YEDİNCİ VAZÎFE: TESLÎM-4 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YEDİNCİ VAZÎFE: TESLÎM-4 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

YEDİNCİ VAZÎFE: TESLÎM-4

BEŞİNCİ FASL:

Takdîrî i’tirâz: Belki sen, yukar›daki sebeblerden dolay› avâm›n kalbinde kesin tasdîk hâs›l olacağ›n› inkâr etmem diyebilirsin. Lâkin tasdîk, bir şeyin ma’rifeti, bilinmesi değildir. Hâlbuki insanlar i’tikâd ile değil, hakîkî ma’rifet ile mükellefdirler. ‹’tikâd cehl cinsindendir. Onunla hak ile bât›l ay›rd edilemez.

Cevâb: Bu fikrde olmak yanl›şd›r. Doğrusu, insanlar›n se’âdeti hakk›n hakîkatine muvâf›k şeklde kalblerinde nakş olunmas› için, bir şeye olduğu gibi kesin olarak i’tikâd etmesindedir. Öldüğü zemân perdeler kalkd›ğ›nda, işleri inand›klar› gibi gördüklerinde zelîl olmazlar. Rezîl ve rüsvâ olmak, utanacak duruma düşmek ateşi ile yanmad›klar› gibi, ikinci olarak Cehennem ateşi ile de yanmazlar Hak bilinen bir şeyin sûreti kalbinde nakş olunca, kendisine fâide verecek hiç bir sebebe bakmaz. Bu delîl hakîkî midir, şeklî midir, kendisine kanâ’at veren bir şey midir, delîli söyleyen şahsa hüsn-i zann› m›d›r veyâ sebebsiz, sâdece taklîd netîcesindeki kabûl müdür? Hangisi olduğuna bakmaz. Matlûb olan fâideli delîl değil, fâidedir. O da olduğu gibi Hakk›n bulunduğu hâldeki hakîkatidir. Allahü teâlân›n zât›, s›fatlar›, kitâblar›, Peygamberleri ve âh›ret günü hakk›ndaki inanc›n›n hak olduğuna ve hakîkatin inand›ğ› hâl üzere bulunduğuna kat’î olarak i’tikâd eden sa’îddir. Bu inanç kelâm ilminde yaz›l› delîllerden birine dayanmasa da Allahü teâlâ kat›nda makbûldür. Çünki Allahü teâlâ kullar›n› mutlak inanmak ile mükellef tutmuşdur. Bu da Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” tevâtür ile gelen haberlerden kat’î olarak bilinmekdedir. Nitekim bedevî arablara Peygamber efendimiz islâm› arz eder, onlar kabûl edip, hayvanlar›n› ve develerini gütmeğe dönerlerdi. Peygamberimiz bunlara mu’cize hakk›nda tefekkür etmeği, mu’cize hakk›ndaki delîlleri, âlemin hâdis olmas›n›, Sâni’in, ya’nî yokdan var edenin isbât›n›, vahdâniyyetinin delîlleri ve diğer s›fatlar› hakk›nda düşünmelerini emr buyurmam›şd›r. Arablar›n avâm›ndan çoğuna bunlar teklîf edilseydi, bunlar› anlayamaz, uzun müddet geçse bile, idrâk edemezlerdi. Nitekim onlardan biri Peygamberimize yemîn verdirerek, Allah seni Peygamber olarak m› gönderdi, deyince, Peygamberimiz de, (Vallâhi, Allah beni Resûl olarak gönderdi) buyurunca, bu yemîne inanarak îmân edip, oradan ayr›ld›.

Başka biri de Peygamberimizin yan›na gelip bakd›ğ›nda, “Vallâhi bu yüzün sâhibi yalanc› olamaz” demişdir. Buna benzer say›s›z misâller vard›r. Böylece Peygamberimizin kendi asr›ndaki bir harbde ve sahâbîlerinin zemân›nda, çoğu kelâm delîlini bilmeyen binlerce kişi müslimân olmuşdur. Delîlleri anlamak istiyenlerin san’atlar›n› terk etme ihtiyâc›n› duymalar› ve bir mu’allimden uzun müddet [delîller hakk›nda] ders görmeleri lâz›m gelirdi. Hâlbuki böyle bir rivâyet nakl edilmemişdir.

O hâlde zarûrî olarak bilinmesi gerekir ki, Allahü teâlâ nas›l hâs›l olursa olsun, îmân ve kesin tasdîk ile halk› mükellef k›lm›şd›r.

Evet, ârifin mukallidden üstün olduğu inkâr edilemez. Lâkin ârif mü’min olduğu gibi, mukallid de mü’mindir.

Süâl: Mü’min taklîdci, kendisi ile yehûdî taklîdci aras›n› ne ile ay›r›r?

Cevâb: Mü’min mukallid taklîdi bilmez ve kendisinin mukallid olduğunu da bilmez. Kendisinin hak üzere olduğuna inan›r ve i’tikâd›nda hiç şübhesi olmaz. Kendisinin hak üzere, hasm›n›n bât›l inançda olduğunu kat’î olarak bildiği için, kendisiyle hasm›n›n aras›ndaki farklar› tesbît etmeğe lüzûm görmez. Kendisini hasm›ndan farkl› görmesinin sebebi, kuvvetli olmasalar da ba’z› karînelerin ve zâhirî delîllerin mukallidlere mahsûs olduğunu görmesidir. Yehûdî de kendisi için ayn› şeklde düşünürse, söylemesi hak yolda olan mukallidin i’tikâd›n› bozamaz, kar›şd›ramaz. Nitekim, araşd›r›c› bir âlimin kendini yehûdîden delîl ile üstün sanmas›, araşd›r›c› mütekellim bir yehûdînin de kendisini delîl ile üstün görmesi ile araşd›r›c› ârifin inanc›nda bir şübhe uyand›rmad›ğ› gibi, taklîdine bağl› bir mukallidde de şübhe uyand›ramaz. Bât›l üzere olan yehûdî, karş›l›kl› konuşmalar› esnâs›nda, mukallidin i’tikâd›nda herhangi bir şübhe uyand›rmamas›nda, mukallidin îmân› ona kâfîdir.

Kendi taklîdi ile yehûdînin taklîdi aras›ndaki fark› aç›klamakda zorland›ğ› için üzülen, kederlenen avâmdan biri hiç görülmüş müdür? Bu düşünce avâm›n hât›r›na bile gelmez. Hât›rlar›na gelse ve şifâhen söylense, söyleyene gülerler ve “bu ne hezeyând›r? Hak ile bât›l aras›nda müsâvât m› var ki, fark› aramaya ihtiyâc duyup da yehûdînin bât›l üzere, benim hak üzere olduğunu beyân edeyim. Ben buna yakîn ile inan›yorum.

Bu husûsda herhangi bir şübhem yokdur. Bu durumda ben nas›l fark› arar›m. Aradaki fark, araşd›rmaks›z›n kesin olarak bellidir” derler. Zâten yakîn sâhibi mukallidin hâli de budur. Kendine göre mezhebini kat’î olarak doğru bilen, hakîkatde bât›l üzere olan yehûdî için bile bu fark› arama problemi söz konusu değildir. Nerede kald› ki, Allahü teâlâ kat›nda da hak olan mü’min mukallid için söz konusu olsun. Bu aç›klamalarla anlaş›lmakdad›r ki, müslimân mukallidlerin i’tikâdlar› kat’î ve sağlamd›r. Şerî’at de onlar› bundan başkas› ile mükellef k›lmam›şd›r.

Süâl: Farz edelim ki, avâmdan mücâdeleci ve inâdc› biri taklîdi kabûl etmiyor, Kur’ân-› kerîmin delîlleri onu iknâ’ etmiyor ve yukar›da geçen hakk› bât›ldan ay›r›c› aç›k ve k›ymetli sözler de onu iknâ’ etmiyorsa buna ne yapmal›d›r?

Cevâb: Bir kişi yarat›l›ş›n›n asl› sâlim olm›yan ve f›trat› s›hhatli bulunmayan tabî’ati bozulmuş bir hastad›r. Onun hâl ve hareketlerine bak›l›r. Tabî’atinde mücâdele ve inâd gâlib ise, onunla mücâdele etmez ve eğer îmân esâslar›ndan birini inkâr ediyorsa, başkalar›na zarar vermemesini sağlar›z.

Eğer onda, firâsetle rüşd ve kabûlü sezersek, aç›k sözlerle ve delîllerin yard›m› ile ona söz geçirebilirsek, gücümüz nisbetinde onu tedâvî eder ve ac›, tatl› sözlerle, uygun delîller ile hastal›kdan kurtar›r›z.

Hulâsa: Allahü teâlân›n emr etdiği gibi en güzel şeklde onunla mücâdeleye gayret sarf ederiz. Ama hasta rûhlu kimselere uygulanan bu kadar ruhsat, herkes ile kelâm kap›s›n› açmağa delîl değildir. Çünki ilâclar, hastalar için kullan›l›r, onlar›n da say›s› azd›r. Hastalara zarûret hükmü ile uygulanan tedâvîden, s›hhatli kimselerin korunmas› lâz›md›r. Aslî f›trat› sağlam olan kimse, mücâdelesiz ve delîlsiz îmân› kabûl etmeğe hâz›rd›r.

Sıhhatlilerin ilâc kullanmas›n›n zararı, hastalar›n ilâc kullanmağı ihmâl etmelerinin zararından dahâ az değildir. Allahü teâlâ Resûlüne Nahl sûresi, yüzyirmibeşinci âyet-i celîlesinde meâlen, ([Ey Resûlüm] sen Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağ›r ve onlarla en güzel şeklde mücâdele et) buyurduğu gibi, her şey yerli yerine konmal›d›r. Bir cemâ’at hak yola hikmet ile da’vet edilir. Diğer bir cemâ’at güzel va’z ve sözlerle da’vet edilir. Başka bir cemâ’at de tatl› bir mücâdele ile da’vet edilir.

Bunların kısmlar›n› (El kıstâs-ül müstakîm) kitâbında tafsîlâtı ile bildirdik. Burada tekrâr ile sözü uzatmayalım. 

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık