İmam ı Azam Ebu Hanife


İmam ı Azam Ebu Hanife...
İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ismi Nu’man, babasının ismi Sâbit’tir. Ebû Hanîfe Ehl-i Sünnetin reisidir. Din-i İslâm’ın en büyük direğidir. Babaları İran şahlarından birine ulaşır. Dedesi Müslüman olmuştu. Hicrî seksen yılında Kûfe’de dünyaya geldi. Yüz elli yılında Bağdad’da şehîd edildi.
Tâbiîn’in ve esas Tebe-i Tabi’inin büyüklerindendir. Fıkhı hazreti Hammad’dan aldı.
Tasavvufda İmam Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin sohbet ve meclisinde kemâle geldi.
Ebû Hanîfe hazretleri fıkhın, ya’nî ahkâm ilminin kurucusudur. Emevîlerin Irak vâlisi Yezid bin Ömer tarafından Kûfe Kadısı yapıldı ise de, kabûl etmedi. Zindana atıp dövdüler.
Abbâsî halifesi Ebû Ca’fer Mansûr da kâdı yapmak istedi. Yine kabûl buyurmadı.
Derin ilmi, keskin zekâsı, aklı, zühdü, takvâsı, hilmi, salahı ve cömerdliği yüzlerce kitabda övgü ile yazıldı. Talebesi pek çok olup, büyük müctehidler, ilmi ile âmil âlimler yetişdirdi. Kendisine Alp Arslan’ın oğlu Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Saîd Muhammed bin Mansûr (494) tarafından kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırılmıştır.
Bugün yeryüzünde bulunan Ehl-i İslam’ın yarıdan çoğu ve Ehl-i Sünnet’in yüzde sekseni Hanefî mezhebindendir.
İmamların evveli, evlâsı, efdali ve en üstünü, Müslümanların büyük imamı, Tâbiîn’in yükseği, ümmetin ışığı, imamların müctehidlerin gözlerinin sürmesi ve medâr-ı iftiharıdır. Menakıbı hakkında söylenen sözler, yazılan yazılar anlatmakla bitmez. Onu ilmi ile, güzel ahlâkı ile, ibâdet ve amelleri ile, din gayreti ile, ictihaddaki derin istinbatı ile anlatmak imkânsızdır. Beyt:
"Ebû Hanîfe doğdu, karanlıkları boğdu."
Ebû Hanîfe (radıyallahu teâlâ anh) zamanının ve sonraki zamanların imamı, rehberi, dört büyük halîfe gibi hatırlatan ve sevdiren Peygamberi! Sözü Hakkın hitabı. Hitabı ise andırır Kitabı. Hakla hakikati, Kitabla Sünneti, Eshabla icma’ı esas alan mezhebinde ahkâm-ı İslâmiyye kitab haline gelmiş, sanki İslâm dini onun mezhebi ile derlenmiş, toparlanmış, en güzel hâlini almıştır. O talebeye hoca, müteallime muallim, müride mürşid, müçtehide imam idi. Ya’nî O, O idi ve bir daha eşi gelmedi.
Her büyük devlette bu nevi hareketlere rastlanır. Bunlar tesadüf değildir. Sağlam ana sağlam evlâd doğurur. Nitekim benzeri örnekleri siyâset, ilim ve san’atta Osmanlı Âli devletinde de vardır. Ya’nî zaman denilen ana, en iyisini doğurmak için kendini zorlar, hilkatindeki en iyileri ortaya koymak için çalışır. Bu bakımdan:

“Dehre -zamana- sövmeyin, onda ulûhiyyet kokusu vardır” buyuruldu.

Zaman ve mekân müsâid idi. Ya’nî Ebû Hanîfe hazretlerinin gelmesi için her şey hâzır idi. Asr-ı Seâdet ve Eshabın devri kalblere yerleşmiş, iki ayaklı canlı insan olmuş, Resûl-i ekremden (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) gelen İslâm yerine oturmuş, ondan başka hiçbir zaviyeden hayata bakmak kalmamış, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn asırları ile pekleştirilmiş, İslâm devlet, İslâmiyyet din ve idâre olmuş, bütün halk Müslüman ve Hakka, adâlete riâyet eder hâle gelmiş ve işte bu mevcûd ortamın bir sistem, ilâhî kanun hâlini alacak zaman ve mekân hazır olmuş idi. Bu ise İslâm devletinin en büyük ihtiyacı olup, tebliğ-i ahkâm ve kalbleri cezb ile birlikte yürüyen amelî devletin tesisi idi. Elhamdülillah.

Bunun için bütün bunları bir araya getirecek îman, ilim, ihlâs ve medeniyyeti iyi bilen bir ulu kişiye ihtiyaç vardı. Ve nihayet zamanı geldi. Zaman denilen ana bütün maharetini ortaya koyup, bütün zamanlarda hayırla yâd edilecek Ebû Hanife hazretlerini doğurdu. Cihan ikinci defa nura gark oldu. O gün güneş yine doğudan doğdu, ama daha parlak idi. O gece dolunayın üzerinde hiç leke yoktu. Denizdeki balıktan meyve ağaçlarına, hatta gecenin karanlıklarına kadar her şey bir başka neş’e ve sevinç içindeydi.
Babalar, analar, kendilerinden daha iyisini doğurmağa hasrettirler. İşte buradan bakarak deriz ki, zaman ve mekân ana ve babası, Ebû Hanîfe hazretlerini doğurunca rahatladı ve vazifesini yapmış olmanın şuur ve huzuruna kavuştu. Bu tür rahatlıklara Eş’arî’de, Gazali’de, Gavs-ı azamda, Şâh-ı Nakşibend’de ve İmamı Rabbânî hazretleri gibi büyüklerin dünyayı teşrîf etmelerinde de rastlanır ve onları doğuran zaman bunların arkasından nice yıllar dinlenir.
Zira zamanın ve mekânın, sâhibi ile alâkası vardır ve bu alâka sebebiyle, müstakil olarak düşünülmezler. Allahu teâlâ ile o kadar çok birlikte kullanılırlar ki, kullar yanlış yapmasınlar diye, Allahu teâlâ zamandan ve mekândan berîdir deyip, ulûhiyyetten ayrı tutarlar, nübüvvet kandilinden iktibas edilmiş bu cins mâlumattan size kısa bir nûmune olarak bunları anlattım.
Kıt’a:
Beklerse daha bin yıl, zaman denilen ana,
Böyle bir er doğurur, ışık saçar cihana.
O ne müdhiş gelişti, geçti ayı güneşi,
Bin küsur yıllar geçti, gelmedi başka eşi.

(Müdrike) ya’nî bir şeyi (anlamak) kuvveti üçdür

[Seyyid Abdülhakîm “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Müdrike) ya’nî bir şeyi (anlamak) kuvveti üçdür: Üçünün de doğru anlıyabilmeleri için, bulundukları uzvların hasta olmamaları lâzımdır. Birincisi, görünen (his organlarındaki kuvvetler) olup, görme, işitme, koklama, gıdânın lezzetini alma ve sıcaklık, sertlik anlama. Bu kuvvetler, insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. Bu kuvvetler olmasaydı, insanlar, taş gibi, odun gibi olurdu.

İkincisi, (akl kuvvetleri) olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmiyen beş organdaki kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, insanların dimâgında [beyninde] bulunur. Hayvanlarda yokdur. Bir şeyin varlığını, bu kuvvetler, güvenilen bir haberi işitmekle veyâ tecrîbe ile yâhud hesâb ile anlar. İyiyi fenâdan, fâideliyi zararlıdan ayırırlar. Fen bilgileri, hesâb, bu kuvvetlerle yapılır.

Üçüncüsü, (kalb kuvveti) olup, müslimânların havâssına, ya’nî yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûsdur. Kalbdeki bu ma’nevî anlama kuvvetine (Basîret) denir. Bu kuvvet ile anlaşılan din bilgileri, akl ve his kuvvetleri ile anlaşılamaz. Akl kuvvetleri ile anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa, anlatamaz. Bunun gibi, kalb kuvvetleri ile anlaşılan bilgileri [din bilgilerini ve meselâ ma’rifetullahı], bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan dahâ yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da dahâ üstün Nebîler, Nebîlerden dahâ üstün Resûller, bunlardan da üstün Ülül’azm dereceleri vardır. Bunların üstünde de Kelîmiyyet, Rûhiyyet, Hullet ve Mahbûbiyyet mertebeleri vardır ki, bu en üstün derece, Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur. Kalb [gönül] denilen kuvvet, yürek dediğimiz et parçasında bulunur.]

EŞYAYI TANIMAK

Bil ki, insanlar arasında meydana gelen görüş ayrılıklarının her biri, bir yönü ile doğrudur. Çünkü varlıkları bir yönü ile tanıyan, bütün yönleriyle tanıdığını sanır. Değişik görüş sahipleri; şehirlerine bir filin geldiğini duyup onun ne olduğunu öğrenmeye koşan körler gibidir. Bunlar file elleriyle dokunurken, birinin eli, onun omzuna; diğerininki kulağına; bir başkasının ayağına; ötekinin dişine rastgelir. Bunlar, kendileri gibi a'malarla buluşup bunlardan filin şekli sorulduğunda, elini filin omuzuna koyan dedi ki: "Fil çok yüksek, gayet çok etli ve kocaman bir hayvandır." Eli filin ayağına gelen dedi ki: "Fil sütûn gibidir." Eli dişine gelen dedi ki: "Fil direk gibidir." Eli kulağına gelen, "Fil bir kilim gibidir" dedi. Hepsinin sözü, bir yönden doğru, bir yönden yanlıştır. Çünkü bunlar, filin bir âzasını tanımakla, tamamını tanıdıklarını sandılar. Müneccim ve tabip de böyledir. Herbirinin gözü, Allahu teâlâ'nın hizmetinde çalışan hizmetçilerden birine takıldı, onun saltanat ve hâkimiyetinden şaşırıp "padişah varsa budur; benim Rabbim budur" dedi. Hidayet yolunda ilerleyenler, anlatılanların noksanını görüp, her neye baksalar onun ötesinde daha üstün bir şeyi görmekle aşağıdakinin ilâh olamayacağını idrak ederek "ben batıp sönenleri sevmem" demiştir.

Kaynak: Kimyâ-yı Seâdet
İmam Gazâlî

İLİM VAR İLİMDEN ÖTE

Bir kimsenin durumu bozulur; dünyadan yüz çevirir; gam,keder onu kaplar;dünya nimetlerini sevmez ve âkibetinden endişe ederse, hekim, buna "hastadır; hayal kurma hastalığına yakalanmıştır. İlâcı kaynatılmış kimyondur" der. Tabiatçı: "Bu hastalığın aslı, dimağa hâkim olmuş kuruluktur. Bu kuruluk kış havasından ileri gelir. Bahar gelip rutubet, havaya galip olmadan o kimse iyileşmeye doğru gitmez" der. Müneccim de der ki: Bu ona Utarid yıldızından gelen bir sevdadır. Sevda, Utarid ile Merih arasında bir sürtüşme olduğu zaman, hâsıl olur. Utarid, iki uğurlu yıldızın (Zühre, Müşteri) yanına gelmeden, yahut aralarında üçleşme olmadan bu hasta iyileşmeye yüz tutmaz." Hepsi doğru söylüyorlar. Ancak "bu onların ilimden erebildikleridir." (Necm Sûresi, âyet: 30-31). Allahu Teâlâ tarafından saadetine hüküm edilen kimse için, iki işgüzar nakib (çavuş) olan Utarid ve Merih'e ferman verilir ki, sür'atle kapı piyadelerinden olan havayı göndererek kuruluk kemendini atıp beyninin ortasına indirsin; dünya lezzetlerinden yüzünü çevirsin. Tâ ki, korku ve keder kamçısı,irâde ve istek dizginleriyle onu Allah'ın huzuruna davet etsinler. Bu anlatılan, ne tıp ilminde, ne tabiat ilminde, ne de astronomi iliminde vardır. Bu ilim, memleketin her tarafını kuşatan, Allahu teâlâ'nın bütün işçisinin,çavuşunun,hizmetçisinin durumu ona gizli ve örtülü olmayan, herbirinin ne tarafa ne maksadla gittiğini, insanları hangi tarafa çağırdığını, hangi taraftan menettiğini bilen Peygamberlere mahsus ilim deryasından çıkmaktadır.

O halde, herbiri ne konuştu ise ve ne söyledi ise hepsi doğru ve vâkıaya uygundur. Ancak bunlar memleketin padişahının ve kumandanının sırrından haberdar olmamışlardır. Allahu teâlâ, bu yol ile (yani, hastalık, sevda, mihnet, belâ ile) insanları kendi huzuruna çağırır ve kudsî hadiste buyurur ki: "Kullarıma verdiğim hastalık değildir, o lütûf kemendidir; dostlarımı onunla huzuruma davet ederim." "Belâ önce peygamberler, sonra veliler ve sonra da herkesin faziletine göredir." Onlara hakaret gözüyle bakmayın; çünkü; "Hasta oldum, hatırımı sormadın" kudsî hâdisi onların hakkında gelmiştir: "Evliyanın hatırını sormak benim hatırımı sormak gibidir" buyurulmuşur.

Kaynak: Kimyâ-yı Seâdet
İmam Gazâlî

Peygamber efendimizin kabr resmi çekilemez

16 Kasım 1979: Babamların evinde yemeğe teşrif etdiler. İçeriye girdiler. Dahâ yerlerine oturmadan, kapının iç tarafındaki üstde asılan kabr resmine bakdılar. “Efendim, bu resmde, Peygamber efendimizin kabr resmi diye yazıyor. Bu resim, Bursa da Osmânlı Sultânlarından birine âiddir.
Bu resim yanlış, onun için, kaldırın. Oradan resm çekme imkânı yokdur.
Kabrin dışında kapısız, penceresiz bir dıvar, onun dışınnda yine kapısız penceresiz bir duvar, dahâ, onun dışında settâre denilen örtü, onun dışında da bilinen demir parmaklıklar var. Kabr-i şerîf görülmüyor. Sâdece, tepede küçük bir hava deliği gibidir, boşluk var. Oradan 500 sene evvel bir kuş
düşmüş ölmüş. Onun çıkarılması için küçük bir kız çocuğunu belinden bağlamışlar, tepedeki delikden indirmişler. Orayı görmek yalnız o çocuğa  nasîb olmuş” buyurdular. Sonra Nûreddîn Zengi'nin rü’yâsında görerek, Peygamber efendimizin mubârek na’şlarını kaçırmak isteyen zındıkları nasıl yakalayıp öldürtdüğünü, o duvarları nasıl yapdığını ve altına kurşun dökdürdüğünü anlatdılar.

Not: Hocamızın talebesi olan ALÎ ZEKÎ AĞAOĞLU'nun hatıralarından olup, hocamız Hüseyn Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh) efendinin Peygamber efendimizin kabr-i şerifinin fotoğrafının çekilemiyeceğine dair anlatımıdır.

Yezid ve Haccac'a dahî lanet lâyık değildir

Hâsıl-i kelâm, cinlerden kâfir olan İblisin hakkında da la'neti terk etmek, itab ve muahazeye sebeb değildir. Eslem ve evlâ olan,cemii mahlûkat hakkında la'neti terk etmektir, velev ki İblis olsun - ki kat'a [kesin] kâfirdir-.

Binâen aleyh, Yezid ve Haccac'a dahî lanet lâyık değildir. Çünkü Server-i âlem namaz kılanlar hakkında laneti nehy buyurmuşlardır. Bunların ise salah ve kıble ehlinden olduklarında şek [şübhe] yoktur.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) 

Eshâb-ı Kirâma Asla Dil Uzatılmaz

Bismillahirrahmanirrahîm

İşbu mukaddime, asıl risâlenin hulâsası makamında olarak, kelâm kitablarından ahz ve telakkı olunmuştur [alınmıştır]. Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Eshabı hakkında biz Müslümanların üzerimize itikad vâcib olan mesâilden biri de, Eshab-ı kirâm hakkında iyilikten gayrı hiçbir söz söylememek ve itikad etmemektir. Zirâ server-i alem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyururlar: " Eshabıma dil uzatmayın. Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infâk etse [verse], Eshabımın bir, hattâ yarım müd sevâbına kavuşamaz".  Kezâ: "Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz" emsâli çok hadîslerin delâletiyle, onlar hakkında iyilikten başkasından keff-i lisân etmek [dilini men' etmek], onları ta'zîm ve herhangi birisinin isimleri geçtikçe "radıyallahü anh" demek lâzımdır. Hususan Muhacirîn ve Ensâr ve Bîat-i Rıdvân ehli, Bedir ehli, Uhud şehîdleri ve sâir gazvelerde bulunanlar-ki bunların cümlesi mükerremdirler- ümmet-i Muhammedin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) icma'ı bunların şanlarının ulvî oldukları üzerine in'ikad etmiştir [birleşmiştir].

Biz müslümanlara vazîfe olan budur ki, bunların üzerimizdeki iyiliklerinin şükrünü edâya sa'y etmek ve "radıyallahu anhüm" duasıyla onlara duada bulunmaktır. Çünkü bunlar dîn-i İslâmda ileri gidip yol göstermişlerdir. Resûlullaha ittiba'da şerîati ta'lîm ve neşr ve ta'mîmde [öğretme ve yayma ve herkese bildirmede] rehber olanlar, ahkâm-ı şeriyyeyi Hayr-ül beşerden (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bize nakl edenler, İslâm dîninin esas kâidelerini ve erkânını, ilm-i yakîn ile teşyîd ve tahkîm edenler [kuvvetlendirenler] onlardır. Aktar ve etrâf-ı âleme [dünyanın her tarafına] ahkâm-ı diniyyeyi neşr eden onlardır. Şerîat dâiresini Allah'ın beldelerine ibadullah arasında tevsî' eden [yayan] onlardır.

Şu bize vâsıl olan ni'met-i uzmadan hangi ni'met daha büyüktür. Bizim üzerimize vâcib olan, ancak bunlara şükr etmektir. Kurûn-ı evvelde [ilk asırlarda] mevcûd olmayıp, sonradan evhâ ve yalan hikâyeler üzerine binâ edilen Eshâb-ı kirâm hakkındaki bazı adavet [düşmanlık] ve ta'n ve la'nlar [dil uzatma ve lanetler] hep Râfızilik ve Şiilikten sirâyet etmiştir. Bu hezeyanların emsâlinden ihtirâz bizim üzerimize vâcibdir. Sahabe-i kirâmın aralarındaki münazaâ ve muharebeleri sahîh, doğru ve makbûl ma'nâlara haml etmeli,yorumlamalıdır. Onların hatâ ve savablarına karışmak ve muhâkeme etmek dînen, aklen,örfen ve sem'an vazîfemiz değildir. Kât'î delillere muhâlif bir bid'attır, fısktır, fucûrdur. Binâen aleyh Muâviye ve emsâline (radıyallahü anh) ta'n ve la'n etmek câiz değildir. Çünkü Server-i âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)in medh buyurdukları Sahabe-i kirâm zümresine dâhildirler. Zirâ, yukarıda bildirildiği gibi: "Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" buyurmuştur.

Hâsıl-i kelâm, cinlerden kâfir olan İblisin hakkında da la'neti terk etmek, itab ve muahazeye sebeb değildir. Eslem ve evlâ olan,cemii mahlûkat hakkında la'neti terk etmektir, velev ki İblis olsun - ki kat'a [kesin] kâfirdir-.

Binâen aleyh, Yezid ve Haccac'a dahî lanet lâyık değildir. Çünkü Server-i âlem namaz kılanlar hakkında laneti nehy buyurmuşlardır. Bunların ise salah ve kıble ehlinden olduklarında şek [şübhe] yoktur. Eshâb-ı kirâmı seb edenlere [sövenlere] ta'zîr la'zımdır. Server-i âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurmuşlar ki "Bir Peygambere söveni öldürün, Eshabıma söveni döğün". Eshâb-ı kirâmın hepsi: "Muahmmed Resûlullahdır, Eshabı da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler" [Fetih-29] âyet-i kerîmesindeki iltifât-ı ilâhî ile kadrü kıymetleri tebcîl edilmiş olup, istisnâsız her ferdin bu Mübeccel zümreye dâhil oldukları dahi sahîh deliller ile sâbittir. Peygamberin eshabı, vefâtı gününde yüzyirmi dört bin veyâ yüzondört bin oldukları sâbittir. Bunların ilim ve irfanları dahî derece-i kemâlde ve cümlesi akıllı ve ictihâd mertebesinde olup kemâliyle müctehid idiler.

Mubârek el yazılarından:

Bismillahirrahmanirrahîm

"Ya Allah bike tahassantü, yâ Allah bike tahassantü, yâ Allah bike tahassantü ve bi abdike ve Resûlike seyyidinâ Muhammedin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellleme istecertü".

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

KUR'ÂN-I AZÎMÜŞŞÂN'IN HAK TİLÂVETİ

Hak tilâvet, Arabî ve edebî ilim ve fenlerde, ya'nî belâgatın üç fennine kemâl-i vukuf ve riâyetle, tecvîde âid kâidelere dahî, kezâlik vâkıf ve murâ'i [riâyet eder] olduğu halde,tefâsir-i şerîfe ve kâffe-i ulûm-i Kur'âniyyeye kesb-i ittila' ve rusûh ettikten sonra, dilini fenâ sözlerden ve kalbini Allah'dan gayri şeylerden tahliye ve zâhirini şerîat-i mutahharanın süsüyle süslü ve huzûr-i kalb ile okumaktır.

Emirlerde haşyet [korku] ve nehîylerde intihâ [sakınmak], kısas ve emsâlde [hikâye ve misâllerde] itibâr [ibret], va'dde ferah ve surür, vâîdde [tehdidde] havf ve bükâ [korku ve ağlama], ya'nî evâmire müteallık olan âyet-i kerîmelerde emre imtisâl ile beraber,kemâliyle îfâ edemeyeceğinden fevt ve haşyet üzere bulunmak ve nehy olunan umûrda [işlerde], ânında menhî [yasak] olan fiilden intiza' [ayrılma] ile beraber bundan sonra ictinâba azimli, kısas ve emsâlde tam bir basîret ve ibret ile nazar edip, kıssadan hisse ne olduğunu fehm etmek ve lutf ve kerem va'd olunan yerlerde, havf ve bükâ [korku ve ağlama] ile murâat edilebilir [riâyet edilir].

Okuyucunun bâtınındaki ma'nâsı nisbetinde şer'-i şerîf ve akl-i müstakîm dâiresinde esrâr-ı hubbiye-i zâtiyye ve envâ-i mükâşefât-ı rûhiyye ile süslenir. Bütün vucûdu Mûsa aleyhisselâmın ağacı gibi, Kur'ân tilâveti ile güyâ [söyleyici] olur. Kur'ân-ı kerîmin harflerinden her bir harfi uçsuz bucaksız bir derya ve nihâyetsiz engin bir deniz olup, her bir zerresinde zâta âid bir sır münkeşîf olur.

Bu hal, ancak zevk ve tahakkuk ile hâsıl olur. Yoksa yok. Gece ve gündüz tilâvetinden doyulmaz.

Avam, yanî vilâyet derecesine irtika etmeyen [yükselmeyen] kârinin [okuyucunun] kırâatı elfazdır. Ulemâ denen havâssın ve vilâyetin ilk mertebelerinde bulunan evliyânın kırâati ma'nânın tedebbürü [tefekkürü]dür. Yüksek derecelere irtika eden Resûl-i ekmelin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) tam tâbileri  olan ahass-ı havassın kırâatı, feyz-i ilâhiyi intizâr [bekleme, gözetme] olup, kalblerine, fuyuzât ve tecelliyâta mazhar olmaları sebebiyle, istidatları nisbetinde feyezân eder. Yüksek ma'nâ ve murâdât-ı ilâhiyyesini kalbin üzerinden icrâ ederek [geçirerek] Kur'ân-ı azîmüşşânı istimâ eden [dinleyen] kimse bir ilm-i zarûri ile anlar ki, kelâmullahdır.

Zirâ o kelâmdaki azamet ve üzerindeki satvet, ancak azamet-i rubûbiyyet ve satvet-i ulûhiyettir. Akıllı kimse her istîma' ettiği [dinlediği] kelâmdan mütekellimini anlar. Sahabe-i kirâm Kur'ânın istimâından Hak celle şânühüyü bilirler ve sıfâtlarına ârif olurlardı ve rububiyyetin istihkakını anlarlardı. İstima'-ı Kur'ân onlara ilm-i kat'î ifâde ederdi. İstima'-ı Kur'ân ilm-i kat'î ifâdesinde muâyene ve müşâhede makamında kaim olur idi. Hattâ Hak subhânehu ve teâlâya celîs olurlardı. Celîs-i ilâhî kimseye mahfî [gizli] değildi. Hak subhânehu ve teâlânın kelâmı birkaç emr [şey] ile bilinir:

Birisi, bu kelâmın her bakımdan tavk-ı beşerden [insanın kavramasından] hâric olmasıdır. Zirâ kelâm mütekellimin ilim, kazâ ve hükmü nisbetindedir. Kur'ân-ı azîmüşşânın delâlet ettiği ilim, kazâ ve hükmün muhît olmasından haber verir. Bu kadar muhît bir ilim ve nâfiz [nüfûz eden] bir kazâ, ancak Cenâb-ı Hakka mahsûsdur. Hâdisin [yaratılmışın] böyle bir ilm-i muhît ve kazâ-yı nâfize mâlik olmadığı bedîhîdir. Hâdis ancak,gayri, elinde bulunduğu ilm-i hadîs ve hükm-i âcize muvâfık söz söyler.

Birisi dahi, Hak celle ve a'lânın kelâmında gayrin kelâmında,mevcûd olmayan bir nefes mevcûddur. Zirâ kelâm, zât-ı mütekellimin ahvâline tâbi'dir. Kadîm olan zâtın kelâmı efvah-i beşerden [insanların ağzından] dahî sudûr etse, satvet-i rubûbiyyeti ve izzet-i ulûhiyeti müsteshıbdir [bulundurur]. Bundandır ki, va'd ve vaîdle [müjde ve tehdîtle] mübeşşîr ve tahvîf ile [müjdeleyici ve korkutucu olmakla] memzûcdur [bir aradadır]. Kur'ân-ı azîmüşşân da izzet ve satvet-i ulûhiyyeti andırır. Bu kadar kâfi değil midir? Bunun mütekellimi bulunan Allah'dır celle celâlühü. Mülk Onun mülkü, beldeler Onun bilâdı,ibâd [kullar]  Onun ibâdı, arz [yer] Onun arzı, semâ Onun semâsı, mahlûkat Onun mahlûku. Bunların hiçbirisinde onun münazi' ve şerîki olmadığı halde onu mütekellimdir. Gayrın kelâmında bunların hiçbirisi yoktur. Allah subhânehu ve teâlâ 'azîz'dir. Onun kelâmı dahi azîzdir.

Birisi dahî budur ki, kadim olan kelâmdan, hâdis olan harfler izâle edilirse,kadîm ma'nâlar hâli üzre [olduğu gibi] bâkı kalır. Allah subhânehu ve teâlânın lütf ve keremiyle basîreti açılan bir insan, kadîm ma'nâlarına dikkat nazarı ile nazar ederse, nihâyetsiz olur. Ondan sonra zâil olan harflere nazar ederse, kadîm ma'nâları, kendisinde setr eden bir sûrete müşâbih olur. Bu sûreti izâle ettiği zamân mestûr [örtülü] olan meâni [ma'nâlar]-i kadîmesini nihâyetsiz görür. İşte Kur'ânın bâtını budur. Sûreti bulunan hurufa [harflere] nazar ederse, iki cildin arasında mahsûr gibidir.İşte Kur'ânın zâhiri de budur. Kırâat-ı Kur'ânı sâkit [sükût hâlinde] dinlerse, kadîm ma'nâlarını elfazın zıllında görür. Mahsûsât  [eşya, maddeler] hâse-i beşerden mahfî [insan duygularından gizli] olmadığı gibi, meâni-i kadîme de bâtının idrâkinden mahfî [saklı] kalmaz. Kelâm, mütekellimin sıfâtının aynasıdır. Akl-i selîm, tab'-i müstakîm, ilim ve uyanıklığa mâlik olan insan, boş zihin ve sâkit [sükûtla] istima'-ı Kur'ân eder [Kur'anı dinleyip], sonra Kur'ândan gayrisini bu sûretle dinlerse, elbette farkı idrâk eder.

Esası, sırf keşfe dayanan farkı dermeyân etmeğe [ortaya koymağa] luzûm görmedim. Zirâ bu fark aklın verâsındadır [ötesindedir].

Resûl-i ekremin Zât-ı Risâletinde sâkin râkid [durgun] bir nûr-i ilâhî var idi. Bu nûr hiçbir vakit gaib olmaz idi. Zira Allah subhânehü ve teâlâ onun zât-ı şerîfine envâr-ı zâtiyyesi [zâtının nûrlarıyla] imdâd [yardım] etmiş idi. Cirm-i şems [güneşin kursu] nûr-i mahsûse [hissedilen ışıklarla] nûrlandırdığı [aydınlattığı] ve güneşin ışığı güneşten ayrılmadığı gibi, nûr-i ilâhî zât-i şerîfinden infikâk etmezdi [ayrılmazdı]. Bu hal kendisinde tabiî bir hâl idi. Bazan bunun fevkınde bir nûr zât-ı Peygamberiyi ihâta eder idi. Bu ihâtâdan bir husûsî müşâhede hâsıl olurdu. Bu, müşâhede-i dâimesinin [her zaman görüldüğünün] fevkınde [üstünde] idi. Bu nûr ile muhata [kaplanmış] olduğu zaman, kelâm-ı Hakkı istima' eder [Hakkın kelâmını işitir], yahud vahy meleği nâzil olur,kelâmı ilka ederdi. İşte bu halde nâzil olan ve tekellüm ettiği [söylediği] kelâm Kur'ândır. Eğer bu halde Hakdan istima' etmedi ve melek nâzil olmadı ise, tekellûm buyurduğu kelâm, hadîs-i kudsîdir. Eğer aslı hâlinde tekellüm buyurdu ise, hadîs-i nebevîdir.

Elhâsıl, dâimi olarak muhat olduğu nûr ile bulunduğu  halde söz söylerse, o söz Kur'ândan anladığı murâd-ı ilâhîdir ve  HADÎS olur. Eğer bundan gayri başka husûsî bir nûr ile muhat olarak söz söylerse, Allaha niyâbetle söyler ki, bu da HADÎS-İ KUDSÎ'dir. Bu ikinci nûr ile muhât [kaplanmış] iken bîkeyf [keyfiyetsiz, nasıl olduğu bilinmeyen] olarak istima'-ı kelâm-ı ilâhî veya vahy meleği teblîğ ederse, KUR'ÂN' dır.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) 

KOLONYA

Hüseyn Hilmi Işık hoca efendinin hocası Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretleriyle ilgili bir anısı;
"Bir gün Kaşgârî Câmii'nin bahçe kapısından içeri girdim.Abdülhakîm Efendi Hazretleri bahçede,çok yaşlı zevcesi Nene Hanım ile beraber oturuyordu.Yanlarına gitmeye çekindim.Beni yanlarına çağırdılar. O sırada zevcesi Nene hanım kolanya şişesi getirdi.Efendi hazretleri'ne döktü. Efendi hazretleri de başına sürdü.Daha sonra Efendi Hazretleri'ne "Efendim,kolonyada alkol var.Alkol necistir. Siz onu üstünüze sürdünüz?" dedim. Efendi Hazretleri tebessüm ederek, "Nereden biliyorsun onun içinde alkol olduğunu ? Yoksa onu sen mi yaptın?" buyurdu.

Not: Bir şeyin necis olduğu iyi bilinmedikçe buna necis denmez. Su ile topraktan biri temiz ise ,karışımları olan çamur temiz kabûl edilir. Fetvâ da böyledir. Fıkh alimlerinin bu sözlerinden,ihtiyâcı karşılamak için yapılan kolonya ,ilâc ,vernik ve boya gibi ispirtolu karışımların temiz kabul edilecekleri anlaşılmaktadır. Şafi'î ve Mâlikî mezhebinde de böyle olduğu Ma'füvât kitâbında yazılıdır. Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye, S.154; İslâm Ahlâkı, s.380. Bu hâdiseye üstad Necip Fâzıl'ın "O ve Ben" kitabında da temas edilmektedir. s.203.