YEDİNCİ VAZÎFE: TESLÎM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YEDİNCİ VAZÎFE: TESLÎM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

YEDİNCİ VAZÎFE: TESLÎM

 Ma’rifet ehline ve aç›klamalar›na teslîm olmakd›r. Avâm›n, müteşâbih sözlerin iç ve d›ş ma’nâlar›n›n kendisine kapal›, dürülmüş olduğuna inanması vâcibdir. Ancak bu ma’nâlar›n Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr-i S›ddîkdan, Eshâb-› kirâm›n “aleyhimürr›dvân”

büyüklerinden, velîlerden ve râsih ilmli âlimlerden gizli kalmad›ğ›na inanmas› lâz›md›r. Bunun sebebi, avâm›n kendi âcizliği ve ma’rifetinde kusûrlu olmas›d›r. Kendisini başkas› ile k›yâs etmesi uygun değildir. Melekler demircilerle k›yâs edilmez. Kocakar›lar›n ç›k›nlar›nda bulunmayan şeylerin, Pâdişâhlar›n hazînelerinde de olmamas› lâz›m gelmez. Ma’denler, alt›n, gümüş ve diğer cevherler olarak farkl› farkl› olduklar› gibi, insanlar da farkl› farkl› yarat›lm›şlard›r. Şekl, renk, özellik, nefâset bak›m›ndan alt›n ve gümüş ile diğer ma’denlerin aras›nda büyük farkl›l›k vard›r. ‹nsanlar›n kalbleri de bunun gibi, ma’rifet cevherlerinin ma’denidir. Bir k›sm› nübüvvet, vilâyet, ilm, ma’rifetullah ma’denidir. Bir k›sm› da hayvânî şehvetler ve şeytânî ahlâklar ma’denidir. Hattâ insanlar farkl› meslek ve san’at dallar›nda çal›şmalar›na rağmen, birisinin gösterdiği el becerisi ve san’at›ndaki mahâretini bir başkas›, ömrünü o işi öğrenmeğe ve yapmağa harcasa bile, mâhir olan›n, değil san’at›ndaki ustal›k hâline, başlang›c›ndaki durumuna bile ulaşamaz.

(Ma’rifetullah), Allahü teâlây› tan›mak konusunda da insanlar birbirinden farkl›d›r. Bunu bir misâl ile aç›klayal›m: Bir k›sm insanlar korkak ve âciz olup, denizin dalgalar›n›n çarp›şmalar›na k›y›dan bile bakamazlar. Bir k›sm› da bunu yapar ama, denizin ayakda durabileceği s›ğ yerlerine bile giremezler. Bir k›sm› da s›ğ yerde durur ama, yüzmesine güvenmediği için, ayağ›n› yerden kesmeği göze alamaz. Bir k›sm› da yüzmeyi bilmesine rağmen k›y›ya yak›n yerlerde yüzüp, tehlikeli ve boğulma ihtimâli olan yerlere aç›lamaz. Bir k›sm› tehlikeli yerlere aç›labildiği hâlde, denizin dibindeki k›ymetli şeyleri ve cevherleri almak için denize dalamaz. Ma’rifet denizi ve insanlar›n bu ma’rifet denizine girmedeki farkl›l›klar› da aynen bu misâldeki gibidir.

Süâl: Ârifler, Allahü teâlây› mükemmel şeklde tan›y›p, kendilerine

gizli bir nokta kalmamak sûretiyle ihâta edebilirler mi, denilirse:

Cevâb: Hây›r, buna imkân yokdur. Biz bunu kat’î delîllerle (El maksad-ul aksâ fî meânî esmâ-illâhil hüsnâ) ismli kitâb›m›zda aç›klam›şd›k

ki, Allahü teâlân›n zât ve s›fatlar›n›n künhünü, hakîkatini, mahlûkât›n ma’rifetleri ne kadar geniş ve ilmleri ne kadar derin ve çok olursa olsun, bilemezler, ancak kendisi bilir. Mahlûkât›n bu ilmi, Allahü teâlân›n ilmi yan›nda pek

azd›r. Nitekim ‹srâ sûresi, seksenbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Size

ancak az bir ilm verilmişdir) buyurulmakdad›r. Fekat bilinmesi gerekir ki,

Allahü teâlâ, varl›kda olan herşeyi kaplam›şd›r. Zîrâ varl›kda olan Allahü teâlâ ve Onun fi’lleridir. Her şey Allahü teâlân›n huzûrundad›r. Nitekim bir ordugâhda en yüksek kumândan›ndan en küçük rütbelisi bekçi ve nöbetciye kadar hepsi, sultân›n ma’iyyetinde ve emre hâz›r durumdad›rlar.

‹lâhî huzûrun anlaş›labilmesi için, sultânl›k dîvân›n› misâl veriyorum.

Nas›l ki, sultân›n, ülkesinde bir serây› ve bu serây›n avlusunda geniş bir

meydân› ve o meydân›n bir atabesi [umûmî girişi] vard›r. Sultân›n teba’as›

burada toplan›r. Dahâ ileri gidemezler ve meydân›n diğer taraflar›na geçemezler. Sonra ülkenin havâss›na, atabeyi geçme ve meydâna girip, pâdişâha yak›nl›k ve uzakl›ğ›n derecelerine göre makâmlar›na uygun yerlerde oturma ve gezme izni verilir. Sultân›n husûsî serây›na ancak vezîr

girebilir. Sultân o vezîre memleketin gizli işlerinden istediğini anlat›r.


Kendisinde kalmas›n› uygun gördüğü bilgileri vezîre vermez.

Bu misâlden, kullar›n, Allahü teâlân›n dîvân›nda yak›nl›k ve uzakl›kda farkl› derecelerde olduklar› anlaş›lmakdad›r. Meydân›n sonundaki

atabe [umûmî giriş] denilen yer, bütün avâm›n duracağ› yerdir. Buray› geçmeğe izn yokdur. S›n›r› geçenler azarlan›r ve men’ olunurlar.

Ârifler ise, atabeyi geçip, meydâna girerler. Bunlar her ne kadar atabede bulunan avâmdan mevki’ olarak ileride iseler de, uzakl›k ve yak›nl›k derecelerine göre farkl› mevki’leri olup, farkl› sâhalarda dolaş›rlar.

Fekat kudsî makâm-› ilâhî, âriflerin erişemiyeceği ve bakan›n gözlerinin ulaşam›yacağ› derecede yüksekdir. Hattâ küçük büyük o yüksek

makâma hiç kimse bir an bile bakamaz. Ancak hayret ve dehşetden

göz hiç bir şey görmeden, âciz ve bitkin olarak bakmağ› b›rak›r ve kapan›r.

‹şte avâma vâcib olan, etrâfl› ve mufassal şeklde ihâta edemiyeceği ma’rifetullah›, Rabbânî huzûru, dîvân misâli ile bu kadarc›k olsun bilmek ve k›saca îmân etmekdir.

Hülâsâ, bana sormuş olduğun müteşâbih haberler hakk›nda avâm›n yapacağ› yedi vazîfe, buraya kadar anlatd›klar›m›zd›r. Bunlar da selef mezhebinin hakîkatidir.

Şimdi de bu selef mezhebinin hak olduğunu gösteren delîlleri getirelim.

‹K‹NC‹ BÖLÜM

SELEF ‹’T‹KÂDININ ‹SBÂTI:

Selef mezhebinin hak olmas› husûsunda aklî ve naklî olmak üzere

iki dürlü delîl vard›r.

A– AKLÎ DELÎL:

Bu da iki nev’dir. ‹cmâlî ve tafsîlî.

a) ‹cmâlî delîl: Her selîm akl sâhibinin kabûl etdiği üzere, selef mezhebinin hak olmas› dört esâs üzere meydâna ç›kar.

Birinci esâs: Âh›retde kullar›n en iyi âk›bete erişmeleri için hâllerinin ›slâh›n› en iyi bilen Resûlullahd›r “sallallahü aleyhi ve sellem”. Çünki âh›retde fâide ve zarar verecek şeyleri, tabîbin bildiği gibi tecribe ile bilmeğe imkân yokdur. Zîrâ tecribî ilmler, tekrâr tekrâr gözlenerek kazan›-

l›r. Âh›retden dünyâya kim ç›k›p geldi de, o âlemde gördüğü ve anlad›ğ›

fâideli ve zararl› şeyleri bize haber verdi? Bunlar akl ile anlaş›lamaz.

Çünki akllar, âh›ret âlemini idrâkden âcizdir. Akll› olanlar›n hepsi, akl›n,

öldükden sonras› için yol gösteremediğini, günâhlar›n nas›l bir zarar, tâ’atlerin ne şeklde fâide vereceğini anl›yamad›ğ›n›, bilhâssa şerî’atlerde vârid olan s›n›rl› ve tafsîlâtl› haberleri anl›yamad›ğ›n›, i’tirâf etmişlerdir. Aklî

sebeblerle bilinmesi mümkin olmayan hâdiseleri, mâzîde ve istikbâlde olacak gaybî işleri, ancak akl›n ötesindeki bir kuvvet olan nübüvvet nûru ile

idrâk olunduğunu bütün akl sâhibleri ikrâr etmişlerdir.

Bizden önce geçmiş olan ümmetler ve hikmet sâhibleri bunda

müttefikdirler. Nerede kald› ki, ilmlerini nübüvvet nûrundan alan ve bu kaynakdan başka her kaynağ› kusûrlu gören velî ve râsih ilmli âlimler ikrâr etmesin.

‹kinci esâs: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kullar›n dünyâda ve âh›retdeki salâh› için kendisine vahy olunan her şeyi bildirmiş, hiç

birini saklamam›ş, halkdan gizli, kapal› b›rakmam›şd›r. Çünki kendisi

bunun için gönderilmiş ve bunun için âlemlere rahmet olmuşdur. Halka

teblîgde hiçbir töhmet alt›nda kalmam›şd›r. Hâl ve hayât›n›n bütün karîneleri bu hakîkati bildirmekde ve insanda zarûrî bir bilgi hâs›l etmekdedir. Bu karîneler:

1– Halk›n ahvâlini ›slâha olan h›rs›,

2– Halk› dünyâ ve âh›ret se’âdetine irşâd etmekdeki aşk›,

3– Halk› Cennete ve Allahü teâlân›n r›zâs›na yaklaşd›ran şeylerden

hiç birini terk etmeden, onlara yol göstermesi, bunlar› emr etmesi ve teşvîkde bulunmas›,

4– Cehenneme götürecek ve Allahü teâlân›n gadab›na sebeb olacak şeylerden sak›nd›rmas› ve onlar› bu işleri yapmakdan nehy etmesidir.

Bütün bunlara ilm ve amelde riâyet edilir.

Üçüncü esâs: Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerini en

iyi anlayan, hakîkatine ve inceliklerine en iyi vâk›f olan, içindeki s›rlar› en

iyi idrâk eden, vahyi ve tenzîli müşâhede eden, muâs›r› olan, sohbetinde bulunan, hattâ gece-gündüz ondan ayr›lmayan, sözlerinin ma’nâlar›-

n› anlamak, o sözlerle amel etmek ve kendilerinden sonrakilere nakl etmek için ve sözlerini dinlemek, anlamak, h›fz etmek ve yaymak için kollar›n› s›vayan Eshâb-› kirâmd›r. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb›n›, sözlerini dinlemeğe, anlamağa, ezberleyip yaymağa teşvîk etmişdir. Bu husûsda, (Benim sözümü işitip kavrayan, işitdiği gibi edâ

eden kimseyi Allahü teâlâ ni’metlendirsin) buyurmuşdur.

Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb›ndan dînin emrlerini gizlemekle ithâm eden birinin olduğunu bir bilseydim. Hâşâ! Nübüvvet makâm› bundan münezzehdir. Veyâ Eshâb-› kirâm Resûlullah›n

kelâm›n› anlamamakla ve maksad›n› idrâk etmemekle ithâm olunur mu?

Ve anlad›kdan sonra onu gizlemekle ve s›r olarak tutmakla ithâm olunur

mu? Veyâ onlar, Resûlullah›n emr ve nehylerini anlay›p, mükellef olduklar›n› bildikleri hâlde, kibr sebebiyle Ona muhâlefet ve amel yönünden Resûlullaha inâd etmekle ithâm olunurlar m›? Bu ithâmlar akll› bir kimsenin akl›n›n alamayacağ› şeylerdir.

Dördüncü esâs: Eshâb-› kirâm “aleyhimürr›dvân” kendi zemânlar›nda, ömrlerinin sonuna kadar halk› bu gibi işlerde [müteşâbih sözlerde]

araşd›rma, inceleme yapmağa, te’vîle, tefsîre kalk›şmalar›na izn vermediler. Hattâ bu mevzu’lara dalanlar›, bu gibi şeylerden süâl soranlar›, dahâ sonra anlat›r›m diyenleri azarlam›şlard›r.

Eshâb-› kirâm, müteşâbih sözler hakk›nda konuşmağ›, araşd›rmağ›, dînî hükmlerin anlaş›lmas›nda yard›mc› olacağ›n› düşünselerdi, elbette gece-gündüz kendilerini bu işe verirlerdi. Âilelerini, çocuklar›n› da

teşvîk ederlerdi. Bu mevzu’daki esâslar› te’sîs edip, kanûnlar›n› aç›klamak için, ferâiz ve mîrâs taksîmi ile alâkal› konularda koyduklar› kâidelerin hâz›rlanmas›nda kollar› s›ğad›klar›ndan dahâ fazla kollar›n› s›ğarlar,

ya’nî çok çal›ş›rlard›.

Kesin olarak bilmeliyiz ki, bu dört esâsdan anlaş›ld›ğ› üzere, hak

olan, Eshâb-› kirâm ve tâbi’înin “rad›yallahü anhüm ecma’în” dedikleri,

doğru olan yine onlar›n görüş ve fikrleridir. Özellikle Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onlar› medh etmekdedir:

(‹nsanlar›n en hayrl›s› benim zemân›mda bulunanlard›r. Sonra

bunlar›n arkas›ndan gelenler, sonra bunlar›n arkas›ndan gelenlerdir)

ve (Ümmetim yetmiş küsûr f›rkaya ayr›lacakd›r. ‹çlerinden biri kurtulacakd›r) buyurmuşdur. Onlar kimlerdir? diye sorduklar›nda, (Ehl-i

sünnet vel-cemâ’at) buyurmuşlard›r. Ehl-i sünnet ve cemâ’at nedir, diye sorduklar›nda, (Şimdi Benim ve Eshâb›m›n yolunda olanlard›r) buyurmuşlard›r.

b) Tafsîlî Delîl: Dahâ önce, hak olan selefin mezhebidir demişdik.

Müteşâbih haberlerin zâhirî ma’nâlar›nda avâm› yedi vazîfe ile vazîfelendiren selef mezhebidir. Her vazîfenin hak olduğuna delîl olan burhân›n›

da birlikde zikr etmişdik.

Keşki bilseydim muhalefet eden [bu yedi sözden] hangi sözümüze

muhâlefet ediyor?

Avâm›n üzerine vâcib olan, Allahü teâlây› teşbîhden ve cismlere benzetmekden münezzeh k›lmakd›r şeklinde olan birinci sözümüze mi?

Veyâ avâm üzerine vâcib olan, Peygamber efendimizin murâd etdiği ma’nâda kavl-i şerîflerine îmân edip, tasdîk etmekdir şeklindeki

ikinci sözümüze mi?

Veyâ avâm üzerine vâcib olan, müteşâbih ma’nâlar›n hakîkatini

idrâkden aczini i’tirâf etmekdir şeklindeki üçüncü sözümüze mi?

Veyâ avâm üzerine vâcib olan, müteşâbihât hakk›nda süâl sormakdan ve tâkatinin ötesinde olan şeylere dalmamakd›r şeklindeki dördüncü sözümüze mi?

Veyâ avâm üzerine vâcib olan, zâhirî ma’nâlar›, ziyâde, noksan, cem’

ve tefrîk yaparak değişdirmekden dilini tutmakd›r, şeklindeki beşinci

sözümüze mi?

Veyâ avâm üzerine vâcib olan, kalbini Allahü teâlân›n zikrinden ve

aczi ile birlikde Allahü teâlây› düşünmekden geri durmakd›r, çekinmekdir şeklindeki alt›nc› sözümüze mi? Zîrâ onlara, “Hâl›k› değil, mahlûklar› düşününüz” denilmişdi.

Veyâ avâm üzerine vâcib olan, Peygamberler, velîler, râsih ilmli âlimler gibi ma’rifet ehline teslîm olmakd›r, şeklindeki yedinci sözümüze mi?

Bunlar öyle işlerdir ki, beyânlar› burhânlar›d›r. Hiç bir temyîz ehli onu

inkâr edemez. Nerede kald› ki, âlimler ve akl sâhibleri onu inkâr etsinler.

Çünki bunlar aklî delîllerdir.

B– NAKLÎ BURHÂNLAR:

Selef mezhebinin hak olduğu delîller ile sâbitdir. Bunun aksi bid’atdir. Bid’at de kötülenmişdir, sap›kl›kd›r. Avâm›n te’vîli ve âlimlerin avâm

ile birlikde te’vîle dalmalar› çirkin bid’atdir ve sap›kl›kd›r. Bid’atin tersi

ya’nî te’vîl yapmakdan çekinmek (keff) de medh edilmiş bir sünnetdir.

(Sünnet-i mahmûdedir)

Burada üç esâs vard›r:

1– Müteşâbih haberlerin ma’nâ ve hakîkat›n› araşd›rmak, soruşdurmak bid’atdir.

2– Her bid’at mezmûmdur, çirkindir.

3– Bid’at kötü ise, tersi, eskiden beri yerleşmiş, beğenilen sünnetdir.

Bu üç esâsdan herhangi bir şey hakk›nda tart›şmak, münâkaşa etmek mümkin değildir. Bunun kabûlü, selef mezhebinin hak olduğunu gösterir.

Süâl: Bid’ati çirkin kabûl etmeyen veyâ araşd›rma ve soruşdurmay› bid’at kabûl etmeyen kimseye nas›l cevâb verirsiniz? Yukar›daki esâslardan üçüncüsü, aç›k olduğu için, tart›şma yap›lmaz ise de, birinci ve ikinci esâslarda münâkaşa mümkindir.

Cevâb: Bid’atin çirkin olduğu hakk›ndaki birinci esâs üzerine delîl, bütün ümmetin bid’atin kötü olduğunda, bid’at sâhibini zecr etmekde ve

bid’at sâhibi olarak tan›nan kimseyi ayblamakda müttefik olmalar›d›r. Bu,

şerî’atde, zanna mahâl olmadan, zarûrî olarak bilinmekdedir. Resûlullah›n

“sallallahü aleyhi ve sellem” bid’ati kötülemesi, tevâtür ile bildirilmişdir. Bu

haberler her ne kadar ayr› ayr› tek baş›na bir şahsa isnâd olunsa da, toplam› i’tibâr› ile insanda kat’î bir kanâ’at hâs›l edecek kuvvetdedir.

Meselâ, hazret-i Alînin “rad›yallahü anh” şecâ’ati, Hâtem-i tâînin cömerdliği, Resûlullah›n Âişe vâlidemizi sevmesi ve bunun benzerleri bir kişinin haber vermesiyledir. Ancak bunlar›n tek baş›na verdiği haberler, tevâtür hükmüne dâhil olmasa da, çoklukda bir dereceye ulaşd› ki, nakl

edenlerin hiç birine yalan isnâd› mümkin değildir. Bu haberlerin bir araya getirilmesi hâlinde kat’î bir bilgi ifâde eder.

1– (Benden sonra benim ve râşid halîfelerimin yolunda gidiniz.

Bu yolu az› dişlerinizle bir şeyi tutar gibi tutunuz. Sonradan ç›kar›lm›ş şeylerden uzak kal›n›z. Çünki sonradan ihdâs edilen her şey

bid’atdir. Her bid’at dalâletdir. Dalâlete düşen de Cehennemdedir).

2– (Bana ve Eshâb›ma uyunuz! Bid’at ç›karmay›n›z. Sizden öncekiler dinde bid’at ihdâs etdikleri, Peygamberlerinin sünnetlerini terk

edip, kendi görüşlerine uyduklar› için helâk olmuşlard›r. Bu sebeble hem kendileri doğru yoldan sapm›şlar, hem de başkalar›n› sapd›rm›şlard›r).

3– (Bir bid’at sâhibinin ölümü ile islâma feth [kap›s›] aç›l›r).

4– (Bid’at sâhibine sayg› gösteren, islâm dînini y›kmağa yard›m

etmiş olur).

5– (Allah r›zâs› için bir bid’at sâhibinden yüz çevirenin kalbini

Allahü teâlâ emniyyet ve îmân ile doldurur. Bir bid’at sâhibini azarlayan› Allahü teâlâ yüz derece yükseltir. Bir bid’at sâhibine selâm veren, onu güler yüzle karş›layan, Muhammed aleyhissalâtü vesselâma

nâzil olan› küçümsemiş olur).

6– (Allahü teâlâ bid’at sâhibinin orucunu, nemâz›n›, zekât›n›,

hacc›n›, umresini, cihâd›n›, sarf ve adlini kabûl etmez. Okun yaydan

ç›kd›ğ› ve k›l›n hamurdan ç›kd›ğ› gibi, kolayca islâmdan ç›kar).

Bu ve benzeri çok say›da hadîs-i şerîf, bid’atin kötü olduğuna zarûrî bir ilm hâs›l eder.

Süâl: Bid’atin kötü olduğunu bu aç›klamalarla kabûl etdik. Fekat ikinci esâsda bildirilen, “her bid’at kötüdür” sözüne delîl nedir? Çünki bid’at,

sonradan ortaya ç›kan her şeyden ibâretdir. O hâlde imâm-› Şâfi’î “rad›-

yallahü anh” niçin “Terâvîhi cemâ’atle k›lmak bid’atdir, ama bid’at-i hasenedir” demişdir?

Fakîhlerin, f›kh›n teferruât›na dalmalar› ve teferruât hakk›nda münâzara yapmalar›, ayr›ca mücâdele ve ilzâm fenninden olan nakz, kesr,

va’z ve terkîbin fesâd› ve benzerlerini ortaya ç›karmalar›, bütün bunlar

bid’at değil midir? Sahâbe-i kirâmdan bunun gibi şeyler bildirilmemişdir.

Bunlar, çirkin bid’atlerin sünnet-i me’sûreyi kald›rmad›ğ›na delîldir. Elbette bunlar›n sâbit olan sünneti kald›rd›ğ›n› kabûl etmeyiz, ama bunlar

sonradan ihdâs edilmişler, ortaya ç›kar›lm›şlard›r.

Eshâb-› kirâm ve tâbi’în gibi bu ümmetin evvel gelenleri, ya dâha

mühim işlerle meşgûl olduklar›ndan veyâ birinci asrda kalbleri şek ve tereddüdlerden selâmetde olup, ihtiyâc duymad›klar›ndan, sonradan ihdâs

edilen bu konulara dalmad›lar. Sonradan ortaya ç›kan şahsî görüş ve

bid’atleri iptâl etmek, bu da’vâda olanlar› susdurmak için, sonra gelen

âlimler bu konuya dalma ihtiyâc› duymuşlard›r.

Cevâb: Mezmûm olan bid’atin kadîm olan bir sünneti kald›rmad›-

ğ›na dâir söyledikleriniz doğrudur. Fekat, sonradan ç›kar›lanlar, Resûlullah sünnetinden ve Eshâb›n tutduklar› yoldan farkl› olduklar› için bid’atdir. Zîrâ Eshâb-› kirâm›n sünneti bu konulara dalmağa mâni’ olmak, süâl soran› azarlamak ve bu mes’elelerden süâl kap›s›n› açan› şiddetle

te’dîb ve men’ etmekdi. Avâm›, aralar›nda şâyi’ ve mütevâtir olmayan şeylerde, müşkillere düşürmekden çekinirlerdi.

Tâbi’înden eser nakl edenlerce, Sahâbeden tevâtür ile nakl edilen

münferid haberler s›hhat bulmuşdur. Selefin hâl ve hareketleri, şek ve

şübhenin yol bulmad›ğ› delîllerdir. Nitekim onlar›n ferâiz mes’elelerine

dalmalar›, f›khî vak’alar hakk›ndaki meşveretleri, tevâtür hâlini alm›şd›r. Şübhenin yol bulmad›ğ› münferid haberlerin toplanmas›yla bir ilm hâs›l oldu.

Nitekim hazret-i Ömer “rad›yallahü anh” iki müteşâbih âyetin ma’nâs›n› soran bir kimseye kamç›s›n› kald›rm›şd›r. Yine hazret-i Ömer “rad›yallahü anh”

halîfe iken, “Kur’ân-› kerîm mahlûk mudur, değil midir” diye soran bir kimseyi, teaccüb ederek elinden tutup, ilm kap›s› olan hazret-i Alîye “rad›yallahü anh” götürdü ve yâ Ebel Hasen! Dinle bak! Bu adam ne diyor, dedi.

Hazret-i Alî, ne diyor, ey Emîr-el-mü’minîn! dedi. Adam, kendisine Kur’ân-› kerîmin mahlûk olup olmad›ğ›n› sordum, dedi. Hazret-i Alînin “rad›yallahü anh” bu soruya çok can› s›k›ld›. Baş›n› eğdi, düşünceye dald›.

Sonra baş›n› kald›rd› ve:

— Âh›r zemânda bu sözden çok konuşulacakd›r. Eğer ben senin gibi bunun vâlîsi olmuş olsayd›m, elbette boynunu vururdum, dedi.

Bu hâdiseyi Ahmed bin Hanbel “rahimehullah” Ebû Hüreyreden

“rad›yallahü anh” rivâyet etmişdir. Bu söz, hazret-i Alînin, hazret-i Ömer

ve Ebû Hüreyrenin “rad›yallahü anhüm” yan›nda iken söylediği sözdür. Bu

süâle ne hazret-i Ömer, ne hazret-i Alî ve ne de bu haberin ulaşd›ğ› her

hangi bir Sahâbî hiç bir cevâb vermemişlerdir. Hazret-i Alî “rad›yallahü anh”

bu süâlin dînî bir mes’ele ve Allahü teâlân›n kelâm›ndaki hükmleri öğrenmek, bilmek olmad›ğ›n› anlam›şd›r. Süâli soran›n, emr ve yasaklara âid

hükmlerin delîlleri ondan al›nan, Resûl aleyhisselâm›n s›dk›na delâlet

eden mu’cize olan Kur’ân-› kerîmin s›fat›n› bilmeği istemediğini bilmişdir.

Bu süâli sorana Alî “rad›yallahü anh” bu kadar şiddet gösterdiğini aç›kl›yal›m:

Hazret-i Alînin “rad›yallahü anh” firâsetine, ileri görüşlü olmas›na bir

bak ki, bu süâlin ileride fitneye yol açacağ›n› önceden anlad›. Kur’ân-› kerîmin mahlûk olup olmama mes’elesinin fitne zemân› olan âh›r zemânda yay›lacağ›n›, Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” işâret buyurmalar›ndan anlam›şd›. Bunun için, hazret-i Alî “rad›yallahü anh”, “Ben vâlî olsayd›m onun boynunu vururdum” şeklinde şiddetli bir ifâde kullanm›şd›r.

Vahye ve Kur’ân-› kerîmin indirilişine şâhid olup, dînin s›rlar›na ve hakîkatine muttali’ olan ve haklar›nda Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem”,

(Ben Peygamber olarak gönderilmemiş olsayd›m, Ömer Peygamber olarak gönderilirdi) ve (Ben ilmin şehriyim, Alî kap›s›d›r) buyurduğu zâtlar

bu gibi süâl soranlar› azarlad›. Sonra gelen kelâm ve mücâdele düşkünleri, haklar›nda (Uhud dağ› kadar alt›n sadaka verseler de, onlardan birinin bir müd sadaka sevâb›na, hattâ yar›s›na ulaşamazlar) buyurulan Eshâb-› kirâm›n, “Hak ve doğru olan, böyle süâlleri kabûl edip gerekli cevâb› vermeleri ve münâkaşa kap›s›n› açmalar› gerekirdi. Soran hakl› idi. Hazret-i Ömer ve Alî “rad›yallahü anhümâ” bât›l üzere idiler” demekdedirler.

Heyhât, demircileri meleklerle k›yâsa kalk›şan, kelâm ve mücâdele

düşkünlerini hulefâ-i râşidîne ve selef-i sâlihîne tercîh edenler, tahsîlden [ilmden] ne kadar uzak, dinden ne kadar mahrûm kimselerdir. Böylece bu

bid’atin, selefin sünnetine muhâlif olduğu kat’î olarak ortaya ç›kmakdad›r.

Fakîhlerin f›kh›n teferru’ât› ve tafsilât›na dalmalar› gibi değildir. Bu konuya dalanlar› men’ etdikleri görülmemişdir. Hattâ ferâiz mes’eleleri üzerinde dikkatle durmuşlard›r. F›kh›n derinliklerine dalman›n câiz olduğunu anlad›k. Fekat mücâdele ilmindeki bid’atler tahsîl ehli yan›nda kötü bid’atdir.

Bunun kötülüğünü (‹hyâ-ül ülûm) kitâb›m›z›n (akâid) k›sm›nda bildirdik.

Sonra gelen âlimlerin münâzara ve münâkaşalar›ndan maksad,

şer’i şerîfin kaynaklar›ndan araşd›r›p almağa yard›m ise ve ahkâm› bilmek,

anlamak ise, bu selefin sünnetine uygundur. Zîrâ onlar ferâiz ile alâkal› dede mes’elesinde; ana, zevc ve baban›n mîrâs›nda ve benzeri f›kh mes’elelerinde meşveret ve münâzara etdikleri nakl edilmişdir. [Dede ile ana-baba bir veyâ baba bir kardeşin bir arada olmas› hâlinde hisseleri nass olarak aç›klanmam›şd›r. Hattâ ‹bni Mes’ûd “rad›yallahü anh”, “Müşkillerinizi bizden sorun, fekat dede mes’elesini sormay›n buyurmuşdur. Ömer bin

Hattâb “rad›yallahü anh”, “Dede ile kardeşin bir arada olmas› hâlinde, mîrâs için hükm vermekde en cesûr olan›n›z, Cehenneme karş› en cesâretli

olan›n›zd›r” buyurmuşdur. Alî bin Ebî Tâlib “rad›yallahü anh”, “Cehenneme girmek kimi sevindirirse, dede ile kardeş aras›nda [mîrâs için] hükm

versin” buyurmuşdur.J

Ebû Bekr, Abdüllah bin Abbâs, Abdüllah bin Ömer ve Eshâb-› kirâm›n “aleyhimürr›dvân” bir k›sm›, kardeşler, dede ile birlikde olunca, mîrâs alamaz demişlerdir. ‹mâm-› a’zam›n ictihâd› da böyledir.

Eshâb-› kirâm›n ve tâbi’înin çoğu ve hakk›nda (Ferâizi en iyi bileniniz Zeyddir) buyurulan Zeyd bin Sâbit “rad›yallahü anh” da, “Kardeşler dede ile birlikde olunca, mîrâs al›rlar. Ancak dede, mal›n üçde birinden

veyâ muhâsemeden hangisi çok ise onu al›r” buyurmuşlard›r. ‹mâm-›

Mâlik, imâm-› Şâfi’î, imâm-› Ahmed bin Hanbel ile Ebû Yûsüf ve imâm-›

Muhammedin ictihâdlar› da böyledir.


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık