Kendini anlayan Allahü teâlâyı bilir, 234. Mektûb

234
İKİYÜZOTUZDÖRDÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, hakîkatleri bilen, ma’rifetler kaynağı, Allahü teâlâyı tanıtan bilgilerin sâhibi olan büyük oğlu şeyh Muhammed Sâdıka “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmışdır. Allahü teâlânın kendisi varlıkdır. Mahlûkların aslları ise yoklukdur. Kendini anlıyan, Allahü teâlâyı bilir. Tecellî-i zâtîyi ve Nûr âyetindeki incelikleri bildirmekdedir:

[İmâm-ı Rabbânî hazretleri “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu mektûbda, Allahü teâlânın hakîkati vücûddür demiş ise de, birinci cildin ikiyüzaltmışıncı [260] mektûbunda, bu sözüne tevbe etmiş, (Böyle olmadığını sonradan anladım) buyurmuşdur].

[Bu mektûb ve bundan evvelki birkaç mektûb, akl ile hiç anlaşılamıyacağı için, bunları okumak şâyan-ı tavsiye değildir.]

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! Kıymetli oğlum! Hak teâlânın hakîkati, yalnız vücûddür. [(Vücûd) var olmak demekdir.] Allahü teâlânın bu vücûdü, her hayrın, her kemâlin kaynağıdır ve her güzelliğin başlangıcıdır. Bu vücûd, bir hakîkî cüz’dür. Bir basîtdir ki, buna hiçbirşey karışmış, hiçbirşeyle birleşmiş değildir. Böyle olmadığı gibi, olması düşünülemez de. İnsan, Allahü teâlânın bu vücûdünü anlıyamaz. Zât-i teâlânın aynıdır. Ondan başka değildir. Aynıdır demek bile, başkalığı düşündürebilir. Aynıdır da denilemez. Zât ile birlikde olan vücûd, bu anlaşılamıyan vücûdün zılli, görüntülerindendir. Bu ikinci vücûd, Zât-i teâlânın ve mahlûkların varlıklarından başka bir varlıkdır. Bu ikinci vücûd, Allahü teâlânın hakîkati olan vücûdün, aşağı mertebelerde meydâna çıkmasıdır. Bu çeşidli görüntülerin en yükseği, en birincisi ve en üstünü, Zât-i teâlânın vücûdüdür. Demek ki, Allahü teâlânın hakîkati vücûddür denilebilir. Fekat, Allahü teâlâ, o mertebede mevcûddür denilemez. Zıl mertebesinde, Allahü teâlâ mevcûddür denilebilir. Fekat, Allahü teâlâ vücûddür denilemez. Tesavvufculardan vücûd, zâtdan başka değildir diyenler, ikisi arasındaki başkalığı göremediler, zılli asldan ayıramadılar. Bunlar ve felsefeciler, zâtdan başka olan ve olmıyan vücûdleri birbirlerinden ayıramadılar. Vücûdün başka olduğunu çok güc söylediler. İşin doğrusu, Allahü teâlânın bize ilhâm eylediğidir. Vücûdün böyle asl ve zıl olarak başka başka olması, öteki sıfatların da asl ve zıl olmaları gibidir. Aslların mertebesi, icmâl, topluluk ve anlaşılamamak mertebesidir. Sıfatların bu aslları, Allahü teâlâdan başka değildirler. Bu mertebede, Allahü teâlâ ilmdir denilebilir. Fekat böyle söylemek de, bir zıl mertebesi olur. Çünki zât mertebesinde, Allahü teâlâya hiçbirşey söylenemez. Allahü teâlâ âlimdir de denilemez. Çünki ilmin Ondan başkalığını gösterir. Bu makâmda başkalık hiç yokdur. Başkalık, zıl mertebelerinde olur. Burada zıl yokdur. Çünki, te’ayyün-i evvelin pekçok üstündedir. Çünki topluca bir bağlantı, bu te’ayyünde bulunur. Bu makâmda, hiçbir bakımdan, hiçbirşey düşünülemez. Bu topluluğun açıklanması demek olan zıl mertebesinde, başkalık söylenebilir. Uygunluk söylenemez. Fekat bu mertebede, sıfatların uygunluğu, vücûdün uygun olmasından ileri gelir. Bu vücûd, her iyiliğin ve kemâlin başlangıcıdır. Her güzelliğin ve düzenin kaynağıdır.

Bu fakîr “kuddise sirruhül’azîz” mektûblarımda ve kitâblarımda, vücûd zâtdan başkadır dediğim zemân, zıl olan vücûdün başka olduğunu bildirmişdim. Bu zıl olan vücûd de, dışardaki [ilmdeki değil] her varlığın başlangıcıdır. Bu vücûde mâlik olan mâhiyyetler, hâricde var olan mertebelerin her mertebesinde bulunurlar. Bunu iyi anlamalı. Birçok yerde işe yarar.

Görülüyor ki, Allahü teâlânın sekiz sıfatı da dışarda vardır. Mahlûklar da dışarda vardır.

Ey oğlum! İnce bilgileri dinle! Allahü teâlânın kemâlleri, Zât-i ilâhî mertebesinde, zâtdan başka değildirler. Meselâ ilm sıfatı, o mertebede, Zât-i teâlâdan başka değildir. Bunun gibi, zâtın hepsi kudretdir. Zâtın bir parçası ilm, başka bir parçası kudret değildir. Orada parçalanmak, ayrılmak yokdur. Zâtda böyle olan bütün kemâller, ilm mertebesinde genişlemişler, birbirinden ayrılmışlardır. Zât-i ilâhîde, o basîtlik, o toplu kemâller hiç değişmeksizin, ilm sıfatında hepsi dağılmışlardır. Zâtda bulunan bütün kemâller, üstünlükler, ilmde de yerleşmişlerdir. İlmdeki bu kemâllerin de, zılleri vardır. Bu zıllere (Sıfatlar) denilmişdir. Bunların da asl kaynağı Zât-i teâlâ olduğundan, Zât-i teâlânın varlığı ile vardırlar. (Füsûs) kitâbının sâhibi, birbirlerinden ayrı olarak ilmde bulunan, ya’nî (Vücûd-i ilmî)leri olan kemâllere, (A’yân-i sâbite) demişdir. Bu fakîre göre, mümkinlerin, ya’nî mahlûkların hakîkatleri, ademlerle bu ademlere yerleşmiş olan kemâllerin zılleridir. (Adem), yokluk demek olup, her kötülüğün, her bozukluğun kaynağıdır. Bunu biraz açıklıyalım. Cân kulağı ile dinleyiniz! Adem, vücûdün karşılığıdır. Ya’nî yokluk, varlığın tâm tersidir. Ona bütün bütün aykırıdır. Bunun için, her kötülüğün, her bozukluğun başlangıcıdır. Hattâ kötülüklerin, bozuklukların tâ kendisidir. Vücûd, toplu iken, her iyiliğin, her üstünlüğün tâ kendisi olduğu gibidir. O asl mertebede, vücûd, zâtdan başka olmadığı gibi, o vücûdün tersi olan adem de, yokluk mâhiyyetinden başka değildir. O mertebede, o mâhiyyete yok denilemez. Tâm yoklukdur. Bu yokluk mâhiyyetinin ilm-i ilâhîde ayrıldığı mertebelerde, bu mâhiyyetden hâsıl olan parçalara yok denilebilir. Bunlar o mâhiyyetden başkadırlar denilebilir. O toplu olan yokluk mâhiyyetinden meydâna gelmiş gibi olan ve bu mâhiyyetin zılli gibi olan adem, o zıllerin her parçasında başka başkadır. Bunu dahâ aşağıda açıklıyacağız. Bu adem, o toplu mertebede, her kötülüğün, her bozukluğun tâm kendileri olduğundan ve ilm-i ilâhîde, her kötülük, başka kötülüklerden ayrı olduğundan, ilm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmış olan herbir kemâl ve her bir hayr karşılarında bulunan herbir kötülük üzerine aks etmiş, birbirleri ile birleşmişlerdir. Herbiri kötülük ve bozukluk olan ademler, kendileri ile birleşmiş olan kemâller ile birlikde, mümkinlerin, ya’nî mahlûkların mâhiyyetleri, ya’nî aslları olmuşdurlar. Böyle olmakla berâber, bu ademler, bu mâhiyyetlerin aslları, özleri gibidirler. Bu kemâller ise, bunların özellikleri gibidirler. İşte bu fakîre göre, (A’yân-ı sâbite), bu ademler ve bunlarla birleşmiş olan kemâllerin her ikisidir. Her dilediğine gücü yeten Allahü teâlâ, bu yokluk mâhiyyetlerini bütün lüzûmlu şeyleri ile birlikde ve ilm-i ilâhîde bu ademlere aks etmiş olan vücûd zıllerinin kemâlleri ile birlikde, mümkinlerin, mâhiyyetleri yapmışdır. Dilediği zemân, bu mâhiyyetleri, ilmdeki vücûd zılline yaklaşdırarak, dışardaki varlıkları yaratmışdır. Bu mâhiyyetleri, dışardaki varlıklara başlangıç eylemişdir.

Mümkinlerin a’yân-ı sâbitesi olan ve onların mâhiyyetleri olan, ilm-i ilâhîdeki bu sûretleri, ilmdeki vücûd zıllerine yaklaşdırmak demek, ilmdeki sûretlerin ilmden çıkarak dışarıda var olmaları demek değildir. Böyle şey olamaz. Allahü teâlânın ilminden dışarda olmak, Allahü teâlânın câhil olması demekdir. Mümkinler dışarıda, ilmdeki sûretlere tâm uygun olarak, dışarda ayrıca var olurlar demekdir. İlmdeki varlıkdan başka, onlara tâm uygun olarak, dışarda da, ayrıca var olurlar. Sanki, marangoz ustası, masanın şeklini zihnde düşünür. Onun gibi bir masayı dışarda yapması gibidir. Masanın zihndeki şekli, masanın mâhiyyeti demekdir. Bu mâhiyyet marangozun zihninden dışarı çıkmamışdır. Zihndeki o şekle tâm uygun olarak, dışarda da, ayrıca bir masa vücûde gelmişdir.

Her adem, vücûdün kemâllerinin, kendine tâm karşı bulunan ve kendisine aks etmiş olan zıllerinden bir zılle yaklaşarak, dışarda var olmuş, zînet hâsıl etmişdir. Tâm adem, böyle değildir. Bu kemâllerin zıllerine karşı olmaz. Onlarla birleşerek, dışarda bir vücûd kazanamaz. Çünki, bu zıllerin karşısında değildir. Eğer, karşılığı bulunmasaydı, asl vücûde karşı olurdu. Hâlbuki, zâtdan başka olmıyan bu asl vücûdün karşısında birşey bulunamaz.

Tâm ma’rifet sâhibi olan bir ârif, asl vücûde ilerlerse, tam ademe iner. Böylece, bu ademin de, o hazretle bağlantısı olur. Zînetlenmiş olur. Güzelleşmiş olur. O vakt, ârifin kendi mertebeleri demek olan, kendi ademlerinin bütün mertebeleri, topluca olsun, ayrı ayrı olsun, hepsi güzel ve iyi olurlar. Kemâl ve cemâl hâsıl ederler. Bütün mertebelerinin iyi, güzel olması, yalnız böyle ârif içindir. Ondan başkasında, iyilik olursa, yâ ayrı ayrı ayrılmış ademlerin birkaç mertebesinde olur veyâ ayrı ayrı bütün mertebelerinde görülür. Bu ikincisi de, çok az bulunur. Fekat, her çeşid kötülük ve bozuklukdan başka birşey olmıyan tâm ve toplu ademin iyi ve güzel olması, yalnız bu ârif içindir. Bu ârifin şeytânı da, tâm iyi olarak, islâmın güzelliğine kavuşur. Nefs-i emmâresi mutmeinne olur. Mevlâsından râzı olur. Bunun içindir ki, Peygamberlerin efendisi “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, (Benim şeytânım müslimân oldu) buyurdu. Bundan sonra, gazâda, hiçbir gâzî ondan dahâ ileri olamaz. İyilikleri şeytân kadar gösteremez. Sübhânallah! Bu fakîrden elinde olmıyarak öyle ma’rifetler hâsıl oldu ki, çokları toplanarak çalışsalar, bir benzerine kavuşamazlar. Geleceği haber verilmiş olan hazret-i Mehdînin de bu ma’rifetlerden çok pay alacağı umulur. Fârisî beyt tercemesi:

Pâdişâh, koca karı kapısına,
gelirse ey yeğit, sen buna şaşma!

En güzel yaratıcı olan Allahü teâlâ, çok mubârek, pek mukaddesdir. Yaratıcı sanılanlara benzemez. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Görülüyor ki, mümkinlerin zâtları, aslları, ademlerdir. Vücûdün kemâllerinin zılleri bu ademlere aks ederek, bunları süslemişdir. Böyle olduğu için, mümkinlerin zâtları, her kötülüğün, bozukluğun kaynağıdır. Her çirkinliğin, kusûrun yeri olmuşlardır. Mümkinlerde yerleşdirilmiş olan her iyilik, her kemâl, asl vücûdden ödünç olarak gelmişdir.

Nisâ sûresinin yetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Sana gelen her iyilik, Allahü teâlâdandır. Sana gelen her çirkinlik de, kendindendir) buyuruldu. Allahü teâlânın ihsânı ile, bir kimse, kendindeki iyiliklerin ödünc olarak verilmiş olduklarını görürse, üstünlüklerinin başkasından olduğunu anlarsa, kendini yalnız kötülük bulur. Tâm kusûr bilir. Kendinde hiçbir kemâl göremez. Aks yolu ile geldiklerini bile göremez. Çıplak kimsenin ödünc çamaşır giymesi gibi olur. Çamaşırların ödünc olduğu, kendisini o kadar kaplamışdır ki, hepsini sâhibinde sanır. Kendini çıplak bulur. Üzerinde çamaşır var ise de, kendini çıplak sanır. Böyle görüş sâhibi olan zât (Abdiyyet) kulluk, makâmı ile şereflenir. Bu makâm, vilâyet makâmlarının en üstünüdür.

TENBÎH: Kötülükle iyiliğin ve aşağılıkla üstünlüğün böyle biraraya gelmeleri, vücûd ile ademin bir araya gelmesidir. Bu ise, iki ters şeyin biraraya gelmesi değildir. Bunun için, olmıyacak şey sanılmamalıdır. Çünki tâm vücûdün tersi, tâm ademdir. Zıl mertebelerinde ise, tâm vücûdden aşağı doğru, derece derece inilmişdir. Adem tarafında da, en aşağı olan tâm ademden yukarı doğru basamak basamak yükselmişlerdir. [Bunların birleşmeleri, metal atomları ile ametal atomlarının birleşmeleri gibi, çekirdeklerindeki artı elektriklerin birbirlerini itme kuvvetleri, elektron kuvvetleri ile azalarak birbirlerini çekmeğe başlamışlar, iyon şebekesi hâsıl etmişlerdir. Atom çekirdeklerindeki protonları biraraya toplayan ve] İyilik nûrları ile kötülük karanlıklarını biraraya getiren Allahü teâlâyı tesbîh ederiz. Hiçbir ayb ve kusûru Ona kondurmayız.

Süâl: Biraz yukarıda, tâm ademin de, tâm vücûde yakın olduğu yazılı idi. Tâm iki zıd, iki ters birleşmiş olmuyor mu?

Cevâb: İki zıd şey, bir yerde birleşemez. Birinin, öteki yardımı ile durması ve birinin öteki tersi ile sıfatlanması olamaz değildir. Adem, mevcûd olabilir. Vücûd ile yakınlık hâsıl edebilir.

Süâl: Adem, nazarî, teorik birşeydir. Bunun dışarda var olması, ne demekdir?

Cevâb: Adem, ya’nî yokluk deyince, hâtıra gelen şey teorikdir, hayâldedir. Fekat, ademin çeşidlerinden birinin sonradan var olmasını söylemek niçin bozuk olsun? Eski Yunan felsefecilerinin vücûd için söyledikleri de böyledir ki, vücûd, Vâcib-ül-vücûdün zâtından başkadır. Çünki vücûd, teorik birşeydir, dışarda bulunamaz. Vâcib-ül-vücûdün kendisi ise, dışarda vardır. Bunun için ikisi başka başkadır diyorlar. Bunlara cevâb olarak da deniliyor ki, vücûd deyince akla gelen şey nazarîdir, dışarda yokdur. Fekat, vücûdün çeşidlerinden biri böyle değildir. Bunun için, vücûdün parçalarından biri dışarda bulunabilir.

Süâl: Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın sekiz hakîkî sıfatı, zıl mertebelerinde vardır. Asl mertebesinde vücûdleri yokdur. Bu ise, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uygun değildir. Allahü teâlâ, o âlimlerin çalışmalarına karşılık bol bol iyilikler versin! Çünki, bu âlimler sıfatların Zâtdan hiç ayrılmadıklarını ve hiç ayrılamıyacaklarını bildirmişlerdir.

Cevâb: Söylediklerimizden, ayrılabilecekleri anlaşılmaz. Çünki bu zıl, o asla lâzımdır. Ondan ayrılamaz. Böyle olmakla berâber, yalnız Zât-i teâlâyı arayan, ismleri ve sıfatları hiç düşünmiyen bir ârif, o mertebede yalnız zâtı bulur. Hiçbir sıfatı düşünmez. Bu, o zemân sıfatlar bulunmaz demek değildir. Görülüyor ki, ârife göre, sıfatlar, Zât-i ilâhîden ayrılmış gibi sanılmakdadır. Dışarda ayrılmış değildirler. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerine uygun olur. Bunu iyi anlamalıdır.

Bu açıklamalardan sonra, (Kendini tanıyan, Rabbini tanır) sözü iyi anlaşılır. [İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh”, bu sözün sâhibinin hazret-i Alî “radıyallahü anh” olduğunu bildiriyor. Mâverdî, (Edeb-üd-dünyâ) kitâbında bunun hadîs-i şerîf olduğunu yazmakdadır. Demek ki, ibni Hacerin sözü, bunun hadîs-i şerîf olmadığını göstermemekdedir.] Çünki bir kimse, kendisini kötü olarak ve aşağı olarak tanıyınca ve kendisinde bulunan her iyiliğin ve üstünlüğün Vâcib-ül-vücûd hazretleri tarafından ödünç verilmiş olduğunu anlayınca, Hak teâlâyı iyi ve üstün ve güzel olarak tanır.

Buraya kadar yapılan açıklamalar anlaşılınca, Nûr sûresindeki, (Allahü teâlâ, yerin ve göklerin nûrudur) meâlindeki âyet-i kerîmenin özü meydâna çıkar. Çünki, mümkinlerin hepsi ademlerdir. Ademler de hep kötülük ve aşağılıkdır. Mümkinlerdeki iyilik ve üstünlük ve güzellik ve düzgünlük, Allahü teâlânın kendisi olan vücûdden gelmişdir. Bu vücûd, iyiliklerin ve üstünlüklerin kaynağıdır. Bu anlaşılınca, göklerin ve yerin nûru bu vücûddür. Bu vücûd, Vâcib-i teâlânın kendisidir. Bu nûr, göklerde ve yerde, zıllerinin yardımı ile bulunduğundan, zıllerin yardımı olmaksızın, doğrudan doğruya bulunduğunu sanmamak için, bu nûru bir misâl ile anlatmakdadır. (Onun nûru bir fenere benzer. O fenerin içinde zeytinyağındaki fitilde yanan ışık vardır. Bu ışıklı fitil cam bir kandil içindedir...) meâlindeki âyet-i kerîmeyi inşâallah başka bir mektûbda uzun açıklayacağız. Çünki, uzun yazılacak şeyler vardır. Bu mektûbumuza sığdıramayacağız.Âyet-i kerîmeleri böyle açıklamaya (Te’vîl) denir.

Kur’ân-ı kerîmin tefsîri, ancak Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitildiği gibi yapılabilir. (Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşüne, anlayışına göre tefsîr eden kâfir olur) hadîs-i şerîfi, bunu bildirmekdedir. (Te’vîl) böyle değildir. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olmak şartı ile, her âlim, anladığı gibi te’vîl yapabilir.

Mümkinlerin aslları, kendileri ademlerdir dedik. Mümkinlerin aşağı, bozuk sıfatları, bu ademlerden, Allahü teâlânın îcâd etmesiyle hâsıl olur. Mümkinlerdeki iyilikler ve üstünlükler, vücûdün kemâllerinin zıllerinden ödünc olarak alınmışdır ve Allahü teâlânın îcâdı ile hâsıl olmakdadırlar.

Birşeyin iyi veyâ kötü olduğunu anlamak kolaydır. Âhıret için olan şeyler, güzel görünmeseler bile, güzeldir. Dünyâ için olan şeyler, güzel görünseler, tatlı ve iyi anlaşılsalar bile çirkindir. Dünyânın yaldızlı güzellikleri, hep böyledir. Bunun içindir ki, islâmiyyetde oğlanların ve yabancı kadınların güzelliğine istek ve şehvetle bakmak yasak edilmişdir. Dünyânın yaldızlı, güzel görünen bütün pislikleri böyledir. Bunlar hep ademden hâsıl olur. Ademden ise, hep kötülük ve bozukluk meydâna gelir.

Eğer bu güzellikler, bu iyilikler, vücûdün kemâllerinden olsa idi, yasak edilmezlerdi. Yalnız şurası var ki, asl dururken zılle bakmak çirkin olacağı için, yasak edilebilir ise de, bu yasaklık, ademden olan kötülüklerin yasaklığı gibi harâm olmaz, yapmakdan ise, yapmamak dahâ iyi olur. Görülüyor ki, dünyâdaki güzellerin güzellikleri, vücûdün güzelliğinin zılleri değildir. Ademler, kemâllerin yanında bulunmakla güzel görünmeğe başlamışlardır. Ademin herşeyi gibi, bu güzel görünüşü de çirkin ve kötüdür. Şeker kaplanmış zehre benzer. Yaldızlanmış necâset gibidir.

İslâmiyyetin, nikâh edilen güzel kadınlarla ve güzel câriyelerle eğlenmeğe izn vermesi, çocuk elde etmek ve insanları üretmek içindir. Âlemdeki düzenin bozulmaması için buna izn verilmişdir.

Tesavvufculardan birçoğu, güzel yüzlere, tatlı seslere bağlanmışlar. Bu güzelliklerin, Vâcib-ül-vücûd teâlâ ve tekaddes hazretlerinin kemâllerinden ödünc verilen güzellikler olduğunu sanarak, bunlara bağlanmağı iyi ve güzel bilmişler. Hattâ, tesavvuf yolunda ilerlemek için yardımcı sanmışlardır. Bu fakîrin anladığı böyle değildir. Yukarda biraz bildirilmişdir. Şuna çok şaşılır ki, bunlardan birkaçı, bu yanlış hareketlerini haklı göstermek için vesîka da göstermeğe kalkışıyor. (Oğlanlardan sakınınız! Çünki onlardaki güzellik, Allahü teâlânın güzelliği gibidir) sözünü ileri sürüyorlar. Allahü teâlânın güzelliği gibidir sözü, bunları şübheye düşürmekdedir. Hâlbuki bu söz, onlara yardımcı olmuyor. Onların yanlış anladıklarını bildiriyor. Bu fakîrin anlayışının da doğru olduğunu gösteriyor. Çünki (Sakınınız!) buyurmakda, onlara bakmayı yasak etmekdedir. Bunun yanlış anlaşılabileceğini de anlatmak için (Onların güzelliği, Hak teâlânın güzelliği gibidir. Onun güzelliği değildir) buyurmakdadır. Böylece, yanlış anlaşılmasını önlemekdedir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Dünyâ ve âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Bu ikisinden birisini râzı edersen, öteki gücenir) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf de gösteriyor ki, dünyânın güzelliği ile âhıretin güzelliği birbirinin zıddıdır. Birbirine uymaz. Herkes bilir ki, dünyâ güzelliğini, islâmiyyet beğenmez. Âhıret güzelliğini beğenir. O hâlde, dünyâ güzelliği kötüdür. Âhıret güzelliği iyidir. Birincisi ademden, ikincisi vücûdden hâsıl olmakdadır. Evet, ba’zı şeyler vardır ki, bir bakımdan dünyâdandır, başka bir bakımdan âhıretdendir. Bu şeyler, birinci bakımdan çirkindir. İkinci bakımdan güzeldir. Bu iki bakımı birbirinden ayırmak ve herbirinin güzelliğini ve çirkinliğini anlamak, islâmiyyeti bilmekle olur. Haşr sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Resûlullahın emr etdiklerini yapınız! Yasak etdiklerinden sakınınız!) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Dünyâ yaratıldığı zemândan beri, Hak teâlâ ona beğenerek bakmamışdır. Hak teâlâ onu beğenmez). Bu hadîs-i şerîfde dünyâda ademden hâsıl olan kötülüklerin, çirkinliklerin ve bozuklukların beğenilmediği bildirilmekdedir. Adem her kötülüğün ve her bozukluğun yeridir. Bunun için dünyânın güzelliği, tatlılığı ve tâzeliği kıymetsizdir. Allahü teâlâ, bunlardan râzı değildir. Allahü teâlâ, âhıretin güzelliğinden râzıdır. Âhıret güzelliğine bakar. Enfâl sûresinin altmışyedinci âyetinin meâl-i şerîfi, (Siz dünyâyı istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, âhıreti istiyor) olup, Allahü teâlânın dünyâya düşkün olanları beğenmediğini bildirmekdedir. Yâ Rabbî! Dünyâyı, gözümüzde küçült!

Âhıreti de kalblerimizde büyült! Fakr ile öğünen ve dünyâ güzelliğinden sakınan Muhammed “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ” hurmetine, bu düâmızı kabûl eyle! Büyük âlim şeyh Muhyiddîn-i Arabî dünyâdaki kötülüklerin, aşağılıkların ve bozuklukların özüne bakmadığı için, (Mümkinlerin hakîkatleri, Hak teâlânın kemâllerinin ilmdeki zılleridir, sûretleridir) dedi. (Bu sûretler, dışarda biricik varlık olan Zât-i teâlâ aynasında aks ederek dışarda görünmüşlerdir) dedi. (İlmdeki sûretler, Hak teâlânın şü’ûn ve sıfatlarından başka birşey değildirler) dedi. Bunun için de, (Vahdet-i vücûd) dedi. Mümkinlerin varlığını, Vâcibin varlığı sandı “teâlâ ve tekaddese”. Kötülük ve aşağılık, iyiliğe ve yüksekliğe göre meydâna çıkar. Tâm kötülük ve yalnız aşağılık diye birşey yokdur dedi. Hiçbirşeyin kendisi kötü değildir. Küfr ve dalâlet, sapıklık bile, îmâna ve hidâyete bakınca kötü olur. Yoksa kendileri kötü değil, iyi ve yarar olduklarını sandı. Kâfirlerde ve fâsıklarda bunların bulunması, doğruluk olur, sapıklık olmaz, dedi. Hûd sûresinin ellialtıncı âyetinin, (Allahü teâlâ, her hayvanı dilediği gibi kullanmağa kâdirdir. Benim Rabbim hak ve adâlet üzeredir) meâl-i şerîfini kendine şâhid göstermekdedir. Evet, vahdet-i vücûde inanan herkes böyle sözlerden çekinmez. Bu fakîre bildirildiğine göre, mümkinlerin mâhiyyetleri, hakîkatleri, aslları, ademlerle, vücûdün bu ademlere aks etmiş ve birleşmiş olan kemâlleridir. Bunu yukarıda uzun bildirdik. Doğruyu meydâna çıkaran, ancak Allahü teâlâdır. Doğru yola kavuşduran ancak Odur.

Oğlum! Allah adamlarının hiçbirinin ne açık olarak ve ne de işâret ederek söylememiş oldukları bu bilgiler ve ma’rifetler, çok şerefli, çok kıymetli bilgilerdir. Bin sene sonra meydâna çıkan ve Vâcib-i teâlânın hakîkati ile mümkinlerin hakîkatlerini tâm uygun olarak anlatan yüksek bilgilerdir. Kitâba ve sünnete uymayan ve doğru yolun âlimlerinin sözlerine benzemiyen bir yerleri yokdur. Resûlullahın “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” sanki ümmetine öğretmek için yapdığı, (Yâ Rabbî! Herşeyin doğrusunu, bize olduğu gibi tâm göster!) düâsı, belki de, yukarıda bildirilen hakîkatlerin, mâhiyyetlerin gösterilmesi içindir. Bunlar (Ubûdiyyet), kulluk makâmında anlaşılır. Aşağılığı ve alçaklığı ve kırıklığı görmeğe de işâret buyurmakdadır. Bunları görmek, kulluğa uygundur. Zevallı bir kulun, kendini sâhibi gibi bilmesi, hiç yakışır mı? Pek edebsizlik olur.

Oğlum! Şimdi o zemândayız ki, geçmiş ümmetlerde, böyle çok karanlık zemân gelince, büyük bir Peygamber gönderilerek, yeni bir din kurulurdu. Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu için ve bu ümmetin Peygamberi, Peygamberlerin sonuncusu olduğu için “aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, bunların âlimlerine, İsrâîl oğullarının Peygamberlerinin mertebesi verilmişdir. Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vazîfeleri, bu âlimlere yapdırılmakdadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir (Müceddid) yenileyici, kuvvetlendirici seçerler. Bununla islâmiyyeti tâzelerler. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir (Ülül’azm) Peygamber gönderdikleri ve Onun işini bir Nebîye bırakmadıkları gibi, bu ümmetde de, tâm ma’rifetli, bilgili bir âlim, ârif seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki Ülül’azm Peygamberlerin işini yapar.

Fârisî beyt tercemesi:

Rûhül-kudsün yardımı, imdâda yetişirse,
Mesîhin yapdıkları, nasîb olur herkese.

Oğlum! Tâm varlık, tâm yokluğun karşılığıdır. Mektûbun başında tâm varlık, Vâcib-ül-vücûdün hakîkatidir. Her iyiliğin ve üstünlüğün de tam kendisidir demişdik. Böyle söylemek, topluca düşünerek olsa bile, o makâm için yakışık alamaz. Çünki, zıl olmak anlaşılır. Bu vücûdün karşılığı olan ademin de, hiçbirşeye bağlılığı, benzerliği yokdur. Bu ademin de, her kötülüğün, her aşağılığın tâm kendisi olduğunu söylemek de burada yakışmaz. Çünki, bir bağlılık anlaşılabilir.

Birşey, tâm olarak ancak kendine tâm zıd, tâm karşı olan şey üzerinde meydâna çıkar. [Meselâ ılık su, soğukda sıcak görünür. Siyâh nokta, beyâz üzerinde belli olur. Yıldız gece karanlığında görülür.] Herşey, zıddı arasında belli olur. Bunun için tâm vücûd, tâm olarak, tâm yokluk üzerinde belli olur. Tâm yokluk, tâm varlığa bir ayna olur.

Tesavvuf yolunda, geri dönüp inmek, ilerlerken yükselmek kadar olur. [Çok çıkan, geri dönünce, çok iner.] Bir kimse, Allahü teâlânın yardımı ile tâm vücûde yükselirse, bu kimse dönüşde, tâm ademe kadar iner. Yükselirken ârifin şü’ûru gider, bilgisi kalmaz. İnerken şü’ûruna ve bilgisine kavuşur. Bu şü’ûr ve ma’rifet makâmında, onu hiç zıl bulunmayan ve zâtın şü’ûn ve i’tibârlarından da uzak olan (Tecellî-i zâtî) ile şereflendirirler. Bundan önce olan bütün tecellîlerin, ismler, sıfatlar, şü’ûn ve i’tibârât zıllerinden bir zıllin perdesi arkasında olduğunu ona bildirirler. Her ne kadar ârif, o tecellîleri, ismlerin ve şü’ûnun arada perde olmayarak hâsıl olduğunu, tâm vücûdün perdesiz olarak tecellî etdiğini sanır ise de, bir zıllin perdesi arkasında tecellî etmekdedir. Sübhânallah! Her kötülüğün, her aşağılığın yeri olan bu adem, vücûdün tam zûhuruna vâsıta olduğu için, güzellik kazanmakda, hiç kimsenin bulamadığına kavuşmakdadır. Kendisi kötü olan şey, araya güzelliğin karışması ile, güzel olmakdadır. İnsanın nefs-i emmâresi de, hep kötülüğe kayar. Ademe her şeyden dahâ çok yakındır. Bunun için, tâm tecellîye herşeyden dahâ çok kavuşmakdadır. Herşeyden dahâ yukarı çıkmakdadır. Fârisî mısra’ tercemesi:

İhsâna en uygun olan, günâh işleyenlerdir!

Ma’rifeti tâm olan bir ârif, bütün makâmlardan ileri yükseldikden ve her mertebeden geçerek indikden sonra, tâm ademe inerek Vücûd-i teâlâya ayna olunca, sıfatların ve ismlerin bütün kemâlleri onda görünür. Tâm vücûdde bulunan bütün latîfeler onda görünür. Ondan başka kimse bu ni’mete kavuşamaz. Bu ayna olmak ni’meti, onun boyuna göre biçilip dikilerek, üzerine giydirilmiş kıymetli bir elbiseye benzer. Kemâllerin, üstünlüklerin zılleri, sûretleri, her ne kadar ilm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmışlar ise de ve ârifin ayna olması da, ilm mertebesinde ise de, ârifin aynası dışarıda vardır ve bütün kemâlleri dışarda göstermekdedir.

Süâl: Ademin ayna olması ne demekdir? Adem, hiçbirşey değildir. Hangi bakımdan vücûdün aynası olmakdadır?

Cevâb: Adem dışardaki varlıklara göre hiçdir. Fekat ilmde bir ayrılık kazanmışdır. Hattâ, ilmde bir varlık da olmuşdur. Tesavvuf yolunun sonuna varanlar “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, ademin zihndeki varlığına, vücûdün aynası, şundan dolayı demişlerdir ki, adem mertebesinde bulunan bütün kötülüklerin ve aşağılıkların hiçbiri, ademin karşılığı olan vücûdde bulunmaz. Ademde bulunmayan her üstünlük de, vücûdde vardır. Bu inceliğe dikkat edilirse, adem vücûddeki kemâllerin görünmesine sebeb olmakdadır. Ayna olmak demek de, işte budur. Burasını iyi anla! İşine çok yarayacakdır. Her şeyin doğrusunu bildiren ancak Allahü teâlâdır.

Oğlum! Bu yazılan ma’rifetlerin hepsinin Allahü teâlâ tarafından ilhâm edilmiş olduklarını, şeytân vesveselerinin hiç karışmadığını umarım. Buna delîl, sened olarak şunu da söyleyeyim ki, bu bilgileri yazmak istediğim ve Allahü teâlâya sığındığım zemân, meleklerin “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” sanki şeytânları buralardan kovdukları görüldü. Onları buralara yaklaşdırmadılar. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

Kıymetli ni’metleri meydâna çıkarmak, hamd yollarının en büyüklerinden biridir. Bu büyük ni’metleri açıklamağa kalkışdım. (Ucb), kendini beğenmek sanılmasından uzak olacağını umarım. Ucb nasıl olabilir ki, Allahü teâlânın yardımı ile, kendi kötülüğüm ve alçaklığım hep gözümün önündedir. Bütün kemâller, iyilikler de Allahü teâlânındır. Geçmişde ve gelecekde olan her hamd âlemlerin Rabbi içindir. Onun Peygamberlerine ve Peygamberinin kerîm olan Âline ve yüksek Eshâbının hepsine iyi düâlar ve selâmlar olsun “salevâtullahi teâlâ aleyhi ve alâ Âlihi ve Eshâbihi ecma’în”! Doğru yolda bulunanlara ve Muhammed Mustafânın izinde gidenlere de selâm olsun “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü efdalühâ vetteslîmâtü ekmelühâ”!


İlâve: Vücûd ve adem ve Allahü teâlânın sıfatları, akl ile anlaşılamaz. Allahü teâlâ, akl ile anlaşılamıyan şeyleri görüp anlıyabilen başka bir kuvvet, sevdiği kullarına verir. Bu kuvvete (Basîret=Kalb gözü) ve bu kullara (Evliyâ) denir. Evliyâ, kalb gözleri ile görüp anlar ve birbirlerine anlatırlar. Başkalarının, bu şeyleri akl ile araşdırmalarına izn verilmedi. Kalb gözüne kavuşmak için, müslimân olmak ve tesavvuf yolunda çalışmak lâzımdır. Tesavvuf yolunda çalışmıyan müslimânın kalbi hastadır. Müslimân olmıyan bir kimsenin kalbi ölüdür. Kalb gözü kördür. Otuzdördüncü mektûba bakınız!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder