GERÇEK SEVGİ

Evliyadan birine sormuşlar:

"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?"

"Bakın göstereyim." diyerek önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Ortaya çorba tası gelmiş ve arkasından da bir metre uzunlukta kaşıklar. O zat onlara demiş ki:

"Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz!"

Sofradakiler çorba içmeye teşebbüs etmişler. Fakat kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü ağızlarına götürememişler. Beceremeyince, sofradan aç olarak kalkmışlar.

Daha sonra sevgiyi gerçekten bilenler yemeğe çağrılmış. Onlar da sofraya gelip oturmuşlar. Aynı şey onlara da söylenmiş. Her biri uzun olan kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki arkadaşına uzatarak içirmiş. Böylece karınlarını doyurup şükrederek kalkmışlar sofradan.

Sonunda evliyâ zât buyurmuş ki:

- İşte, kim bu sofrada yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de, onu doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şunu da unutmayın ki, dünyada alan değil, veren daha kazançlıdır.

NÂKIS ŞEYH KÖRELTİR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) tarikata girmek isteyen kimsenin kâmil bir şeyhe intisap etmesi ve nâkıs şeyhten de uzak durması gerektiğini belirtmek üzere şu noktalara değindi:

“Kâmil olmayan mürşid, tarikata yeni giren kimsenin kabiliyetini köreltir ve şevkini de öldürür. Oysa şevk her türlü gayenin öncüsüdür. Çünkü insandaki şevk, ancak kendisinin içinde bulunduğu durumdan daha yüksek ve yüce hallere vâkıf olmakla gelişir. İşte kâmil olmayan nâkıs ve miskin kimse, tarikata yeni giren kimselere bu yüce halleri göstermeye güç yetiremez.”

Gavs (kuddise sırruhu) daha sonra şöyle buyurdu: “Rücû halinde, âlem-i emirden âlem-i halka dönen ve şevki sönmüş olan sâlik, peygamberlerin kabirlerini ziyaret etmekle kaybetmiş olduğu şevke tekrar kavuşabilir.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Resûlullah* sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, âhir ömürlerinde, Cennete teşrîf etmeden önce, bir *Ordu* hâzırladı. Hem de rumlarla harb etmek için. 


Rum imparatorluğu, o zamanın en büyük devletiydi. O ordunun başına, kölesinin, yâni hizmetçisinin oğlu olan hazret-i *Üsâme’yi* kumandan yapdı. 


Resûlullah efendimizin hizmetçisi, *Zeyd*. Zeyd’in oğlu, *Üsâme*. Onu kumândan yapdı. Peki, o kumândanın emrinde kimler vardı? Hazret-i *Ebû Bekr* vardı, hazret-i *Ömer* vardı. *Aşere-i mübeşşere* vardı. 


Onun emrinde sefere gitdiler. Ama Resûlullahın vefâtından sonra, müslümânların başına kim geçdi? *Hazret-i Ebû Bekri* geçirdiler. Geçdi değil, geçirdiler. 


Bütün eshâb-ı kirâm, severek ve istiyerek Onu *Halîfe* seçdiler. Ona *Bîat* etdiler ve emrine girdiler. Biz de, bize verilen vazîfeyi yapacağız kardeşim. 


*Emîr* yaparlarsa, emîrlik yapacağız. *Nefer* yaparlarsa, neferlik yapacağız. Bu hizmetlerde nefer olmak da büyük *Şeref’dir* efendim.


*Emîr’e* itâat edene, yüz şehîd sevâbı var kardeşim. *Emîr’in* hatâsı, kusûru olabilir. İçinizde, *Emîr*’den daha iyisi de olabilir. Yâni, siz öyle bilirsiniz. 


Fakat onu seçen, sizin bilmediklerinizi bilir. Benim, Bursa’da vekîlim *Sâim bey*’dir. Ona itâat, bana itâatdır. Ona itaatsizlik, bana itâatsizlikdir. 


Size son olarak söylüyorum, Emîr’in sözü dinlenince, *Vâcib* sevâbı kazanılır kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hazret-i Ömer*’in zamânında radıyallahü anh, bir adam varmış efendim, düğün düğün dolaşır, elinde *Çalgı* âleti, *Türkü* söyler, para toplarmış. 


Yaşlanınca sesi değişmiş. Kimse bunun yüzüne bakmıyor. Tabii para da alamıyor, açlıkdan ölecek, kimsesi de yok. Kalbine *Pişmanlık* gelmiş. Kendi kendine; *Yâ Rabbî!* demiş. 


Her gün sana isyân etdim. Bir gün bile yüzüme vurmadın, rızkımı kesmedin, hastalık vermedin. Ama benim işim bitdi, kimsem yok, gidecek yerim de yok. Kabûl edersen, sana *Misâfir* gelmek istiyorum, diyor.


Gidiyor mezarlığa, çalgısını koyuyor başının altına, *Yâ Rabbî, al emânetini*, diyor. O gece, hazret-i Ömer bir rüyâ görüyor. Hak teâlâ katından bir nidâ! 


Bir *Has kulum*, bana misâfir geldi. Ben, misâfirimi şânıma göre ağırlarım. Derhâl hazîneden 700 dînar al, mezarlıkdaki o *has kuluma* götür ver. Ve ona de ki: *İhtiyâcın olursa, bana gel!* 


Uyanıyor, 700 dînarı alıp koşuyor mezarlığa. *Bu has kul kim?* diye bakıyor etrâfa, öyle biri yok. Sonra bakıyor ki, o çalgıcı orada yatmış. Perîşân, baygın vaziyetde. 


*Yâ Rabbî, yoksa bu mu?* diyor. O anda çalgıcı gözünü açıyor, hazreti Ömer’i görünce titremeye başlıyor. *Hazret-i Ömer* bu! *Tamam yâ Rabbî, şimdi sana geliyorum*, diyor. 


Hazret-i Ömer işitiyor bunu; *Yok yok, korkma. Sen ne şanslı adamsın?* diyor. Adam şaşırıyor. Hiç beklemediği şey. Hayretler içerisinde; *Ne oldu yâ Ömer?* diyor. 


Hazret-i Ömer; Rabbim sana *Selâm* söyledi, sana *Has kulum* dedi ve şu 700 dînarı sana gönderdi. Bitince de yine bana gelmeni emretdi.


Böyle diyor ve, *Bu bitince doğru bana gel!* diyor. 


Adam zorlukla doğruluyor ve; *Bunları bana mı söyledi?* diyor. Evet, sana söyledi. Başlıyor ağlamaya. Alıyor o çalgı âletini eline. 


*Ey mel’ûn! 70 senedir Rabbimle arama girdin!* diyor ve onu kayaya vurup parçalıyor. Sonra ellerini kaldırıp;


*Yâ Rabbî, bütün yapdıklarıma pişmân oldum, tövbe etdim, beni affet. Ben, bu kadar ihsânın, bu kadar lütfun altından kalkamam*, diyor.


Ve *Allaaah!* deyip, rûhunu teslîm ediyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd İstanbuli hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O büyüklerin *Kalb gözü* açıldığı zaman, kabirdekileri ve ne hâlde olduklarını görüyorlar efendim. *Mahşer* yerini, ve mahşerdekilerin ne hâlde olduklarını görüyorlar. 


*Sırat* köprüsü’nü görüyorlar. *Mîzânı*, yâni sevap ve günahları tartan *Terâzi*’yi görüyorlar, *Cenneti* görüyorlar.


Cennetteki *Ni’met’leri* görüyorlar. Cehennemi ve Cehennemde *Azâb* çekenlerin hâllerini görüyorlar. 


Ve efendim Allahü teâlâ, insanı bu dünyâda, zamanlı yaratdı. Yâni biz, zamanla yaşıyabiliyoruz, üzerimizde *Zaman* mefhûmu var. 


Nasıl ki görmek, işitmek, yürümek varsa, yemek, hava, oksijen varsa, bir de *Zaman* mefhûmu var. 


Biz *Efendi* hazretlerinin câmiye geldiğini, hapşırmasından anlardık efendim. Bir hapşırırdı, *Hapşuuu!* Ses yankılanırdı böyle câmide. Gelince bir daha, *Hapşuuu!* 


Derler di ki, *Efendi hazretleri geliyor*. Bu hapşırma bir ni’met efendim. Çok büyük ni’met. Hapşırdıkdan sonra *Elhamdülillah* diyoruz değil mi? Niçin hamdediyoruz? 


Çünkü hapşırınca, *Kalb* duruyor efendim. Tekrar çalışmıyabilir. Çalışdığı için hamdediyoruz. 


Yâni insan hapşırdığı zaman, yalnız kalb değil, vücûdunda ne kadar sistem, mekanizma varsa, o anda hepsi duruyor ve *Yok* oluyor. 


Yâni hayât duruyor, hiç birşey çalışmıyor. *Kan* duruyor, *Kalb* duruyor, herşey duruyor. Sonra tekrar çalışmaya başlayınca *Elhamdülillah* diyoruz. 


Çünkü tekrar hayâta geldik. Yâni o, tekrar *Dirilme* alâmeti. Onun için hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideleri anlatmak mümkün değil efendim

Hüseyin Hilmi bin Saîd İstanbuli hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cehennem, kâfirlerin, din düşmanlarının yanacağı yerdir kardeşim, derece derece. Günâhkârların yeri değildir. Günâhkârlar, *Suçlu* insandır. Cehennem ise, düşmanların yeridir. 


*Kâfir*, Allahın düşmanıdır. Öyleyse Cehennemde kâfirler yanacak. Müslümânlardan da Cehenneme giden olacak. Niçin? İşlediği günahda, *Küfr bulaşıklığı* olduğu için. 


*Kâfirlik* bulaşıklığı olduğu için. Yoksa günâhları sebebiyle değil. Küfr bulaşıklığı yoksa, Cehenneme girmiyecek efendim. Korkmayın kardeşim, bizim arkadaşlara bir şey olmaz. 


Onlar, bu zamânın *Evliyâsı*’dır. Çünkü onlarda *üç* özellik var. Îtikadları düzgün, ehl-i sünnet. Namazlarını kılıyorlar ve haramdan sakınıyorlar. İşte bu üçü, bu zamanda *Evliyalık* alâmetidir. 


Biz çok bahtiyârız kardeşim. Bizim arkadaşlar, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisleri*’dir. Neden? Çünkü islâmiyeti yayıyorlar. 


Peygamber aleyhisselâmın vazîfesi de, islâmiyeti yaymakdı. Âbiler de bu hizmeti yapdıkları için, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisi* olurlar. Mûris, vârisini yolda bırakmaz. 


Şu koca kâinatda, dönen her şey *Allah* der kardeşim. Çünkü Allah kelimesinin sonu *(H)* dır. Başındaki eliflâm, bu *H* harfini çıkartmak içindir. Allahü teâlânın simgesi *H* harfidir. 


Nefes alırken *H* harfi çıkıyor, verirken yine öyle. Hayvanlar, bağırırken *Zikr* ediyor. Yapraklar sallanırken *Zikr* ediyor. Su akarken *Zikr* ediyor. 


Çünkü her hareketde *H* harfi çıkar. Elini sallasan *H* harfi çıkar. Rüzgâr esse *H* harfi çıkar. Yâni devâmlı sûretde kâinâtda hep *H* harfi var. Velhâsıl şu kâinatda Onu zikretmiyen tek nesne yok. 


Dostu da düşmanı da, canlı cansız herşey, hattâ *atomun* içindeki *elektronlar*, çekirdek etrâfında dönerken *H* harfi çıkıyor. Velhâsıl her dönen şey *H* der, yâni *Allah* der.

HALÂL, HARÂM VE ŞÜBHELİ ŞEYLER

 (Kimyâ-i se’âdet)in ikinci rükn, dördüncü aslından terceme edilmişdir.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Halâl kazanmak her müslimâna farzdır). Halâl kazanabilmek için, önce halâli öğrenmek lâzımdır. Halâl ve harâm meydândadır. İkisi arasında şübheli olanları tanımak gücdür. Şübhelilerden sakınmıyan, harâma düşer. Bunu tanıtmak geniş bir ilmdir. (İhyâ-ül’-ulûm) ismindeki kitâbımızda etrâflı yazdık. Burada da, herkese çok lâzım olanları kısaca bildirelim. Hepsini dört bâb içinde sıralıyalım: [Burada üç bâb bildirilmişdir.]

1 — Halâl kazanmanın üstünlüğü ve sevâbı: Mü’minûn sûresi, elliikinci [52] âyetinde meâlen, (Ey Peygamberlerim “salevâtullahi aleyhim ecma’în”. Halâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunun için, (Halâl kazanmak her müslimâna farzdır) buyurdu. Ve buyurdu ki, (Bir kimse, hiç harâm karışdırmadan, kırk gün halâl yirse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehrler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir).

[Dünyâlık kazanmak için çalışmak günâh değildir. Dünyâlık sevgisi, dünyâya gönül bağlamak günâhdır.] Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Düâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her düâmı kabûl etsin!). Cevâbında buyurdular ki, (Düâ kabûl olmak için, halâl lokma yiyiniz!). Bir hadîs-i şerîfde, (Çok kimse vardır ki, yidikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp düâ ederler. Böyle düâ, nasıl kabûl olunur?). Bir kerre de buyurdu ki, (Harâm yiyenlerin ne farzları, ne de sünnetleri kabûl olmaz).

[Ya’nî sevâbına kavuşamazlar.] 

Yine buyurdu ki, (On liralık elbisenin, bir lirası harâm olsa, o elbise ile kılınan nemâzlar kabûl olmaz). Yine buyurdu ki, (Harâm ile beslenen vücûdün ateşde yanması dahâ iyidir). Yine buyurdu ki, (Malın halâlden mi, harâmdan mı geldiğini düşünmiyenler, Cehenneme, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ, onlara acımıyacakdır). Yine buyurdu ki, (İbâdet on kısmdır, dokuz kısmı, halâl kazanmakdır). Bir def’a da buyurdu ki, (Halâl kazanmak için yorulup, evine dönen kimse, günâhsız olarak yatar. Allahü teâlânın sevdiği kimse olarak kalkar). Yine buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyuruyor ki, harâmdan kaçınanlara hesâb sormağa utanırım). Ve buyurdu ki, (Bir dirhem fâiz [almak ve vermek], otuz zinâdan dahâ günâhdır). Ve buyurdu ki, (Harâm maldan verilen sadaka kabûl edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur).

Ebû Bekr “radıyallahü anh”, hizmetcisinin getirdiği sütü içdi. Sonra halâlden olmadığını anlayınca, parmağını buğazına sokarak kay etdi. O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor sandılar. Sonra, (Yâ Rabbî! Elimden geleni yapdım. Mi’demde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım!) diye yalvardı.

Ömer “radıyallahü anh” da, Beyt-ül-mâla âid zekât develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içdiği zemân, böyle yapmışdı. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki, (Kanbur oluncıya kadar nemâz kılsanız ve kıl gibi oluncıya kadar oruc tutsanız, harâmdan kaçınmadıkca, kabûl edilmez, fâidesi olmaz). Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, (Harâm para ile sadaka veren, câmi’ yapdıran, hayrât yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrâr ile yıkıyan kimseye benzer ki, dahâ çok pislenir). Yahyâ bin Mu’âz buyuruyor ki, (Allahü teâlâya itâ’at etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı düâ, anahtarın dişleri de halâl lokmadır). Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki; (Hakîkî îmâna kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeble yapmak, halâl yimek, görünen ve görünmiyen bütün harâmlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünciye kadar devâm etmeğe sabr etmek). Büyükler buyuruyor ki, (Kırk gün şübheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir). Abdüllah ibni Mübârek buyuruyor ki, (Şübheli olan bir kuruşu sâhibine geri vermeği, bin lira sadaka vermekden dahâ çok severim).

Sehl bin Abdüllah Tüsterî buyuruyor ki, (Harâm yiyenlerin yedi a’zâsı, istese de, istemese de günâh işler.

Halâl yiyenlerin a’zâsı, ibâdet eder. Hayr işlemesi kolay ve tatlı gelir). Halâl kazanmanın ehemmiyyetini gösteren dahâ nice hadîs-i şerîfler ve büyüklerin sözleri vardır. Bunun içindir ki, vera’ sâhibleri harâmdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri Veheb ibni Verd “rahmetullahi teâlâ aleyh” idi ki, nereden geldiğini anlamadan birşey yimezdi. Birgün annesi, buna bir bardak süt vermişdi. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış dedi. Müslimânların hakkı bulunan bir yerde otlamışdı. Sütü içmedi. Annesi, oğlum! Allah sana rahmet etsin, iç! dedi. Ona günâh işlemekle rahmetine kavuşmak istemem, dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfîye “kuddise sirruh”, ne yiyip, nereden geçiniyorsun? dediklerinde, (Herkesin yidiği yerden. Ammâ, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlıyan arasında çok fark vardır) buyurdu.

Sehl bin Abdüllah Tüsterî buyuruyor ki, (Harâm yiyenlerin yedi a’zâsı, istese de, istemese de günâh işler.

Halâl yiyenlerin a’zâsı, ibâdet eder. Hayr işlemesi kolay ve tatlı gelir). Halâl kazanmanın ehemmiyyetini gösteren dahâ nice hadîs-i şerîfler ve büyüklerin sözleri vardır. Bunun içindir ki, vera’ sâhibleri harâmdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri Veheb ibni Verd “rahmetullahi teâlâ aleyh” idi ki, nereden geldiğini anlamadan birşey yimezdi. Birgün annesi, buna bir bardak süt vermişdi. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış dedi. Müslimânların hakkı bulunan bir yerde otlamışdı. Sütü içmedi. Annesi, oğlum! Allah sana rahmet etsin, iç! dedi. Ona günâh işlemekle rahmetine kavuşmak istemem, dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfîye “kuddise sirruh”, ne yiyip, nereden geçiniyorsun? dediklerinde, (Herkesin yidiği yerden. Ammâ, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlıyan arasında çok fark vardır) buyurdu.

2 — Halâl ve harâmda vera’ın dereceleri: Halâlin ve harâmın dereceleri vardır. Ba’zı şey halâldir, ba’zısı halâl ve güzeldir. Ba’zısı da dahâ güzeldir. Harâmların da ba’zısı çok fenâ, bir kısmı ise az fenâdır. Nitekim hastalığın dereceleri de çeşidlidir. İnsanların harâmdan ve şübhelilerden kaçınmaları, beş derecedir: 

Birinci derece — Bütün müslimânların vera’ıdır ki, islâmiyyetin harâm dediği şeylerden kaçınmakdır. Bu en aşağı derecedir. Bu derece vera’dan da nasîbi olmıyanların adâleti yokdur. Bunlara, (Âsî) ve (Fâsık) [kötü kimse] denir. Bunların da dereceleri vardır. Meselâ, birinin malını, fâsid bey’ ile, gönül rızâsı ile satın almak harâmdır. Fekat, zorla gasb etmek, dahâ harâmdır. Yetîmden, fakîrden almak ise, dahâ şiddetli harâmdır. Fâiz ile satın almak, hepsinden ziyâde harâmdır. Harâmın şiddeti ne kadar fazla ise, cezâsı da, o kadar çok olur. Afv olmak ihtimâli de, o derece az olur. 

Nitekim, diyabet hastasına bal zarar verir. Fekat şeker dahâ çok zararlıdır. Şekeri çok yimek, az yimekden dahâ zararlıdır. Halâllerin, harâmların hepsini, fıkh okuyanlar bilir. Bütün fıkhı okumak ise, herkese vâcib değildir. Meselâ, ganîmet malından ve cizye parasından hissesi olmıyanların ganîmet ve cizye ilmlerini okuması lâzım değildir. Fekat, buna muhtâc olanların, bu ilmleri okuması vâcib olur. Esnâfın, tüccârın, bey’ ve şirâ’ ilmlerini öğrenmesi lâzımdır. İşçi olanın ise, ücret, kirâ kısmlarını da bilmesi vâcib olur. Her san’atin bir ilmi vardır. Herkese, san’atinin ilmini öğrenmesi vâcibdir.

İkinci derece — Sâlihlerin [iyi insanların] vera’ıdır ki, harâmlarla berâber, şübhelilerden de kaçınmakdır. Şübheliler de, üç kısmdır: Ba’zısından sakınmak vâcibdir. Ba’zısından, müstehabdır. Ba’zısından sakınmak ise, vesvesedir, kuruntudur ve fâidesizdir. Meselâ, belki birinin mülküdür diye av eti yimemek [ve belki Besmelesiz kesilmişdir veyâ kitâbsız kâfir ve mürted tarafından kesilmişdir diyerek, kasabdan et almamak] ve belki sâhibi ölüp vâris eline geçmişdir diye, âriyet, ya’nî ödünc aldığı evden çıkmak, hep kuruntudur. Bu şübheleri gösterecek bir nişân, alâmet olmadıkca, kuru düşünce, vesvese olup, hiç fâidesi yokdur.

Üçüncü derece — Müttekîlerin vera’ıdır ki, harâm ve şübheli olmayıp, halâl olup, fekat şübheli veyâ harâma sebeb olmak korkusu olan şeylerden sakınmakdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir müslimân, tehlükeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlükesiz şeyden sakınmadıkca, müttekî olamaz!). Ömer “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Bizler harâma düşmek korkusu ile, halâllerin onda dokuzundan kaçındık). Bunun içindir ki, yüz dirhem gümüş alacağı olan bir kimse, doksandokuz dirhem alırdı. Ağır gelmek korkusundan, temâmını alamazdı. Alî bin Ma’bed diyor ki, bir evde kirâcı idim. Birgün, birisine mektûb yazmışdım. Mektûbu dıvarın tozu ile kurutmak hâtırıma geldi. Sonra dedim ki, bu dıvar, benim malım değildir, kurutmamalıyım. Fekat, yine dedim ki, bu kadarcık şeyin zararı olmaz. Dıvârdan toprak alıp mürekkebi kurutdum. O gece rü’yâda, birisi dedi ki, (Dıvâr toprağının zararı olmaz diyenler, yarın kıyâmet gününde anlarlar). Bu derecede olanlar, en küçük şeyden sakınırlar. Belki, bu şey, büyük şeylere yol açar derler.

Yâhud, âhıretde müttekîlerin derecesinden düşmemek için sakınırlar. Bunun içindir ki, Hasen bin Alî “radıyallahü anhümâ” çocuk iken zekât malından ağzına bir hurma koymuşdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Pis pis, onu at!) buyurmuşdu. Halîfe Ömer bin Abdül’azîzin yanına ganîmet eşyâsından misk getirdiler. Burnunu tıkadı. Bunun fâidesi kokusudur. Bu ise, müslimânların hakkıdır dedi. Büyüklerden biri, bir gece, bir hastanın başında bekliyordu. Hasta ölünce kandili söndürdü. Kandilin yağı, şimdi vârislerin hakkı oldu dedi. Halîfe Ömer “radıyallahü anh” ganîmet malından bir parça miski evine bırakmışdı. Birgün eve gelince, âilesinin baş örtüsünden misk kokusu duydu ve sordu. Miski yerine koyuyordum, elim kokdu. Elimi baş örtüme sürdüm deyince, Ömer “radıyallahü anh” baş örtüsünü alıp iyice yıkadı, kokusu kalmayınca geri verdi. Bunun zararı yok idi. Lâkin Ömer “radıyallahü anh”, âdet olmasını önlemek istedi. Harâm korkusu ile halâli terk ederek, müttekîler sevâbına kavuşmak istedi. Ahmed bin Hanbelden sordular ki, hadîs-i şerîf yazılı bir kâğıd bulan kimse, sâhibine sormadan, bunun kopyasını alabilir mi? Hayır dedi.

İnsan, mubâh olan dünyâ işlerine çok dalarsa, şübheli olanları yapmağa başlar. Belki, halâlden çok yiyen, müttekîlerin derecesine eremez. Çünki, mi’de halâl ile dolunca, şehvet harekete gelir. Câiz olmıyan şeyler yapılabilir. Kadınlara, kızlara bakmak tehlükesi baş gösterir. Zenginlere, mal, mülk, mevkı’ sâhiblerine imrenerek bakmak da, dünyâ hırsını artdırır. Onlar gibi olmak ister. Harâm toplamağa başlar. Bunun içindir ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Dünyâya gönül bağlamak, günâhların başıdır) buyurdu.Ya’nî mubâh olan şeylere düşkün olmak, kalbi dünyâya çevirir. Çok mal toplamak ister. Bunu da, günâh işlemeden yapamaz. Mal toplamağı düşündükce, Allahü teâlâyı unutmağa başlar. Bütün kötülüklerin başı, kalbin Allahü teâlâdan gâfil olmasıdır.

Süfyân-ı Sevrî, birisi ile birlikde evin kapısında duruyordu. Önlerinden, süslenmiş bir adam geçdi. Arkadaşı, bu adama bakarken, Süfyân mâni’ olup, eğer sizler bakmamış olsanız, böyle isrâf yapmaz idi. Bunun isrâf günâhına, siz de ortak oluyorsunuz buyurdu. [Kur’ân-ı kerîmi, mevlidleri mûsikî ile, gazel okur gibi okuyan hâfızların da, günâha girmelerine sebeb, onları dinliyenlerdir. Günâha sebeb olanlar, işliyenler gibi azâb görecekdir.]

Dördüncü derece — Sıddîkların vera’ıdır. Sıddîklar, harâma sebeb olmak korkusu bulunmıyan halâllerden de sakınır. Bunları meydâna getiren sebeblerden birine harâm karışmış olmasından çekinirler. Meselâ, Bişr-i Hâfî “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”, sultânların veyâ adamlarının yapdırdığı çeşmelerden su içmezdi. Ba’zıları, hacca giderken, sultânların yapdırdığı su kanallarından sulanmış bağların üzümlerini yimezdi. Birinin yolda, na’lını kopmuşdu. Sultân geçiyordu. Gece, onun ışığı ile, na’lınını bağlamadı. Bir gece, bir kadın iplik iğriyordu. Sultân geçdi. İpliğini sultân ışığı ile bükmemek için, sultân geçinceye kadar işlemedi. Zünnûn-i Mısrîyi habs etmişlerdi “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”. Günlerce aç kalmışdı. Bir kadın, iplik parası ile hâzırladığı yemekden gönderdi. Yimedi. Kadın işitince, üzüldü. Halâl para ile yapdığımı biliyorsun, niçin yimedin dedi. Evet yemek halâl idi. Fekat, zâlimin tabağı içinde getirdiler buyurdu. Yemeği zindâncıların tabağında getirmişlerdi.

Sıddîkların vera’ı, en yüksek derecededir. Fekat, bu derecede olmıyanlar, vesveseye düşer. Fâsıkların elinden birşey yimezler. İş böyle değildir. Fâsıkdan değil, zâlimden kaçınmak lâzımdır. Zâlim, başkasının hakkını kullanandır. Harâm yimekdedir. Fekat, meselâ zinâ yapan kimsenin kazancı zinâdan değildir ki, harâm olsun. Harâmdan sakınmak vera’dır. Yoksa çamaşır yıkarken, su kullanırken, acabâ temiz mi diye vesvese etmek, vera’ değildir. Sıddîklar, böyle vesvese yapmazdı. Her buldukları su ile abdest alırlardı. Elbisenin, suyun temizliğinde vesvese etmek, gösteriş yapmağa yaklaşır ve nefsin hoşuna gider. Hâlbuki, Sıddîkların vera’ı, kalb temizliğidir.

Bunu insanlar görmez. Bunun için nefse güc gelir.

Beşinci derece — Mukarrebler ve muvahhidler vera’ı olup, Allahü teâlâ için olmıyan herşeyden, yimekden, içmekden, yatmakdan, söylemekden sakınırlar. Yahyâ bin Mu’âz “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz” ilâc içmişdi. Zevcesi, odada biraz dolaş dedi. Gezmeğe bir sebeb göremiyorum. Otuz senedir hesâb ediyorum. Allah rızâsı için olmıyan bir hareketde bulunmadım dedi. Bunlar, din için niyyet etmedikce hareket etmezler. Yimeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve kuvveti bulmaları niyyeti iledir. Her sözleri, Allah içindir. Başka niyyetleri harâm bilirler.

Bu dereceleri bildirmekden maksadımız, bunları okuyarak, duyarak, kendimizi anlıyalım. Birinci dereceden de ne kadar uzağız. Lâfa gelince, durmadan söyleriz. Meleklerden, göklerden, kıyâmetin nasıl olacağından, Allahü teâlânın sıfatlarından sorarız, konuşuruz. Halâle, harâma, islâmiyyetin emrlerine gelince, susarız. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İnsanların en kötüsü, köşkler, çeşidli yemekler, renkli elbiseler içinde, boş oturup, herkese hoş gelen, lüzûmsuz sözlerle vakt geçirenlerdir).

3 — Halâl ve harâmlar: Çok kimseler, dünyâ malını, hep harâm sanır. Ba’zısı da, dünyâdaki şeylerden çoğu harâmdır der. Burada, insanlar üç dürlüdür: Bir kısmı vera’da ileri gidip, yalnız meyve, balık, av eti gibi şübheli olmıyan şeyleri yiriz der. Bir kısmı da, tenbel, miskîn oturup, her istediğimizi yiriz, hiçbirşey ayırd etmeyiz der. Üçüncü kısm, herşey yimeli ammâ, lüzûmu kadar, der. Bunların üçü de yanılmakdadır. Doğrusu şöyledir ki; (Halâl meydândadır. Harâm meydândadır. Şübheliler ikisi arasındadır. Kıyâmete kadar böyledir). Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” böyle buyurmuşdur.

Dünyâ malından çoğu harâm diyen yanılıyor. Evet, harâm çokdur. Fekat, dahâ çok değildir. Çok başkadır, dahâ çok, başkadır. Nitekim, hasta çokdur, tüccâr çokdur, asker çokdur. Fekat, insanların çoğu değildir. Zâlimler çokdur. Ammâ mazlûmlar dahâ çokdur. (İhyâ) kitâbımızda, bunu uzun bildirdik.

Şunu iyi bilmelidir ki, insanlara, (Muhakkak halâl olan, Allahü teâlânın halâl bildiği şeyleri yiyiniz!) diye emr olunmadı. Bunu kimse yapamaz. Belki, (Halâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!) denildi. Harâm olduğu meydânda olmıyan şeyleri yiyiniz denildi ki, bunu herkes yapabilir. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir müşrikin destisinden abdest aldı. Ömer “radıyallahü anh”, hıristiyan kadının destisinden abdest aldı. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, kâfirlerin verdiği suyu içerlerdi. Hâlbuki, pis, necs olan şeyleri yimek harâmdır. Kâfirler ise, çok kerre pis olur. Elleri ve kapları şerâblı olur. Hepsi leş yir. [Ya’nî, Besmelesiz kesilen veyâ kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvanları yirler.] Fekat, pisliği görülmedikce, temiz deyip yirlerdi. Aldıkları kâfir şehrlerinde, kitâblı kâfirlerden et, peynir satın alır, yirlerdi. Hâlbuki, o şehrlerde müslimân olmıyanlar arasında içki satan, fâiz alıp veren ve dünyâya gönül bağlıyan yok değildi. Bu bakımdan insanlar altı kısmdır:

Birinci kısm — Yabancıdır. Sâlih mi, fâsık mı belli değildir. Meselâ, bir köye gidince, herkesle alış-veriş etmek câizdir. Herkesin elinde bulunanın, kendi malı olduğunu kabûl etmelidir. Harâm olduğunu gösteren bir nişân bulunmadıkca, halâl bilmeli ve satın almalıdır. Böyle kimselerle alış-veriş etmeyip, sâlih bildiği birisini aramak vera’ olur. Fekat vâcib değildir.

İkinci kısm — Sâlih bildiğin kimselerdir. Bunların malını yimek câizdir. Yimemek vera’ olmaz. Belki vesvese olur. Yimediğin için, o kimse incinirse, yimemek günâh olur. Sâlih kimselere sû’i zan, ya’nî kötü gözle bakmak günâhdır.

Üçüncü kısm — Zâlim kimselerdir. Yol kesiciler, hırsızlar, sultân adamları gibi kimselerden, malının hepsi veyâ çoğu harâmdan olan kimselerden birşey almak câiz değildir. Ancak, halâl olduğu bilinen veyâ halâl alâmeti bulunan kimsenin malını satın almak câiz olur.

(Hadîka) sonunda buyuruyor ki, (Vera’) ya’nî halâle, harâma dikkat etmek abdeste ve necâsete dikkat etmekden dahâ mühimdir. Fekat zemânımızda halâl ve harâmı gözetmek, hattâ Ebülleys-i Semerkandînin en kolay olan fetvâsına bile uymak çok güc oldu. Bu fetvâya göre, malının çoğunun halâl olduğu sanılan kimsenin verdiği hediyyeyi almak, onunla alış-veriş ve kirâlamak câiz olur. Malının çoğu halâl olduğu sanılmıyan kimse ile bunlar câiz olmaz. Çünki, harâm olduğu bilinen mal elden ele geçince, harâmlığı yok olmaz. Harâm mal vârise kalınca, buna halâl olur denildi ise de, bu kavl za’îfdir. (Kâdîhân) fetvâsında diyor ki, (Zemânımızda, şübheli maldan sakınmak imkânsız oldu. Şimdi, müslimânların, harâm olduğunu iyice bildiği şeyden sakınmaları vâcibdir). Şimdi ise, iş dahâ güc oldu. Çünki hadîs-i şerîfde, (Her yıl, kendinden önceki yıldan dahâ kötü olacakdır) buyuruldu. Bunun için, bugün vera’ ve takvâ, kalbi, dili ve bütün uzvları harâmdan korumakdır ve insanlara zulm yapmamakdır ve insanlara ve hayvanlara işkence yapmamakdır ve işçinin ücretini hemen vermekdir. Gönül rızâsı olmadan talebesine bile iş yapdırmamakdır.

Herkesin elinde bulunan malı onun mülkü bilmekdir. Gasb, zulm, rüşvet, hırsızlık, fâiz, harâc ve hıyânet yollarından biri ile [ve alkollü içki satarak] ele geçdiği açıkca bilinen bir malı onun mülkü olmaz. Bunu ondan almak, kullanmak, yimek halâl olmaz. Başka malları, mülkü kabûl edilir. Onları verince almak harâm olmaz. Harâmdan topladığı malları, kendi halâl malı ile, yâhud birbirleri ile karışdırsa, (Mülk-i habîs) denir. Bu habîs karışımdan verince, harâm olduğunu tanımadığı malı, parayı almak câiz olur. Çünki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye göre, böyle harâmdan gelen [ve emânet olarak alınan] paraları kendi halâl malı ile veyâ birbirleri ile karışdırıp da ayıramazsa, hepsi habîs mülkü olur ve kendi halâl malından sâhiblerine tazmîn etmesi, ödemesi lâzım olur. Tazmînden sonra, bu habîs mülkünü kullanması câiz olur. Fâsid akd ile habîs mülk olan malı kullanmak ise, hiç câiz değildir.

(Bezzâziyye)de, nemâz sonunda diyor ki, (Fakîrlere zekât vermek için, zenginlerin vekîli olan kimse, topladığı zekâtları birbirleri ile karışdırınca, hepsi kendi mülkü olur. Fakîrlere kendi malından sadaka vermiş olur. Zenginlerin zekâtları verilmiş olmaz. Zenginlerden aldıklarını onlara ödemesi lâzım olur. Fakîrler, önceden bu kimseye izn vermiş olsalardı, onların vekîlleri olarak toplamış olur, fakîrlerin mallarını birbirleri ile karışdırmış olurdu ve zekâtlar verilmiş olurdu). (Câmi’ul-fetâvâ)da diyor ki, (Bey’ ve şirâ’ bilgilerini öğrenmeden ticâret yapmak halâl olmaz. Her tâcirin bir fıkh âlimi bulup, işlerini buna danışarak yapması, böylece fâizden ve fâsid alış-verişden kurtulması lâzımdır).

İmâm-ı Kerhî fetvâsında, (Harâm semeni göstermeden satın alınan mebî’ müşteriye halâl olur. Eğer, söz kesilirken, harâm olduğu bilinen semen hâzır olup, buna işâret edilir ve bâyı’a bu semen verilirse, müşteri mebî’e habîs olarak mâlik olur). (Hadîka)da el âfetlerinin sonunda diyor ki, (Gasb edilmiş veyâ hırsızlık, hıyânet gibi harâm yoldan elde edilmiş olduğu bilinen bir malı, hediyye, sadaka, mebî’, semen ve ücret olarak almak, kirâ ile kullanmak halâl değildir. Yalnız vârisin, mal sâhiblerini bilmediği zemân, mîrâs kalan böyle malları alması halâl olur. Malın böyle harâm olduğu iyi bilinmezse, herkesin alması câiz olur).

Dördüncü kısm — Malının çoğu halâl olup, harâm da karışık bulunan kimsedir. Meselâ köylü, sultâna da hizmet edip birşey almış ise veyâ tüccâr, sultân adamları ile de mu’âmele etdi ise, bunların malı halâldir. Bunlarla alış-veriş etmek câiz ise de, etmemek kıymetli vera’dır. Abdüllah ibni Mübârekin vekîli, Basradan yazdı ki, sultân adamları ile mu’âmele yapan kimselerle alış-veriş ediyoruz. Cevâbında buyurdu ki, başkaları ile mu’âmele etmiyorlar ise, bunlardan birşey almayınız. Başkaları ile de mu’âmele ediyorlar ise, mu’âmele yapınız!

Beşinci kısm — Zâlim olduğu bilinmiyen, malı belli olmıyan, fekat üzerinde zâlimler alâmeti bulunan, onların kıyâfetini taşıyanlardır.

Ellerindeki malın halâl olduğu bilinmedikce, bunlarla alış-veriş etmemelidir.

Altıncı kısm — Zâlim kıyâfeti bulunmıyan, fekat fısk alâmeti bulunan kimselerdir. Meselâ, ipek elbise giyer, altın yüzük veyâ sâat gibi harâm kullanır. İçki içer. Yabancı kadınlarla konuşur. Yapdıklarının günâh olduğuna inanıyor, kendilerini suçlu biliyorlarsa, bunlarla mu’âmele harâm olmaz. Çünki, günâh işlemekle malları harâm olmaz. Ancak, günâhdan kaçmıyan, harâm maldan da kaçınmaz denilirse de, bu düşünce ile, malına harâm denilemez. Zâten, kimse günâhsız değildir. Günâh işleyip de, kul hakkından korkanlar çokdur.

[Halâli, harâmı ayırd etmiyen, farzı yapmağa, harâmdan kaçınmağa ehemmiyyet vermiyen mürted [Allaha düşman] olur. Bununla alış-veriş edilmez. Malı, mülkü, onun olmaz. Nikâhı sahîh olmaz. Müslimânlardan, mîrâs alamaz. Kelime-i şehâdet getirse, nemâz kılsa, ben müslimânım dese de, müslimân olmaz. Bu sözlerine ve ibâdetlerine inanılmaz. Dinden çıkmasına sebeb olan şeye pişmân olması, buna tevbe etmesi lâzımdır. (Dürr-ül-muhtâr) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, karı koca mürted olup, Dâr-ül-harbe [ya’nî Amerika gibi, kâfir memleketine gidip] yerleşseler, orada çocukları ve torunları olsa, hepsini esîr alsak, kendileri ve çocukları müslimân olmağa zorlanır. Kadın ve çocukları öldürülmez. Torunları ise esîr edilir. Çünki, çocukları, babaları gibi mürteddir. Torunları, dedeye tâbi’ olmaz. Kâfir oğlu kâfir gibi olurlar].

İşte, buna göre alış-veriş etmek lâzımdır. Bunlara dikkat etdiği hâlde harâma düşen kimse, günâhlı olmaz. Nitekim, necâsetle kılınan nemâz kabûl olmaz. Fekat, necâset olup da, bilmese kabûl olur. Necâset olduğunu nemâzdan sonra anlasa, kazâ etmek lâzım gelmez de demişlerdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, nemâz içinde, na’lınını çıkardı. (Cebrâîl) “aleyhisselâm”, (Na’lının kirli olduğunu haber verdi) buyurdu ve nemâzı kazâ etmedi.

(Bu maldan kaçınmak lâzım değilse de, kıymetli vera’dır) dediğimiz yerlerde, bu malı nereden aldın demek câiz olur. Fekat, sorunca o kimse incinirse, sormak harâm olur. Çünki vera’, ihtiyâtlı olmakdır. Müslimânı incitmek ise harâmdır. O hâlde, güzellikle sormalı. İkrâm ediyorsa, bir behâne ile yimemelidir. Çâresiz kalırsa, incitmemek için yimelidir. Başkasına da sormamalıdır. Çünki, kendisi işitirse dahâ çok üzülür. Tecessüs ve gıybet ve sû’i zan olur ki, hepsi harâmdır. İhtiyâtlı davranmak için halâl olmazlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” müsâfir olduğu zemân, ne verseler kabûl buyururdu. Nerden aldınız diye sormazdı. Hediyye de kabûl eder, sormazdı. Ancak şübheli olduğu meydânda ise, meselâ, Medîne-i münevvereye yeni teşrîf buyurduğu zemân, getirdikleri şeylere, hediyye mi, sadaka mı diye sorardı. Çünki, o zemân şübheli idi. Sorunca, kimse incinmezdi.

Bir yerde, yağma edilmiş, çalınmış şeyler ve hayvanlar satılıyorsa, çoğunun harâm olduğunu bilen kimse, buradan birşey satın almamalıdır. Eğer ihtiyâcı çoksa, nereden aldın diye sormalı. Halâlden olduğu anlaşılanı almalıdır. Çoğunun harâm olmadığı biliniyorsa, sormadan almak câiz ise de, sormak vera’ olur.

İnsan necâsetini yalnız başına satmak ve insandan ayrılan herşeyi satmak harâmdır. Hepsini gömmek lâzımdır. İnsan necâsetini yalnız başına da kullanmak câiz değildir. Toprak veyâ başka şeyle karışık satmak ve kullanmak sahîhdir. Hayvan gübresi, yalnız olarak da satılır ve kullanılır. Diğer üç mezheb imâmı “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hayvan gübresi satmak da câiz değildir dedi.

Mekke-i mükerreme şehrinde, binâ, arsa, tarla satmak câizdir. Bunun gibi, bir kimsenin vakf erâzî üzerine yapdığı binâ mülkü olur. Bunu satması câiz olur. Mekkedeki binâları hac zemânında, hâcılara kirâya vermek harâmdır. Onlara ücretsiz olarak ikrâm olunur. (Bedâyı’)de, beşinci cild, 146. cı sahîfede diyor ki, (Mekkedeki evleri, hac zemânında, hâcılara kirâ ile vermek mekrûhdur).

Şerâb yapan müslimâna üzüm ve şirâ satmak câizdir. Müslimânların şerâb satması ve bundan aldığı para harâmdır.

Hattâ borcunu ödemek için, müslimân şerâb satsa, alacaklının, bu parayı alması harâmdır. Zimmîdeki borcunu, şerâb parasından alması halâldir. Fekat, tenzîhen mekrûhdur. [İkinci kısmda, kırkıncı ve üçüncü kısmda, altıncı maddelere bakınız!]

İbni Âbidîn, hayvan zekâtının sonunda ve Kâdî-zâde Ahmed efendi, (Birgivî vasıyyetnâmesi şerhi)nde diyor ki, (Bir kimse, elindeki kat’î harâm olan maldan sadaka verse, sevâb umsa, alan fakîr, harâmdan olduğunu bilerek, verene Allah râzı olsun dese, veren de veyâ başka bir kimse de âmîn dese, hepsi kâfir olur). İbni Âbidîn, burada buyuruyor ki, (Harâm olduğu bilinen belli mal ile câmi’ yapdırmak ve başka hayr yapdırmak ve bunlara karşılık sevâb beklemek de küfrdür).

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, zekât verilecek yerlerin sonunda buyuruyor ki, kendisine ve bakması vâcib olanlara lâzım olandan fazla malı bulunan kimsenin sadaka vermesi müstehabdır. Bakması vâcib olan kimsesi muhtâc iken, bunun sadaka vermesi günâhdır. Sıkıntıya sabr edemiyecek kimsenin, kendi muhtâc olduğu malı, parayı sadaka vermesi câiz değildir. Tahrîmen mekrûhdur. Sadaka veren kimsenin, sadaka sevâbını, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize ve bütün mü’minîn ve mü’minâta göndermeğe niyyet etmesi iyi olur. Çünki, kendi sevâbı azalmaz ve hepsine de ayrı ayrı, hep o kadar sevâb verilir. 

(Hadîka) sonunda diyor ki, (Bir kimse, sultândan hediyye, sadaka alsa ve bunun, birinden zulm ile alınmış olduğunu bilse, sultân, bu malı, kendi halâl malı ile veyâ başkasından zulm ile aldığı mal ile karışdırmış ise ve birbirlerinden ayrılamaz ise, alması câiz olur. Yalnız o malı verirse, alması câiz olmaz. Çünki, başka mal ile karışdırınca, hepsi sultânın mülkü olur. Sâhibinin o malda hakkı kalmaz. Sâhibine tazmîn etmesi, ya’nî malın benzerini, benzeri yoksa, aldığı gündeki kıymetini vermesi lâzım olur. Tazmîn etmeden kullanması halâl olmaz. Başka mal ile karışdırmazsa, mülkü olmaz. Sultân, zulm ile aldığı mal ile, gıdâ maddesi satın alıp, fakîre yidirse, yimesi halâl olur. Zulm ile aldığını bilmiyen kimsenin, zulm ile toplanan maldan yimesi câiz olup, bilmemesi özr olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İstemeden verilen şeyi alınız! Allahü teâlânın gönderdiği rızkdır).Hükûmet adamlarından hediyye almak câizdir. Bir kimse, bir ta’âm çalsa, zorla alsa, eline geçirmesi harâm ise de, malın sıfatı değişince de mülkü olur. Böyle bir ta’âmı pişirdikden sonra, tazmîn etmek şartı ile, yimesi, satsa veyâ hediyye etse, alanın da yimesi, câiz olur. Kıymetini vermeden satması, hediyye, sadaka vermesi harâm ise de, nâfiz [ya’nî sahîh] olur. Fâsid bey’ ile satın aldığı malı kullanmasına benzer. Satsa, bedeli halâl olur.) Hâlbuki, mırdar eti, ya’nî leş eti ve domuz eti ve şerâb gibi kendileri kat’î, açık delîl ile harâm olanlar, hiçbir zemân halâl olmaz. Sâhibi satsa, hediyye etse, halâl etse de, yimek câiz olmaz. Bunlara halâl diyen, yirken bilerek Besmele çeken kâfir olur. Kat’î harâmların hepsi böyledir. Meselâ, nikâhı harâm olan kadınlarla evlenmeğe halâl diyen kâfir olur.

İbni Âbidîn, beşinci cildde buyuruyor ki, (Âlimlerin çoğuna göre, müslimân ölüp, şerâb parası bırakırsa, vârislerin bu parayı alması halâl olmaz. Gasb edilmiş mal ve zulm ile alınan ve rüşvet, çalgı, tegannî ücretleri, kumâr paraları da böyledir. Vârislerin, bu paraları sâhiblerine geri vermesi, sâhibi bilinmiyorsa, fakîrlere dağıtması lâzımdır. Kullanması harâm olur. Ölenin harâm kazandığını bilir, fekat hangi malın harâmdan geldiğini ayıramazlarsa, mîrâsın hepsi halâl olur ise de, fakîrlere vermeleri iyi olur. Kullanmaları harâm olan malı vererek satın aldıklarını yimeleri ve kullanmaları halâl olur. Sâhibleri bilinmiyen harâm malın vârislere halâl olacağı da bildirildi. Tegannî, çalgı ücretleri, pazarlıkla olmayıp, parasız okursa, hediyye olarak aldıkları para habîs olmaz. Halâl olur. Dilencinin birikdirdiği para ve mal habîsdir. Bir kimse, harâm olarak edindiği malı başkasına verse, o da, başka birine verse, harâmdan geldiğini bilenlerin bunu alması harâm olur. Fâsid satış müstesnâdır. Zevce, kocasının harâm para ile satın aldığını, harâm karışık malını yirse, kullanırsa, câiz olur.

Günâh kocasına olur.

Herşey ile yarış etmek ve bilmece çözmek halâldir. Bunları kumâr ile yapmak harâmdır. Koşarak veyâ at ile ve silâh ile, ok ile hedefe atmak gibi harbde kullanılan şeylerle yapılan yarışlarda, bir tarafdan mal şart etmek de câiz olur. Ya’nî iki kişiden yalnız biri, sen kazanırsan, ben sana vereceğim. Ben kazanırsam, sen bana vermiyeceksin derse veyâ bir üçüncü kimse, yarışa katılan cemâ’at arasından kazanana ben vereceğim derse, câiz olur. Fekat harbe hâzırlık için yapılmaları lâzımdır. Oyun, gösteriş, övünmek için yapılan her yarış mekrûh olur. Nemâza mâni’ olacak kadar devâm ederse, harâm olurlar. Harbde kullanılan şeyleri öğrenmek mendûbdur. 2. ci kısmda, 16. cı ve 31. ci maddelerin baş taraflarına bakınız! İki tarafın da mal vermesi şart edilirse, (kumâr) olur. Kumâr oynamak harâmdır. Bir üçüncü kimse de yarışa katılıp, ikisini de geçerse, ikisinden de alması, ikisini de geçemezse, ondan birşey alınmaması şartı ile, ikisinden geride kalanın, geçene mal vermesini şart etmek câiz olur. Kıbleye karşı atış mekrûhdur.

İki ilm adamının bir konuda münâkaşa edip, bir taraflı mal şart etmeleri de câizdir. Birçok ilm adamından sözü doğru olana, hâricden birinin mal vermesi de câizdir. Fekat münâkaşaya katılanların birbirlerine mal vermeleri kumâr olur). Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun, sahîh ve câiz olan satışlarda, söz kesilirken, müşteriye satın aldığı maldan başka bir şey de vermek şart edilmezse, satıcı tarafından hediyye olarak sonradan vermek câiz olur ve bunun için, müşteriler arasında kur’a çekmek harâm olmaz. Müslimân, ikrâmiyyeli mal satın almağı değil, ucuz ve iyi malsatın almağı düşünmelidir. Üçüncü kısmda, 4. cü madde sonuna ve 6. cı maddede, (Fâsid satışlar)a bakınız!

(İbni Âbidîn), imâm seçimini anlatırken diyor ki, (Ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olan şartlara müsâvî olarak mâlik olanlar arasından birini seçmek için, (Kur’a) yapılır). [Bir mekânın, bir malın, buna müşterek mâlik olan ortaklar arasında kur’â ile taksîm edileceğini de, (kısmet) bahsinde uzun bildirmekdedir. Kur’â çekmek câizdir ve sünnetdir. Mülk sâhiblerinin haklarının mikdârlarını değişdirmek veyâ ortaklardan birinin hakkını yok etmek yâhud hakkı olmıyana pay vermek için yapılan kur’â (piyango) harâm olur. İki veyâ çok kimse, aralarında para toplayarak bir emânetçiye bırakıp, aralarından seçdikleri birinin veyâ vekîlinin, bunu fakîrlere, hayr kuruluşlarına dağıtması câiz olduğu gibi, fakîrler arasında kur’â çekip kazananlarına dağıtması da câizdir. Kendi aralarında piyango çekip kazananların, vermiş oldukları paradan fazla almaları kumâr olur. Geri kalan kısmı hayr yere bağışlamaları, bu piyangoyu kumârlıkdan kurtarmaz. Herbirinin, kendi verdiğini geri alması câizdir. Kendi hissesini içlerinden birine hediyye edebilir. Emânetcinin ücretini, paraları oranında öderler. Emânetci emânet parayı kullanamaz. Bankaya yatıramaz. Banka emânetci olabilir. Kendilerinden biri de emânetci olabilir. Kumâr, yarışlarda olduğu gibi, tavla ile, dama taşları ile, iskambil kâğıdları ile yapılan her oyunda, futbol oyunlarında da olur. Bunların hepsinde ve ilm adamları arasındaki kumârda, sözleri, tahmînleri yanlış çıkanlar, tahmînleri doğru çıkanlara mal, para vermekdedir. Kumâra katılanların herbirinde, hem almak hem de vermek ihtimâli vardır. Kumâr oynatmak, yarışmak demek değil, tahmînde yanılıp yanılmamak demekdir. Bunun için, oynıyanlar arasında olduğu gibi, oynamayıp, yarışmayıp, yarışanlardan kazanacakları önceden tahmîn edenler arasında da kumâr olur. Hattâ yalnız bir kişinin yapdığı işin başarılı olup olmıyacağını, tahmîn edenler arasında da olur.

Kumârda, sonu tahmîn edilen işin oyun olması, kazanclı, başarılı olması veyâ zararlı olması arasında fark yokdur. Canbazın düşüp düşmiyeceğini, geminin batıp batmıyacağını tahmîn edenlerin, birbirlerine para vermek için sözleşmeleri de kumâr olur. Bunun içindir ki, oyun, yarış yapılmaksızın, kumârcıların ismleri veyâ para ile aldıkları biletlerin numaraları arasında piyango çekerek, çekilen numara sâhiblerine, biletlerden toplanan paraların hepsini veyâ bir mikdârını dağıtmak kumâr olur.

Çünki, piyangoya katılanların hepsi kendi numarasının çekileceğini ümmîd etmekdedir. Bu tahmînleri doğru çıkanlar, yanlış çıkanların önceden vermiş oldukları paralardan almakdadırlar. Aldıkları para ile, önceden bilete verdikleri paranın farkını, tahmînleri yanlış çıkanlardan almış olmakdadırlar. Tahmînleri yanlış çıkacaklardan para toplamak güç olacağı için ve bunlar önceden belli olmadıkları için, piyangoya katılanların hepsinden, önceden bilet ücreti ismi altında para toplanmakda, tahmîni doğru çıkanların vermiş oldukları, sonra kendilerine iâde edilmekdedir. Önceden toplanan paraların hepsini piyango sâhibi almakda, bundan aslan payını kendine ayırıp, geri kalanını tahmînleri doğru çıkanlara vermekdedir. Piyango sâhibi, kumâra iştirâk etmese bile, harâma sebeb olduğu için, büyük günâh işlemekde ve piyangoya iştirâk edenleri soymakda, sömürmekdedir. Harbe ve ilme yarayan mubâh yarışların ve hayr ve yardım işlerinin ve diğer mekrûh oyunların çoğu, kumâr veyâ başka harâmların karışmaları sebebi ile harâm olmakdadır. Spor-toto oynamak böyledir.]

Bilerek Besmele çekerse denildi. Bundan maksad, yidiği şeyde, yapdığı işde, harâm bulunduğunu bilmesidir. Bunu bilmezse, ma’zûr olup, afv olur. İslâm memleketlerinde, hattâ bugün için, dünyânın her yerindeki müslimânların, ahkâm-ı islâmiyyeyi, ya’nî islâmiyyeti öğrenmesi kolay olup, lüzûmlu şeyleri öğrenmemek, bilmemek özr değil, suç olur. Fekat, tatbîkatde, yanlış yapmak, bilmiyerek yapmak özr olur. Meselâ, şerâb içmenin harâm olduğunu bilmek lâzımdır. Bilmemek özr değil, suçdur. Fekat, içinde şerâb karışık hoşafı veyâ ilâcı veyâ şerbeti, karışık olduğunu bilmiyerek içmek, günâh olmaz. Karışık olduğunu bilmemesi özr olur. Domuz etinin harâm olduğunu bilmemek özr değildir, suçdur. Koyun, sığır eti ile pişdi sanarak, domuz eti ile pişmiş yemeği yimek özr olur, afv olur. (Şir’at-ül-islâm) ikiyüzkırkaltıncı sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Allaha ve Âhıret gününe inanan kimse, şerâb içilen sofraya oturmasın!) buyuruldu. Arkadaşlarının gönlünü hoş etmeği niyyet ederek oturup, şerâb içmemek câiz olur demek ve (Amel niyyete göre değerlenir) hadîs-i şerîfini söylemek, doğru değildir. Çünki niyyet, ibâdetlere ve mubâh işlere te’sîr eder. Harâm işler, iyi niyyet ile câiz olmaz. Yeğitlik göstermek veyâ para, mal kazanmak için gazâ eden kimse, cihâd sevâbı kazanmaz. Mubâhlar iyi niyyet ile yapılınca, hayr olup sevâb kazanılır. Fekat, mü’min kardeşinin gönlünü hoş etmek niyyeti ile harâm işlemek câiz olmaz ve (Mü’mini sevindireni, Allahü teâlâ sevindirir) hadîs-i şerîfine uyulmuş olmaz. Ancak zarûret ve fitne uyandırmamak için, içmemek şartı ile oturabilir ise de, önceden bundan sakınmak lâzımdır.

Dâr-ül-harbde [ya’nî, İtalya, Fransa gibi kâfir memleketinde] îmâna gelen kimse, farzı, harâmı işitince, Dâr-ül-islâmda îmâna gelen veyâ bâlig olan da, o ânda, farzları yapması, harâmlardan kaçınması lâzım olur. Dâr-ül-islâmda farz olduğunu öğreninceye kadar, kılmadığı nemâzları ve tutmadığı orucları kazâ etmesi lâzım olur. Bilmemesi, terk etmek günâhından kurtulması için özr olur. Öğrenmeği terk etdi ise, hiç özr olmaz. İkinci kısm, 16. cı madde sonuna bakınız!

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild, ikiyüzyetmişikinci sahîfede buyuruyor ki, (Rüşvet olarak istenip alınan mal, insanın mülkü olmaz. Veren, geri isteyebilir. İstemeden verdi ise, geri isteyemez. Fekat alanın geri vermesi vâcib olur. Bir âlime, kendine şefâ’at etmesi veyâ zulmden kurtarması için, önceden verilen şey rüşvet olur. Fekat sonra verilen hediyyesini alması câiz olur. Önceden istemesi harâmdır. Önceden verilen hediyyeyi alması câizdir, denildi.

Hocanın talebesinden hediyye alması da câiz denildi. Dînine, malına, cânına zarar gelmesinden korkan kimsenin rüşvet vermesi câizdir. Dînini, malını ve cânını, zâlimlerin zulmünden korumak için ve hakkını kurtarmak için birşey vermek rüşvet olmaz. Alana günâh olur). Hac bahsinde bildirildiği gibi, farzları yapabilmek ve harâmlardan kurtulabilmek için verilen mal da rüşvet olmaz. Bunları almak günâh olur.

Dördüncü cild, üçyüzüncü sahîfede hâkimin rüşvet alması harâm olduğunu anlatırken, rüşveti dörde ayırmakdadır: Müftî, hâkim, vâlî olmak için rüşvet vermek ve birinin, haklı dahî olsa, me’mûra, hâkime rüşvet vermesi ve bunların almaları harâmdır. Çünki zâten vâcib olan şeyi yapmak için birşey almak câiz değildir. Bu işleri yapdıkdan sonra, istemeden verilen hediyye, rüşvet olmaz. Me’mûrların zulmünden kurtulmak veyâ hakkını almak, malını, cânını, dînini, ırzını korumak için me’mûra veyâ aracıya vermek câizdir. Bunların alması harâmdır. Zulm yapılması için vermek ve almak harâmdır.

Bir kimse, halâl mülkü olan malından hediyye verse, istenmeden verilen bu hediyyeyi kabûl etmek sünnetdir. (Hediyyeleşiniz, sevişiniz!) hadîs-i şerîfi, (Künûz-üd-dekâık)da yazılıdır. (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye), ikinci cildinin otuzyedinci mektûbunda diyor ki, (Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere hediyye gönderdi. Kabûl etmedi. Geri göndermesinin sebebini sordu. (İnsan için hayrlı olan, kimseden birşey almamakdır) buyurdunuz deyince, (İsteyip de almak için demişdim. İstemeden verilen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızkdır. Onu alınız!) buyurdu. Ömer de, (Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kimseden birşey istemiyeceğim ve istemeden verileni alacağım) dedi.) Hediyye kabûl etmenin tevekküle mâni’ olmadığı, (Makâmât-ı Mazheriyye)nin yirmisekizinci mektûbunda uzun yazılıdır.

Hükûmetin piyasaya narh, [fiyât] koyması câiz değildir. [Hiçbirşeyin satışında kâr haddi yokdur. Herkes, istediği kadar kâr ile satabilir.] İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cildde buyuruyor ki, (Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” buyurdu ki, Medîne-i münevverede, pahâlılık oldu. Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Fiyâtlar yükseliyor. Bize (Si’r) ya’nî kâr haddi koyunuz denildi. (Fiyâtları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız Odur. Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim) buyurdu. (Dürr-ül-muhtâr)daki hadîs-i şerîfde, (Kâr haddi koymayınız! Fiyât koyan, Allahü teâlâdır) buyurdu. Esnâfın hepsi fiyâtları, fâhiş olarak [mal oluş fiyâtının iki misline] artdırdığı, millete zarar ve zulm hâline geldiği zemân, hükûmetin, tüccârlara danışarak uygun bir narh, kâr haddi koyması câiz olur). [Hükûmetin koyduğu bu fiyâta uymak vâcibdir. Bunun gibi, adâleti, milletin haklarını, hürriyyetlerini koruyan kanûnlara uymak lâzımdır. Bunları korumak için, hükûmete yardımcı olmalı, mal, vergi kaçakçılığı yapmamalıdır. Dâr-ül-harbde, kâfir hükûmetlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.]

İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzellinci sahîfede diyor ki, (Küçük çocuğun muhtâc olduğu şeylerin, meselâ gıdâsının, elbisesinin, süt anne ücretinin fazlasını, çocuğu evinde beslemekde olan annesinin ve erkek kardeşinin, amcasının ve sokakda görerek alıp evinde besliyen kimsenin, çocukdan kendileri için satın almaları ve kendilerinin böyle mallarını çocuğa satmaları câizdir. Bunlardan yalnız annesi, evinde beslediği küçük çocuğunu, ücret ile çalışmağa da verebilir. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre, zî-rahm mahrem akrabâsından olan kadın veyâ erkek de, ecr-i misl ile verebilir). Hayreddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fetvâsında bu kavli tercîh etmişdir.

(Dürer)de ve (İbni Âbidîn)de satışda îcâb ve kabûlü anlatırken ve Alî Haydar beğin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mecelle) şerhi 167, 263, 365 ve 974. cü maddelerinde diyor ki, fâsık, müsrif olmıyan baba, baba ölmüş ise babanın vasîsi, bu da ölmüş ise, ölürken vasıyyet etdiği kimse, bu ikinci vasî de yoksa, babanın âdil olan babası, bu da yoksa, dedenin vasîsi veyâ vasîsinin vasîsi, birinci derece velîdirler. Çocuk yanlarında olmasa dahî, çocuğun menkûl mallarını her zemân, binâları ise zarûret olunca, herkese, hattâ kendilerine satmaları, kirâya vermeleri ve herkesden ve kendi mallarından çocuğun parası ile, çocuk için satın almaları ve çocuğun malı ile ticâret yapmaları ve ticâret yapması için ona izn vermeleri, ücret ile ve ücretsiz çalışmağa vermeleri câizdir.

Kardeş ve amca, çocuk kendi yanlarında olup bakdıkları zemân, ancak çocuğun muhtâc olduğu şeyleri, ona alıp satabilirler. Vasî olmadıkları zemân, çocuğun malı ile çocuğun menfe’ati için, ticâret yapamazlar ve çocuğa ticâret yapması için izn veremezler. Çocuğa gelen hediyyeleri, çocuk için alırlar. Babanın, (Şu malımı küçük çocuğuma şu kadar liraya satdım) yâhud (Filân küçük çocuğumun malını şu kadar liraya kendim için satın aldım) demesi lâzımdır. Hem satması, hem alması için bir kimseyi vekîl edemez. (Oğlum ......nın malından bildiğini, dilediğin fiyât ile dilediğine satmak için) diyerek, birini vekîl eder.

Vakf câmi’, binâ harâb olunca, işe yaramıyan parçaları satılıp, kendi ta’mîrine, tamîri mümkin değilse, yakın bulunan bir vakf binânın ta’mîrine, onun ihtiyâcına sarf edilir. Başka bir yere sarf edilemez. Üçüncü kısmda, altıncı maddeye bakınız!

(İhtiyâr) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Tesbîh, tahmîd, tekbîr ve Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf ve fıkh kitâbı okumak sevâbdır. Ahzâb sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Allahı çok zikr eden erkeklerin ve kadınların günâhları afv olur ve çok sevâb verilir) buyuruldu. Tüccârın, malını müşteriye gösterirken, bunları okuması ve kelime-i tevhîd, salevât okuması günâhdır. Bunları, para kazanmağa âlet etmek olur). İbni Âbidînin beşinci cildinde ve (Dürer)de diyor ki, (Bakkala borc para verip, o para bitinceye kadar ondan mal satın almak harâmdır. Çünki, istifâde etmek şartı ile ödünc vermek fâiz olur. Parayı bakkala emânet olarak vermelidir. Emânet verilen para helâk olursa, bakkal ödemez).

Aşkın bağında açan güllere, bülbül olan,

islâmın hasret ile, beklediği kahramân,

ma’şûkunun aşkından yanıp yanıp kül olan,

ağlasa yeri vardır, seni görmiyen zemân!

İlmîle, irfânîle, sâhib olan (Sıla) ya,

iki temel bilgiyi, vasleden bir araya,

dalıp ucsuz bucaksız, o mu’azzam deryâya,

ve bu Zikr deryâsından en büyük payı alan!

Kimi sâhile gider ve bu bana yeter der;

kimi uzakdan görür, mest olur, başı döner;

kimi yalnız seyreder, kimi bir katre içer;

bir sensin, bu deryâdan, içip içip de kanan!

Kur’ândan, hadîslerden sonra, gelir eserin,

rûhlara şifâ olan, o mubârek sözlerin,

baş kumandanısın sen, velîlerin, erlerin!

ve (Müceddid-i elf-i sânî) adını alan!

Bize seni duyuran, fıtraten dostun olan,

ve cihânda bir tekdir, senin izinde kalan,

(Seyyid Abdülhakîm) O, senin aşkınla yanan,

hurmetine nasîb et, bize şefâ’atından!

Eserinle cihânı, yeniden tenvîr eden,

sihirli bir kuvvetle, bizi kendine çeken,

ondördüncü yüzyılın, zulmetini gideren,

(Arvâs)ın ışığıdır, gerisi hayâl, yalan!

Biz onun talebesi, o sizin tâlibiniz,

muhakkak aks yapar, o nûrlu kalbleriniz,

belli, birbirinize, âşıksınız ikiniz,

ve size âşık olur, (Mektûbât)ı anlıyan!

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Namâza mâni olan işden *Hayr* gelmez kardeşim. Geçen gün, Enver âbi bir kâğıt getirdi bana, önüme koydu. *İmzâ* etmem gerekiyormuş. 


Tam kalemi aldım, imzâ atacakdım ki, o ara saate bakdım. Gördüm ki namaz vakti girmiş. O vakit imzâ atmadım efendim. 


Niçin? Çünkü namaz vakti girmiş. *O anda namaz kılmakdan daha hayrlı birşey olmaz*, dedim. 


*Namazı kılmadan imzâ atarsam, bu imzânın hayrı olmaz*, dedim. Namazı kıldık, sonra imzâyı atdım. 


Birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ben, her namazda, bütün kardeşlerimize duâ ediyorum. 


Bir elin *Sesi* çıkmaz, hepimiz biraraya gelince bu *Hizmetler* oluyor. Allahü teâlâ, bize bu hizmetleri nasîb ediyor. Ne kadar şükretsek az. 


Bu *Fitne* zamânında ufak bir *Hizmet* edene, çok mükâfâtlar vardır, çok müjdeler vardır. Allahü teâlânın en sevdiği amel, Allahın kullarına hizmet etmekdir. 


Allaha şükrediyorum ki, sizin gibi kardeşlerim var. Sizin sâyenizde biz de *Sevap* kazanıyoruz. Allahın dînine, bu fitne fesat zamânında Hizmet ediyoruz. 


Her adımınıza çok *Sevap* alıyorsunuz. Allahın dînine hizmet etmek, Allahın büyük lütfudur, herkese nasîb olmaz. Allahü teâlâ dilediğine nasîb eder bu hizmetleri. Ne büyük *Şeref*. 


Sizin elinizi değil, ayağınızı öpseler azdır. Sizin hizmetlerinizle, Efendi hazretlerinin, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhları *Şâd* oluyor. 


Allahü teâlâ bu hizmetlerden *Râzı*’dır. Bu hizmetlere katılanlardan da râzıdır. Bir kişi, bu hizmetlere katılmakda gevşek davranırsa, *Hatâ*’yı kendinde arasın, İstiğfâr etsin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Gökyüzünde bir yer yokdur ki, *İblîs* oraya secde etmemiş olsun. Yedi kat göklerde, secde etmediği bir karış yer yok. İkiyüzbin sene böyle ibâdet etdi ve meleklere *Hocalık* yapdı. 


Melekler, ona sorarlardı. *Dîni*, o kadar çok biliyordu. Yâni hem *İlmi* vardı, hem de *Ameli*. Ama *ihlâsı* yokdu. İhlâs olmayınca, o ilim ve o amel, onda *Gurûr* ve *Kibir* meydana getirdi. 


Böylece Allahü teâlânın; *Âdeme karşı secde edin!* emrine îtirâz etdi. 


Dedi ki: *Niçin secde edecekmişim? Ben ondan kıymetliyim, ben ondan makbûlüm. O, nihâyet bir çamur*, dedi. 


İşte bu *Kıyâs*, bu kendini beğenmek, bu *Kibir* sebebiyle Allahın emrini beğenmedi, karşı geldi ve ebedî *Cehennemlik* oldu. 


Allah celle celâlüh, eğer bir kulunu *severse*, pek çok kulunu, onun için *Fedâ* eder, hattâ *Yakar* efendim. Pek çok kulunu, o sevdiği kul için *Telef* eder. 


Nasıl mı? Meselâ o sevdiği kula *İftirâ* ederler, hakkında *dedikodu* yaparlar, daha *Kötü şeyler* yaparlar. O sevdiği zât, *Sabr*’eder, ama öbürleri de *Helâk* olurlar. 


Çünkü bir mü'mini kırmak, mü’mini incitmek, gücendirmek, *Kâbe’yi* yıkmakdan daha büyük *Günah*’dır. Onu yapanlar helâk olur, ama o mü’minin lehine olur. 


Onun için kardeşim, ne biz yanalım, ne de bizim yüzümüzden bir başkası yansın, tehlikeli çünkü. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Susan kurtuldu*, buyuruyor. Hadîs-i şerîf bu. 


Peygamberimiz çıkdı, islâmiyeti *Teblîğ* etdi. Ama kendi yakın akrabâları dâhil inanmadılar, hakâret etdiler, düşmanlık yapdılar. 


Ama Cehenneme gitdiler. Ne oldu? Onun uğruna, pek çok insanları helâk etdi cenâb-ı Hak. 


Kimileri *Hâbil* gibi *Peki!* der, hizmet eder. Kimi de *Kâbil* gibi *Hayır!* der, îtirâz eder ve helâk olur. Velhâsıl herkes hür irâdesiyle iş yapar ve karşılığını da görür efendim.

İSLÂMİYYET VE KADIN

İslâm dîni, kadını en yüksek dereceye çıkarmışdır. İslâmiyyetin kadına verdiği kıymeti hiçbir din, hiçbir düşünce vermemişdir. Komünistler, kadının erkeğe eşit olduğunu söyleyip, kadın, erkeğin bütün haklarına mâlikdir deyip, kadına en ağır işleri yapdırdılar. Kadınları demir fabrikalarında, ma’den kuyularında, taş ocaklarında, Sibiryanın soğuk ormanlarında, demir yollarında, beton dökmekde, toprak kazmakda insâfsızca ve buğaz tokluğuna, zorla çalışdırdılar. İslâm kadınına, erkek akrabâsından, fıtra verecek kadar zengin olanlardan, en yakın bulunanı, bakmağa mecbûrdur. Yakın akrabâsı yoksa veyâ fakîr iseler, (Beyt-ül-mâl) ya’nî devlet her dürlü ihtiyâclarını vermeğe me’mûrdur. Evli kadına, zevci her şeyi getirmeğe ve ayrı bir ev tutmağa mecbûrdur. Kızın, babası evinde, her nesi varsa, hattâ kaç hizmetcisi varsa, kocasının, bunları alması lâzımdır. Şâfi’î mezhebinde tütün parasını vermesi bile lâzımdır. Hanefî mezhebinde, kahve ve tütün parası vermek lâzım olmadığı (Redd-ül-muhtâr)da yazılıdır.

Zevci, kadına bakamıyacak kadar fakîr ise veyâ zengin olduğu hâlde, ihtiyâclarını almıyorsa, piyasa kıymetine göre kadının ihtiyâcını mahkeme ta’yîn ederek, yakın akrabânın bu parayı kadına borc vermesini emr eder. Erkeğin satılacak malı yoksa, çalışdırarak bu borcları erkeğe ödetir. Çalışmazsa habs eder. O hâlde, islâm kızı, islâm kadını geçim derdinden, düşüncesinden mu’afdır. O, çalışarak, didinerek para kazanmağa mecbûr değildir. Herşey onun ayağına gelecekdir. Dîn-i islâm, ona bu kıymeti vermişdir. Fekat, kadının, islâmiyyeti, dînini, îmânını, farzları, ibâdetleri, harâmları öğrenmesi farzdır. Babasının veyâ zevcinin, ona bu ilmleri öğretmesi lâzımdır. Öğretmezlerse, büyük günâha girerler. Kadının gidip dışardan öğrenmesi lâzım olur. Kadın, erkekden iznsiz hiçbir yere gidemez iken, bu ilmleri öğrenmek için gidebilir. İslâmiyyetin ilme ne kadar kıymet ve ehemmiyyet verdiği buradan da anlaşılmakdadır.

Müslimân kadını ticâret, fen, san’at ve zirâ’at ile uğraşmağa mecbûr değil ise de, bunlarla meşgûl olması, para kazanması, yasak ve günâh değildir. Yalnız, bunlarla meşgûl olurken ve ilm öğrenirken, erkekler arasına girmemesi, onlara açık görünmemesi, harâmdan sakınması lâzımdır. Çünki, müslimân kadının başı, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkması, erkeklere göstermesi harâmdır, günâhdır. Ehemmiyyet vermezse, aldırış etmezse îmânı gider, kâfir [Allahın düşmanı] olur. Cehennem ateşinde sonsuz olarak yakılacağı bildirilmişdir. Sûre-i nisâ otuzbirinci âyet-i kerîmede, kadınların kesb edeceği kazanclarından nasîb alacaklarını, Allahü teâlâ bildirmekdedir. Hadîce-tül-kübrâ “radıyallahü anhâ”, islâmiyyetden evvel ve sonra, ticâretle meşgûl oluyordu, kâtibleri, me’mûrları, hizmetcileri çokdu. Hattâ bir kerre, Muhammed aleyhisselâmı ticâret kâfilesine reîs ta’yîn etmişdi. Kadının yapacağı günâhlardan, ona izn veren erkekleri de cezâ görecekdir. Hâlbuki, erkeğin günâhları, kadına zarar vermemekdedir.

İslâmiyyetde, kadın, harbe de gitmez. Dünyâda râhat ve mes’ûd olduğu gibi, onun Cennete gitmesi de çok kolaydır. (Tenbîh-ul-gâfilîn)de yazılı hadîs-i şerîfde, (Dört şeyi yapan, ya’nî kocasına hıyânet etmiyen, beş vakt nemâz kılan, Ramezân-ı şerîfde oruc tutan ve [onsekiz erkekden] başkasına, [başı, saçı, kolları, bacakları] açık olarak görünmiyen kadın Cennete gidecekdir) buyuruldu. Çünki, doğru kılınan nemâz, insanı günâh işlemekden korur ve İslâmın şartlarını yerine getirmek sevgisini hâsıl eder. Onsekiz mahrem erkeğin kimler oldukları, ikinci kısm, otuzdördüncü maddede yazılıdır. (Tenbîh-ul-gâfilîn)de ve (Şir’a) şerhinde yazılı hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Bir kadın, beş vakt nemâzını kılar, Ramezân ayında oruc tutar, nâmûsunu korur ve zevcine itâ’at ederse, dilediği kapıdan Cennete girer) buyurdu. 

Ebû Mutî’Belhînin, (Lü’lü’iyyat) kitâbından alarak (Rıyâd-un-nâsıhîn)de yazılı hadîs-i şerîfde, (Beş şeyi yapan kadın Cehennemden kurtulur: Beş vakt nemâzını kılar, Ramezân ayında orucunu tutar, zevcini, anasını babasını üzmez, yüzünü ve saçlarını yabancı erkeklere göstermez, dünyâ sıkıntılarına sabr eder) buyuruldu.

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hicretin onuncu yılı, son haccının hutbesindeki sözlerinden, son nasîhatlarından biri, (Kadınlarınıza eziyyet etmeyiniz! Onlar, Allahü teâlânın sizlere emânetidir. Onlara yumuşak olunuz, iyilik ediniz!) olmuşdur. İslâmiyyetde evlenmek, bir kızı mes’ûd etmek, ibâdetdir ve bütün nâfile ibâdetlerden dahâ sevâbdır.

İslâmiyyetde dört kadına kadar almağa emr olunmamış, ancak izn verilmişdir. Ya’nî mubâhdır. Bunun da şartları vardır. Bu şartları taşımayan erkeğin, birden fazla evlenmesi günâhdır. Birinci şart, zevcelerinden herbirini mes’ûd etdirecek kadar zengin olmakdır. Diğer şartları, fıkh kitâblarında yazılıdır.

(Ni’met-i islâm)da diyor ki, (Dörde kadar evlenmek, erkekler için kolaylık olduğu gibi, kadınlar için de, adedleri çok olduğundan kolaylıkdır. İslâmiyyetden önce, bir erkek dilediği kadar kadınla evlenirdi. İslâmiyyet bu sayıyı dörde indirmişdir. Birden fazla evlenmek vâcib olmadığı gibi, mendûb da değildir. Birden fazla evlenmemenin dahâ iyi olduğu bildirilmişdir). Devlet, mubâh olan birşeyi emr veyâ yasak ederse, buna uymak câiz olur.

(Berîka)nın doksanbirinci sahîfesinde diyor ki, (Devletin islâmiyyete uygun emrlerini yapmak vâcibdir. İslâmiyyete uymıyan emrlerine ısyân etmek, fitneye, anarşiye sebeb olmak büyük günâhdır. Büyük zarardan kurtulmak için, küçük zararı yapmak lâzım olur. Fâidesini düşünerek devletin emr etdiği her mubâhı yapmak millete vâcib olur). Dokuzyüzyirmisekizinci sahîfede diyor ki, (Zâlim olan devlete karşı da ısyân etmek câiz değildir). (Hadîka)da, 143. cü sahîfede diyor ki, (Zâlim devlet mubâh işlemeği yasak ederse, buna itâ’at vâcib olur. Kendini tehlükeye atması câiz olmaz). İbni Âbidîn, kâdîlığı anlatırken diyor ki, (Kâfir memleketlerinde kâfir kanûnlarına itâ’at etmek zarûreti olduğundan, sulh ve hud’a yapılmış olur. Mallarına, canlarına, ırzlarına saldırmak da câiz değildir). Yaradılışda, kadınlar, erkeklerden çok olduğu gibi, harblerde, kazâlarda erkeklerin ölmesi, kadınların ölümünden dahâ çokdur, ya’nî erkek adedi, kadından azdır.

İslâmiyyetin dörde kadar izn vermesi, kızların kocasız kalmaması, metres hayâtına, umûmî evlere düşmemesi ve şereflerini, nâmûslarını, se’âdetlerini te’mînat altına almak gâyesi iledir. Hıristiyanlıkda erkeğin bir kadından fazla alması yasak olduğu için, erkekler, metres hayâtı yaşıyor. Komşu, ahbâb kızlarını, talebelerini, işçileri igfâl ediyorlar. Birçok kadınla gizli evlilik bağı kuruyorlar. Bir yandan kadınlar, kızlar fuhşa, felâkete sürükleniyor, istikbâlleri mahv oluyor, bir yandan da, babası belirsiz milyonlarca çocuk, ya çöplüklere bırakılıyor. Yâhud, anasız, babasız, terbiyesiz yetişerek cem’ıyyete yük ve belâ oluyorlar. İslâmiyyetde zenginler dörde kadar evlenip, çocuklar, analı, babalı, terbiyeli yetişir. Evler, âile yuvaları çoğalır. Cem’ıyyet hayâtı kuvvetli ve düzenli olur. Çok evlenmek isteyenler de, zengin olmak için çalışır. İş hayâtı genişler. Ticâret, teknik ilerler.

Erkeğin kadına karşı olan vazîfelerini (Mürşid-ül-müteehhilîn) kitâbı uzun yazmakdadır. (Ma’rifetnâme) kitâbında olanı aynen aşağıda bildiriyoruz:

Ey azîz! Erkeğin zevcesi ile görüşmesinde, otuz şeyi yapması lâzımdır:

1 — Ona karşı her zemân, güzel huylu olmalıdır. [Allahü teâlâ iyi huylu olanları sever. Huysuzları sevmez. Bir insanı incitmek harâmdır. İşkence yapanın evlenmesi harâmdır.]

2 — Ona karşı her zemân, yumuşak davranmalıdır.

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Müslimânların en iyisi, en fâidelisi, zevcesine karşı iyi ve fâideli olandır).

3 — Eve gelince zevceye selâm vermeli, [ya’nî selâmün aleyküm demeli] ve nasılsın? diye hâtırını sormalıdır.

4 — Onu tenhâda neş’eli görünce saçlarını tutup, okşamalı, gülerek, bûs etmeli ve sarılmalıdır.

5 — Tenhâda üzüntülü görünce, onu çok sevdiğini, acıdığını söyleyip hâlini sormalı, tatlı şeyler söylemelidir.

6 — Yapamıyacağı şeyleri bile söz vererek gönlünü almalıdır. Çünki o, evinde kapalı, başkalarından ümmîdsiz ve yalnız kendisine alışmış olan dostu, dert ortağı, ekmek vericisi, kendini neş’elendiricisi, çocuklarını yetişdiricisi ve ihtiyâclarını gidericisidir.

7 — Çocukları terbiyede, ona yardım etmelidir. Çünki, bebek, anasına, gece gündüz ağlayıp, hiç râhat vermez. Onu insâfsızca üzen bir alacaklıdır. O hâlde, ona imdâd edene, Allahü teâlâ yardım eder.

8 — Zevcesine, memleketde âdet olan elbisenin, çamaşırın en kıymetlisini giydirmelidir. Ev içinde, her istediği, güzel şeyleri giydirmelidir. Sokağa çıkarken, bunları da örtmeli, yabancıya göstermemelidir.

9 — İyi şeyler yidirmelidir. Zengin ise, halâl olan herşeyi almalıdır. Ona geniş, kullanışlı, sıhhî ve islâm hanımına yakışan elbise ve nefîs ta’âm te’mîn etmeği, kendine borc bilmelidir. [İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” (Kimyâ-i se’âdet)in yüzkırkbirinci sahîfesinde diyor ki, (Zevcenin nafakasını sıkmamalı, isrâf da etmemelidir. Âilenin nafakasına verilen paranın sevâbı, sadaka sevâbından dahâ çokdur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Gazâ için sarf edilen, köle âzâd etmek için, fakîre sadaka vermek için ve evindekilerin nafakası için sarf edilen altınların en üstünü ve sevâbı çok olanı, evin nafakasına verilen altının sevâbıdır.) İbnî Sîrîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Hiç olmazsa haftada bir kerre tatlı yidirmelidir.) Nafaka te’mîninden âciz olanın evlenmesi harâmdır. Yemeği yalnız yimemelidir. Çoluk çocukla yimek sevâbdır. En mühim şey, nafakayı halâlden kazanıp, halâlden yidirmekdir).]

10 — Zevcesini döğmemelidir. (Dürr-ül-muhtâr) üçüncü cild, yüzseksensekizinci sahîfedeki suçlardan birini işlerse, onu ta’zîr etmesi, edeblendirmesi câiz olur ise de, yine vâcib olmaz.

[Ba’zı kimseler, Nisâ sûresi otuzüçüncü âyetinde, kadınların döğülmesi emr olunuyor diyorlar. Hâlbuki, bu âyet-i kerîmede meâlen, (Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünki, Allahü teâlâ, ba’zı kullarını ba’zısından üstün yaratmışdır. Hem de, erkekler, kendi mallarını, onlar için harc ederler. Kadınların iyileri, Allahü teâlâya itâ’at eder ve zevclerinin haklarını gözetirler. Zevcleri hâzır olmadıkları zemân, onların nâmûslarını ve mallarını, Allahın yardımı ile korurlar. Hıyânet etmesinden korkduğunuz kadınlara, zevc haklarını öğretin ve tatlı sözlerle nasîhat edin! Onları yatağınızdan ayırın. Yine uslanmaz iseler, hafîf döğün! Uslanırlarsa, onları üzecek şey yapmayın!) 

buyuruluyor. Görülüyor ki, mala ve nâmûsa hıyânet etmiyen kadınları döğmek değil, onları hiçbir sûretle üzmek câiz değildir. Hâin olanları da, yumruksuz açık el ile veyâ düğümsüz açık mendil ile hafîf vurarak islâh etmeğe izn verilmişdir. Nâmûsa ve mala hiyânet edenlere, her hükûmet, her kanûn, ağır cezâ yapmakdadır. İslâmiyyet, kadınlara, çok kıymet verdiği, çok acıdığı için, hâin olanlarını kanûn pençesine düşürmeden önce, hafîf vurmakla islâh edilmelerinin de tecribe olunmasını emr etmekdedir.

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir erkek, zevcesini döğerse, kıyâmetde ben onun da’vâcısı olurum). Dünyâ işlerindeki kusûru için, döğmek şöyle dursun, acı, sert bile söylememelidir.

Kadınların kalbleri ince, nâzik ve hislerine tâbi’ olduğundan, birbirlerine hased edenleri çokdur. Bu bakımdan, bilhâssa yeni evliler, uyanık olmalı, ana, kız kardeş ve başka kadınların, zevcesini çekişdirmelerine aldanmamalı, böyle şeyler söylenmesine fırsat vermemelidir. Böyle sözlere uyarak zevcesini incitmekden çok çekinmelidir.

Anası ve kız kardeşleri için zevcesinin söylediklerine karşı da uyanık olmalı.

Anaya eziyyet olunmasına hiçbir sûretle göz yummamalıdır. Anasına, kendisi, zevcesi ve çocukları, herhâlde saygı göstermelidir. Ana babaya, kayın vâlide ve kayın pedere hurmet, hizmet edilmesi birinci vazîfe olmalıdır. Büyüklerin rızâsını, düâsını almağa çalışmalı, hayr düâlarını, büyük kazanc bilmelidir].

11 — Allahü teâlânın emrlerini yapmak husûsunda olan kusûru için, bir günden çok dargın durmamalıdır.

12 — Zevcesinin huysuzluklarını yumuşak karşılamalıdır. Çünki, kadınlar iğri kaburga kemiğinden yaratılmışdır. Aklları ve dinleri erkeklerden azdır. Erkeğe emânet olunmuşlardır. Gülerek, tatlılıkla geçinmek için alınmışlardır.

[Aklı olan zevc ve zevce, birbirlerini üzmezler. Hayât arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alâmetidir. Zâlim, huysuz kimsenin hayât arkadaşı devâmlı üzülerek a’sâbı bozulur. Sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, çeşidli hastalıklar hâsıl olur. Hayât arkadaşı hasta olan bir eş, mahv olmuşdur. Se’âdeti sona ermişdir. Eşinin hizmetinden, yardımlarından mahrûm kalmışdır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle, ona doktor aramakla, ona, alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer. Bütün bu felâketlere, bitmiyen sıkıntılara kendi huysuzluğu sebeb olmuşdur. Dizlerini döğmekde ise de, ne yazık ki, bu pişmânlığının fâidesi yokdur. O hâlde, ey müslimân! Hayât arkadaşına yapacağın huysuzlukların, işkencelerin zararlarının kendine de olacağını düşün! Ona karşı, hep güler yüzlü, tatlı dilli olmağa çalış! Bunu yapabilirsen, rahât ve huzûr içinde yaşar, Rabbinin rızâsını da kazanırsın!]

13 — Zevcesinin ahlâkında bir değişiklik görürse, kabâhati kendinde bulup, ben iyi olsaydım, o da böyle olmazdı, diye düşünmelidir. Evliyâdan birinin zevcesi, huysuz idi. Buna hep sabr eder, soranlara derdi ki, eğer onu boşarsam, ona sabr edemiyen biri alır da, ikisinin birden felâkete düşmelerinden korkarım. Büyükler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” buyurmuş ki, (Bir kimse âilesinin huysuzluğuna sabr ederse, altı şey, ziyândan kurtulur: Çocuk dayakdan, tabak bardak, kırılmakdan, ahırdakiler döğülmekden, kedi sövülmekden, müsâfir gücendirilmekden, elbise yırtılmakdan kurtulur). Bunlar, (Şir’at-ül-islâm)da da yazılıdır.

14 — Ehli kızınca, susmalıdır. Böylece kadın, pişmân olup, özr dilemeğe başlar. Çünki o, za’îfdir. Susunca mağlûb olur.

15 — Ehlinin iyiliği çoğalıp, her işi seve seve yapınca, ona düâ etmeli ve Allahü teâlâya şükr etmelidir. Çünki, uygun bir kadın büyük ni’metdir.

16 — Zevcesi ile öyle olmalıdır ki, zevcim beni herkesden çok seviyor, bilsin.

17 — Bakkal, kasab, çarşı, pazar işlerini aslâ ona bırakmamalı, evin idâresinde onun fikrini sormalı, dışardaki, büyük işleri söyliyerek, onu üzmemelidir.

18 — Zevcesinin câhilce hareketleri için dâimâ uyanık bulunmalıdır. Çünki, Âdem babamız “aleyhissalâtü vesselâm”, ehli, Havvâ anamızın da’veti üzerine, yanlış iş işledi.

19 — Zevcesinin, günâh olmıyan kusûrlarını görmemezlikden gelmelidir. Günâh iş ve sözden vazgeçmesini ve nemâza, oruca ve gusl abdesti almağa devâm etmesini tatlı ve yumuşak sözlerle nasîhat etmelidir. Kıymetli elbise ve zînet eşyâsı alacağını va’d ederek ibâdetleri yapdırmalı, günâhlarını önlemelidir.

20 — Zevcesinin ayblarını, sırlarını, herkesden gizlemelidir.

21 — Zevcesine latîfe, şaka söylemeli ve kadın gibi olup, oyunlar yapmalıdır. Nitekim, Allahü teâlânın sevgilisi “sallallahü aleyhi ve sellem”, ezvâc-ı mütahherasına karşı, insanların en zarîfi idi. Hattâ bir kerre Âişe “radıyallahü anhâ” ile yarış etdi. Âişe vâldemiz geçdi. Bir dahâ yarış etdiklerinde, Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” geçdi. Müslimânın ehli ile oynaması, boş ve günâh değildir, sevâbdır.

İbni Âbidîn beşinci cild, 253. cü sahîfede diyor ki, (Lu’b, la’ib, lehv ve abes, hepsi oyun ile vakt geçirmekdir.

Nerd, ya’nî tavla oynamak, satranc, ondört taş oynamak ve bütün çalgıları çalmak ve dinlemek, raks, dans etmek, hokkabazlık, şaklabanlık etmek, başkaları ile alay etmek, el çırpmak, hep oyun olup, tahrîmen mekrûhdurlar. Devâmlı yapılırsa veyâ farzları yapmağa mâni’ olurlarsa ve kumâr ile yapılırsa, sözbirliği ile harâm olurlar. Def ve kaval, ney çalmak ve dinlemek de böyledir. Hadîs-i şerîfde, (Her dürlü lehv harâmdır. Yalnız, zevce ile oynamak, at ve silâh ile ta’lîm, yarış yapmak câizdir) buyuruldu. Harbe hâzırlanmak için, güreş câizdir). Futbol oynamak, çeşidli bakımlardan harâm olmakdadır.

22 — Zevcesini cadde üstünde, parklara, oyun yerlerine, spor sâhalarına, mekteblere karşı olan evlerde oturtmamalı, yabancı erkekleri görmesine, onlarla konuşmasına sebeb olmamalıdır. Mescide yakın ve sâlih müslimân komşular arasında oturtmalıdır. [38. ci maddeye bakınız!] Sâlih komşular, bunların birbirlerine zulm, işkence yapmalarına mâni’ olurlar. Nasîhat ederler. Yardımlarına koşarlar. Mahkemede, haklı olana şâhidlik yaparlar. Böyle mahalleye, böyle şehre hicret etmek vâcibdir. Müslimânlar, âilesini, iyi havalarda, çayırlara, su kenârlarına, harâm bulunmıyan, kalabalık olmıyan yerlere götürerek gezdirmeli, hava aldırmalıdır. Ta’til günlerinde, kalabalık zemânlarda gezdirmemelidir. Fısk meclislerine götürmemelidir. Birinci kısmda, ellisekizinci madde sonuna bakınız!

23 — Zevcesini, islâmiyyetin yasak etdiği şeklde tahsîle, vazîfeye, fitneye sebeb olan yerlere göndermemelidir. (Behcet-ül-fetâvâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Kadınlar câmi’de, erkeklere verilen va’zı dinlemeğe gelirlerse, vazîfelilerin bunları men’ etmesi lâzım olur). [Mevlid dinlemeğe gelmeleri de böyledir.]

(Hadîka)da, bütün bedenle yapılan günâhların otuzikincisinde diyor ki: Hür olan kadının, yanında zevci veyâ ebedî mahremlerinden biri olmadan yüzdört kilometre uzağa gitmesi harâmdır. Kadınlar çok olsa da harâmdır. Yâ Resûlallah, zevcem hacca gidiyor denildikde, (Sen de berâber git!) buyurdu. (Mahrem) demek, kadınla evlenmeleri ebedî harâm olan, soydan, sütden veyâ nikâhdan akrabâları demekdir. Kız kardeşin, teyzenin, halanın zevcleri mahrem değildirler. Çünki bu kadın, bunlarla evlenebilir. Birinci kısm, ellisekizinci maddeye bakınız! Zimmî mahremi de, müslimân mahremi gibidir. Fâsık olan [kötü kimse olan], emîn olmıyan ve bâlig olmamış küçük mahremi ile gitmesi câiz değildir. Bâlig olmamış gösterişli kızlar da, kadın gibidirler. Kadınların mahremsiz olarak sefere gitmelerinin harâm olduğunu hanefî âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir.

Şâfi’î mezhebinde emîn olunan kadınların toplu olarak mahremsiz, yalnız hacca gitmeleri câizdir. Yanlarında hiçbir erkeğin bulunmaması ve fitne çıkmamasından emîn olmaları lâzımdır. [Hanefî mezhebinde olan kadınların Şâfi’î mezhebini taklîd ederek mahremsiz hacca gitmeleri câiz değildir. Bir hanefînin Şâfi’î mezhebini taklîd etmesi, ancak bir farzı yaparken veyâ harâmdan sakınırken karşılaşdığı haracdan, sıkıntıdan kurtulması için câiz olur. Câiz olduğu zemân da, taklîd edilen mezhebin bütün şartlarına uymak lâzım olur. Haccın hepsini Şâfi’î mezhebine göre yapmaları lâzım olur. Çünki, bir ibâdeti yaparken, harac [sıkıntı] yok iken, iki mezhebi karışdırmak (Telfîk) olur. Müleffikın ibâdeti sahîh olmaz. Bâtıl olur.] (Hadîka)dan terceme temâm oldu.

24 — Zevcesine Kur’ân-ı kerîm okumasını, farzlardan, harâmlardan, ona lâzım olanları öğretmelidir. [Hakîkat Kitâbevinin kitâblarını eve getirip, okumasını te’mîn etmelidir.] Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını bilmiyen fâsık [kötü kimse] ve zevcesine ve çocuklarına öğretmiyen, Cehennemde azâb çekecekdir.

25 — Ehlinden iznsiz, nutfeyi ondan azl etmemeli ve muvâka’ada, o râhatlanmayınca ferâgat etmemelidir. İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ” nikâhda kısmeti anlatırken diyor ki, (Bir kerre cimâ’ ile zevcenin hakkı ödenmiş olur. Tekrârlamak diyâneten vâcibdir. Kadâen vâcib olmaz. Ya’nî kadın, hâkime mürâceat edemez. Tekrârını taleb etmek zevcenin de hakkı olup, taleb edince zevc üzerine vâcib olur. Bu husûsda zemân ve adet bildirilmedi). İfrâtı bedene, tefrîti rûha zarar verir. Dört geceden fazla boş bırakmamalı, denildi. Hayz hâlinde, ya’nî âdet zemânında, ona tekarrüb, ya’nî yaklaşmak harâmdır.

Büyük günâhdır. Âdet (regle) on günden sonra kesilirse, gusl etmese bile, muvâka’a câiz olur. On günden önce, fekat âdet temâm olunca, kesilirse, gusl etdikden veyâ bir nemâz vakti geçdikden sonra câiz olur. On günden ve âdetden önce kesilirse, gusl etse dahî, âdeti olan günler temâm oluncıya kadar, âilesi ile cimâ’ câiz olmaz. Fekat, bu zemân içinde, nemâz kılması ve oruc tutması lâzımdır. Birinci kısmda, ellidördüncü maddeye bakınız!

26 — Zevce, yalnız evde zevcine karşı süslenip, başka kimselere süslenmemelidir. Zevcesi ve kızları açık gezen erkekler, onlarla birlikde Cehenneme gidecek, çok acı azâb çekeceklerdir.

(Halebî-yi kebîr)de diyor ki, (Hür kadının avuç içinden ve yüzünden ve ayaklarından başka bütün vücûdü avretdir. Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kadın avretdir. Açık olarak çıkarsa, şeytân gözlerini çok açarak ona bakar) buyurdu. Ayaklarına avret diyenler de oldu. Nûr sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Müslimân kadınlar, zînetlerini göstermesinler! İş yaparken zarûrî açılanlar günâh olmaz. Baş örtülerini yakalarına kadar örtsünler [Böylece, saçları, kulakları ve göğüsleri iyi örtülsün]) buyuruluyor. Âyet-i kerîmede (Zînet), ya’nî (süs)leri örtsünler demek, zînet takılan, süslenen yerlerinizi örtün demekdir. Açılması günâh olmıyan zînet yerlerinin, yüz ile el olduğunu, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdi. Yine bu sûrede, (Kadınlar ayaklarını yere vurarak yürümesinler ki, ayaklarındaki örtülü zînetlerin sesleri işitilmesin) buyuruldu. Ayakların avret olduğu buradan anlaşılmakdadır). Kadınların örtünmeleri Kur’ân-ı kerîmde emr olundu. Bunu kıskanc olan ba’zı kocalar söylemişdir demek doğru değildir. Böyle sözler, din câhillerinin, hattâ din düşmanlarının, müslimân kadınlarını aldatmak için yapdıkları çirkin iftirâlardır.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde herşeyi açıkca bildirmedi ki, din düşmanlarının bu iftirâlarının bir değeri olsun. Beş vakt nemâzın kaç rek’at oldukları, her rek’atda kaç secdenin farz olduğu ve dahâ nice farzlar Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmedi. Bu farzları açık olarak, Peygamberimiz bildirmişdir. Peygamberimizin bildirdiği farzlar ve harâmlar da, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilen farzlar, harâmlar gibi kıymetlidirler. Bunlara da inanmıyan, kabûl etmiyen dinden çıkar, kâfir olur. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin onyedi yerinde meâl-i şerîfleri, (Allahı seviyorsanız bana tâbi’ olunuz! Bana tâbi’ olanları Allahü teâlâ sever) ve (Allaha ve Resûle itâ’at ediniz. İtâ’at etmezseniz, Allah kâfirleri elbet sevmez) olan âyet-i kerîmeler vardır. Bu onyedi âyet-i kerîme, (Hadîka)da ve (Berîka)da uzun yazılıdır. (Mecma’ul-enhür)deki hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hür kadının, yüzünden ve iki eli ayasından başka, bütün bedeni avretdir) buyurdu. Avret yeri açık olarak erkeklerin yanına çıkmak ve başkasının avret yerine şehvetsiz bile bakmak harâmdır. Yabancı kadının yüzüne de şehvet ile bakmak harâmdır. Hadîs-i şerîfde, (Kadının neresine olursa olsun, şehvet ile bakan kimsenin gözlerine kıyâmet günü erimiş kurşun dökülecek, sonra Cehenneme atılacakdır) buyuruldu. Yabancı genç kadının elini, yüzünü el ile, şehvetsiz bile tutmak harâmdır. Hadîs-i şerîfde, (Yabancı genc kadının elini tutan kimsenin eline kıyâmet günü ateş doldurulacakdır) buyuruldu.

(Zevâcir)deki hadîs-i şerîflerde, (Zevcinin evinden başka yerde başını açan kadın, Rabbi ile kendi arasındaki perdeyi yırtmış olur) ve (Allaha ve Kıyâmet gününe inanan, hamâma gitmesin ve Allaha ve Kıyâmet gününe inanan, zevcesini hamâma göndermesin ve Allaha ve Kıyâmet gününe inanan, şerâb içmesin ve Allaha ve Kıyâmet gününe inanan, şerâb içilen sofrada oturmasın ve Allaha ve Kıyâmet gününe inanan, yabancı bir kadınla, yalnız kalıp halvet etmesin) ve (Âhır zemânda ümmetimin erkeklerinin, avret yerleri örtülü olarak da hamâma gitmeleri harâm olur. Çünki, orada avret mahalleri açık olanlar da bulunur. Avret yerlerini açanlara ve başkasının avret yerine bakanlara, Allah la’net eylesin!) ve (Göbekle dizkapağı arası avretdir) buyurdu.

Hanefî mezhebinde, erkeğin dizi avretdir. Açması harâmdır. Şâfi’îde diz avret değildir. Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinde, göbek de, diz de avret değildir. Bu iki mezhebde yalnız sev’eteyn avretdir. Bu hadîs-i şerîfler karşısında, müslimân hanımlarının örtünmeleri, çıplakların bulundukları yerlere gitmemeleri lâzımdır.

[Müslimânların, apartman katlarında oturmayıp, bağçe içinde müstekıl evlerde oturmaları ve evlerindeki banyolarda yıkanmaları muvâfıkdır. Müslimân erkekler, toplu olarak, çıplakların bulunmadıkları tenhâ sâhillerde denize girer. Hanefî ve Şâfi’î mezhebinde olan erkeğin, gusl abdesti almak için veyâ nafakasını, hakkını kurtarmak için veyâ fitne çıkmasını önlemek için, sıkışık durumda kalınca, diğer iki mezhebi taklîd ederek dizlerini, uyluklarını örtmemesi câiz olur. Fekat sıkışık hâl geçince, bir dakîka bile açık kalması harâm olur. Kadınların sıkışık durumda, mezheb taklîd ederek, hiçbir yerlerini açmaları mümkin değildir. Çünki, dört mezhebde de, kadınların her yerlerini örtmeleri lâzımdır. Kadınları sıkışık duruma düşürecek sebeb de yokdur.

(Tefsîr-i Mazherî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Nûr sûresinin tefsîrinde diyor ki, (Kadın ancak zarûret olduğu zemân ve başı, saçları, boynu ve bütün bedeni örtülü olarak sokağa çıkmalıdır. Kadının sokağa çıkması için zarûret, ihtiyâc maddelerini alacak ve dînini öğretecek kimsesi bulunmamakdır. Baş örtüsü ile yüzünü de örterek ve bedenini örtecek her şeklde kumaş ile örtünerek çıkması câizdir. Burada, yüzünü kelimesi, başını demekdir. Çünki, yüzü açık çıkması, dört mezhebde de câizdir). Buradan anlaşılıyor ki, Osmânlı devletinin son zemânlarında kadınların örtündükleri çarşaf ile örtünmeleri şart değildir. Geniş ve dizden aşağı uzun manto, çorab ve baş örtüsü ile örtünmeleri de câizdir. Yüzaltmışbeşinci sahîfeye bakınız! İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, birinci cildin, üçyüzonüçüncü mektûbunda, (Bütün arab memleketlerinde, pîrâhen, ya’nî kamîs, ya’nî antârî denilen uzun gömlek giyen erkeklerin de, kadınların da çok olduğunu, kadın gömleklerinin yakası kapalı, erkek elbisesinin önü açık, kamîs olduğunu) yazmakdadır. Ahzâb sûresi, kadınların (Celâbîb)lerinden ba’zısı ile örtünmelerini emr etmekdedir. Celâbîb, cilbâblar demekdir.

Ebüssü’ûd efendi tefsîrinde diyor ki, (Cilbâb, baş örtüsünden dahâ geniş ve gömlekden kısa olan örtüdür. Kadınlar bununla başlarını örterler. Yüzü ve bedeni örten her örtüye de denir). Türkçe (Tibyân) tefsîri sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, buna Milhafe, ya’nî dışa giyilen örtü diyor. (Mevâkib) tefsîrinde de ve (Lugat-ı Nâcî)de (câr, ya’nî ferâce uzun gömlek) olduğu yazılıdır ki, manto demekdirler.

Bunun iki parçadan yapılmış çarşaf demek olduğu ve kadınların yalnız bu çarşafı giymeleri lâzım olduğu, tefsîrlerde ve fıkh kitâblarında yazılı değildir. Hattâ, (Harâmdan olan Cilbâb giyenin nemâzı kabûl olmaz!) hadîs-i şerîfindeki (Cilbâb) kelimesine, (Kitâb-ül-fıkh-ı alel-mezâhib-il erbe’a)da kamîs, ya’nî uzun gömlek ma’nâsı verilmişdir. (Müncid)de de, cilbâb, kamîs demekdir diyor. (Câliyet-ül-ekdâr)ın son sahîfesinde de, (Ya Rabbî! Bize hikmetinin celâbîbini giydir) demekdedir. Bu hadîs-i şerîf ve bu düâ, cilbâbı erkeklerin de kullandığını bildiriyor. Şâfi’î (El-envâr) kitâbının hâşiyesinde diyor ki, (Kadının nemâzda, geniş, uzun antârî ve baş örtüsü ile örtünmesi ve elbisesinin üstüne kalın cilbâb örtmesi müstehabdır. Cilbâb, milhafe [ferâce, manto denilen]

uzun, geniş antârî örtü veyâ baş örtüsü demekdir). Âyet-i kerîmedeki cilbâb kelimesine, çarşaf diyerek, geniş ve uzun manto ile örtünmeği red etmek, Kur’ân-ı kerîmi kendi re’yi, kendi görüşü ile, yanlış tefsîr etmek olur.

Şimdi zemân böyle. Zemâna uymadan olmıyor gibi sözler doğru değildir. Masonların yaydıkları yalanlardır. Komünistler, işkence yaparak, öldürerek müslimânları yok ediyor. Masonlar ise, yalan ve bozuk sözlerle okşıyarak müslimânları dinden çıkarıyorlar. Mezhebsizler [zındıklar] de, islâmiyyeti değişdiriyorlar. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâlar veriyorlar.]

27 — Zevcesinden iznsiz sefere, hattâ nâfile hacca gitmemelidir.

28 — Zevcesi nemâz kılıyor ve kendisine itâ’at ediyorsa ve yabancı erkeklere açık saçık görünmüyorsa, ondan başka evlenmemelidir. Zîrâ, zevceleri arasında adâlet ve müsâvât yapmıyanlar Cehenneme gideceklerdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İki zevcesi olup da, ikisine müsâvî bakmıyan kimse, kıyâmet günü, mahşer meydânına yarı iğrilmiş olarak gelecekdir).

29 — Zevceye, gamını, kederini, düşmanlarını, borclarını söylememelidir.

30 — Ona, yanında ve olmadığı zemânlarda, hep hayr düâ etmeli, fenâ düâ etmemelidir. Çünki, gece gündüz onun için çalışmakdadır. Onun ekmekcisi, aşçısı, terzisi ve hamâmcısı ve malının bekcisi ve yoldaşı ve mûnisi ve yârı ve nigârıdır.

(Kimyâ-i se’âdet) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yüzkırküçüncü sahîfesinde buyuruyor ki, (Erkeğin vazîfelerinden onikincisi, zevcesini boşamamakdır. Allahü teâlâ, bütün mubâhlar [ya’nî izn verdiği şeyler] içinde yalnız, talâk vermeği [ya’nî boşamağı] sevmez. Zarûret olmadıkca, birini incitmek câiz değildir).

Dînini bilen ve seven erkekler, her hareketinde islâmiyyete uyarak, hem kendilerine, hem de âile ve akrabâlarına ve bütün mahlûklara hayrlı ve fâideli olur. Bunun için, kızını seven ve onun dünyâda ve âhıretde mes’ûd olmasını istiyen, onu açık sokağa çıkarmamalı, dîni ve ahlâkı bozan televizyonları, radyoları dinlemesine ve böyle olan sinemalara ve topluluklara gitmesine mâni’ olmalıdır. Müslimân olan kimse, kızını müslimân ve sâlih kimselere vermelidir. Mal ve apartman ve mevkı’ sâhibi değil, din ve ahlâk sâhibi dâmâd aramalıdır. Kızını kâfire veren kimsenin kendisi de, kızı da kâfir olur.

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse, kızını fâsıka [kötü kimseye] verirse, Allahü teâlânın emânetine hıyânet etmiş olur. Emânete hıyânet edenlerin gideceği yer, Cehennemdir). Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki, (Kızını fâsıka veren kimse, mel’ûndur). (Şir’a) şerhindeki hadîs-i şerîfde, (Şefâ’atime kavuşmak istiyen, kızını fâsıka vermesin!) buyuruldu. (Eşi’at-ül-lemeât)da, nemâzı gecikdirmemeli bâbındaki hadîs-i şerîfde, (Yâ Alî! Üç şeyi gecikdirme! Nemâzı evvel vaktinde kıl! Hâzırlanmış cenâzenin nemâzını hemen kıl! Dul veyâ kızı küfvü isteyince, hemen evlendir!) Ya’nî nemâzını kılan ve günâh işlemiyen ve nafakasını halâlden kazanan birini bulunca, hemen ona ver, buyurdu.

Sun’î İlkâh: (El-halâl vel-harâm)da diyor ki, (Erkeğin menîsini, bir tüp veyâ başka şey içinde, nikâhlı zevcesi olmıyan yabancı bir kadının rahmine koyup, çocuk hâsıl olmasına, (Sun’î ilkâh) denir. Harâmdır. Çocuk, veled-i zinâ, piç olur).

Süâl: Şer’î nikâhı bulunan bir âilenin çocuğu olmaz ise, (Sun’î ilkâh) ve (Tüp bebek) denilen üsûl ile, çocuk olmasına teşebbüs etmek câiz midir?

Cevâb: Bir erkekle kızın şer’î nikâh yaparak, Allahü teâlâdan çocuk taleb etmelerini tergîb ve teşvîk buyuran hadîs-i şerîfler çokdur. Çocuğu olmıyan zevceynin, Silsile-i aliyyeyi vâsıta yaparak, düâ etmeleri ve meşrû’ sebeblere teşebbüs etmeleri lâzımdır. Zevceynin menîleri alınıp, bir tüpe konuyor. Tüpde ilkâh vâkı’ oldukdan sonra zevcenin rahmine konuyor. Buna (Sun’î ilkâh) ve (tüp bebek) deniyor. Bunun câiz olacağı anlaşılmakdadır. Ancak, buna zarûret olmadığı için, bu işi zevceynin kendilerinin yapmaları, tabîb, hemşîre, ebe gibi yabancıların, bunların avret mahallerini görmemeleri ve sun’î ilkâhın, nikâhsız olan erkekle kız arasında yapılmaması lâzımdır.

(Mecelle)nin yediyüzaltmışikinci (762) maddesinde diyor ki: Güvenilen kimseye bırakılan mala (Emânet) denir. Emânet üçe ayrılır:

1 — (Vedî’a), güvenilen kimseye saklamak için verilen maldır. Söz veyâ hâl ile yapılan îcâb ve kabûl ile hâsıl olur. Veren ve alan, diledikleri zemân fesh edebilir. Bâlig olmaları lâzım değildir. Parasız Vedî’a zâyı’ olursa, ödemez. Ödemesi şart edilirse, sözleşme bâtıl olur. Ücretli olan Vedî’a helâk olunca, ödenir. Mümkin ve fâideli şartla Vedî’a sözleşmesi câizdir. Vedî’a olan malı kendi malı gibi saklar.

Vedî’a olan hayvanın nafakası, sâhibine âiddir. Vedî’a, sâhibinden iznsiz kullanılamaz ve vedî’a, âriyet, kirâ ve rehn ve ödünc verilemez ve sâhibinin borcunu, onun izni olmadan ödeyemez. Bunları izn ile yapabilir. Sâhibi isteyince aynen geri vermesi lâzımdır. Ödemezse gâsıb olur. Vedî’a olan paranın da kendisini verir. Başkasını veremez.

2 — Kirâ veyâ âriyet olarak verilen emânetdir. Îcâb ve kabûl ile hâsıl olurlar. Bâlig olmaları şart değildir. (Âriyet), bedelsiz kullanmak demekdir. Âriyet hayvanın nafakası, kullanana âiddir. Zemân ve mekân ve istifâde şekli sınırlı olarak âriyet vermek câizdir. Şartsız âriyet verilen eve, dükkâna, tarlaya dilediğini koyabilir. Âriyet alan, bunu vedî’a verebilir. Kirâya ve rehne veremez. Sâhibi isteyince veyâ sözleşmedeki müddeti bitince, geri vermesi lâzım olur.

3 — Sözleşme olmadan ele geçer. Meselâ, rüzgârın getirdiği mal emânet olur.

Çık da, bir seyret dışarda, her tarafın rengini,

kudret-i Hakkın cihânda, görünen âhengini!

Bir temiz kan, bir yeşil can, yağdırıp kudret, yere,

yemyeşil olmuş her tepe, neş’elenmiş dağ, dere.

En kısır toprak doğurmuş, emzirir birçok nebât,

fışkırır bir damlacık otdan, tutup sıksan, hayât!

Dün kemikden dahâ katı idi, her çıplak fidan,

bak, ne sağlam kan bugün, her birisinden  damlayan!

Dün uykudaydı belli, milyarlarca canlı teni,

silkinip kalkmış yatakdan, elbiseler hep yeni.

Dün ne mâtemdeydi âlem, yer mahzûn, gökler mahzûn,

şimdi, sevincden her bitki gülmekde uzun uzun.

İşlemiş kırlarda yer yer, Allahın kudret eli,

yalnız söylemekle olmaz, bir gidip de görmeli.

Öyle amma, gördüğüm binbir hikmetin tersine,

bende hâlâ, zevke benzer, duygu yok aslâ yine.

Bir değil, yüzbin behârlar gökden indirseydi Hak,

öyle kararmış ki kalbim, nerde birşey anlamak?

Dem çeker bülbül, beynimde benim, baykuşlar öter.

ne bu sersemlik, eyvâh, bana neler olmuş neler?

Bir tanıdık yok, hayâlim konsa, en bildik yere,

cedlerin rûhu ağlıyor, din düşmüş, yâd ellere.

Atom, füze lâfı yok, yalnız (dinde reform) sesi,

iktisâd, teknik düşünmez, bir dinsizlik hevesi.

Ahlâksızın, hayâsızın, zulmün dinde yok yeri,

reform ister, bunun için ırz düşmanı serseri.

Duygusuz olmak kadar dünyâda büyük derd yok,

öyle salgınmış ki mel’un kurtulan bir ferd yok.

Fende yüksek olsa da, dîni bozulmuş bir millet,

çok baskı yapılsa da, yaşamaz, mahvolur elbet.

Ey ölüm hâlindeki, topraklara hayât veren!

ni’mete küfrân da etsek îmânın za’fı neden?

Bir hâlim yok, bilirim şâyân olan ihsânına,

ah, yükselsem de, bir düşsem, senin dâmânına!

Bir esim ister, kımıldanmak için, canlar bugün,

bir nesîm olsun ilâhî, canlansın kanlar bugün,

İlkbehârın rûhu etsin, bir de bizlerden zuhûr,

yoksa artık, Sûr-i İsrâfîle mi kaldı nüşûr

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

Büyükler kimdir?

Büyükler, Ehl-i sünnet alimi, Abdülkadir-i Geylani, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid-i Bağdadi, Abdülhakim-i Arvasi gibi Allah adamı zatlardır.

Ulûmu zâhiriyyeyi yani islamın 20 ana ve kolları 80 ilim ile fen ilimlerini bir islam aliminin dizi dibinde veya medreselerde çok uzun yıllar içinde tahsil edip derin alim olmuşlardır.

Ayrıca, bir mürşid-i kâmil zatın terbiyesinde ulûmu bâtıniyyeye yani Allahü tealanın zatına ve sıfatlarına ait hakikatlere arif olarak evliyalığın en üst derecelerine vasıl olmuşlardır.

Ulûmu zahiriyye hocalardan ve kitaplardan öğrenilir. Ulûmu batıniyye ise mürşidlerin kalplerinden akar gelir.

(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

NOT;

İslam ilimlerini Osmanlı medrese tedrisatı ile okumamış, Ehl-i sünnet alimi olmamış birilerinin eskiden yaşamış büyük zatların soyunu ve adını kullanarak tarikatçılık yapmaları batıldır. Büyüklerimizin yolu değildir. Ailenin ve çevrenin telkinleriyle, araştırmadan, okumadan, ilmihal bilgilerini Osmanlı kaynaklarından iyice öğrenmeden, şıpın işi birine bağlanan, kendini ahir zamanın küfür ve bid'at batağından kurtaramaz.