İnsanların mebde-i te’ayyünleri ve tecellîleri, 294. Mektûb

294
İKİYÜZDOKSANDÖRDÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, oğlu zâhirî ilmlerin ve bâtın ma’rifetlerinin sâhibi Mecdeddîn hâce Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh” hazretlerine yazılmışdır. Allahü teâlânın sekiz sıfatını ve Peygamberlerin ve bütün insanların mebde-i te’ayyünlerini ve tecellîleri bildirmekdedir:

Varlığı lâzım olanın sekiz hakîkî sıfatının birincisi hayât sıfatı, sonuncusu tekvîn sıfatıdır. Bu sekiz sıfat üç dürlüdür. Birincisinin âleme bağlılığı çokdur. Mahlûklarla ilgisi çokdur. Tekvîn sıfatı böyledir. Bunun içindir ki, Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğu, tekvînin hakîkî sıfatlardan olmadığını, izâfî sıfatlardan olduğunu söylediler. Sözün doğrusu, tekvîn hakîkî sıfatlardandır. Fekat, mahlûklara bağlılığı çokdur. Sıfatların ikincilerinin mahlûklarla bağlılığı azdır. İlm, kudret, irâde, sem’, basar ve kelâm sıfatları böyledir. Üçüncüsü, en yüksek olan sıfatıdır. Âlemle hiç ilgisi yokdur. Hayât sıfatı böyledir. Hayât sıfatı, bütün sıfatların anasıdır. Hepsinin temelidir. Hepsinden dahâ öncedir. Buna en yakın olan sıfat, ilm sıfatıdır. İlm sıfatı, Peygamberlerin sonuncusunun (Mebde-i te’ayyün)üdür “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.

Öteki sıfatlar, başka insanların mebde-i te’ayyünleridir. [(Te’ayyün), zuhûr etmek, meydâna çıkmak demekdir. (Mebde-i te’ayyün), meydâna çıkmanın, var olmanın başlangıcı, kaynağı demekdir.] Her sıfatın, çeşidli şeylere bağlılığı olduğu için parçaları vardır. Şöyle ki, tekvîn sıfatının, yaratmak, rızk vermek, diriltmek ve öldürmek gibi çeşidli bağlılıkları olduğu için, parçaları olmuşdur. Bu parçalar da, bütünleri gibi, insanların mebde-i te’ayyünleri olmuşdur. Mebde’leri, sıfatların parçaları olan te’ayyünler, mebde-i te’ayyünü, sıfatın bütünü olan kimseye tâbi’ olur. Onun ayağı altında, gölgesinde yaşar. Bundan dolayı, (Filân kimse Muhammed aleyhisselâmın ayağı altındadır, falanca, Îsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır, bir başkası için de, Mûsâ aleyhisselâmın ayağı altındadır) demişlerdir “aleyhimüssalevâtü vettehıyyâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ”. Bu parçalar, eğer sülûk yolu ile aşılır ve bütünlerine katılır ve parçaların şühûdü, bütünlerin şühûdü olursa, aralarında yalnız asl olmakdan ve tâbi’ olmakdan başka ayrılık kalmaz. Birisi doğrudan doğruya, ikinciler ise, bunun dolayısı ile kavuşur. Çünki tâbi’ olan, herneye kavuşur, her ne görürse aslından alır. Aslı arada olmadan birşeye kavuşamaz. Tâbi’, kendi kusûrundan dolayı, aslının arada bulunduğunu bilmiyebilir. Fekat aslı, onunla meşhûdü arasında bir perdedir. Ayıran, önliyen perde değil, kavuşduran, gösteren perdedir. [Sinema perdesi, şeklleri saklamaz, örtmez. Onları gösterir. Perde olmazsa, birşey görünmez.] Gözlük de böyledir. Gözün önündeki gözlük, görmeyi önlemez. Görülemiyen şeyleri gösterir. Parçaların, yükselerek, kendi bütününden ayrılıp, başka bir bütüne girmeleri, bu bütünün gördüğünü müşâhede etmeleri câiz değildir. Böylece Mûsâ aleyhisselâmın ayağı altında olanların Îsâ aleyhisselâmın ayağı altına geçmeleri olamaz. Fekat, Muhammed aleyhisselâmın ayağı altına girebilirler. Çünki hepsi, Onun ayağı altındadırlar “aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâm”. Muhammed aleyhisselâmın rabbi, onun mebde’i olan ism, (Rabb-ül-erbâb)dır, kaynakların kaynağıdır. Bütünlerin bütünüdür. Parçaların, asllarının aslıdır. Muhammed aleyhisselâmın ayağının altına yükselmek, aslın aslına yükselmek demekdir. Başka bir asla girmek değildir. Parçalarla, bütünleri arasında, şu ayrılık vardır ki, parçanın önünde iki perde vardır: Birincisi, kendi bütünü olan aslıdır. İkincisi, aslının aslıdır. Kendi bütününün perdesi ise, yalnız aslının aslıdır. Bundan anlaşılıyor ki, Muhammed Resûlullah, arada te’ayyünlerin perdesi olmaksızın şühûd eylemekdedir. Başkalarının şühûdleri ise, te’ayyünlerin perdesindedir. Hiç değilse, Muhammed aleyhisselâmın te’ayyünü perdesindedir. Bunun içindir ki, (Tecellî-i zâtî), yalnız Muhammed aleyhisselâma olur, başkalarının tecellîleri sıfatların perdesindedir demişlerdir. Hiç olmazsa, Muhammed aleyhisselâmın rabbi olan, rablerin rabbi perdesindedir. Muhammed aleyhisselâmın rabbi olan ism, hayât sıfatından başka, bütün ismlerin ve sıfatların üstündedir.

Süâl: Başka Peygamberlerin şühûdü “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Muhammed aleyhisselâmın rabbi mebde-i te’ayyünü perdesinde oluyor dediniz. Onun ümmetinin Evliyâsı, onun ayağı altında oldukları için, bunların şühûdleri de, başka Peygamberlerin şühûdleri gibi, (Rabb-ül-erbâb) perdesindedir. Böyle olunca, başka Peygamberler ile, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin Evliyâsı arasında ne fark olur?

Cevâb: Peygamberlere, hakîkat-i Muhammedî perdesinde olan şühûdden başka, kendi mebde-i te’ayyünleri yolundan hâsıl olan, başka bir şühûd dahâ vardır. Kalb gözlerine kendi gözlüklerini takarak, gaybı görürler. Bu iki şühûd, birlikde olmaz. Aslların aslına yükselirlerse, şühûdleri, (Hakîkat-i Muhammedî) perdesinde olur. Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden yere indikden sonra, bu ni’mete kavuşmakla şereflenecekdir. Buraya yükselmek pek gücdür. Hemen hemen olamaz gibidir. Ancak, Allahü teâlânın büyük ihsânı lâzımdır. Bu sebebler âleminde, Muhammedî meşreb olan zâtın merhamet buyurup yardım etmesi lâzımdır. Kendi aslından ileri geçemez, kendi hakîkatini aşarak, (Hakîkat-ül-hakâık)a varamazsa, şühûdü, kendi hakîkatinin perdesinde olur.

Hakîkat-ül-hakâıkdan [ya’nî Muhammed aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü olan rabbinden, ya’nî ismden] Allahü teâlânın zâtına yol vardır. Pek çok konakları geçdikden sonra kavuşulabilir. Bunun gibi, bütün olan başka hakîkatlerden de, Zât-i teâlâya birer yol vardır. Pekçok konakları aşdıkdan sonra, bu yollardan da kavuşulabilir. Böyle olmakla berâber, hakîkatül-hakâık yolundan, (Vasl-ı uryânî)ye kavuşulur. Başka yollardan da, zâta kavuşulabilirse de, hakîkat-ül-hakâıkın ya’nî hakîkat-i Muhammedînin ince perdesi arada bulunur. Kalın değilse ve mâni’ olmaz ise de, bu kadarcık perdenin bulunması, (Tecellî-i zât) demeğe mâni’ olmakdadır. Yoksa, bütün Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” de, Zât-i teâlâdan, doğrudan doğruya nasîb vardır.

Süâl: Hayât sıfatı, ilm sıfatının üstünde olunca, hakîkat-ül-hakâık yolunda da, hayât sıfatının te’ayyünü perde olur. Böyle olunca, Vasl-ı uryânî nasıl olur? Niçin Tecellî-i zât denilir?

Cevâb: Hayât te’ayyünü, lâ-te’ayyün gibidir. Çünki yüksek mertebelerde, bu te’ayyün yok olur. Zât-i teâlâ mertebesinde, bunun hiçbir değeri kalmaz. Zât-i teâlâ mertebesinde, her ne kadar, başka sıfatların da, hiçbir değerleri yok ise de, onlar zât mertebesine yetişmeden önce yok olurlar. Hayât sıfatı ise, oraya yetişir de yok olur. Bundan dolayı, hakîkat-i Muhammedînin te’ayyünü ve bütün başkalarının te’ayyünleri devâmlıdırlar. Hiçbir mertebede yok olmazlar. Evet, birşeye yetişmek başkadır. Bu şeyde yok olmak başkadır. Büyüklerden çoğunun sözlerinde mahv olmak, yok olmak denilmekdedir. Bu sözler, yok gibi olmak demekdir. Yok olup kalmamak demek değildir. Sâlikin te’ayyünü görünmez olur. Yok olmaz. Yok bilmek, ilhâd olur. Zındıklık olur. Bu yolda geri kalmış olanlar, bu sözlerden, kendi yok olur sanarak, zındık olmuşlardır. Âhıret ni’metlerine ve azâblarına inanmamışlardır. Vahdetden kesrete geldikleri gibi, başka zemânda, böylece, kesretden vahdete döneceklerini sanmışlardır. Bu kesretin o vahdetde yok olacağını söylemişlerdir. Bu zındıklardan birçoğu, bu yok olmağı, kıyâmetin kopması sanmışlar. Haşrı, Neşri, Hesâbı, Sırâtı ve işlerin ölçülmesini inkâr etmişlerdir. Doğru yoldan ayrılmışlar, birçoklarını da sapdırmışlardır. Bunlardan birini gördüm. Kendini haklı göstermek için, mevlânâ Abdürrahmân-i Câmînin “kuddise sirruh” şu beytini okuyordu. Fârisî beyt tercemesi:

Câmî! Dünyâ ve âhıret, ikisi birdir.
Ortada görünen bu çokluk, hep hayâldir!

Mevlânânın bu beytde bildirdiği, vahdete dönüşün görünmesidir. Dönüşün kendisi değildir. Şühûdünü anlatmakdadır. Bu varlıkdan başka, hiçbirşey görmediğini bildirmekdedir. Çokluk, yok olmamış, onun görüşünden örtülmüşdür. Yoksa, ayn ve varlık rücû’ etmemişdir. Bunlar kör gibidirler. Hiçbir Velînin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” aczden, kusûrdan ve ihtiyâcdan kurtulamadığını görmüyorlar mı? Böyle olunca, varlıklar birleşmişdir, çokluk birliğe katılmışdır denilebilir mi? Eğer insanlar öldükden sonra, vahdete rücû’ ediyor derlerse, kâfir ve zındık olurlar. Çünki bu söz, Cehennem azâbına inanmamak olur ve Peygamberlerin bildirdiklerine inanmamak olur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ”.

Süâl: Birkaç yazınızda, (Ahfânın Fenâya kavuşması, ancak Vilâyet-i Muhammedîde olur) diyorsunuz. Bu sözü açıklar mısınız?

Cevâb: Yukarıda bildirilenlerden anlaşıldı ki, Vasl-ı uryânî, ancak Vilâyet-i Muhammedîde olmakdadır. Başka vilâyetlerde, aradan perdeler kalkar ise de, ince bir perde yine kalmakdadır. Bu ince perde, hakîkat-i Muhammedînin arada bulunmasından hâsıl olmakdadır. Bunu yukarıda bildirmişdik. (Ahfâ latîfesi) insan mertebelerinin en sonudur. En yukarıdaki mertebedir. Aradaki perdenin mikdârına göre, geride birşey kalır. Bu kalanı düşünerek, tâm Fenâ câiz olmaz. Böyle bir artığın kaldığını Muhammedî meşreb olandan başka kim anlıyabilir? Muhammedî meşreb olanlardan da, milyonda birine bu keskin görüş verilirse yine büyük ni’metdir. Tesavvuf büyükleri, rûha ve sırra kadar kavuşdular. Hafîden söz eden çok az oldu. Ahfâdan kim ne diyebilir? Ahfâ deryâsına dalarak onun sonsuz damlalarından bir dânesine kavuşabilen ve anlıyabilen çok az, hem de pekçok az bulunur. Bu, öyle bir ni’metdir ki, Allahü teâlâ dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, çok büyük ihsân sâhibidir.

Süâl: Sana göre, Peygamberin her kavuşduğu şeyden “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” Onun izinde gidenlerin büyüklerine de pay düşmekdedir. Buna göre, onların da vasl-ı uryânîye kavuşmaları lâzım olur. Hâlbuki, kendi Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” arada perde olmakdadır. Bu nasıl olur?

Cevâb: Vasl-ı uryânîde Peygamberin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” perde olması zarar vermez. Çünki, Peygambere uyduğu için, bu Vasla kavuşmakdadır. Doğrudan doğruya kavuşmuş değildir. Peygamberin arada bulunması, Ona uymanın kuvvetli olduğunu gösterir. Çünki uymak demek, uyulanın arada bulunması demekdir. Aradan çıkması demek değildir. Aradan çıkması, uymak olmaz. Doğrudan doğruya kavuşmak olur. Görülüyor ki, uyulan Peygamber arada bulunacak, ona uyulduğu için Vasl-ı uryânî de hâsıl olacakdır.

Süâl: Peygamberlerin sonuncusuna “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uyanların yükseklerine (Vasl-ı uryânî) ve (Tecellî-i zât) deniyor da, başka Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” için bu kelimeler kullanılmıyor. Hâlbuki Peygamberimiz “aleyhimüssalâtü vesselâm”, bunlara da ve onlara da perde olmakdadır?


Cevâb: Ona uyanların yüksekleri için bu kelimeleri kullanmak, Ona uydukları içindir. Çünki, Peygamberlerin perde olmasının, bu sözü değişdirmiyeceği, bundan evvelki cevâbda anlaşılmışdır.

Başka Peygamberler için “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vettehıyyât” böyle söylemek câiz olursa, uymakla değil, doğrudan doğruya kavuşmakla olur. Çünki o büyükler, doğrudan doğruya konakları aşmışlar, Zât-i teâlâya kavuşmuşlardır. Doğrudan doğruya olan kavuşmakda, aracının bulunması, bu kelimenin kullanılmasını uygun yapmaz. Aradaki fark anlaşılmış oldu. Kendi kendine kavuşmakla, kavuşana uyarak kavuşabilmek başkadır. Bu başkalıkdır ki, geçmiş Peygamberlerin, bu ümmetde Peygambere uyanların en yükseklerinden dahâ üstün olduklarını göstermekdedir. Doğrudan doğruya kavuşan, istenilendir. Başkasına uyarak, onun kavuşduğuna kavuşan böyle değildir. Resûlullaha uyanların büyükleri için (Vasl-ı uryânî) ve (Tecellî-i zât) kelimelerini kullanmak doğrudur. Başka Peygamberler için kullanmak, doğru olmaz dedik. Fekat, doğrudan doğruya kavuşan ile başkasının yanı sıra kavuşan, bir olabilir mi? İkisi nasıl bir olabilir ki, ni’met birincisinde tâmdır ve olgundur. İkincisinde ise, yalnız ismde ve görünüşdedir. Şu kadar var ki, bu benzerlik, uyanları uyulanlar gibi yapmakdadır. Bunun içindir ki, Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâm”, (Ümmetimin âlimleri, İsrâîl oğullarının Peygamberleri gibidir) buyurdu. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, bu ümmetin Evliyâsından Tecellî-i zâtîye kavuşanlar, Tecellî-i zâtîye kavuşmıyan Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” dahâ üstün olamazlar. Burasını iyi anlamak lâzımdır. Çünki, burada çok kimselerin ayağı kaymışdır. Allahü teâlânın, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın sadakası olarak bu fakîre bildirdiklerini size yazdım.

Süâl: Bu varlıkların hepsi, Muhammed “aleyhisselâm” için yaratıldı “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”. Başkaları varlığa ve yüksekliklere Onun yanı sıra kavuşdular. Ona uymakla yükseldiler. Bunun içindir ki, kıyâmet günü, Âdem “aleyhisselâm” ve bütün başkaları, Onun sancağı altında bulunacaklardır. Sen ise, başka Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Ona uyarak değil de, doğrudan doğruya kavuşduklarını söylüyorsun. Bu nasıl olur?

Cevâb: Muhammed Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için, kendi hakîkatinden Zât-i teâlâya yol olduğu gibi, her Peygamberin de “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kendi hakîkatlerinden Zât-i teâlâya kavuşduran yolları vardır. Bu yollardan, başkasına uyarak değil, kendi kendilerine kavuşurlar. Ümmetler böyle değildir. Peygamberlere uyarak, kendi yaradılışına uygun olan Peygamberlerin hakîkatinden, aradıklarına kavuşurlar. Ümmetler kendi kendilerine kavuşamaz. Böyle olmakla berâber, başka Peygamberler kendi kendilerine kavuşsalar bile, vasl-ı uryânî değildir. Çünki, Peygamberlerin sonuncusunun hakîkati arada ince perdedir “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bunun için, gelen her feyz, önce bu hakîkate gelir. Sonra buradan başkalarına ulaşır. Uymak demek de, uyulanın arada bulunması demekdir. Bundan dolayı, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kendi kendilerine kavuşmaları, böyle uymaları ile birlikde bulunabilir. Ümmetlerin uymaları böyle değildir. Onların uymaları ile, kendi kendine kavuşmak birlikde olamaz. Bunu yukarıda birkaç yerde bildirdik.

Süâl: Yükselirken hayât sıfatına da kavuşulabilir mi?

Cevâb: Evet kavuşulabilir.

Süâl: (Hayât sıfatının sonu, Zât-i teâlâda yok olmakdır) dediniz. Kâmillerin, yok olmak makâmından ellerine geçen nedir? Yukarıda bildirdiğinize göre, hakîkatlerin te’ayyünlerinin aynları ya’nî kendileri yok olmaz. (Eğer yokluk varsa, nazarîdir, görünüşdedir. Aynın yok olması ilhâd ve zındıklık olur) demişdiniz?


Cevâb: Aynın yok olması, niçin lâzım olsun? Varlığını görememek yetişir. Böyle nazarî yok olmakda da çeşidli mertebeler vardır. Burasını iyi anlamalıdır. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Doğru yolda gidenlere ve Muhammed Mustafâya uyanlara selâm olsun “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti vetteslîmâti etemmühâ ve ekmelühâ”!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder