MEKTÛBÂT-I ŞERİFİN GÜCÜ (imamı Rabbani hazretleri)

Emekli albay,

Fahreddin Tacar abi anlatıyor;

1960 yılında Erzurum Kandilli de 2000 rakımlı Haydariye geçidinde vazife yapıyordum. Burada Latîf isminde bir astsubay vardı. Makinistti. Yakışıklı idi.

Herkes Latîf ağabey derdi. 350 astsubay vardı. Bunların gazinosunun başında hep bu idi. Geceleri kadın falan getiriyordu. Mesai bitmeden az evvel masayı kurarlardı. Subaylarla beraber içerlerdi. Sabah gelirdim ki, binbaşı Sıdkı ve üsteğmen Mehmed de berâber hâlâ içiyorlar.

Ben onu görünce yolumu değiştiriyordum. Bu ise bütün nöbetlerini benimle yazdırıyordu. Zeki Celep geldi. Iğdır'a tayin olunmuştu. Cumartesi günü Lala-pâşa câmii’nde oturup sohbet ettik. Sabah namazını kılıp yattık.

Üç tane Se’âdet-i Ebediyye getirmişti. İkisini bana verdi. Bunlardan birisini ben okuyor, diğerini sırayla uygun kimselere ödünç veriyordum.

🌷Latîf bir gün geldi. “Arkadaşlara verdiğin kitaptan bana da versen” dedi.

"Olur olur” dedim. İçimden de “Herkes istifade etse, sen istifade edemezsin” diyordum.

Sonra ısrar etti, verdim. Bir hafta sonra kitabı istedim,

"Komutanım veremem” dedi. Aradan birkaç gün geçti.

Yûsüf astsubay dedi ki, “Latîf hasta, herkes, komutan bile ziyaret etti, bir siz kaldınız, siz de ziyaret etseniz” dedi.

Ben de: “Sen onun nasıl bir insan olduğunu biliyorsun, ona nasıl gidilir?” dedim.

O da: “Latîf namaz kılıyor” dedi.

"Güldürme beni” dedim. Israr etti:

"Bizzat gördüm” dedi.

"O zaman gitmemiz vacip oldu” dedim.

Kapıyı vurdum, açılmadı. İtince açıldı. Baktım namaz kılıyor. Hem de tam tekmil. Bekledim, selâm verdi. Bana sarıldı ve ağlamaya başladı.

İçeri davet etti.

“Sizden aldığım kitap var ya, onu okudukça yazarını, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini karşımda görmeye başladım” dedi.

Ben hâlâ inanamıyordum. Erbaa'da iken Kerîm hocada Mektûbât’ın taş basmasını görmüştüm.

Ankara’da cumartesi pazarları uğradığım Hâcıbayram'da, kitapçı Hâcı Muhsin efendiye sordum.

"Bir cezâ hâkiminde var” dedi.

Gittim, pahalı bir fiyata aldım. Kenarında İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şemâili yazıyordu.

Latife dedim ki,

“Gördüğün zât nasıl biriydi?”

O da tarîf etti, aynen şemâildeki tarîfe uyuyordu.

"Namazı nasıl kılıyorsun?” diye sordum.

"Namaz kılarken İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görüyorum, onun gibi kılıyorum, abdesti de onun aldığı gibi alıyorum.

Hatta Erzincan’a rektifiye için giderken yol buz idi. Hissediyordum ki arabayı da O kullanıyordu. Gidip gelirken o yollarda üşüttüm” dedi.

Sonra: “Bu garnizonda kim ne yapıyorsa bana gösteriliyor. Bunu savcılığa haber vereyim mi?” diye sordu.

Ben de, “İmâm-ı Rabbânî hazretlerine sor” dedim.

Sonra da, “Ben bir Ankara kızıyla evlendim. Şimdi aileme namaz kıl diyorum, kılmıyor. Başını ört diyorum, örtmüyor. Boşanmak istiyorum” dedi.

Ben de: “Büyüklerimiz müsaade etmiyor” dedim.

Sonradan bir gün bana geldi: “Bu gece zelzele oldu, biz kendimizi dışarı attık. Dışarısı çok soğuktu.

🌹Fakat dışarıda bir anormallik yoktu. İçeri girip yattık. Yine zelzele oldu. Kapıda Fâtıma validemizi gördüm. Hanımı ikaz etmiş. Hanım örtündü” dedi.

💚Hocamıza geldiğimde eczaneye uğradım ve hâdiseyi arz ettim.  “Bunu arkadaslara anlatın, Mektûbât'ın gücünü görsünler” buyurdular.

YOLDAKİ BİD’ATLER

Hazret-i Şeyh’in (kaddesallahu teâlâ sirreh) mahdûm-ı kerîmi ve halîfe-i şerîflerinden [Allâme] sıfatlı Seyyîd Muhammed Emîn Efendi (Rahmetullahi teâlâ aleyh)   Nakşibendî yoluna dair yazdıkları [İstikâmet] risâlesinde buyuruyorlar ki;

“Yazıklar olsun ki, şu bir nefis cevher (çok kıymetli) olan Nakşibendî âlî tarîkatının bir takım hasılatsız ve sermâyesiz olan mensubları; şeyh yolda yürürken, karşısında defler çalıp, yahud yüksek sesle gazel ve ilâhîler okuyup, bir taraftan şerîatin hilâfına, bir taraftan da gerçekten tarîkata aykırı iş yapıyorlar... 

Sâir tarîklerde böyle meşru olmayan şeyleri işlemede, kendi şeyhlerini öne sürüp [biz onlara uyuyoruz, onları taklîd etmek bize gerektir] gibi sözler söyleyip bir mazeret ileri sürmek oluyorsa da, bu işlerin meşru’ olmamasıyla beraber Nakşîbendî meşâyih-i kirâmı da bu gibi şeyleri şiddetle men’ ve nehy ettikleri halde, böyle zâtların mensûbu olanlar da şu fiillerin işlenmesinde asla özür ve behâne etmede tutunacakları hiçbir delîl ve dal yoktur.”

(Son Halkalar I,  sf.157-158)

SEYYİD AHMET ARVASİ'DEN OKUNMASI GEREKEN BİR MAKALE

Belirtelim ki, İmam-ı Âzamların, İmam-ı Malîklerin, İmam-ı Şafiîlerin, İmam-ı Hanbellerin, İmam-ı Mâtüridilerin, İmam-ı Eş'ârîlerin, İmam-ı Gazalîlerin ve İmam-ı Rabbanîlerin yerine, İbni teymiyyeleri, Şeyh Abdulvahhabları, Cemaleddin-i Efganileri, Muhammed Abduhları, Seyyid Kutupları, Mevdudileri ve Şeriatileri, Ayetullahları...  oturtmaya çalışanlar, asla İslâm'a hizmet etmemektedirler...Bilhassa Türk Gençliğinin  bu konuda çok hassas olması gerekir.


 Bin yıldan beri İslâm ile şereflenen aziz Türk Milleti, her türlü sapık yoldan ve koldan uzak durarak İslâm'ın anacaddesinde yürümüş, ''sünnetten'' ve ''cemaatten'' asla ayrılmamıştır.Karahanlı'nın, Selçuklu'nun ve Osmanlı'nın çizgisi hep bu olmuştur.Bugün de Türkoğlu, bu çizgide yürümek, kendi kafasını ve vicdanını, sapık cereyanlara kapamak zorundadır.

Emperyalizm ''din'', ''mezhep'' ve ''tarikat''  kılığında ülkesine sızmasına izin vermemelidir.


 Türkoğlu unutmamalıdır ki, en az bin yıldan beri müslümandır, Ashab-ı Kiram'dan sonra, İslâm'a en çok hizmet eden kavim olmak şerefini taşımaktadır.Miladi 11.asırda Tuğrul Gazi ile birlikte ''Sultan ül-müslimin'' ünvanını kazanmış ve Yavuz Sultan Selim Han'dan itibaren de tam dörtyüz yıl ''Şanlı Peygamberin Kutlu Vekili'' olmakla bereketlenmiştir.Bütün bunların yanında,

İslâm dünyası'na binlerce ilim adamı, fikir ve sanat adamı hediye etmiş yüce bir milletdir.Dünyanın en büyük kültür ve medeniyetine sahip olan bu millet, aynı zamanda, zengin ve tarihi kitapları ile de göz kamaştırıcıdır.


 Asırlarca dünyaya müslümanlığı öğreten Türk Milleti, yine aynı imkânlara sahiptir.Bazıları, Türk Milletine, yeni ihtida etmiş bir cemiyet gözü ile bakıyor galiba... Ne idüğü belirsiz kimselerin kitaplarını Türk'ün eline tutuşturmak isteyen çevrelere, aziz Türk Gençliği, İslâmın ne olduğunu öğretecektir inşallah. Evet bekliyoruz.

Şeyh Seyyid Taha Nehri Hz. Dergâh-ı Şerifi yıkılmadan önce

 

Hakkari-Nehri'de Şeyh Seyyid Taha Nehri Hz. Dergâh-ı Şerifi yıkılmadan önce. 1926'da devlet top ateşi ile yıktı. Seyyid Taha'nın torunu Seyyid Abdulkâdir'in Diyarbekir'de idâmından sonra Nehri muhasara edilip topçu birliğinin top atışları ile Dergâh yıkılıp harap duruma getirildi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Müslümânlar *İki* çeşiddir: Birincisi, mallarıyla ve canlarıyla islâmiyetin yayılmasına çalışırlar ki, bunlar *Mücâhid* lerdir. 


İkincisi, *Kâid* lerdir. Yâni evlerinde oturan, namâza câmiye giden, ibâdetini tam yapanlardır. Bunlar da *Kıymetli* dir. Fakat bunlara *Bir* derece, mücâhidlere *Bin* derece vardır.


*Allah rızâsı* için ibâdet etmek lâzım. *İnnemel a'mâlü binniyyât* buyuruyor Peygamber Efendimiz. Yâni, bütün ameller niyet ile *Sahîh* olur. Niyet de, *Kalp* de olur. 


İbâdetlerin Allah rızâsı için olması, yâni *Hâlis* olması lâzım. Hâlis demek, ibâdetin *Allah rızâsı* için olması demekdir. Bir amel, *Allah* rızâsı için oldu mu, *Hâlis* olur. 


İbâdetlerin *Makbûl* olması için, hem *Sahîh* olması, yâni şartlarına uygun olması, hem de *Hâlis* olması, yâni Allah için yapılması lâzım. 


Meselâ namaz kılıyoruz, abdest almak *Sahîh* olacak. Doğru dürüst abdest alanın namâzı da *Sahîh* olur. Abdesti bozuk olanın, namâzı da *Bozuk* olur. 


İbâdetlerin *Farz* larını öğreneceğiz kardeşim. Ve onlara uygun yapacağız. Bir de *İhlâs* var tabii. Niyet ve ihlâs. Yâni Allah için yapacağız, o da *İhlâs* dır işte. 


Demek ki, ibâdeti hem şartlarına uygun yapacağız *Sahîh* olsun diye, hem de Allah için apacağız, *Makbûl* olsun diye. Sahîh olur, ama *Makbûl* olmaz. Neden? 


Çünkü *Niyet* bozuk. Yâni *İhlâs* yok. Bu, çok mühim kardeşim. Seksen senelik bir *Papaz* ın, bir *Kâfir* in, bir *Tövbe* etmesiyle bütün günâhları *Afv* oluyor. 


*Îmâna* gelmesi, bir *Kelime-i tevhîd* söylemesi, bütün günâhlarının yok olmasına sebep oluyor. Allahü teâlânın *Merhameti* nin çokluğu buradan anlaşılıyor işte. 


Seksen sene, kilisede *Papaz* lık yapmış, *Kâfir* lere kâfirliği öğretmiş, islâm düşmanlığını öğretmiş. Çünkü *Papaz*, islâm düşmanı demek. 


Öyle olduğu hâlde, kalbinden bir *Kelime-i tevhîd* söylüyor. Allahü teâlâ, bütün günâhlarını affediyor. *Kelime-i tevhîd* in kıymeti de buradan anlaşılıyor işte.

Onun rızası benim rızamdır

Hazret-i Şeyh (kaddesallahu teâlâ sirreh), vefatlarına yakın dört halîfesinin ve birkaç seçkin mürîdinin de hâzır bulunduğu vakitte vasiyetlerini bildirdiler. 
Vasiyyetlerinde, halîfesi Esseyyîd Abdülhakîm Efendi (kaddesallahu teâlâ sirreh) için;

“Kendisi Arvâs’ta olsun, Başkale’de olsun, başka yerde, meselâ İstanbul’da olsun,ona itâat ediniz. Onun rızası benim rızamdır. Onun eli benim elimdir. Ona muhalefet bana muhalefettir. Bana muhalefet ise, Resûl-i ekreme (sallallahu teâlâ aleyhi vesellem)  kadar yek be yek bütün şeyh ve pîrlerimize, yani sâdâd-ı kirâmımıza muhalefet olur. Allah korusun” buyurdular.

(Son Halkalar I, sf. 132)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakîm Efendi hazretleri; *Bizim ibâdetimiz, yüz karasıdır*, buyururdu. Yâni bizim yapdığımız ibâdet, ilkokul çocuğunun eğri büğrü yazdığı *Yazı* ya benzer. 


İbâdetlerimiz böyle iken, Rabbimizden ne yüzle *Cenneti* isteriz? Biz, bu hâlimizle *Duâ* etmeye bile utanmamız lâzım. Ne yapdık ki; *Kabûl et* diye duâ edeceğiz. 


İki kere yattık kalkdık, nedir ki bu? Allahü teâlâ *Lutf* ederse, kabûl edecek. Allahü teâlâ ile alışverişde değiliz ki. *Ben ibâdet yapdım, sen de bana Cennetini ver!* denmez. 


Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde meâlen; *Âdi nefseke fe innehâ intesabet li mu’âdâtî*, buyuruyor. Ne demek bu? 


*Âdi nefseke*; Nefsini düşman bil. Nefsin, senin düşmanındır. *Fe innehâ*; Çünkü o nefs, *İntesabet!* karşımda dikilmişdir. Sizin nefsiniz, benim karşımda dikilmişdir. 


*Li mu’âdâtî!* bana düşman olarak karşımda dikilmişdir, diyor Allahü teâlâ. Nasıl ki, *Düşman* gelir, elinde *Tabanca* ile insanın karşısına dikilir, onun gibi işte. 


Sizin nefsiniz bana düşmandır. Siz de ona düşman olun. Allahü teâlâ böyle buyuruyor. *Siz de benim düşmanımı düşman bilin!* buyuruyor. 


Niçin Allahın düşmanını düşman bileceğiz? Çünkü bu, muhabbetin *Alâmeti* dir. Bu varsa, *Sevgi* vardır. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde meâlen; 


*Beni seviyorsanız, nefsinizi düşman bilin. Çünkü o, benim düşmanımdır!* buyuruyor. Beni seven, benim düşmanımı düşman bilir. 


Benim düşmanımı *Severse*, o hâlde beni *Sevmiyor* demekdir. Çünkü Allahü teâlâ; *Beni seven, benim düşmanımı sevmez!* diyor. 


Bu, muhabbetin alâmetidir. Bir kimse, bir kimseyi *Severse*, onun sevdiklerini de *Sever*. Onun düşmanlarını da *Düşman* bilir. 


Bir kimse; *Ben seni seviyorum!* der, ama onun düşmanlarıyla ahbâblık ederse, onu *Sevmiyor* demekdir. Yâni yalan söylüyor demekdir, ona inanılmaz. 


Onun; *Ben seni seviyorum!* demesine inanmayız. Çünkü o, bizim düşmanlarımızla ahbâblık yapıyor. Elhamdülillah, ni’metler içindeyiz kardeşim.

GÖNENLİ MEHMET EFENDİ’DEN BİR HATIRA

BENİM SIRRIM
Gönenli Mehmet Efendi, Sultan Ahmet Camii’ne tayin edilince çevreyi incelemiş. Fakir ve düşkün kimseleri bulup ilgilenmek istemiş. O civarda oturan âmâ (kör) bir kimseyi tespit edip ziyaretine gitmiş. Selâmdan sonra:–Efendim ben Sultan Ahmet Camii’ne imam geldim. Hem sizi ziyaret etmek hem de üzerime düşen bir görev varsa onu ifa etmek isterim, demiş.
Âmâ adam:–Allah razı olsun, hoş geldiniz, demiş.
Hocaefendi:
–Maaşınız falan var mı? diye sormuş.
–Hayır, yok, cevabını vermiş adam.
Hocaefendi:
– Peki, başka yerden geliriniz falan? demiş.
Âmâ adam:
–Hayır, herhangi bir gelirim yok! demiş.
–Peki, neyle geçiniyorsunuz, diye sorunca; âmâ öfkelenmiş:
–Bundan size ne efendi? Bir de imamsınız, rızık haa! Rızık kimden hoca? Gidebilirsiniz!. diye konuşmuş.
Hocaefendi çıkmak zorunda kalmış. Lâkin o gece gözüne uyku girmemiş. Ertesi gün sabah yine gitmiş ve kapıyı çalmış. Âmâ adam içeriden:
–Kimsin? diye seslenmiş. Hocaefendi:
–Dün kovduğun yüzsüz imam, cevabını vermiş. Âmâ adam kapıyı açmış:
–Gene neye geldin? diye söylenmiş.
Hocaefendi:
–Hiç efendim, ziyaretinize geldim. Beni bin defa kovsanız da yine geleceğim. Yine geleceğim, demiş. Âmâ adam:
–Adın ne senin, ne derler sana? demiş.
Hocaefendi:
–Adım Mehmet Öğütçü, efendim. Gönenli Hoca diye tanırlar beni, diye karşılık vermiş. Âmâ adam bunu duyunca:
–Buyur gir içeri, konuşalım, diyerek içeriye buyur etmiş. Hocaefendi içeri girince âmâ adam:
–Kusura bakma hoca, dün kalbini kırdım.
Hakkını helâl et, demiş. Hocaefendi:
–Estağfirullah efendim. Sizi dinliyorum, demiş. Âmâ adam şöyle anlatmış:
–Benim sırrım şu hoca. Ben her gün kuşluk namazını kıldıktan sonra, “Ya Rabbi! Kuşluk senindir, güzellik senindir, nimet ve her şey senindir. Eğer rızkım gökte ise, yere indir. Yerde ise, çıkar. Uzakta ise, yaklaştır. Haram ise, helâl et. Dar ise, genişlet ve elime ilet.” diye dua ederim. Sonra ellerimi yüzüme sürer sürmez, biri gelir sağ dizime vurur. “Aç elini!” der. O günkü ihtiyacımı verir gider. Bu her gün böyle devam eder.
Hocaefendi onu hayretle dinlerken âmâ adam sözlerine devam etmiş:
–Aynı zat bugün de geldi ve sağ dizime vurarak benim kısmetimi verdikten sonra, sol dizime vurarak, “Bunu da Gönenli Mehmet Efendi’ye ver.” dedi. Al kısmetini!…
Büyük âlim, fakirlerin ve talebelerin mânevî babası Gönenli Hocaefendi içli içli ağlamaya başlamış ve “İlâhî ya Rabbi! Hikmetinden sual olunmaz.” diyormuş.
Hocaefendi şunu kendisi söylemiştir: “O âmâ adamdan bu mübarek kısmeti aldıktan sonra ömrü hayatımda hiç darlık çekmedim.
Rızkını Allah’tan bilmeyip de onun mahlûkundan beklemek, insanı Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırıp, halka muhtac eder. Rabbim, rızkını Allah'tan bilen kullardan eylesin cümlemizi inşaallah. ( Amin )

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kimse, Peygamber Efendimizin *Yolunda* gitmiyorsa, Onu sevdiğini iddiâ edebilir mi? Olmaz öyle şey. Çünkü seven, *Sevdiği* nin yolunda gider. 


Velhâsıl kardeşim, sevmek *Lâf* la olmaz. Seven, *Sevdiği* ne uyar, her şeyiyle *Ona* benzemeye çalışır. *Onun gibi* olmak ister. 


Onun *Sevgisi* ni kazanmaya bakar. *Yolunda olmak*, böyle olur. Onu sevdiğin gibi, onun sevdiklerini de sevecek, sevmediklerini de sevmiyecek sin. 


Şeytân *Üç* türlüdür. Üç türlü şeytân var. Biri, insanı, Allahü teâlânın *Sevgisi* nden uzaklaşdırmak için *Hîle* lerle, *Yalan* larla onu aldatır. 


Bu, bizim şeytân dediğimiz *İblîs* dir. Âdem aleyhisselâmı aldatdı, bizi de aldatır. Bizim *Fâideli Bilgiler* kitâbımızda anlatılıyor, şeytân insanı nasıl aldatır? diye. 


Fakat insan, bunun yalanlarını, iftirâlarını duyunca; Bu, beni Allahü teâlâdan uzaklaştırıyor. *Bu, şeytandır!* der. Peki, şeytan olduğunu *Nasıl* anlar? 


Çünkü şeytan *Göz* le görülmez ki. *Evliyâ* lar görür, biz göremeyiz. Ama biz şeytanı, kalbimize verdiği *Vesvese* den anlarız. Şeytan bize vesvese verir. 


Bu vesveseye, yâni kalbe gelen düşünceye *Hatara* denir. Ondan anlar, *Bu, şeytândan geliyor!* deriz ve onu yapmayız. Onun dediğini yapmayız. 


O, bize; *Şöyle yap, böyle yap!* der, ama biz yapmayız. Bakdı ki aldatamıyor, kandıramıyor; *Bunda iş yok!* der, başkasına gider. 


Şeytanın ikincisi nedir? *Nefsimiz*. Yâni kendi nefsimiz. Bu, ötekinden daha tehlikeli. Birinci kısım *Şeytan* bunun kadar tehlikeli değil. Neden? 


Çünkü birinci şeytan, *Eûzü* dedin mi kaçar gider. Ama bu *Nefs*, Eûzü okusan da gitmez. Dediğini yapdırıncaya kadar uğraşır. *İnatçı* dır, ısrâr eder. 


İşte bu şeytan daha *Tehlikeli*. Demek ki, daha büyük olan şeytân hangisidir? İnsanın *Nefsi* dir. Öyleyse, *İblîs* şeytânından şikâyet etmiyelim. 


Kendi *Nefsimiz* den şikâyet edelim kardeşim. Asıl şeytan bu. Çünkü *Hâin* dir. Onun her arzusu, insana *Zarar* verir. Mahlûkat içinde en *Ahmak* olan nedir? Nefsimiz.


İnsanın kendi *Nefsi* dir. Çünkü her arzûsu kendi *Aleyhine* dir. Hep kendi aleyhine çalışan bir mahlûkdur. Onun için, ondan daha *Ahmak* bir şey düşünülemez.

İslam dininde müzik haram mıdır?

İslam dininde müzik haram mıdır?

CEVAP:

Simanın caiz olduğu ve caiz olmadığı yerler vardır. Bazıları, kitaplardaki sima kelimesini çalgı olarak tercüme ettikleri için mubah çalgılar da var zannedilmektedir. Aşağıdaki yazıların tamamı İslam âlimlerinin kitaplarından alınmıştır. Nereden alındığı da sonunda yazılıdır. Kendimize ait tek cümle yoktur.


Aletsiz, çalgısız nağmeli sese sima denir. Çalgı aleti ile birlikte olan insan sesine gına [müzik] denir. Gına haramdır. (Dürr-ül mearif)


Lokman sûresinin 6. âyetindeki lehv-el hadis ifadesini âlimler musiki, çalgı aleti olarak bildirmiştir. İbni Mesud hazretleri yemin ederek lehv-el hadis’ten kasıt, çalgı aleti ve musiki olduğunu söylemiştir. (Tefsir-i ibni kesir, Tefsir-i medarik) [İbni Mesud gibi büyük bir zata inanmayan cahillere ne denir ki?]


(Mevahib-i aliyye) ismindeki tefsirde, lehv-el hadis âyeti şöyle tefsir ediliyor:


Yalan hikâyeler yazarak veya şarkıcı kadınlar tutup herkese ses nağmeleri dinleterek, Kur’an dinlemelerine engel olmaya çalışanlara Cehennem ateşini müjdele! (Mevâkib tefsiri)


Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor ki:

(Üçü hariç, her lehv bâtıldır.) [Deylemî]


Demek ki lehv, bir oyun, bir eğlence, bir çalgı olduğu için böyle buyuruluyor.


Müfessirler, İsra suresinin 64. âyetinde şeytana, (Vestefziz... bi savtike [Sesinle oynat]) demenin çalgı ile oynat demek olduğunu, bu âyetin, her çeşit çalgıyı haram ettiğini bildirmişlerdir. (Şeyhzade)


Müfessirler Enam suresinin 70. âyetini, (Dinlerini [şarkı ile, musiki ile] oyun ve eğlence haline sokanlardan uzak dur) şeklinde tefsir etmişlerdir.


(Şimdi siz bu söze [Kur’âna] mı şaşırıyorsunuz? Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz gafletle oynuyorsunuz.) [Necm 59-61]


Medârik tefsirinde entüm samidün ifadesi, (Kur'an okunduğunu işittikleri zaman onu dinletmemek için teganniye [şarkı türkü söyleyerek şamataya] başlarlar, oynarlardı) diye açıklanıyor. İbni Abbas ve Mücahid hazretleri de bu ifadenin şarkı olduğunu söylemiştir. (İgaset-ül-Lehfan)


Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(Peygamberin emrine uyun, yasak ettiğinden sakının!) [Haşr 7]


(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]


(O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin, pis şeyleri haram kılar.) [Araf 157]


(Aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem tayin edip, verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar.) [Nisa 65]


(Kur'anı sana insanlara açıklayasın diye indirdik.) [Nahl 44]


Şimdi Resulullah efendimiz, yukarıdaki âyet-i kerimeleri nasıl açıklamışsa ona bakalım:

(İlk teganni eden şeytandır.) [Taberanî]


(Sesini gına ile yükseltene şeytan musallat olur.) [Deylemî]


(Rahmet melekleri, ceres, [çan, zil, çıngırak] bulunan yere girmez.) [Nesaî]


(Rahmet melekleri, köpek ve çan bulunan kafileye yaklaşmaz.) [Müslim, Ebu Davud, Tirmizî]


(Ceres, şeytanın mizmarıdır.) [Müslim, Ebu Davud, Nesaî] [Mizmar çalgıdır]


(Şarkıcı kadını dinlemek, yüzüne bakmak haramdır. Parası da haramdır. Kimin eti haramdan beslendi ise, ona Cehennem ateşi layıktır.) [Taberanî]


(Bir zaman gelecek, ümmetimden bazısı, zinayı, ipek giymeyi, içki içmeyi, mizmarı [çalgıyı] helal addedecektir.) [Buharî]


(Musiki, zinaya yol açar.) [Mektubat-ı Rabbani 3/41]


(Musiki, kalbde nifak hâsıl eder.) [Beyheki]


(Suyun otu büyüttüğü gibi, şarkı, oyun ve eğlence kalbde nifakı büyütür. Allah’a yemin ederim ki, suyun otu büyüttüğü gibi, Kur’an ve zikir de, kalbde imanı büyütür.) [Deylemî]


(Rabbim bana içkiyi, kumarı, darbukayı ve şarkı söyleyen kadınları haram kıldı.) [İ. Ahmed]


(Resulullah çalgı aletleriyle para kazanmayı yasakladı.) [Begavî]


(Ümmetimden bazıları, içkilere başka isim vererek içerler. Şarkıcı kadın ve çalgı aletleriyle eğlenirler. Allahü teâlâ, onları yerin dibine batırır da domuzlar ve maymunlar kılar.) [İbni Mace]


(Şu beş şey zuhur ederse, ümmetimin helaki hak olur: Birbiriyle lanetleşme, içki içme, ipekli giyme, çalgılar ve erkeğin erkekle, kadının kadınla iktifa etmesi.) [Deylemî, Hâkim]


(Ben, mizmarları [çalgıları], putları yok etmek için de gönderildim.) [İ. Ahmed, Ebu Nuaym, İbni Neccar]


(İblis, yeryüzüne indikten sonra, ya Rabbi bana ev ver dedi. Hamamlar senin evin. Yemek istedi. Besmelesiz yenen yemekler senin denildi. Müezzin istedi. Mizmarlar [çalgılar] müezzinin denildi. Yazıların dövme, hadislerin yalandır. Resulün [elçin] kâhinler, falcılar, tuzağın da kadınlardır.) [İbni Ebi-d-dünya, İbni Cerir]


(İblis, benim kitabım nedir dedi. Senin kitabın dövmedir, içeceğin sarhoşluk veren her içki, sadakatin yalan, müezzinin mizmarlar [çalgılar], mescitlerin de çarşılardır denildi.) [Taberanî]


(İki ses, melundur: Nimete kavuşunca mizmar [çalgı], musibete maruz kalınca feryat.) [Bezzar]


(Allahü teâlânın gazabına sebep olan şeyler: Acıkmadan yemek, uykusu yokken uyumak, tuhaf bir şey olmadan gülmek, musibette feryat etmek, nimete kavuşunca mizmar [çalgı çalmak].) [Deylemî]


(Şarkıcı ve çalgıcı kadınlar çoğalınca, içkiler her yerde içilince, yere batmalar görülecek, gökten taş yağacaktır.) [Tirmizî, Ebu Davud, İbni Mace, İ. Ahmed]


(Şunlar gelmeden önce salih amel işlemekte acele edin. Sefihler başa geçmeden, güvenlik kuvvetleri çoğalmadan, hüküm rüşvetle satılmadan, adam öldürme hafife alınmadan, akraba ziyareti kesilmeden, Kur’an mizmarlardan okunmadan, Kur’anı şarkı gibi okuyanlar öne geçmeden.) [Taberanî]


(Kur'an mizmarlardan okunduğu zaman ölebilirsen öl.) [Taberanî]


(Kur'anı mizmarlardan [çalgı aletlerinden] okuyanlara Allah lanet eder.) [Müsamere]

Mektûbât Tercemesi

 

(Mektûbât Tercemesi) kitâbında, îmân ve tesavvuf bilgilerine

ağırlık verilmişdir. Bu kitâbı dikkat ile okuyan tâli’li bir kimse, kâmil bir îmân ve güzel ahlâk sâhibi olur. Tesavvufu, hakîkî tarîkati anlıyarak, sahte tarîkatcılara aldanmaz. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kâmil mü’min, eli ile, dili ile, mahlûklara zararı dokunmıyan kimsedir) buyurdu. Derin âlim seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” de, (Er-Riyâdut-tesavvufiyye) kitâbında, (Tesavvuf, tarîkat, kötü huyların hepsinden kurtulmak, iyi huyların hepsine kavuşmakdır) demekdedir. Görülüyor ki, bu kitâbımız, insanları zararsız ve iyi huylu yapmak için yazılmışdır. Bu kitâbı anlıyan ve uyan insan, Allahü teâlânın emrlerine ve devletin kanûnlarına itâ’at eder. İslâm dîni, hükûmete isyân etmeği, kanûnlara karşı gelmeği, fitne çıkarmağı şiddetle yasak etmiş, bu konuda hiçbir özr kabûl etmemişdir. Seyyid Kutbun ve Mevdûdînin ihtilâlci, bölücü kitâblarına ve boş kafalarından yazdıkları uydurma fetvâlarına aldanmamalı, fitne çıkarmamalıdır. Müslimân, vatanına, milletine fâideli olur. Vatandaşların aynı hak ve hürriyyetlere mâlik olduklarını bilir. Kendini kimseden üstün görmez. Râhat ve huzûr içinde yaşadığı azîz vatanını, milletini ve bayrağını çok sever. Herkese iyilik eder. Bölücülük yapmaz. Gayrı müslimlere, başka dinden, başka mezhebden olanlara, turistlere, yabancı tüccârlara, müsâfirlere de hiç kötülük yapmaz. Müslimânların güzel huylu, iyi insanlar olduklarını, güler yüzü ile, tatlı sözleri ile ve iyi hareketleri ile, bütün dünyâya tanıtır. Herkesin seve seve müslimân olmalarına sebeb olur. Kötülük yapanlara nasîhat verir. Kimseye hîle, hıyânet yapmaz. Devâmlı çalışır. Halâl kazanır. Kimsenin hakkına dokunmaz. Vergilerini, borçlarını vaktinde öder. Bunu, Allah da sever, kullar da sever. Çalışarak halâl para kazanmanın lâzım ve çok sevâb olduğu (Mekâtîb-i şerîfe)nin seksensekizinci mektûbu sonunda uzun yazılıdır.