Allahü teâlânın ismleri çokdur. Sayısını bilmiyoruz. İsmlerinden doksandokuzunu, Kur’ân-ı kerîmde insanlara bildirmişdir. Kâdî zâde Ahmed efendi, (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde diyor ki, (Allahü teâlânın doksandokuz ismine (Es-mâ-i hüsnâ) denir. Allahü teâlânın ismleri (Tevkîfiyye)dir. Ya’nî islâmiyyetin bildirmesine bağlıdır. İslâmiyyetin bildirdiği ismler ile çağrılır ve onlar ile zikr olunur. Bunlardan başka ismler ile çağırmağa, zikr etmeğe, islâmiyyet izn vermemişdir). (Şerh-i Mevâkıf), beşyüzkırkbirinci sahîfesinde diyor ki, (Kâdî Ebû Bekr “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, Allahü teâlâya yakışmaz ma’nâ çıkmıyan, Ona yakışan ism söylenebilir. Çoğunluk ise, belli doksandokuz ismden başkası söylenemez dedi).
Bundan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâya (Tanrı) demeğe izn yokdur. Ya’nî tanrı demek günâh olur. Allah ismini kullanmak istemeyip, bunun yerine, tanrı demek veyâ doksandokuz ismden birini bile kullanmak istemek, çok büyük ve çirkin suç olur.
Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mü’min idi. Evlâdı çoğalınca, onlara reîs olmuşdu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi, Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes nehrden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tutdu. Bunun evlâdı çoğalarak, bunlara Türk denildi. Bu Türkler, ecdâdı gibi, müslimân, sabrlı, çalışkan insanlardı. Bunlar zemânla çoğalarak Asyaya yayıldı. Başlarına geçen ba’zı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, puta tapdırmağa başladılar. Bunlardan, bugün Sibiryada yaşayan Yâkutlar, hâlâ puta tapmakdadır. Dinden uzaklaşdıkca, eski medeniyyet ve ahlâklarını da gayb etmişlerdi. Hele Hunlar ve onların reîslerinden Attilâ, dinsizliği ve zulmü ile (Allahın gadabı) ismini almışdı. İslâm güneşi Mekke-i mükerremeden doğarak, ilm, ahlâk ve her dürlü fazîlet ışıklarını dünyâya saçınca, Romalıların, Asyaya kadar yayılan sefâhet ve ahlâksızlıkları ve Asyayı, Afrikayı kaplamış olan dinsizlik, câhillik ve vahşet altında yetişmiş diktatörler, sömürdükleri insanların islâmiyyeti işitmelerine, anlamalarına mâni’ oldular. Bu engeller kılınc gücü ile ortadan kaldırıldı. Türk hâkânları, asâletleri ve uyanık olmaları sebebi ile islâmiyyetin işitilmesine mâni’ olmadılar. Şemseddîn Sâmî, (Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki: (Hazer gölünün şarkındaki Aral gölünün şark tarafına, şimâlde Seyhûn, cenûbda Ceyhûn nehrleri, şimâl-i garbîye doğru akarlar. İki nehr arasına (Mâ-verâ-ün-nehr) denir. İki göl arasının cenûb kısmına (Hârizm)denir. Merv şehri buradadır. Bunun cenûbu, Îrânın (Cürcân) ve (Horasan) vilâyetleridir. Buraya şimdi (Türkmenistân) deniyor. Aral gölünün şimâline (Kazakistân) deniyor. Mâ-verâ-ün-nehrin cenûbuna (Özbekistân) deniyor. Buhâra, Semerkand, Taşkend buradadır. Bunun şarkına (Tâcikistân) deniyor. Yârkend, Fergâne ve Kâşgar buradadır. Bu memleketlerin hepsine (Türkistân) denir. Buhârâyı, 55 [m. 674] de, Horasan vâlîsi Sa’îd bin Osmân ibni Affân, Semerkandi ve bütün Mâverâün-nehri 77 [m. 695] de Kuteybe feth eyledi. Semerkandi, 1285 [m. 1868] de ve bütün Türkistânı, 1292 [m. 1874] de ruslar istilâ eyledi. [Osmânlı devletinin idâresini ele geçirmiş olan masonlar, bu istilâlara seyirci kaldılar.] Türkün asâleti ile islâmiyyetin şerefi bir araya gelmeden çok önce, Âsûrîler Türkistâna girerek, Türkleri, güneşe, yıldızlara tapınmağa alışdırmışdı). Tanyeri ağarınca, güneşe tapınırlardı. Bu sebebden, güneşin ismi, tanyeri ve nihâyet tanrı oldu. Kur’ân-ı kerîmde, (Benim ismim Allahdır. Beni Allah diye çağırınız. Allah diye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız!) meâlinde müteaddid âyet-i kerîmeler vardır. Ona, Onun istediği ismi söylemeyip de, kâfirlerin, Onun en sevmediği ma’bûdlarına koydukları tanrı ismi ile Onu çağırmak, ne kadar yanlış ve ne büyük inâd olduğu meydândadır. Meselâ, bir hükümdâr, emri altında bulunan kimselere: (Benim ismim Ahmeddir. Beni, Ahmed diye çağırınız!) dese, onlar da, (Hayır efendim. Bizim canımız sana Ahmed demek istemiyor.
