Dili bozuk olanın kalbi temiz olmaz

"Dili bozuk olanın kalbi temiz olmaz. Kirli kalpte de îmân barınmaz"
(Hazret-i 'Alî)  “kerremallahu vecheh”

KERÂMET İLE BİTEN HUSÛMET

 Gürpınar’da Muhammed Pirân aşiretinden Alî isminde bir zât, Van’da Hazret-i Şeyh Fehîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerine intisâb eder. Zahost ismindeki köyünün üstündeki dağda karşısına, vaktiyle hasmı olduğu bir düşmanı çıkar. Alî’yi öldürmek için hemen tüfeğine davranır, nişan alır. Alî;

“Beni öldürme! Hazret-i şeyhe intisab ettim ve dünyanın bütün gâilesinden kesildim”der. Adam vazgeçmez. Tüfeğinde beş mermi olduğu halde ateş eder. Fakat ses duyulmaz. Fişek yuvasına bakar, fişekleri göremez. Şaşırır.

“Şeyhin seni öldürtmez”

der ve gider. Alî efendi bir müddet sonra, ziyaret için Arvâs’a gelir. Sâliklerin hücresinde Hazret-i Şeyh’i ziyaret eder. Hazret-i Şeyh, Alî efendiye;

“Köyün tepesinde çok mu korktun”

buyurur.

“Evet efendim”

der, Alî efendi. Hazret-i Şeyh, postun altından beş adet fişeği çıkarıp verir ve;

“Kul hakkıdır, zimmetimizde kalmasın”

buyurup, fişekleri sahibine vermeği emir buyurur.

Alî efendi bu emâneti sahibine verir. O da tevbe ve istiğfar eder. Arvâs’a gelip ittiba eder.

(Son Halkalar I, sf 106, Süleyman Kuku)

...

Muhabbetten nasibi olanlara bu hadise ne güzel bir derstir!

Ne buyrulmuştu?

“Evliyâullah ehl-i vefâdır”

KEŞF, KERÂMET, TASARRUF

 Mustafa Necâti isminde bir adliye müfettişi, 1946 senesinde, pîr-i fânî iken anlattı.

...

Adliye müfettişi olarak Müküs (Bahçesaray) kazasında vazifeli bulunurken bayram geldi. Namaz akabinde câmiden çıktıktan sonra, kaymakam ve kazanın ileri gelenleri atları hazırlamışlar, bir yere gideceklerini anladım. Sordum;

“Öteden beri ihtiyadımızdır, bayram namazını müteâkib, Arvâs’a gider, Hazret-i şeyhin bayramını tebrik eder, müstecab duâlarını alırız”

dediler. Ben de gitmek istedim. Bana da bir at hazırladılar. Bindik, gittik. Kırmızı köprüden karşıya geçince, başka bir âlem zuhûr etti. Sanki Cennet kokusu yayıldı. Mest ve medhuş oldum. Dikkat ediyordum. İçkiye mübtela idim, içmesem gözlerim kararır, hiçbir şey göremez olurdum. Heybemde ihtiyaden iki şişe almıştım. Nihâyet Arvâs’a geldik. Mübârek kabristanın altındaki taşlıkta bu şişeleri sakladım. Bunu benden başka bilen yoktu. 

Kabristanda Fâtiha okuduk, sonra hânekâha geldik. Hazret-i Şeyh’in mübârek ellerini öptük. Cemâlini görünce;

“Heyhât, bu gördüğüm insanlardan değil, bu melek sıfatlı bir beşerdir. Envâr-ı Muhammediyye ile kavrulmuş bir mürşid-i kâmil ve mükemmeldir”

dedim. Hemen rûhen bağlandım, mübarek ellerini iştiyak ile öptüm. İntisâb etmek istedim. Tebessüm buyurup;

“Şişe ile tarîkat bir arada olmaz; git, şişeleri dök, kır ve gel de öyle intisâb eyle!”

buyurdular. Gittim, birini kırdım, diğeri kaldı. Gözlerim kararırsa içerim diye düşündüm. Gerçi kalben içkiden tiksiniyordum. Tekrar intisab etmek istedim.

“Git, öbürünü de kır gel!”

buyurdular. Hâlimi arzederek 

“Keyfi değil, zarûrîdir”

dedim. 

“Haramda zarûret olmaz”

buyurdular. Gittim, döktüm, kırdım. Elhamdulillah, ibtilâ (mübtelâ olmak, düşkünlük) falan kalmadı.

Türkiye’yi hemen hemen tamamen ve Arabistan’ın bir kısmını dolaştım ve her yerde meşâyıhla görüştüm. Hazret-i Şeyh gibi bir insan görmedim. Sahâbe-i kirâmı (aleyhimürrıdvân) temsil ederdi. Ondaki ilim, hilm, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede bulmadım.

Mustafâ Necâti bey böyle anlatır, ağlar ve 

“o ibtilâyı benden bir anda silmesi, tasarrufların en büyüğüdür”

derdi.

(Son Halkalar I, sf 107, Süleyman Kuku)

...

Ne buyurdu Efendimiz aleyhissalâtü vesselam hadîs-i şerîfte?

“Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.”

KEÇİDEKİ BEREKET

 Vaktâ ki, Hazret-i Şeyh beşyüz kadar seveni ve mürîdi ile Gürpınar’ın Harnukân köyündeki mürîdlerinden Hasan ağaya uğrarlar. 

Ev sâhibi Hasan ağa, “koyunlar uzaktadır, mahcub oldum” diye düşünür.

Hazret-i Şeyh, abdest bahânesi ile dışarı çıkar ve Hasan ağaya;

“Şu ayağı kırık keçiyi kes, kâfidir”

buyurur. Hazan ağa;

“Efendim, o keçi, on kişiye yetmez”

der. Hazret-i Şeyh;

“Kes, yetişir, artar bile”

buyurur. Keçi kesilir, etinden bütün müsafir yer, doyar, bitmez. Sonra köylü de yer, yine artar. Hatta, o kalabalık âile on gün daha yer de yine bitmez.

“Bereket budur”

buyururlar.

(Son Halkalar I, sf 108, Süleyman Kuku)

Bana bir defa olsun kulum demeni isterim

 Mirac gecesi Hak Teâlâ:

*“Ey Habîbim, benden ne istersen vereyim”* buyurduğunda:

Efendimiz [sallallahü Teâlâ aleyhi ve sellem]:

_*“Yâ Rabbi, bana bir defa olsun, kulum demeni isterim”*_ diye arz etti. Hak Teâlâ bunun üzerine İsra [Mirac] sûresini indirdi ve sûrenin evvelindeki:

_*“Kulunu bir gecede Mescidi Haramdan Mescid-i Aksaya götüren Allah, her ayıbdan, her noksandan münezzehdir”*_ buyurdu.

*Her şeyin sonu gelir, amma insan ölünce muhabbeti onda kalır.”*

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, kullarına ve bütün dünyaya, *Dîni* ni öğretmek için, bizi *Vâsıta* kılmış. Hepimizi yâni. 


Kimimiz *Paket* yaparız, kimimiz *Yazarız*, kimimiz *Satarız*, kimimiz postâneye götürürüz. Hepimiz *Hizmet* ediyoruz. 


Bu, ne büyük *Ni’met* dir efendim. Eshâb-ı kirâmın *Vazîfe* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *Yüksek* dir, niçin çok *Şerefli* dir? Çünkü hepsi de, islâmiyet yolunda çalışdılar. 


*İslâmı* yaymak için uğraşdılar. Canlarını *Fedâ* etdiler. Taa Mekke’den, Medîne’den kalkdılar. İstanbul’a geldiler. 


Meselâ *Hazret-i Hâlid*, yâni *Eyüp Sultân* hazretleri. Hepsi de, dîn-i islâm uğrunda canlarını *Fedâ* etdiler. Niçin? Allahın dînini *Yaymak* için. 


Biz de öyle çalışıyoruz Elhamdülillâh. Allahü teâlânın dînini *Yaymak* için uğraşıyoruz kardeşim. Allah da bize *Yardım* ediyor. 

● ● ● 

Birgün Süleymâniye câmiine namâza gitdim, hocalar toplanmışlar, *Müzik* çalışıyorlardı. Çıkarken, yaşlı bir kadıncağız geldi. *Mevlîd* okutacakmış. 


Kapıda bir çocuk vardı, ona hocayı sordu. O da; *Biraz bekle, ders yapıyorlar*, dedi. 


Ben dedim ki; *Anneciğim*, bunlar *Beyoğlu* ndan öğretmen getirmişler, *Müzik* çalışıyorlar, bunlara *Mevlîd* okutulmaz. Sizin mahallenizde tanıdık *Hâfız* yok mu? 


Kadıncağız *Var* dedi, çok memnun oldu. *Allah râzı olsun* deyip gitdi. 

● ● ● 

Hadîs-i şerîf var kardeşim. *Cömerd* in ikrâmını alın, yiyin, *Şifâ* olur. *Hasîs* in verdiğini almayın, yemeyin, *Zehir* olur. *Cömert* lik, güzel bir *Huy*. 


Mekkî Efendi de anlatırdı. Derdi ki: *Cömertlik*, Cennetde olan bir *Ağaç* dır. Bu ağacın kökü *Cennet* de, dalları ise dünyâdadır. 


Bu dallar, *Cömert* leri kendilerine yapıştırır ve *Cennete* çekerler. Onlar istese de, istemese de, o dallara *Yapışır* lar. *Cimrilik* de bir *Ağaç* dır.


Onun da kökü *Cehennem* de, dalları dünyâdadır. Bu dallar da, *Cimri* leri kendine yapıştırır ve *Cehenneme* çeker, yine mıknatıs gibi. *Mekkî âbi* böyle anlatırdı efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bundan yirmi sene evvel, elime bir kitap geçdi. Kitâbın ismi, *Hâtırât-ı Abdülhamîd-i Hân-ı Sânî*, yazan da, mâbeyn başkâtibi *Esad bey*. 


*İslâm* harfleriyle yazılmış, *Yüz* sayfa kadar bir kitap. Bir yerinde diyor ki: 


Sultân Abdülhamîd Hân Cennetmekân, *Mülkiye* mektebinden, yâni *Siyâsâl Bilgiler* okulundan birincilikle çıkanı, saraya *Kâtip* alırdı. 


İkinci ve üçüncü derecede mezun olanları da, *Bâb-ı âlî* ye verirdi. Ben *Mülkiye* mektebini birincilikle bitirdiğim için saraya alındım ve *Baş kâtip* oldum. 


Bir gece İngiltere’den bir *Şifre* geldi. Acele cevap vermek lâzım idi. Cevâbı yazdım, fakat Sultâna *İmzâ* etdirmem lâzımdı. Gece yarısı, *Yatak* odasına gitdim.


Kapıyı vurdum, açılmadı. Bir daha çaldım. Yine açılmadı. Bekledim, bekledim. *Acabâ bir emr-i Hak mı vâki oldu?* diye düşündüm.


Üçüncü defâ tam *Hızlı hızlı* vuracaktım ki, *Kapı* açıldı. Bir de bakdım, *Sultân Hamîd* kolları sıvalı, elinde *Havlu*, kurulanıyor. *Evlâdım, seni bekletdim kusûruma bakma!* dedi. 


Ve şöyle devam etti: Daha Birinci vuruşunda uyandım. Böyle gece yarısı, *Mühim* bir imzâ için geldiğini anladım. Abdestim *Yok* du.


Abdest almak için seni bekletdim. Çünkü bu milletin hiçbir kâğıdına *Abdest* siz bir *İmzâ* atmadım. Onun için abdest aldım. Oku dinliyeyim, dedi. 


Yazdığım cevâbı okudum. Sultân; *Çok güzel yazmışsın. Bismillâhirrahmânirrahîm*, deyip  kâğıdı imzâladı. 


İşte böyle, *Abdülhamîd Hân* Cennet mekân, bu memleketi, Allahın emri ile *Sadâkat* la, *Hulûs* la, bir şefkatli *Baba* gibi idâre ediyordu. 

● ● ● 

Gerçek bir *İslâm âlimi* nde, iki özellik vardır. Birincisi, *Tevâzû*. Allahü teâlâyı *Tanıyan*, *Bilen* bir kişi, başını kaldıramaz kardeşim. 


*Kul*, Allahü teâlâyı ne kadar *Tanırsa*, o kadar Ondan *Korkar*. Gerçek âlimler, Allahü teâlâdan en çok korkan kişilerdir. 


İkincisi, *Kafası* ndan söyliyen değil, *Kitap* dan okuyandır, yâni *Nakl* edendir. Gerçek âlim, kendinden söylemez. *Filân zât şöyle buyuruyor*, der. 


Oturup *Tefsîr* yazmaz efendim. Âhir zamânın alâmeti, en kötülerin kürsüye çıkıp, insanların *Îmânı* nı ve *Îtikâdı* nı bozmasıdır kardeşim.

ÜSTAD NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN AĞZINDAN SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN

II. Abdülhamid, Türk’ün özünün ve temel varlığının, hakkı gasp edilmiş, mağdur kurtarıcısıdır. Abdülhamid, Tanzimat sonrasındaki Batı’ya kontrolsüz, körü körüne yönelişin karşısında inatla duran, kök ve cevherin müdafaasını son bir gayretle yapan muazzam bir şahsiyettir. Abdülhamid’i anlamak sayesinde yüzlerdeki maskeler düşecek ve onu bir anahtar gibi kullanarak bizi bu karanlık ve şahsiyetsiz ortama getirenlerin içyüzleri ortaya dökülecektir.

Abdülhamid hakkında söylenen her olumsuz iddiayı tersine çevirdiğimizde doğruyu bulacağızdır. Yani bir tür turnusol kâğıdıdır Abdülhamid. Bu yorumların yalanını ayıklayıp onun üzerine bina ettiği yapıyı yeniden ayakları üzerine oturttuğumuzda hakikat ayan beyan ortaya çıkacaktır.

“Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”

Bu yolun büyüklerinin (kaddesallahu teala esrarehum) anne ve babaları da hep temiz ve iffetli idi

Nasıl ki 

Efendimiz aleyhissalâtü vesselamın  nûr-i pâki Âdem aleyhisselâmdan kendilerine kadar hep temiz ve iffetli anne babadan gelmiş idi,

Bu yolun büyüklerinin (kaddesallahu teala esrarehum) anne ve babaları da hep temiz ve iffetli idi.

KAPININ EŞİĞİNDE KAVUŞULAN NİMET

Hazret-i şeyh Seyyid Fehîm-i Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Seyyid-i Büzürk Tâhâ-i Hakkârî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerine olan muhabbetlerinde çok ileri idiler.

Seyyid-i Büzürk hazretlerinin yattıkları odanın dış tarafında pencereye mukabil, sabaha kadar ayakta bekler, onun güneş gibi nûr saçan feyizlerinden istifade ederdi. Bununla da yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapının dışında uzanır, mübarek başını kapının eşiğine koyarak yatar. Şiddetli yağan kar, vücudunu örter. Ama o, muhabbetle yanan kalbi ile, kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketler ile ısınmaktadır.

Seyyid Tâhâ (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri teheccüd namazını, husûsî mescidlerinde eda etmek maksadıyla gece kalkar. Ayağını kapıdan dışarı atınca, hazret-i Şeyhin üstüne basar. Seyyid Fehîm (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri hemen kalkıp edeb tavrını takınır.

Seyyid-i Büzürk ciddî bir edâ ile;

“Yeter molla Fehîm! Benim kanaatime göre siz bugün ilimde bir ummansınız. Seyyid Şerif Cürcânî’den (rahmetullahi teala aleyh) sonra, Seyyidlerin yüzünü, ilimde siz güldürdünüz. Bu kadar ilmi, bu kadar yere sermeğe hakkınız var mı?”

diye sorar. Hazret-i şeyh cevaben;

“Ben kendi menfaatimi düşünüyorum”

der 

“Nasıl yani?”

Hazret-i şeyh buyurur;

“Bu kadar ilimden bütün istifadem, hazretinizin bir nazarıyla, yahud şu kapınızda bir yatışımla olana yetişemez.”

Bunun üzerine Seyyid Tâhâ (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri onu muhabbetle kucaklar ve bu kalblerin üst üste gelmesiyle ona, o gecenin karanlığında cihanı aydınlatacak, göktekileri ve yerdekileri imrendirecek nûrlar bahşeder ve kolkola husûsî mescidlerine gelirler.”

(Son Halkalar, sf 100, Süleyman Kuku)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Enver âbi* bana anlattı efendim. Geçen gün, birkaç kişi Enver âbiye gelmişler. Konuşma esnâsında bir tânesi Enver âbiye; *Siz, paraları dışarıya transfer etmişsiniz, halk böyle söylüyor*, demiş. 


Enver âbi de ona; *Peki, sen nasıl düşünüyorsun?* diye sormuş. O da; *Ben de öyle düşünüyorum* deyince, Enver âbi hemen kalkmış.


Bir *Kur’ân-ı kerîm* getirip, masanın üzerine koymuş. Sonra açıp, *Elleri* ni Kur’ân-ı kerîmin üzerine koymuş ve öyle söyliyene dönerek demiş ki:


Şu anda abdestliyim, *Vallâhi, Billâhi, Tallâhi*, ne *Benim*, ne de *Mücâhid* in, ne yurt içinde, ne de yurt dışında, kendimize âit özel bir *Hesâb* ımız yoktur. 


Böyle deyince, adamın yüzü *Kül* gibi olmuş. Enver âbi ayrıca şöyle söylemiş: 


Hocamız, beni bu işin başına koyduğu zaman, iki de şart koşmuştu. Birincisi; *Paraya elini sürmeyeceksin!* 


İkincisi de; *Yanına üzüntülü gelen her kimse, senin yanından sevinçli ve gülerek çıkıp gidecek!* Ben de buna riâyet ediyorum, demiş. 


Bir de şunu söylemiş: Bir gün, Hocamız; *Benim, şu anda, dünyâlık olarak çamaşırlarımdan ve kitaplarımdan başka hiçbir şeyim yoktur*, demişti. 


Ben de kendilerine; *Benim dünyâlığım sizinkinden az efendim. Çünkü, benim kitaplarım da yok!* dedim.


O kişiler, bunları işitince çok *Mahcup* olmuşlar, *Özür* dilemişler ve başları *Önlerinde* çıkıp gitmişler efendim. 

● ● ● 

Efendi hazretlerinin *Artık* larını yerken, içerken kalbim temizlendi. *Mü’minin artığı şifadır!* ya, bu büyüklerin artığı, hem bedene şifâdır, hem de kalbe şifâ, yâni *Mânevî* şifâ. 


Ben Lisedeyken okul *Birincisi* ydim. Merâsimlerde okulun en önünde *Ben* giderdim. Öğretmenler hep *Benim* le muhâtap olurdu. 


O zamanlar otomobil azdı. Bir otomobil görsem, *Benim de olsa!* derdim. Bir apartman görsem, *Benim de olsun!* derdim. 


Efendi hazretlerini görünce, bu düşünceler *Kaybolup* gitdi, *Silindi* tamâmen, Efendi hazreterinin *Himmeti* ve *Bereketi* işte.