AKL-I SAKÎM (Kusurlu Akıl)

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh), aklın izâhı meyanında devamla buyurdular:

“Ukûl-i sakîme (kusurlu akıllar); bunların (akl-ı selîmin) aksi ve nâkîz-i (tersi) olan şeylerdir. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde ekseriya yanlış düşünürler, yanlış yaparlar. Mûcib-i melâlet ve melâmet ve hasaret ve nedâmet (üzüntüye, ayıplanmağa, ziyana ve pişmanlığa sebeb olur). Telehhüf ve tessüfleri (üzüntü ve esefleri) artar.

Mü’minin dînî aklı ve dünyevî aklı  olduğu gibi, kâfirin dahi dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyevî aklı dînî aklından kâmildir (üstün, fazladır). Bu dahi, dâimi ve müstemîr (devamlı) değildir.”

(Son Halkalar I, sh 447)

AKIL VE DELÂLET

(Aklın Delîl Olması)

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh)  buyurdular ki;

”İnsanların hilkat (yaratılış) ve ahlâklarının tefâvütü (farklı olması) gibi, akıl ve tab’ ve amelin dahi tefâvütü vardır. Birisinin aklına muvafık ve mutabık bulunan bir madde, diğerinin aklına hiç de muvafık olmayabilir. Birisinin tab’ına mutâbık (uygun) olan bir şey, diğerinin tab’ına mutabık olmaz.  

Binâen aleyh, din işlerinde akıl hüccet-i tamm (tam hüccet, delîl) olamaz. Ancak akıl ile şer’ (şerî’at, İslâmiyyet) hüccet-i kâmil olur. 

Akıl hüccettir. Fakat murad, akl-i selîmdir. “

(Son Halkalar I, sh 447-448)

ÎMÂN

Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri, bir suale dair yazdıkları cevâbda  buyurdular ki;

“Îmân hasıl olunca, zâten kâmildir. Zirâ ziyâdelik ve noksanlık kabul etmez. Mâhiyet itibârı ile ne zâid ve ne de nâkıs olur. Zâid (ziyâdelik) ve kâmil olması, inkişâf ve incilâ (parlaklık) itibâriyledir.”

(Son Halkalar I, sh 449)

ÎMÂNIN MÂHİYETİ (Îmân nedir?)

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:

“Servet-i Âlem’in (sallallahu teala aleyhi ve sellem) risâlet ve nübüvvet itibariyle getirdiği akâidi, akla ve hikmete ve felsefeye havâle ve ihâle etmeksizin, îkan )yakîn) ve tasdîk etmekle hâsıl olur. Veyâhud Resûl ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur. Akla uygun olmak itibariyle tasdîk ve îlan ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Ol vakit risâlete itimâd-ı tâmm hasış olmaz. İtimâd-ı tâmm hasıl olmayınca, mâhiyet-i îmân tecezzî (bölünme) kabul etmediğinden dolayı îman olmaz. Belki (muhakkak ki) Resûlün tebliğine muvâfık olursa (uygun olursa), akl-ı kâmil ve akl-ı selîm olur. Ya’nî kemâl-i istifâde olur.”

(Son Halkalar I, sh 449)

...

AKLIN KULLANILMASI

“Mesâil-i i’tikâdiyye hikmete havâle olunup, hikmet kabul ederse tasdîk eder, kabul etmezse ve yahud tereddüdde bulunursa, ol vakit hakîme îman etmiş olur. Resûle tam îmân etmemiş olur ki, bu takdirde îmân; değil yalnız kâmil olmak, îmân olmaz. Zîra îmân parçalanmaz, bölünmez, ziyâdelik ve noksanlık (artma azalma) kabul etmez.

Dînî meseleler felsefe ile muvâzene (dartılırsa, ölçülürse) yine bir filozofu tasdîk etmiş olur. Resûle tam irimâd etmemiş demektir.

Dînde müttefikun aleyh (üzerinde birlik ve icma) olan mes’elelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyâ böyle oluyor, bu mes’elede murâd-ı ilâhî ve murâd-ı Resûlullah’ı (sallallahu teala aleyhi ve sellem) nasıl ise, öylece îmân ve îkân ve i’timâd ettim der ve şüphesini izâle edecek bir zâtı fevren (acele olarak) arar. İlminde ve dînde vusûk (sağlam) ve tamm itimâd sahibi, zekî, fatîn (anlayışlı), ârif, müttakî, vâkıf (vukufu çok) müşkülâtı halle muktedir bir zatı bulur, sorar. Aldığı cevaba itminân hasıl olunca, artık öylece îmân ve îkân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Bulamadı ise, veyâhud bulup da tatmîn edilmedi ise, Allahu tealanın ve Resûlünün irade ettiği gibi inanır. 

Buna binâendir ki, her yerde böyle müşkülü halle muktedir (çözebilen) bir kimsenin bulundurulması farz-ı kifâyedir.

Böyle olmaz ise dîn, mu’terizlerin (itiraz sahiblerinin) elinde oyuncak olur. Diledikleri vecihle (şekilde) te’vîl ve tefsîr ederler. Kimseyi dalâletten kurtaramazlar.”

(Son Halkalar I, sh 449-450)

KAZÂ VE KADER

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri buyurdular:

“Hallâk-i hakîkî (Allahu teala), halk ettiği ve edeceği şeyleri bilir. 

Kâinâtın vücûdu (varlığı) a’yânda (zâhirde) yok iken, Hakk tealanın ilminde var idi. Ya’ni kâinatın iki nev’i vücûdu vardır. Biri vücûd-i ilmî, diğeri vücûd-i aynîdir.

İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teala aleyh) şöyle izah ediyor:

Bir mühendis, yapacağı bir binanın sûretini, ileride yapmak istediği bir şekilde zihninde tersîm ede (çizer). Sonra zihnindeki bu resmi bir sâhifeye çizer ve bunu mimar ve ameleye ibrâz eder. Onlar da bu sahifede tersîm edilen ve mühendisin zihnindeki sûreti andıran harita (plan) gibi yaparlar, vücûde ve bürûze getirirler. İşte mühendisin zihninde irtisâm eden, binânın ilmdeki vücûdudur (varlığıdır). Buna, hayâlî vücûd, ilmî vücûd derler. Binânın hâricte yapılan ve kereste, taş ve topraktan ibâret olan vücûdu, hâricî vücıd, aynî vücuddur. Sûrî vücûddur. Mühendisin vücûd-i ilmîsinde bulunan bu binâya taalluk eden ilmi, mühendisin binâya olan (takdir ettiği) kaderidir. 

Kader; ezel-i azâlde (ezellerin ezelinde), ileride vâki’ olacak vâkı’âlara (işlere, olaylara) olacağı gibi ilm-i ilâhînin (Allahu tealanın ilminin teâllukundan (Allahu tealanın ilmiyle bilmesinden, ilminin bağlanmasından) ibârettir.

Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri (onların öyle yapacaklarını) bilmiş de halk etmiş, işte bu ilim kaderdir.

Mâdem ki (Allahu teala) hâlıktır, mahlûkata elbette âlimdir. İşte bu ilim kaderden ibârettir.

Ehl-i sünnet vel-cemâat, kadere îmân etmiş ve kadere îmânı erkân-ı îmândan (îmânın esaslarından) add eylemiştir. Yani kadere îmân etmez ise, mü’min değildir, dediler. Kaderin hayrı ve şerri, tatlısı ve acısı Allahu tealadandır. Zira kader, bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs (yapmak ve yaratmak) demektir.

(Son Halkalar I, sh 451)

Yâdigâr mektûblar 18.mektûb

 Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Sâim Bey 

3 Cemâzi'l-Ûlâ tarihli kıymetli mektûbunuzu aldım. Sıhhat ve selâmet haberlerini ve bilhassa istikâmet üzere hareketinizi okuyunca çok memnûn oldum. Cenâb-ı Hakka ne kadar hamd ve şükr etsek azdır ki bizlere kıymetli şerî'ati üzere amel etmek nasîb ediyor.

Kardeşim, hadîs-i şerîflerde şerâb sirkesi çok medh edilmişdir. Meselâ (Hayrü halliküm hallü hamriküm) buyurmuşdur. Ya'nî sirkelerin iyisi ve menfe'atlisi şerâbdan yapılan sirkedir. Sirkelere lâtif kokuları ve hoş lezzeti veren aldehidler ve tartarat tuzları ve sâiredir. Sirkeye kasden yüzde bir alkol ilâve edilirse, sirkede dâimî bulunan sirke mayaları, az zemânda bu alkolü sirkeye tahvil eder, ya'ni sirkede alkol kalmaz. Sonra, muâmelâtda, ya'nî meselâ ticâretde fâsıkların ve hattâ zimmî kâfirlerin sözleri ile amel câizdir. Meselâ: Eshâb-ı kirâm (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'in) Şâm'ı ve İrân'ı feth etdikleri zemân, buralarda, pazarlarda, peynir ve kundura satın aldılar ve peynir acabâ hınzır mi'desinden mi ve kundura hınzır derisinden mi yapılmış diye tecessüs etmediler [araştırmadılar]. Şimdi de mezbehhânelerde [mezbahalarda] kesilen hayvanları tekbir ile ve besmele ile kesilmişdir diyerek yiyoruz. Acabâ dinsiz, mürtedler mi besmelesiz kesdi diye vesvese etmiyoruz. O halde sirkede fennen alkol bulunmaz. Âdeten de alkol konmaz. Alkol koyarken ve mezbehhânede besmelesiz keserken görmedikçe harâm olmaz. Her şeyin aslı helâldir. Harâm karışırken görülmedikçe veya karışdıran söylemedikçe yemek lâzımdır. Fetvâlar böyledir. Takvâ başkadır. Biz fetvâ ile hareket ederiz.

Bu zemânda te'ehhül [evlilik] mes'elesi hakîkaten çok güç. Refįkama söyledim. Muvâfık bir şey hâtırımıza gelmedi. Arayacağız. Cenâb-ı Hak hayırlısını ihsân eylesin. 

Koyunlarda hiçbir günâh vâki' olmamış. Bağçedeki otlar zâten size âid. Canlı da satabilirsiniz. Çok iyi yapmışsınız.

Efendim bu ay başında fakirhâneden çıkıyoruz. Yine Beylerbeyi'nde ve câmîi şerîf ile fırının bulunduğu tarafda bir eve taşınıyoruz. Şubat ibtidâsında temâmen yerleşmiş olacağız. Yeni adresimiz (Beylerbeyi, Çamlıca caddesi, numara 85) dir.

Kıymetli mektûblarınızı ve fâideli suallerinizi beklerim. Sizin sayenizde kitâblara bakarak ben de istifâde ediyorum. Din ve dünyâ selâmetinize duâlar eder, kıymetli duâlarınızı beklerim. Abdülhakîm ile Dilvin ellerinizden öperler. Kıymetli duâlarınızı bekliyorum efendim.

Kardeşiniz Hüseyn Hilmi Işık 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın en büyük sıfatı, *Hubb* dur, yâni *Muhabbet* dir. Biz, Allahü teâlâyı hakkıyla sevemeyiz. Bizim sevgimiz, *Sıfâtî* dir, *Hakîkî* değildir. 


Biz, *Sıfâtî* olarak severiz. Ama Allahü teâlâ, *Sıfâtî* sevgiyi de kabûl ediyor efendim. Hakîkî sevgi isteseydi, işimiz *Zor* du. 


Bütün dünyâ şöyle yazıyor kardeşim: *İhlâs Vakfı hakîkî İslâmiyeti bugün bütün dünyâya doğru olarak yayıyor!* diyorlar. Her yere ama, her yere. Ne büyük *Hizmet* kardeşim.


Elhamdülillah ki, Allahü teâlâ bize, Ehl-i sünnet âlimlerinin *Kitap* larını okumayı nasîb ediyor kardeşim. Bu kitapları okumıyan, *Câhil* kalır. 


İstediği kadar *Arabî* bilsin, *Fârisî* bilsin, din bilgilerinden *Diploma* sı olsun. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumıyanın, islâmiyetden haberi olmaz. Allahü teâlâ bize *İhsân* etdi, elhamdülillah. 


Bu okuduklarımızın, yazdıklarımızın, işitdiklerimizin hepsi, Abdülhakîm Efendi hazretlerinin *Hediye* sidir bize, *Sadaka* sıdır bize. Onları görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. 


Cenâb-ı Hak bize *Akıl* da vermiş. Akla da uyacağız tabii. *Fitne* çıkarmıyacağız, fitneye sebep olacak bir konuşma yapmıyacağız. Karşımızdakine bakacağız. Nasıl bir adam? 


Ona göre konuşacağız. *Paldır küldür* konuşmıyacağız. Konuşursak ne olur? Fitne çıkar. Fitneden kaçacağız. Peygamberimiz; *Fitne uykudadır, fitneyi uyandırana Allah lânet etsin!* buyuruyor.  


Fitneyi uyandırmıyacağız. *Ve mâ cevâb-ül ahmakı illes sükût*. Ne demek bu? Yâni *Ahmak* ın sözüne cevap verilmez, *Sükût* edilir. 


Bizim Hak Sözün Vesîkaları kitâbında, *Peygamberlik Nedir?* diye bir bahis var. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yazısı bu. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri 18 yaşındayken yazmış onu. Daha mürşidini görmeden. Onu okudum, ne *Güzel* yâ Rabbî, ne güzel. Siz de okuyun kardeşim. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, ayrıca; *Ortalık öyle bir hâle geldi ki, gençler müslümân ismini beğenmiyorlar, isimlerini değişdiriyorlar*, diyor. Hem de tâ o zamanda, yâni 400 sene önce.

Fakih ve Sufi ol

Fıkıh için İlmul Evrak veya Fıkhı zahiri, tasavvuf için ise İlmul Ezvak veya Fıkhı batıni denilmiştir. Tasavvufsuz fakih yerilmiş, fıkıhtan mahrum olan sufi ise hiç kabul görmemiştir.İmam-ı Şafii (rahmetullahi aleyh) bir şiirinde şunu ifade etmişlerdir:


"Fakih ve Sufi ol, sadece ikisinden biri olma,


Allah hakkı için ben sana nasihat ediyorum.


Çünkü O (fakih) katıdır O’nun kalbi takvayı tatmamıştır.


Bu (sufi) ise cahildir, cahil olan nasıl ıslah eder.”[4]


 Fıkıh ölçülerinin dışındaki zevklerin, şevklerin ve vecdlerin hiçbir kıymetinin olmadığını tasavvuf alimleri bildirmektedir. Nitekim Ebu Said el-Harraz bu durumu "Zahiri hükümlere aykırı olan her batın batıldır."[5] şeklinde ifade etmektedir. Beyazıd Bistami: "Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar keramete sahip olduğunu görseniz, o adamın Allah'ın emir ve yasaklarına, hududullahı muhafazası ve şeriata riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edinceye kadar ona aldanmayınız." İmam Rabbani hazretleri “Bizim yolumuzda bir adaba riayet ve mekruhlardan ictinab, zikirden, fikirden, teveccühten birkaç derece üstündür. Bunlara riayetle beraber zikir, fikir olunca o zaman nur üstüne nurdur” şeklinde buyurmaktadır. Mutasavvıflardan Murtaişe’ye (V. H. 328) söylendi: Falan su üzerinde yürüyor. Şöyle cevap verdi: Heva ve hevesine nefsinin kötülüklerine karşı sabır gücüne sahip olan kimse su üzerinde yürümekten daha büyüktür." Bu bakımdan mutasavvıflar için fıkıh tasavvufun olmazsa olmazlarındandır.

MİNAHLARIN YAZILMAYA BAŞLANMASI

Bu fakir (Hâlid-i Şirvânî), Gavs’ın (kuddise sırruhu) mukaddes sözlerini kaleme almakta geç kaldığımdan ötürü gerçekten büyük üzüntü duyuyordum. Bu üzüntümün üçüncü gününde Gavs hazretleri, sohbet meclislerinde şu beyiti okudular:


“Bu mesnevi (yazılmakta) bir müddet gecikti.

Ancak kanın süte dönüşmesi için bir müddet beklemek gerekliydi.”

Bunda tevazu benim için zillet olurdu

 Birgün Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) seyr u sülukünü henüz tamamlamayan Şeyh Halid'e sorar: "Molla Halid senin ilmin ne kadardır?” O da: “Efendim! Elhamdulillah. Seyyid Şerif Cürcani ve Teftezani kadar ilmi bilgiye sahibim.”diye cevap verir.Molla Halid dışarı çıkınca sohbette bulunanlar onu yadırgamaya başlarlar. “Sen Ğavsın yanında nasıl böyle cevap verirsin? Bu ne cesaret?” dediklerinde O da: “Soruyu soran benim mürşidim Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) olunca ben gerçek neyse onu söylemek zorundayım, gerçeği gizleyemem. Bunda tevazu benim için zillet olurdu. Ama eğer bu soruyu siz sorsaydınız ben de size ilmimin Şerhul Muğni okuyan bir talebe seviyesinde olduğumu söyleyecektim." diye cevap verir.