Taş veyâ kurd, köpek veyâhud en aşağı, büyük düşmanının ismi ile çağırmak istiyoruz) deseler ve öyle çağırsalar, nasıl çok kızarsa, Allah ismi yerine, Onun emr etmediği, hattâ düşmanı olduğu tanrı ismini söyliyerek ezân okumak ve ibâdet etmek, Allahü teâlâyı gadaba getirir, düşmanlığa sebeb olur. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ezânı anlatmağa başlarken buyuruyor ki: (Ezân, bildirilen şeklde, bildirilen kelimeleri okumakdır. Ma’nâsı aynı olsa ve herkes anlasa da, tercemesini okumak câiz değildir. Tegannî ederek, ya’nî kelimeleri bozarak da okumak câiz değildir. Kelimeleri bozmak demek, mûsikî perdesine uydurmak için, hareke, harf ve med [uzatmak] eklemek veyâ çıkarmak demekdir. Böyle okunan ezânı ve Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidleri dinlemek de günâhdır. Bunları ilâve etmeden, ya’nî kelimeleri bozmadan tegannî etmek, [ya’nî sesi güzelleşdirmek] câizdir ve iyidir.)
İbâdetler emre uygun yapılmazsa oyuncak olur. Dîni, oyun yapmak, âdete uydurmak ise, kâfirliğin en kötüsü, en çirkinidir.
Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde bildirdiği doksandokuz isminden birçoğu, yaratıcı olduğunu göstermekdedir. Meselâ, Mukît, Hâlık, Bâri, Müsavvir, Razzâk, Mübdi, Mu’îd, Muhyî, Mümît, Kayyûm, Vâlî, Bedî’ ismleri böyledir.
Bu oniki ismden, meşhûr olan (Hâlık) ismi, takdîr, ta’yîn edici demekdir. (Bâri) var edici demekdir. (Müsavvir) sûret vericidir. Meselâ, bir mühendis, binâ yapmak isteyince, önce lâzım olan kereste, tuğla, çimento, demir, arsa, odaların adedi, büyüklüklerini takdîr ve ta’yîn eder, keşf eder, plân hâzırlar. Halk, bu demekdir. Sonra, mi’mâr bu plâna göre binâyı yapar. Mi’mâr binânın bârisi olur. Nihâyet, binânın nakşları, süsleri yapılır. Bunu yapan, müsavvir olur.
Allahü teâlânın, her işinde, şerîki, ortağı yokdur. Her varlığın hâlıkı, bârisi, müsavviri yalnız Odur. Yaratmak, yokdan var etmekdir. Maddeyi, elemanı yok iken var etmek ve var etdikden sonra, başka bir varlığa çevirmek de yaratmakdır. Meselâ, (İnsanı nutfeden, cinni ateş alevinden yaratdı) meâlindeki âyet-i kerîme böyle olduğunu bildirmekdedir. Yerler, gökler, bugün bildiğimiz yüzbeş basît cism (eleman) yok idi. Bunların hepsini sonradan var etdi. Elemanları, oksidleri, asidleri, bazları, tuzları birbiri ile birleşdirerek, parçalıyarak milyonlarla uzvî (organik) ve inorganik cismler meydâna getirmekde, ya’nî yaratmakdadır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, herşeyi bir sebeb, bir vâsıta ile yaratmakdadır. Sebebleri yapan, var eden, bunlarda aktiflik, te’sîr kuvveti yaratan da Odur. Cismlerin fizik ve kimyâ özellikleri, fizik, kimyâ, biyoloji olayları, reaksiyonları, Onun yaratdığı sebeblerdir. Elektrik, ısı, mekanik, ışık ve kimyâ enerjilerini ve tepkimeleri hâsıl eden çeşidli kuvvet şekllerini sebeb olarak yaratmışdır. Bu sebebleri, cismleri yaratmasına vâsıta kıldığı gibi, insan aklını, insan gücünü de, kendi yaratmasına vâsıta kılmışdır. Meselâ, kömürün, beşyüz derece üstüne, ya’nî tutuşma sıcaklığına kadar ısınarak yanma olayının başlamasına, kibritin alevi sebeb olmakda ise de, kömürün oksidlenmesini, yanmasını yaratan Odur. Kibrit, yanma olayının yaratıcısı değildir. Çünki, kibritin yapısını, özelliklerini, alevini, ısı enerjisini, karbon atomlarının oksigene ilgisini, olayın ekzoterm olup, kömürü ısıtıp kırmızı şuâ’ (ışıma) yaymasını yaratan hep Odur. Bunun gibi, tuz asidi içinde, çinko eriyip, çinko klorür adında, yeni özellikde bir bileşik cism meydâna geliyor. Bu iyon şebekesini çinko atomları ve asit molekülleri yaratdı denilemez. Çünki, çinko klorür denilen iyon şebekesindeki, çinko ve klorür iyonlarının atomlardan meydâna gelişindeki elektron mubâdelesinde ve bunun sebeblerinde, iyonlar arasındaki çekme ve itme kuvvetlerinde, çinko ve asit birşey yapmadığı gibi, çinkoyu asidin içine atan insan da, bu işinden başka, birşey yapmamışdır. Çinko klorürün meydâna gelmesinde, insan seyrci kalmış, iyon şebekesini hâsıl eden tepkimeyi, özellikleri, kuvvetleri, Allahü teâlâ yaratmışdır. Demek ki, insanın aklı ve gücü de, diğer tabî’at kuvvetleri gibi, Allahü teâlânın önce yaratmış olduğu, maddeler, elemanlar, özellikler, kuvvetler, enerjiler arasındaki şartları, dengeleri değişdirerek, yeni bir dengenin, bir âhengin, bir sistemin yaratılmasına bir sebeb, bir vâsıtadan başka birşey değildir.
Şu hâlde, Arşimed, bir kanûn yaratmamış, dahâ önce mevcûd olan özellikler arasındaki bir bağlantıyı görebilmişdir. Bunun gibi, phonograph, megaphon, elektrik ampulü gibi âletlere son şeklini veren Thomas Edison, bunları yaratmamış, yapmamış, yapılmasına sebeb olmuşdur. Bunları yaratan, Allahü teâlâdır. Edisonun bunları yaratması şöyle dursun, mevcûd maddeleri bir araya toplayıp, yeni âletlerin yaratılmasına sebeb olurken, elinin, ayağının, gözünün, diğer duygularının, çeşidli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve dahâ nice organlarının işlemesinden ve kullandığı maddelerin, âletlerin yapısından, içlerindeki atom, proton kuvvetlerinden haberi bile yokdu. Ne kendinin, ne de kullandığı şeylerin birçok inceliklerinden haberi olmıyan bir vâsıtaya, bir sebebe yaratıcı denilir mi? Yaratıcı, bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü teâlâdır.
Üniversiteden birkaç diploması bulunan, yeni literatürleri okuyup, çok tecribesi olan, zekî ve akllı bir fen adamı iyi anlar ki, insan, bütün işlerinde, bütün buluşlarında, bir vâsıtadan, bir sebebden başka birşey değildir. Her olayı, her reaksiyonu, her hareketi yapan, her kanûnu idâre eden, yalnız Allahü teâlâdır. İnsan gücünü, tabî’î kuvvetlerden ayıran biricik şerefli pay, düşünceli, şu’ûrlu olarak vâsıta olmasıdır. İnsan, Allahü teâlânın yaratmasını, kendi istediği gibi tecellî etdirebilmekdedir. Allahü teâlâ, insanlara bu şerefli payı ikrâm ederek, diğer mahlûklarından ayırdığını, onu, böylece, başka mahlûklardan üstün yaratdığını, İsrâ sûresi, yetmişinci âyetinde beyân buyurmakdadır.
Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. Allahdan başkasına, her ne maksadla olursa olsun, yaratıcı demek küfrdür. (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde, (Bir kimse, rızk Allahdandır. Fekat, kulun da hareket etmesi lâzımdır dese, kâfir olur. Çünki, hareket de Allahdandır) yazıyor. Ya’nî, hareketi ve işi insan yaratıyor diyen kâfir olur. Bursalı İsmâ’îl Hakkı hazretleri, (Huccet-ül-bâliga)da diyor ki, (Hakîkatde hâlık ve râzık Allahü teâlâdır. İnsana hâlık veyâ râzık demek ilhâddır. İnsanın sıfat-i asliyyesi acz ve iftikardır. Hak teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi, kudret ve gınâdır). İnsanlara, yaratdı, yaratıcı dememeli, Allahü teâlâya mahsûs olan Hâlık ismini, kimse için kullanmamalı ve ad takmamalıdır. Rahmân ve Rahîm ismleri de böyledir.
Allahü teâlâ, birşeyi yaratmasına, başka şeyleri sebeb yapmışdır. Birşeyin yaratılmasını istiyen, onun yaratılmasına sebeb olan şeyleri elde etmelidir. Birşeyin yaratılmasına sebeb olan şeyler arasında insan gücü de varsa, yaratılan şeye (Sun’î cism) veyâ (Artifisiel) denir. Meselâ, kok kömürü, turyağı sun’î maddedirler. Maddenin yaratılmasına yarayan sebebler arasında insan gücü bulunmazsa, böyle yaratılan maddeye (Tabî’î cism) veyâ (Natürel) denir. Tabî’î maddenin meydâna gelmesine insan gücü karışmazsa da, bunun kullanılacak hâle sokulmasına, insan gücü de sebeb olmakdadır. Taşkömürü, tereyağı tabî’î maddedirler. Tabî’î maddeler için tabî’at yaratdı demek ve sun’î maddeler veyâ olaylar için de insan yaratdı demek, başka sebeblere de yaratıcı demek gibi, câhilce, saçma bir söz olur. Meselâ, balı arı yaratdı veyâ ışığı elektrik yaratdı demek gibi olur.
Müslimânların yetmişiki sapık fırkasından (Mu’tezile) de, insan kendi işinin hâlıkıdır dedi. Bunlar, bu yanlış inanışı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları için, kâfir olmuyor ise de, doğrusunu kabûl etmedikleri için, bir müddet Cehennemde yanacaklardır. Fekat âyetden, hadîsden, dinden, îmândan haberi olmıyanların, devlet ve saltanat sâhiblerine yaltaklanmak, teveccüh kazanmak için, yaratdın demeleri küfr olur. Allahü teâlâdan başkasına, yaratdı demek, çok tehlükelidir. Herşeyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı yokdur. Fekat, Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, herşeyi sebeblerle yaratmakdadır. Böylece, madde âlemine ve sosyal hayâta düzen vermekdedir. Sebebsiz yaratsaydı, âlemdeki bu nizâm, bu düzen olmazdı.
Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, güneş hayâta, katalizörler birçok kimyâ reaksiyonlarının hızlanmasına ve hayvanlar, bitkisel maddelerin et, süt, bal hâline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin sentezine sebeb oldukları gibi, insanlar da, tayyâre, otomobil, ilâc, elektrik motorlarının ve dahâ nice şeylerin yapılmasına sebeb olmakdadır. Bütün bu sebeblere kuvvet, te’sîr veren Allahü teâlâdır. İnsanlara fazla olarak akl ve irâde de vermişdir. Sebeblere, vâsıtalara yaratıcı demek doğru olamaz. Böyle olduğu (Kelime-i temcîd) ya’nî (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) diyerek çok güzel anlatılmakdadır. Şî’îler de, günâhları insanlar yaratıyor; Allah yalnız iyilik yaratır diyorlar. (Eshâb-ı Kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâblarımızda bu sözlere cevâb verilmişdir.
Allahü teâlânın sıfatlarını gösteren, Âlim (bilici), Semî’ (işitici), Basîr (gören), Kâdir (gücü yetici, kudretli), Mürîd (dileyici) ve Mütekellim (söyleyici) ve bunlar gibi ismleri, ikinci kısmın elliikinci maddesinde bildirilen ma’nâları ve şartları düşünerek, insanlar için kullanılabilir. (Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken diyor ki, (Rahmân), (Kuddûs), (Müheymin) ve (Hâlık) gibi yalnız Allahü teâlâya mahsûs olan ismleri insanlara ism yapmak harâmdır. İmâm-ı Nevevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” bunu (Müslim) şerhinde bildirmekdedir. (Azîz) gibi sıfatları olan ismleri, mecâz ma’nâları ile insanlar için de kullanmak câiz ise de, edebe yakışmaz.
Allahü teâlânın ismini söyleyince, işitince, yazınca, (Sübhânallah), (Tebârekallah), (Celle-celâlüh), (Azze-ismüh), (Cellet kudretüh) veyâ (Teâlâ) gibi saygı sözlerinden birini söylemek, yazmak birincisinde vâcib, tekrârında ise müstehabdır. Resûlullahın ismini işitince salevât söylemek de böyledir. (Bezzâziyye)de ve (Hindiyye)nin beşinci cüz’ünde diyor ki, (Allahü teâlânın ismini işitince ve söyleyince, “celle celâlüh” veyâ “teâlâ” yâhud “tebâreke”, “sübhânallah” diyerek saygı göstermek vâcibdir. Tekrâr edince de, yalnız söylemeyip, teâlâ da demek müstehabdır. Ya’nî, Allahü teâlânın isminden sonra, ta’zîm, saygı gösteren bir kelime de söylemelidir. Bunun gibi, yalnız (Kur’ân) dememeli, dâimâ (Kur’ân-ı kerîm) demelidir. Görülüyor ki, (Allah buyurdu ki...) veyâ (Allah teâlâ buyurdu ki...) demek ve yazmak yanlışdır. (Allahü teâlâ buyurdu ki...) demek lâzımdır. İslâmiyyetde kavmiyyet, ırkcılık yokdur. Her milletin, her dil sâhiblerinin böyle arabî söylemeleri lâzımdır. Tercemesini söyliyorum diyerek saygısızlık yapmamalıdır. İbni Âbidîn beşinci cildin sonunda ve (Birgivî)nin Kâdî zâde şerhinde diyor ki, (Eshâb-ı kirâmın ismine (radıyallahü anh), başka âlimlere (rahmetullahi aleyh) demek [ve yazmak] müstehabdır).
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâmı çok sevmek, ta’zîm ve hurmet etmek lâzımdır. Bunun için, ismlerini yazarken, okurken ve işitince, “radıyallahü anh” demek müstehabdır). Bunlar, (İslâm ahlâkı) kitâbımızda da yazılıdır. Râfizîler, müslimânları aldatmak için, (Eshâb çok yüksekdir. Yüksekliklerini bildirecek bir kelime yokdur. İsmlerinin yanına “radıyallahü anh” demek, onlara hakâret olur. Böyle şeyler söylememelidir) diyorlar. Râfizîlere aldanmamalıyız!
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin çok yerinde kendisini (Biz) sözü ile bildiriyor. Allahü teâlâ birdir. Kur’ân-ı kerîmde kendisinin bir olduğunu bildiriyor. Kur’ân-ı kerîmin çok yerinde kendisine (Ben) demedi. Büyüklüğünü, herşeye mâlik, hâkim olduğunu bildirmek için, (Ben) yerine, (Biz) de diyor. (Biz) dediği yerleri, (Herşeyin mâliki, hâkimi olan (Ben) olarak anlamalıdır.)
(Dürr-ül-muhtâr) beşinci cild, ikiyüzaltmışsekizinci sahîfede buyuruyor ki: (Çocuklarına, Abdüllah, Abdürrahmân, Muhammed, Ahmed ... gibi, ismleri koyanları Allahü teâlâ sever. Allahü teâlânın Alî, Reşîd, Kebîr, Bedî’ gibi ismlerini, insanlara yakışan ma’nâ ile ad koymak câiz ise de, câhiller, bu ismlerin ma’nâlarını ve söylemesini yanlış yaparak, günâha, hattâ küfre sebeb olur. Meselâ Abdülkâdir yerine Abdülkoydur diyorlar ki, kasd ile olursa küfrdür. Kasd ile bu ismleri tahkîr eden, meselâ Abdül’azîz yerine Abdüluzeyz diyen kâfir olur. Muhammed yerine Hamo, Hasen yerine Hasso, İbrâhîm yerine İbo demek de böyledir).
[Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile, kelimeleri değişdirerek okumanın harâm olması, buradan da anlaşılmakdadır.] Ba’zı esnaf, kendi adı olduğu için, bu mubârek ismleri, ayakkabıların, terliklerin içine reklâm olarak yazıyor; satın alan da ayağına giyerek, üstüne basıyor. Yazanın ve giyenin îmânlarının gitmesinden korkulur.
(İbni Âbidîn) üçüncü cildde buyuruyor ki, (Îmân), Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâdan getirdiği sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylerin hepsini kalbin tasdîk etmesi, ya’nî inanması demekdir. Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, tekrâr dirileceğimize, nemâz kılmanın, Ramezân ayında oruc tutmanın farz olduğuna, şerâb içmenin, [kadınların başlarını, saçlarını, bacaklarını yabancı erkeklerin yanında açmalarının] harâm olduğuna inanmak böyledir. İnandığını söyliyenin (Mü’min), ya’nî (Müslimân) olduğu anlaşılır. Puta tapmak, Kur’ân-ı kerîmi pisliğe atmak gibi, küfr alâmeti olan birşeyi yapan kâfir olur. Abdestsiz olduğunu bilerek nemâz kılmak, sünnet olan bir işi beğenmemek de küfr olur. Âyet-i kerîmeden ve mütevâtir, ya’nî her yerde bilinen hadîs-i şerîfden açıkca anlaşılmış olmıyan veyâ açık ise de, icmâ’ ile bildirilmiş olmıyan birşeyi inkâr eden, kâfir olmaz. Harâm olduğu açıkca bildirilmiş bir şeye halâl diyen kâfir olur. Şerâb içmek, domuz eti yimek böyledir. Aslı halâl ise de, bir sebeb ile harâm olan bir şeye halâl diyen kâfir olmaz. Başkasının malını almak böyledir. Bir müslimânın bir sözü veyâ bir işi (Te’vîl) olunabilirse, ya’nî birçok bakımdan kâfir olacağını gösterse, bir bakımdan kâfir olmayacağını gösterirse, bu bir bakımı anlamalı, ona kâfir dememelidir. O bir bakımdan söylemediğini bildirirse, kâfir olur. Sözün küfre sebeb olmasında, âlimlerin sözbirliği yoksa, o sözü söyliyene kâfir denemez.
Mürted olana nasîhat etmek, şübhesini gidermek müstehabdır. Mühlet isterse, üç gün habs olunur. Yine tevbe etmezse, mahkeme katline karâr verir. Dâr-ül-harbe kaçıp, sonra esîr alınırsa da böyledir. Nasîhat etmeden öldürülmesi mekrûhdur. [(Hadîka) ikinci cild, yüzdoksansekizinci sahîfede diyor ki, (Erkek ve kadından biri mürted olunca, nikâhları fesh olur. Sonraki çocukları veled-i zinâ olur. Erkek tevbe ederse, tecdîd-i nikâh etmeleri lâzım olur. Fekat kadın nikâh yapmağa zorlanmaz. Kadın mürted oldu ise, tevbe etmesi ve sonra nikâhının yenilenmesi için zorlanır. Talâk olmadığı için hulle lâzım değildir. Sözbirliği olmıyan şeyi inkâr eden, tevbe edince, nikâhını tâzelemesi ihtiyâtlı olur, ya’nî iyi olur).] Mürted olunca, malları mülkünden çıkar. Hepsi elinden alınır. Tevbe ederse, kendine geri verilir. Ölürse veyâ Dâr-ül-harbe, ya’nî Fransa, İtalya gibi kâfir memleketlerinden birine giderse müslimân vârislerine verilir. Müslimân olup dâr-ül-islâma gelirse, vârislerinde geri kalan alınıp, kendisine verilir. Mürted iken kazandıkları ise, Fey’ olur. Beyt-ül-mâlın olur. Cizye kısmından hakkı olanlara verilir. Dâr-ül-harbde kazandıkları, esîr alınınca, müslimânlara Fey’ olur. [(Hindiyye) ve (Kâdîhân).] Orada ölürse, kâfir olan vârislerinin olur. Mürtedin hiçbir ibâdeti sahîh olmaz. Hiçbir kadın ile nikâhı sahîh olmaz. Esîr alınınca, köle ve câriye yapılmayıp, erkek katl, kadın habs olunur. Kesdiği ve avladığı yinilmez. Şâhidliği kabûl olmaz. Kimseye vâris olamaz. Mürted iken Dâr-ül-islâmda kazandıklarına kimse vâris olmaz. Dâr-ül-islâmdaki ticârî mu’âmeleleri, İmâm-ı a’zama göre askıda kalıp, müslimân olursa nâfiz olur. Ölür veyâ Dâr-ül-harbe giderse, hepsi bâtıl olur. İmâmeyne göre ise, başlangıcda nâfiz olurlar. Zevci mürted olan kadın, iddet zemânı bitince, başkası ile evlenebilir.
[Ba’zıları diyor ki, insan, nemâz kılıp, her ibâdeti, her iyiliği yapdığı hâlde, bir kelime söylemekle kâfir olur mu? Kâdî zâde Ahmed efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Birgivî) şerhinde buyuruyor ki: (Bir kâfir, bir kelime-i tevhîd söylemekle mü’min olduğu gibi, bir mü’min de, bir söz söylemekle kâfir olur. Erkek veyâ kadın inâdî küfr ile mürted olunca, nikâhı fesh olup gider ki, bu talâk demek değildir. Bunun için, üçden fazla îmânını ve nikâhını tâzelemeleri, hullesiz câiz olur). Yalnız birinin nikâhı tâzelemesi yetişmez. Erkek ile zevcesinin, iki şâhid yanında nikâhı tâzelemeleri lâzımdır.
Şâfi’îde iddet zemânı içinde tevbe ederse, tecdîd-i nikâh lâzım olmaz. Hanefî olan, kolaylık olmak için, nikâhını yenilemeğe, zevcesinden vekâlet almalı, iki şâhid yanında, (Öteden beri nikâhım altında bulunan zevcemi, onun tarafından vekîl olarak ve tarafımdan asîl olarak kendime tezvîc etdim) demelidir. Câmi’de cemâ’atin çok olduğu bir nemâzın düâsından sonra, imâm efendi, tecdîd-i îmân ve nikâh düâsını cemâ’at ile birlikde okursa, cemâ’at birbirlerine şâhid olmuş, nikâhları da tâzelenmiş olur. 566. cı sahîfeye bakınız! Son nefesde müslimânın tevbe etmesi sahîh olur. Fekat, kâfirin îmâna gelmesi sahîh olmaz. Her müslimân, sabâh ve akşam, şu îmân düâsını okumalıdır: (Allahümme innî e’ûzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene a’lemü ve estagfirü-ke li-mâ lâ-a’lemü inneke ente allâmülguyûb). Sabâh düâsı gece yarısında okumağa başlanır. Akşam düâsı zevâlden başlar. Mürted olduğunu inkâr etmek, tevbe olur.
(Berîka) ve (Hadîka)da, dil âfetlerinde ve (Mecmâ’ul-enhür)de diyor ki, (Erkek veyâ kadın, bir müslimân, âlimlerin sözbirliği ile küfre sebeb olacağını bildirdikleri bir sözün veyâ işin küfre sebeb olduğunu bilerek, amden [tehdîd edilmeden, istekle] ciddî olarak veyâ hezl, güldürmek için söyler, yaparsa, ma’nâsını düşünmese dahî îmânı gider. (Mürted) olur. Buna (Küfr-i inâdî) denir. Küfr-i inâdî ile mürted olanın, evvelki ibâdetlerinin sevâbları yok olur. Tevbe ederse, geri gelmezler. Zengin ise, tekrâr hacca gitmesi lâzım olur. Mürted iken kılmış olduğu nemâzları, orucları, zekâtları kazâ etmez. Riddetden evvel yapmadıklarını kazâ eder. Çünki, mürted olunca, evvelki günâhları yok olmaz. Riddet zemânında yapmadıklarını kazâ etmez. Küfr-i inâdî ile mürted olanların nikâhları bozulur. Tekrâr îmâna gelince, iki şâhid yanında (Tecdîd-i nikâh) yapmaları lâzım olur. Hulle lâzım olmaz. Tevbe etmek için yalnız Kelime-i şehâdet söylemeleri kâfî değildir. Küfre sebeb olan şeyden de tevbe etmeleri lâzımdır. Eğer, küfre sebeb olduğunu bilmeyip söyler, yaparsa veyâ küfre sebeb olacağı, âlimler arasında ihtilâflı olan bir sözü amden söylerse, îmânının gideceği ve nikâhının bozulacağı, şübhelidir. İhtiyât olarak, tecdîd-i îmân ve nikâh etmesi iyi olur. Bilmiyerek söylemeğe (Küfr-i cehlî) denir. Çünki her müslimânın, bilmesi lâzım olan şeyleri öğrenmesi farzdır. Bilmemesi özr değil, büyük günâhdır. Küfre sebeb olan sözü, hatâ ederek, yanılarak veyâ te’vîlli olarak söyleyenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tevbe ve istigfâr, ya’nî tecdîd-i îmân etmesi ihtiyâtlı olur. Tecdîd-i nikâh lâzım olmaz.) Câmi’lere giden müslimânın küfr-i inâdî ile mürted olması düşünülemez. Yalnız diğer dört şekl ile küfr söylemesi ihtimâli olduğu için, imâm efendiler cemâ’ate, (Allahümme innî ürîdü en üceddidel îmâne vennikâha tecdîden bi-kavli lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) okutarak, tevbe ve tecdîd-i îmân ve nikâh yapdırıyorlar. Böylece (Lâ ilâhe illallah diyerek, tecdîd-i îmân yapınız!) hadîs-i şerîfindeki emr yapılmış olmakdadır.]
Mu’cizelerine Ahmedin, yokdur adedle hesâb,
etdiler ammâ sahâbe, ondan üç bini ta’dâd.
Mu’cize, herkim nebîdir, sıdkına olur delîl,
şöyle ki, gün olduğunu haber verir âfitâb.
Mu’cize, bir de görülse, yetişir tasdîk için,
göstermişdir, hod Muhammed, mu’cizât-ı bî hesâb.
Sıdkına Kur’ân yeter ki, Hak sözüdür şübhesiz,
zîrâ üstündür belâgatde, cümleye ol kitâb.
Şöyle ki, cin ve beşer mislini yapamadılar,
tâ ki bildiler, kelâmullah imiş bî irtiyâb.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder