Reşahât etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Reşahât etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Huzur ve afiyet

 REŞHA-90:

Bir gün bir kimseye, ne iş yaparsın? Sordular: "Huzurum var. Ayağımı afiyet eteğine çekmiş, kendi köşemde oturmaktayım" dedi. Buyurdular ki, huzur ve afiyet o değildir ki, ayağını bir beze sarıp bir köşede oturasın. Afiyet, nefsinden, benliğinden kurtulmaktır. Ondan sonra istersen bir bucakta otur, istersen halk içinde ol!

(Mevlânâ Abdurrahman Câmî kuddise sirruh)

[Reşahât, sf: 225]

REŞHA-89

 Reşha-89:

Buyurdular: Bütün miskinlere ve dilencilere şefkat ve merhamet etmeli, lokmayı iyiden ve yaramazdan esirgememeli, onu yaradanın ve var edenin kim olduğuna bakmalıdır. İhsân etmek isteyince, Cüneyd ve Şiblî'ye ihsân etmek lâzım değildir. Himmeti yüksek ve takvâ ehli olan kimse, hiç dilencilik ile bir kimsenin kapısına gelir mi, dememelidir. O bilinmeyen elbisesinin içindekini veya örtünün altındakini, kim bilir kimdir,hâli nedir. Onun kerâmet ehli bir velî olmadığı nereden ma'lûm. Zirâ Hak sübhânehû ve teâlânın velî kulları ekseriya hallerini gizlemek için, fukara ve miskin halinde görünürler.

(Mevlânâ Abdurrahman Câmî kuddise sirruh)

[Reşahât, sf:225]

Asalet nedir?

 REŞHA -87:

Buyurdular: Hakîkat sâhiblerine göre asalet, kişinin baba ve dedelerinin ümerâ ve vüzerâ cinsinden olmasında, yahud zâlim ve fâsıklardan anılmalarında değildir. Asâlet güzel bir cevherden ibâret olup insanın zâtında bulunur. Selîm hilkat, temiz ve güzel tabîat ve ahlâk gibi.  Halkın, asâlet sandıkları şey bed [kötü] asıllılıktır [asaletsizliktir].

(Mevlânâ Abdurrahman Câmî kuddise sirruh)

[Reşahât, sf: 224]

Zâtî muhabbet

 REŞHA-92: 

Buyurdular: Zâtî muhabbet odur ki, bir kimse bir kimseyi sever, lâkin sevgisinin sebebini bilmez. Bu çeşit muhabbet insanlar arasında çoktur. Bir kimse ile Cenâb-ı Hak arasında böyle muhabbet olursa, ona muhabbet-i zatî derler. Muhabbetin bu kısmı, muhabbetin en yükseğidir. Muhabbet-i zâtî, lütf [iyilik] gördüğü zaman sevip, sertlik gördüğünde sevgisi gitmek değildir.

(Mevlânâ Abdurrahman Câmî kuddise sirruh)

(Reşahât, sf: 225)

REŞHA-91

 Buyurdular: Civânmerdliğin alâmeti, kişinin dâima üzüntülü ve mahzûn olmasıdır. Hak teâlânın huzûrunda işsiz oturmak ma’kul değildir. Hüznü ve üzüntüsü olmayandan gaflet kokusu gelir. Üzüntü ve hüzünlü olandan ise, cem'iyyet ve huzûr râyihası gelir. Hâcegân hazretlerinin nisbeti ekseriyâ hüzün ve üzüntü şeklinde zâhir olur.

(Mevlânâ Abdurrahman Câmî kuddise sirruh)

(Reşahât,sf:225)

Kabir sıkması

 Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ hazretlerine dâima gelip giden azîzlerden birisi buyurdu: Birgün Hâce Şemseddin Muhammed Kösevî hazretlerinin va'z meclisinde idik. Hâce hazretleri minber üstünde iken buyurdular: Din âlimleri buyurdular ki, kabir sıkması bir müddet içinde olsa, müminler ve kâfirlere vakı'dır. Kabir sıkmasını öyle anlattılar ki; kaburga kemiklerinin sağındakiler sola, solundakiler sağa geçer. İşbu söz bana çok müşkül gelirdi. Çünkü bu hâl, şübhesiz azab etmenin kendisidir. Bunun için bu ma'nâyı Enbiya ve evliya hakkında, belki sâlih müminler için düşünmek nasıl olabilir derdim. Birden hâtırıma geldi ki, sağı sola, solu sağa getirmekten murad odur ki, cismânîyi rûhânîye iletip, rûhâniyi cismânîye getirirler. Hâce hazretlerinin bu tevili icmâl üzere idi.

Birgün Mevlânâ Câmî hazretlerinden, bu sözün ma'nâsı nedir? Diye suâl olundukta buyurdular ki: Sofiyye (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) berzaha kabir derler. Berzah ise, cismânî alem ile rûhânî alem arasında vâsıta olan mertebeden ibârettir. O hâlde rûhânîyi cismâniye iletirler dediklerinin ma'nâsı odur ki, ruhu, misâli bir sûret ile musavver ederler. Ya'nî. Onda nitelik ve nicelik olarak bir sûret peyda olur. Sonra cismâniyi de ruhânî ederler. Burada cisimden murad, kabirde bulunmakta olan değildir. Zirâ mücerred ruh onu tamamen bırakmıştır. Belki murad odur ki, uçan ruha bu kesîf [yoğun] cisimin taalluku bakımından mecâzi olarak derler. Ve bu kesîf cisimden ayrıldıktan sonra inkıta' hevâsında [kesilme zamanında] ona gayet latîf bir başkalık taalluk eder. Bu taalluk itibarı ile ona rûhânî derler.

Bu sözün tevilinden biri de şudur ki, bu âlem cismânî sıfatlar içinde, gizli ve saklı rûhânî sıfatlar taşımaktadır. Görünen cismânî sıfatlardır. Böylece her bir insanda dünyâ âleminde insanî sıfatlar görünmekte, ama yine dünyadakilerden hayvânî ve şehevî sıfatlar görünmemektedir. Dediklerine göre, mâdem ki, öbür dünyada bütün ma'nâlar şekil alacaktır, o hâlde hayvanî ve yırtıcılık sıfatı gibi bir sıfat kendisinde gizli olan kişi, öbür dünyada o hayvan sûretinde görünecektir. Bundan da lâzım gelir ki, rûhânî olan o ma'nevî gizli sıfat, cismânî olacak ve bu âlemde insandan görünen cismânî sıfatlar, orada ruhanî olacak, ya'nî gizli ve görünmez hâl alacak. Bu iki ma'nâ seâdet ehline göre azab vermek olmaz.

(Reşahât)

Mevlânâ Şemseddin Muhammed Rûcî hazretlerinin ve annesinin rüyası

 Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin eshabından idiler. Nice yıllar Herat camiinde tâlibleri Hakka da'vet eylediler. Rûc köyündendir. Rûc köyü Herat'ın güneyinde dokuz fersah mesafededir.

820 Şa'banının ortası, Ber'ât gecesi dünyaya geldi. Derler ki, annesinin beş yaşında pek makbûl ve sevgili bir oğlu vefât etmekle, çok üzülmüş, içi yaralanmış, parelenmişti. O gece Risâletpenâhı (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyada görmüş ve kendisine buyurmuşlar ki: "Gam yeme! Gönlünü hoş tut! Ki Hak Teâlâ hazretleri sana devlet ve uzun ömür sâhibi bir oğul verse gerektir". Bundan nice zaman sonra Mevlânâ Muhammed dünyaya gelmişlerdir. Anneleri, Mevlânâ Şemseddin Muhammed hazretlerine: "Geleceğin ile beni müjdeledikleri oğul sensin" derlerdi.

Mevlânâ Şemseddin hazretleri çocukluk zamanında bile uzlete ve inkıta'a [insanlardan kesilmeğe] hevesli ve insanlardan ayrı ve uzak dururlardı. Babaları evinde kendine mahsûs bir halvethâne yapıp, vakitlerinin çoğunu orada geçirirdi. Baba ve dedeleri ticâret ve kervân sâhibleri olup ma'işetlerini bu yolla temin ederlerdi.

Mevlânâ hazretleri hiçbir zaman babalarının mesleğine heves etmediler. Buyurdular: Dâima arzum, Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerini rüyada görmekti. O zamana kadar ki, bir gün evimize girdim. Gördüm ki annem akrabamızdan birkaç kadınlar ile oturup bir kitab okurlar. Ben âdetimi bozup onların meclisinde oturdum. Dinledim. Annem kitabdan bir dua okuyordu. Orada diyordu ki, kim bu duayı Cum'a gecesi birkaç kere okursa, elbette Peygamber efendimizi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyâsında görür. Bunu işittiğim gibi heyecan ve arzum daha da çoğaldı. Rastlantı ya, o gece Cum'a gecesi idi. Anneme, bu gece ben bu duayı okuyacağım. İnşaallah maksadıma kavuşurum dedim. Var, meşgul ol oğlum, ben de meşgul olurum [ya'nî birkaç defa bu duayı okurum] dedi. Sonra kendi halvet odama gidip, o kitabda yazılı olan şartlara riâyet ederek meşgul oldum. Şunu da duymuştum ki, her kim Cum'a gecesi üç bin kere salavat verir, hazreti Risâletpenâhı düşünde görür. Onu da yaptım. Gece yarısı yaklaşmıştı. Sonra başımı yastığa koyup uyudum. Rüyada gördüm ki, kendi evimizin kapısından içeri girdim. Annem kış sofası kenarında duruyordu. Beni gördüğü gibi, dedi ki: Ey oğul,  niçin geç geldin. Seni bekliyorum. İşte hazreti Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)  Bizim evimize gelmiştir. Gel seni huzûr-i şerîflerine ileteyim. Sonra elime yapışıp yaz sofası tarafına yürüdü. Gördüm ki, O hazret sofa kenarında, arkaları kıbleye oturmuşlar ve huzurlarında ve yanlarında ve etraflarında çok kimseler oturuyordu. Birtakım kimseler de ayak üzerinde halka olup duruyordu. O hazret dünyanın her tarafına mektublar gönderiyorlardı. Resûlullah'ın önünde bir kimse oturmuş. O hazretin emr ettiği her mektubu o yazardı. Şöyle anladım ki, o kişi, Rabbânî âlimlerden, kendi zamanının takva ve vera' ile ferîdi [teki] olan Mevlânâ Şerefeddin Osman idi. Kabri şimdi de havas ve avamın ziyâretgâhıdır.

Annem beni o mes'ud huzura iletince gördükleri işi bitirecek kadar durmadı ve hemen ileri çıkıp dedi ki: Yâ Resûlallah, bana devlet ve uzun ömür sâhibi bir oğul söz vermiştiniz. O oğul bu mudur, yoksa değil midir? O Hazret (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bana doğru bakıp, tebessüm ederek: "Evet, bu çocuk odur" buyurdular. Sonra Mevlânâ Şerefeddin Osman'a müteveccih olup [dönüp] buyurdular ki:  Bunun için de bir mektûb yaz. Mevlânâ eline kağıd ve kalem alıp, yazmaya başladı. Dikkat ettim; üç satır yazı yazdı ve satırların altında senedlerin,akid tutanaklarının altında şâhidler yazdıkları gibi, birbirlerinden ayrı çok isimler yazdı ve mektubu katlayıp benim elime verdi. Bende gittim. O esnada kendi kendime: Mektubun içindekileri bilmezsin. Dön, Cenâb-ı Risâletpenâh  (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine göster de, içinde olanları sana bildirsinler dedim. Geri döndüm. O Hazretin sürûr ve seâdet dolu huzurlarına geldim. Dedim ki, yâ Resûlullah, Bu mektubda ne yazıldığını bilmiyorum. Mektûbu elimden alıp okudular. Ben o Hazretin bir kere okumasıyla, o üç satırı hâtırımda tuttum. Sonra o hazret mektubu katlayıp benim elime verdiler. Bir şey daha suâl etmek istedim. Ama birden kulağıma kapı açılması sesi geldi, uyandım.

Gördüm ki, annem, elinde bir mum, oda kapısından içeri girdi ve dedi ki; " Ey Muhammed, hiç rüyâ gördün mü?" Evet, gördüm dedim. Ben de gördüm dedi ve anlatmağa başladı:  Ben kış sofasının kenarında oturuyordum. Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) evimize geldiler. Yaz sofasında mubârek arkalarını kıbleye verip oturdular. Ben seni gözlüyordum. Birden kapıdan içeri girdin. Ben senin eline yapışıp, o hazretin önüne ilettim ve sordum ki; Yâ Resûlallah, bana sözünü ettiğiniz oğul bu mudur? Evet, budur, buyurdular. Önlerinde birisi oturmuş, yazı yazardı. Hazret (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, senin için de bir kağıd yaz buyurdular. O kimse de bir kağıd yazıp senin eline verdi. Sen de içinde yazılı olanları anlamak için, o kağıdı Hazretin mubârek ellerine verdin. O hazret de içindekileri sana okuyuverip, mektubu yine senin eline verdiler.

Velhasıl benim gördüğüm rüyayı, annem bütün detayları ile bana tekrar eyledi. İkimizinde rüyâsı baştan sona kadar tıpkısının aynısı idi.

(Reşahat)