]


● Hill ve hürmeti isbâtda [harâm ve halâli isbâtda] mukallidin ilmi kâfî değildir. Bu bâbda müctehidin kavli mu’teberdir. 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● Hulûlün ma’nâsı, birşeyin birşey içinde olmasıdır. Zeydin evin içinde olması gibi. Velâkin zuhûrun ma’nâsı, birşeyin birşeyde aks etmesidir. Zeydin ayna içinde olması gibi. 3/121. [Se’âdet-i Ebediyye: 953.]


● Hamd, şükrden efdaldir. Zîrâ şükr etmekde, sevgilinin ni’metleri göz önündedir ki, sıfatlarından, hattâ işlerinden meydâna gelmekdedir. Hamd ederken ise, sevgilinin hüsn-i cemâli, ya’nî kendisi göz önündedir. Zâtı da, sıfatları da, işleri de, ni’metleri de hep sevilmekde, medh olunmakdadır. [Ni’met karşılığı da, elem karşılığı da hamd edilir.] 2/33 [Se’âdet-i Ebediyye: 716.]


● Hayât sıfatı, bütün sıfât-ı sübûtiyyenin evveli ve aslıdır [en başda gelenidir.] 3/100


● Hayvânları, meşâyıha nezr edip, kabrleri başında kesmek şirke dâhildir. 3/41 [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) – C

 – C –

● Câmi’i Kur’ân [Kur’ân-ı kerîmi toplıyan] fil-hakîka Sıddîk ve Fârûkdur “radıyallahü anhümâ”. 1/80. [Mektûbât Tercemesi: 127, Eshâb-ı Kirâm: 263.]


● Câmi’iyyet-i kalbin ma’nâsı. [Her insan bir toplulukdur. Varlıkda bulunan herşey insanda da vardır.] 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● Cânib-i meşrıkdaki [Doğu tarafdaki] nurânî sütun, Mehdî “aleyhimürrıdvân”ın başlangıcının [gelmesinin] işâretidir. 2/68 [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Cebriyye mezhebi, kuldan kudreti ve irâdeyi kaldırıp [irâde ve ihtiyâr yok deyip], fâil ancak Allahü teâlâ derler ki, küfrdür. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● “Ceddidû îmâne küm bi kavli lâ ilâhe illallahü” hadîs-i şerîfi. “Îmânınızı Lâ ilâhe illallah diyerek tâzeleyiniz!” 1/78. [Mektûbât Tercemesi: 124.]


● Cezbe ancak bir üst makâmadır. Üstün üstüne değildir. Meczûb olmıyan sâliklere makâm-ı kalbdedir. Cezb edilmeleri ancak makâmı rûhadır ki, makâmı kalbin üstüdür. Rûhun şühûdünü şühûd-i Hak bilirler. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Bir cezbe ki, encâm-ı kârı [nihâyeti] sülûk ola, kâfîdir. Eğer sülûke gelmezse meczûb-ı ebterdir [kıymetsizdir], mahbûb değildir. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Cizyeyi, Hak teâlâ, küfrün hakâreti için emr eylemişdir. 1/193 [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Cesedi terbiye eden rûhdur. Kalıbı terbiye eden kalbdir. İnsandaki âlem-i halkdan olan maddelerin, âlem-i emrden olan latîfeler tarafından terbiye edildiği bildirilmekdedir. 1/210. [Mektûbât Tercemesi: 251.]


● Celâleddîn-i Devânî, isbât-ı vâcibde bî misldir. (Vâcib-i teâlâyı isbâtda emsâli bulunmıyan bir zâtdır). Öyle iken, delîllerinde, noksanlık mevcûddur. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Cemâ’at-i nâfile mekrûhdur [Nâfileleri cemâ’at ile kılmak mekrûhdur]. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Cemâ’atin fazîleti. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Cemâl-i ilâhî. 3/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 755.]


● Cum’a edâsında sultânın bulunması şart kılınmışdır ki, fitne çıkmak tehlükesi ortadan kalkmış olur. 1/218. [Mektûbât Tercemesi: 264.]


● Cum’aya, beş vaktde cemâ’ate ve bayram nemâzlarına hâzır olmak zârûriyât-i dindendir. 1/265 [Mektûbât Tercemesi: 349.]


● Cin tâifesi ecsâd ile mütecessid olup [cesedler ile cesedlenip], acâib işler vuku’a getirirler ki, tenâsüh değildir. 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● “Cinden herkesin bir karîni [yakını, arkadaşı] vardır.” “Hadîs-i şerîf” 3/33


● Cemel ve Sıffîn vak’aları ictihâd yüzünden idi. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Cemî’-i umûrda [bütün işlerde] azîmet yolunu seçmeli ve ruhsatdan ictinâb etmelidir [kaçınmalıdır]. 1/70 [Mektûbât Tercemesi: 108.]


● Cennet ve Cehennem hâlihâzırda [şimdi] mevcûdlardır. Ve devâmlı var olacaklardır. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Cennet ve Cehennem, arş ve kursî, lehv ve kalem ve rûh, bâkî kalırlar ki, yok olmaz ma’nâsına değildir. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Cennet ehlinin ekserîsi Ümmet-i Muhammeddir “aleyhissalâtü vesselâm” 1/249 [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Cennet ve Cehennem arasında üçüncü bir mahal yokdur. 1/259 [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Cennetde günler vardır. Hâlbuki güneş yokdur. 2/76 [Se’âdet-i Ebediyye: 915.]


● Cennet ni’metlerinin dünyâ ile münâsebeti yokdur. 1/302 [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Cennete arzû ve giriftâr olmak [tutulmak], mezmûm değil [kötülenmemiş], makbûldür. 3/100


● Cennete girmek îmâna bağlıdır. Îmân da Hak Sübhânehunun fadlı ve ihsânıdır. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Cennet ile müjdelenmiş bir şahsı, tekfîr eylemek, Kitâb ve Sünnet ile küfrdür. 2/99 [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● “Cennete ümmet-i hayrilbeşerden yetmişbin kimse hesâbsız dâhil olsa gerekdir.” Hadîs-i şerîf. 3/21


● Cennetde aynı mertebede bulunanların, aynı ni’metlerden, lezzet almaları başka-başkadır. 2/50. [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Cennetde zevceler zevcin yanında olacakdır. 2/50 [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Cennet hûrîsinin bir kılı dünyâya zuhûr etse, dünyâda şeb’ [gece] vâki’ olmaz. 3/66


● Cennete girmek ve Cehennemden kaçınmak, islâmiyyetin emrlerini yapmağa bağlıdır. 1/48 [Mektûbât Tercemesi: 84.]


● Cüneyd-i Bağdâdî. 2/21.


● Cüneyd-i Bağdâdî, erbâb-ı sahvın [sahv erbâbının] reîsidir ve sahvı sekre tercîh eder. 3/118.


● Cüneyd-i Bağdâdî bu tâifenin seyyidi iken, ondan havârik nakl olunmadı. [Fazla kerâmet zuhûr etmedi]. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Cüneyd-i Bağdâdî rü’yâda dedi ki, beni gecenin ortasındaki iki rek’at nemâz kurtardı. 1/184. [Mektûbât Tercemesi: 222.]


● Civânlıkdaki [gençlikdeki] ibâdet makbûldür. 3/35 [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Cihâddan maksad, i’lâ-i kelime-i dindir. Ve din düşmanlarını tahrîb etmekdir. 2/69 [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Cihâd-ı ekberden murâd, kalıb [bedenin yapı maddeleri] ile cihâddır. 2/50 [Se’âdet-i Ebediyye: 948.]


● Cehl ve inâd ve te’assubun ilâcı yokdur. 3/88


● Cehennemden bir şerâre [kıvılcım] dünyâya düşse, herşeyi yakıp ve mahv ederdi. 3/31 [Se’âdet-i Ebediyye: 87.]


● Cehenneme dühûl [girmek] ve onda ebedî kalmak, teklîfden sonra, şirke bağlıdır. 1/259 [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Cehenneme dühûl [girmek] küfre bağlıdır. Ve küfr nefs-i emmâre hevâlarından neş’et eder. 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Çûn için bîçûne yol yokdur. [Misilli için misilsize yol yokdur.] 2/8 [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Cevâhir-i şerh-i Mevâkıf kitâbını Muhammed Ma’sûm bitirdi. Felsefecilerin kabâhatlerini anladı. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Cihâdda, gâzilere ve şehîdlere verilen ecrler niyyetin doğruluğundan sonradır. Bozuk bir niyyet ile ameli ibtâl eylemeyeler [Boşa gitmesine sebeb olmıyalar]. 2/69 [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Cin şerrinden kurtulmak için, kelime-i temcîd okumalıdır. 1/174.

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-T

 – T –

● Ettâibü minezzenbi kemen lâ zenbe lehü. (Günâhlardan tevbe eden, günâhsız kimse gibidir). Bu hadîs-i şerîf, günâhkârlara müjdedir. 2/19. [Se’âdet-i Ebediyye: 69.]


● Tâbi’ olanlar ve hizmet edenler için, büyüklere gelen ni’metlerden pay vardır. 1/301. [Mektûbât Tercemesi: 480.]


● Tâbi’ her neye kavuşursa, uymuş olduğu kimseden kavuşur. 1/294 [Mektûbât Tercemesi: 468.]


● Teblîg-i zâhirî ve teblîg-i bâtınîyi birlikde yapan çok kıymetlidir. Böyle kimse az bulunur. 1/48. [Mektûbât Tercemesi: 84.]


● Tecellî, ikinci mertebede ve üçüncüde veyâhud dördüncüde, Allahü teâlânın dilediği mertebeye kadar şey’in zuhûrundan ibâretdir. 3/79


● Tecellîler ve zuhûrlar, zıllerden haber verir. Zıllere tutulmakdan kurtulan, tecellîlerden ârîdir [kurtulmuşdur]. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Tecellîler ve zuhûrlar, matlûba perdedirler. 3/79


● Tecelliyât-i selâse (tecellî-i esmâ ve sıfat ve zât) [Tesavvuf yolcularından onbinlerde birini], ma’rifete dayanan müşâhedelerden kurtarıp, ihlâs ni’metine ve rızâ makâmına ulaşdırırlar. 1/36 [Mektûbât Tercemesi: 63.]


● Tecellî-i sûrî kendini Hak bulmakdır. Ya’nî hakkı kendi ile görür. Lâkin bu şühûd mecâzîdir. 1/277 [Mektûbât Tercemesi: 407.]


● Tecellî-i ef’âl sâhibi, arada olan vâsıtaların (sebeblerin) var olmasının behâne olduğunu bilir. [Asl yapan Allahü teâlâdır.] 3/75


● Tecellî-i ef’âl, kulların işlerini, Allahü teâlânın fi’linin zılleri olduğunu görmekdir ki, bu ef’âlin kıyâmı [bu işlerin varlığının] o fi’l ile olduğunu bilmekdir. 3/75


● Tecellî-i ef’âl ve sıfat, zâtın tecellîsi olmadan düşünülemez. Zîrâ, ef’âl ve sıfat için, Zât-ı teâlâ ve tekaddesden ayrılmak yokdur. Bu tecellîler sıfatların ve fi’llerin zılleridir. 2/11


● Tecellî-i sıfat, nefsin fânî olması mu’âmelesini hâsıl eder. 3/75


● Tecellî-i sıfat, sâlik kulların sıfâtını, Allahü teâlânın sıfatlarının zılleri bulmakdır. 3/75


● Tecellîlerde, eğer başka ma’nâlar düşünülürse, tecellî-i sıfât denir. Eğer başka olmıyan ma’nâlar düşünülürse, tecellî-i zât denir. 1/121 [Mektûbât Tercemesi: 168.]


● Tecellî-i zât dâimî olup, anlatılamaz. Zevk ile ve vicdân ile anlaşılır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Tecellî-i zâtîler, ismlerin ve sıfatların perdesi arkasındadırlar. 3/100


● Tecellî-i zâtî perdesizdir. Ve bî şu’ûri ve hislerin yokluğu [kaybolması] vâki olmaz. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Tecellî-i zâtda nefs, bütün latîfelerden dahâ ileri gider ve bütün latîfelerden ilerlemekde seçilmişdir. 1/234 [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Tecellî-i zâtî zemânında, nefs mutmainne olup, Rabbinden râzı olur. Bu makâmda (Şerh-ı sadr) hâsıl olur. 1/253 [Mektûbât Tercemesi: 316.]


● Tecellî-i zât, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sonuncusuna mahsûsdur. Ve tufeyl olmak i’tibâriyle [onun yanısıra] başka Peygamberlere ve Ona tâbi’ olmak i’tibâriyle de bu ümmetin Evliyâsına da hâsıl olur. Celîs-i tufeyli ile [meclisinde bulunan ile], hâdim-i tâbi’ [tâbi’ olup, hizmet eden] arasında fark çokdur. Bu vilâyet-i hâssa, diğer Peygamberlerin ümmetlerine nasîb olmamışdır. Bu sebeble bu ümmet, ümmetlerin hayrlısı olup, ve ülemâsı da, Benî İsrâilin Peygamberleri gibi olmuşdur. 1/248 [Mektûbât Tercemesi: 305.]


● Tecessüs (birinin işlerini araşdırmak) harâmdır. 1/123


● Tahsîl-i nücûm [nücûm ilmini tahsîl], mantık, hendese, ve hesâb ve emsâli, âhiret için fâideli olsaydı, felsefeciler necât bulurdu [kurtulurdu]. 1/73 [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● (Tergîbüs-salât ve teysir-ül ahkâm) fârisî fıkh kitâbıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeyi ondan öğreneler. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Terk-i dünyâ bu zemânda çok zordur. Hükmen terk etmek de, büyük ni’metdir. Bu da, yimekde, içmekde ve giyinmekde ve meskende islâmiyyetin hudûduna riâyetle [islâmiyyetden dışarı taşmamakla] olur. 1/72 [Mektûbât Tercemesi: 110.]


● Terk-i hükmîyi de başaramıyan kimse, münâfık sayılır. Îmânım var demesi âhıretde ona fâide vermez. (Sûret-i îmân âhıretde fâideli olmaz). 1/72 [Mektûbât Tercemesi: 110.]


● Terk-i dünyâ iki nev’dir: Biri mubâhları zarûret mikdârı kullanmak. Bu kısm, terk-i dünyânın en iyisidir. İkincisi, harâmlardan ve şübhelilerden sakınarak, mubâhlar ile ni’metlenmekdir ki, bu zemânda makbûldür. 1/163 [Mektûbât Tercemesi: 200.]


● “Tesbîh, tehlîl ve tahmîd ile Cennetde ağaç dikiniz.” Hadîs-i şerîf. 3/100


● Tesbîh, tevbenin anahtarı, belki tevbenin özü ve hülâsasıdır. 1/308 [Mektûbât Tercemesi: 493.]


● Tasnîfatdan ziyâde [Lüzûmsuz kitâblar yazmakdan ziyâde] dahâ mühim işler vardır. Onun ile meşgûl olmak, en münâsib ve en evlâdır. 1/184. [Mektûbât Tercemesi: 222.]


● Tasdîkden murâd, yakîn ve kalbin iz’ânıdır. İlme şâmil olan [içine alan] umumî ma’nâ değildir. 3/91


● Tasdîk bir hükmdür ki, iz’ândan ibâretdir. İnanmak ile ta’bîr olunur. 3/91


● Te’âmül ve âdât [öteden beri gelen örf ve âdetler] islâmî delîl olamaz. 2/54


● Te’ayyün-i hubbî, mümkin olan hakîkatlerin nihâyetidir. Ve mümkinâtın hakîkatlerinden bir hakîkat onun üstünde değildir. 3/122


● Te’ayyünler temâmen mahlûkdur ve hâdisdir. 3/122


● Te’ayyünât-ı selâse [üç te’ayyünât], ilmî, vücûdî ve hissîdir. 2/73.


● Te’ayyünât beşdir ki, ona tenezzülât-i hams ve hadarât-i hams derler. İki te’ayyün, mertebe-i vücûbda olup, te’ayyün-i vahdet ve te’ayyün-i vâhidiyyetdir derler. Mütebâki [diğer] üç te’ayyün, mertebe-i imkânda olup, te’ayyün-i rûhî, te’ayyün-i misâlî, te’ayyün-i cesedîdir derler. Bu tenezzülât-i hams, mücerred i’tibârâtdır. Ve şühûda te’alluk eder. Te’vîli lâzımdır. 3/33


● Te’ayyün-i evvel, te’ayyün-i hubbîdir. Te’ayyün-i vücûdî ve te’ayyün-i ilmîler, te’ayyün-i hubbînin zılâli (zılleri) olduğundan, bunlar te’ayyün-i evvel zan olunur. 3/122.


● Te’ayyün-i evvel, te’ayyün-i hubbîyi ve hılleti müştemildir ki, merkezi hub olan bir dâire şeklinde temessül ediyor. 3/122.


● Te’ayyün-i evvel, hadarât-i vücûd olup, zılliyyet tarîki ile, bütün kemâlât-ı zâtiyye ve sıfâtıyyeyi kendinde toplar. (Her şeyi) içinde toplıyan bu mertebenin tafsîlâtı, ikinci te’ayyündir ki, hayât sıfâtıdır ki, bu da bu sıfatları içine alır. Sonra ilm sıfatı, zılliyyet yoluyla vardır. 3/114


● Te’ayyün-i evvel vücûdîdir. Rabbi [sâhibi] halîlürrahmândır. 3/114.


● Te’ayyün-i vücûd, te’ayyün-i ilmînin fevkidir [üstüdür]. İkisi arasında şân-ül-hayât ve şân-ül-ilm vardır. 3/88


● Te’ayyün-i evvel, zuhûr-ı vahdet olup, Zât-ı teâlâ onda zâid değildir. Ona tecellî-i zât demişler ise de, tecellî-i şüûnîdir. 3/122.


● Tefrika-i zâhir, çok zemân iyi olur. Bâtının tefrikası ya’nî kalbi mahlûklara bağlamak hiç câiz değildir. 1/221 [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Takvâ, nehy edilen şeylerin hepsinden sakınmakdan ibâretdir ki, vera’dır. 3/9.


● Tegannî harâmdır. 1/266, 3/73. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Tekellüf ve te’ammül mertebe-i tarîkatdedir. [Kendini zorlamak tarîkat mertebesinde olur]. O iş devâmlı olmaz. 1/60 [Mektûbât Tercemesi: 97.]


● Tekmîl-i sınâ’ât telâhuk-ı efkâr iledir. [San’atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikrlerin, deneylerin, birbirine eklenmesi ile olur.] 1/292 [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Tekvîn, sıfât-ı hakîkıyyedendir. Eğer böyle denilmezse, îcâd gayra müstenid kalır [başkasına bağlı kalır]. 3/27


● Telezzüzü dünyâ ve telezzüzü âhıret [Dünyâ ve âhıret lezzeti]. 2/99, [Se’âdet-i Ebediyye: 515.] 1/302. [Mektûbât Tercemesi: 482.]


● Tekâlîf-i islâmiyye [islâmiyyetdeki teklîfler] külfet değil, rahmetdir. Şükr-i ni’met [ni’metin şükrü] aklen vâcibdir. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Teklîfât-ı islâmiyyeyi kolay bulmamak, nefsin kötülüğünden ve tabî’atin bozukluğundandır. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Bir tenzîh ki bizim ilmimiz ona te’alluk ede, aynı teşbîhdir. 2/8. [Se’âdet-i Ebediyye: 753.]


● Tevbeye muvaffak olmak, Hak sübhânehûnun inâyetindendir. 1/78. [Mektûbât Tercemesi: 124.]


● Tevbe, farz-ı ayndır. Hiçbir ferdin ondan müstagnî olması düşünülemez. 2/66 [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Tevbe etmek üsûli, îzâhı. 2/66 [Günâh kelimesine mürâce’at.] [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Teveccüh-i pîr [pîrin teveccühü] muktedî olan mürîdin ihlâsı ve muhabbeti mikdârıncadır. 1/128 [Mektûbât Tercemesi: 173.]


● Tevhîd. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Tevhîd-i vücûdîyi evvelâ tasrîh eden [açıklıyan] Muhyiddîn-i arabîdir. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Tevhîd-i vücûdî ve tevhîd-i şühûdî, tesavvuf yolunda hâsıl olur.


Nihâyete varanlar bunlardan kurtulur. 1/291. [Mektûbât Tercemesi: 458.]


● Tevhîd-i vücûdî ki, Allahü teâlâdan gayri herşeyi yok bilmekdir. Akle ve islâmiyyete uygun değildir. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Tevhîd-i şühûdî sâliklerinin bu görüşleri, zâhirlerine münhasırdır. Onların bâtını, bir varlığa karşıdır [dönmüşlerdir]. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Türpüştî risâlesi. 1/193 [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Teheccüd nemâzını cemâ’at ile kılmak, tahrîmen mekrûhdur. 1/168. [Mektûbât Tercemesi: 208.]


● Tîmûr hânın Buhârada, Şâh-ı Nakşibende olan tevâzu’ ve tezellülü sebebi ile, hüsn-i hâtime ile müşerref olması [son nefesde îmân ile gitdiği] umulur. Zîrâ Hâce Nakşibend, Emîrin vefâtından sonra buyurdular ki, (Tîmûr mürd ve îmân bürd). [Tîmûr öldü, îmânı da götürdü.] 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Sevâb-ı a’mâl [amellerin sevâbları] niyyetin düzeltilmesine bağlıdır. 3/28. [Hâfızların okuduğu ve hocaların va’zının hiç sevâbı yokdur. Allahın emri olduğu için yapmak lâzımdır.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-P

 – P –


● Pâdişâhların [devlet başkanlarının] iyi ve kötü huyları ve işleri, bütün millete yayılır. 1/195 [Mektûbât Tercemesi: 233.]


● Pîr, Allahü teâlâya kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan Hak sübhânehûdur. 2/63.


● Pîr, mürîdlerin yetişmesine sebeb olduğu gibi, mürîdler de, pîrin olgunlaşmasına sebebdir. 1/256 [Mektûbât Tercemesi: 318.]


● Pîr iletken gibidir. Kalb makâmına inmiş olup, rûh ile nefs arasındadır. Rûh yolu ile aldığı feyzi, nefs yolu ile tâliblere dağıtır. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Pîr hayâtda iken, diğer pîre bağlanmak câizdir. 2/63.


● Pîr-i nâkıs [Nâkıs pîr] tâlibi sapdırır. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Pîr, kâmil ve mükemmil ise, sohbeti büyük ni’metdir. Ve onun bakışı devâ ve sözleri [sohbeti] şifâdır. Ve o sohbetsiz vusûl [kavuşmak] mümkin değildir. 1/23 [Mektûbât Tercemesi: 40.]


● Pîrin cezbesi sülûkden önce olmuş ise, kibrît-i ahmerdir. [Bulunmaz bir ni’metdir]. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm) -B

– B –


● Baba Âbrîzin Âdem aleyhisselâmın çamuruna su dökmesi rûhu iledir. 2/28 [Se’âdet-i Ebediyye: 745.]


● Bâtılın hiçbir sûretle doğruluğu yokdur. 2/42 [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Bâtın için hâllerin hâsıl olması vardır. O ahvâlin ilmi yokdur. [Hâsıl olmakla anlaşılır.] Eğer zâhir olmasaydı, bilmek ve ayırmak yolu açılmazdı. 1/284 [Mektûbât Tercemesi: 414.]


● Bâtının tasfiyesine münâfi olan [temizlenmesine mâni’ olan] herşeyi düşman kabûl etmek gerekir. 1/182 [Mektûbât Tercemesi: 221.]


● Bâtına [kalbe] meşgûl olup, zâhiri terk eden [zâhirin, bedenin yapacağı emrleri terk eden] mülhiddir. Ve ahvâli [hâlleri] istidrâcdır. 2/87 [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Bâtının imdâdı olmaksızın ahkâm-ı islâmiyye ile süslenmek güçdür. 2/87 [Se’âdet-i Ebediyye: 288.]


● Bâgîler ile kıtâl [savaş] farzdır. 2/96 [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Bâyezîd-i Bistâmînin (Sübhânî) kavlinin ma’nâsı, Hakkı tenzîhdir. Kendini tenzîh değildir. 1/43 [Mektûbât Tercemesi: 72.]


● Bâyezîd-i Bistâminin (Sübhânî) sözü, tesavvuf yolunda kemâle ulaşmadan söylenmişdir. Dahâ sonra, kemâle ulaşdı. 3/118


● Bâyezîd-i Bistâmînin (Sübhânî) kavli, hâllerin galebesinden dolayı olduğundan ma’zûrdur. (Afv edilip, mes’ûl olmaz). 3/118


● Bâyezîd-i Bistâmî buyurur ki, arş ve arşda olan şeyler, ârifin kalbinin bir köşesine konsa, kalbin genişliğinden dolayı hissetmez. Burada arşın misâllerini arş üzere hükm eylemişdir. 2/21.


● Putperest olan, aslında kendine tapmakdadır. ./154


● “İslâmiyyet garîb olarak başladı. Garîb olarak döner. Garîblere müjdeler olsun.” Hadîs-i şerîf. 2/39 [Se’âdet-i Ebediyye: 913.]


● “Bid’at dalâletdir. Her ne ki, benden sonra olursa merdûddur [red edilir].” Hadîs-i şerîf. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Bid’at ehlinin aslı dokuzdur. Hâricîler, şî’a, mu’tezile, mürci’e, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye, kilâbıyye olup, cümlesi, Eshâb ve tâbi’în ve fükahâ-i seb’anın vefâtından sonra, açığa çıkdılar. (Gunye). 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Bid’at ehlinin en kötüsü Eshâb-ı Resûle [Eshâb-ı kirâma] buğz üzere olanlardır. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]


● Bid’at ehline hurmet göstermek, islâmın yıkılmasına yardım etmekdir. (Bu ise) amelin boşa gitmesine sebeb olur. 2/23 [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Bid’atden ictinâb [kaçınmak] lâzımdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Bid’atin terki, sünnetin işlenmesinden dahâ iyidir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]


● Bid’at, sünneti ortadan kaldırıyor ise, bid’at-ı seyyie, sünnetden sâkıt ise [ortadan kaldırmıyor ise] bid’at-i hasenedir. İkisi de dalâletdir. 1/186. [Mektûbât Tercemesi: 223.]


● Bid’at-i hasene dahî olsa, sünnetin kalkmasına sebeb olur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Bid’at ehli sohbetinin fesâdı, kâfir sohbetinin fesâdından dahâ ziyâdedir. 1/54 [Mektûbât Tercemesi: 90.]


● Bid’at yayılıp, zulmeti, âlemi kuşatmışdır. 3/96.


● Berâhime (Berehmenler) hakkında îzâh. 1/313 [hâşiyesinde]


● Bast [ilerlemek] ve kabz [durmak], bu tarîkde [yolda] uçulan kanatdır. Kabz ile üzgün ve bast ile sevinçli olmıyalar. 2/23


● Basît ve mürekkeb cismlerin cümlesi [her ne var ise cümlesi], Hak sübhânehûnun îcâdıyla mevcûddur. Ve ademden vücûda gelmişdir. 3/57


● Bi’set-i Peygamberi, her zemânda, her memlekete vâki’ olmuşdur. 1/259. [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Bekâ-yı şey, vücûd-ı şey’in zemân-ı sânî ve sâlisinde... ilâ Mâşâallah istikrârından ibâretdir. 3/57 [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Bekâ-billâh. 2/99, 3/79. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Bekâ-billâh hâsıl olmadan önce devâmlı huzûr mümkin değildir. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Bilâlin sin harfi, indallah [Allahü teâlâ indinde] şindir. 3/100.


● Belânın kalkmasına düâ edip, afv ve âfiyeti ricâ ederiz. 3/15


● Belânın kalkmasını ârif kimse istemez. Zîrâ ârif, belâları mahbûbdan bilir. Ve onun murâdı olduğunu düşünür. Onun def’ine nasıl tâlib olur? Sûretâ [ya’nî görünüşde] düâyı dili ile söylese de, düâ emrine uymak içindir. Aslında hiç tâlib değildir. Her belâdan lezzet duyar. 3/15


● Belâlara sabr, kazâya rızâ ve tâ’atda sebât ve ma’siyyetlerden ictinâb [kaçınmak] lâzımdır. 2/18


● Belâdan güç yetdiği kadar ve kudreti mikdârı ictinâb edeler ki [kaçınalar ki], el firârü mimmâ lâ yutâku min sünenil mürselîn. [Tâkat getirilemiyen şeyden firâr (kaçmak) Peygamberlerin âdetleridir.] 3/19.


● Bir beldede bilinen âdetler, dînî delîl olamaz. Bir şeyin câiz olmasına delîl olan, eskiden beri devâm ede-gelen bütün beldelerin âdetlerinin icmâ’larıdır. 2/54


● Bühtân ve iftirâ zemm edilen sıfatların en kötüsüdür. Bu iki sıfat, yalanı içine aldığı içindir ki, bütün dinlerde harâmdır. 3/41 [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Beyt-il mukaddesdeki sahratullahın [taşın] kemâlâtı, kemâlât-ı Kâ’beye dâhildir. 2/72


● Bîçûn ve bîçûnegî ta’biri, Leyse kemislihî şey’ün [Ona benziyen hiçbirşey yokdur] âyet-i kerîmesinin fârisî tercemesidir. 1/38 [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Bîçûnden [akl ile anlaşılamıyandan] ibâret-i çün ile bahs etmek, aynı küfr ve ilhaddır. [Akl ile anlaşılamıyanı akl ile anlaşılanlar ile anlatmak küfr ve ilhaddır.] 3/95


● Bî’at-i nisâ [kadınların bî’ati] yalnız söze bağlı idi. (Söz ile idi). Resûlullahın mübârek eli, bî’at eden kadınların eline dokunmadı.


Kötülenmiş sıfatlar ve kötü huylar, erkeklere nisbetle kadınlarda dahâ çok olduğundan, bî’at şartları erkeklerden dahâ çok oldu. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Bî’at-ür-rıdvânda, bî’at edenlerin cümlesinden Allahü teâlâ râzıdır. Cümlesi ehl-i Cennetdir. 2/96. [Se’âdet-i Ebediyye: 505.]


● Bî’at-ür-rıdvân ehli, mutlaka ehl-i Cennetdir. 3/24 [Hak Sözün Vesîkaları: 265.]